Ana Sayfa Blog Sayfa 1846

Hattat Holding’e bir darbe daha: Bartın’da termik santralin önünü açacak imar planları iptal edildi

Bartın’ın Amasra ilçesi Çapak köyünde Hattat Holding tarafından yapılması planlanan Hema Termik Santrali için hazırlanan imar planları Bartın Platformu‘nun açtığı dava sonucunda iptal edildi.

Zonguldak İdare Mahkemesi, termik santralin önünü açacak şekilde 1/5000 ölçekli Nazım İmar Planı ve 1/1000 ölçekli Uygulama İmar Planı’nda yapılan değişikliklerin şehircilik ilkelerine, imar mevzuatına ve kamu yararına uygun olmadığını belirtti.

Bugüne kadar yaklaşık 13 dava açıldı

Bu karar Bartın halkının ilk kazandığı dava değil. Yaklaşık 15 yıldır yapılmak istenen termik santrale karşı mücadele yürüten Bartınlılar birçoğu lehlerine sonuçlanan 13’e yakın dava açmıştı.

Bu davalardan yaklaşık beş tanesinin de henüz devam ettiğini belirten Bartın Platformu Yürütme Kurulu üyesi Erdoğan Atmış Yeşil Gazete’ye yaptığı açıklamada şunları söyledi:

Amasra’da yapılmak istenen termik santralin bilimsel gerekçesi yok. Hukuka da uygun değil. 29 Kasım 2010’da verilen kararda belirlenmiştir. Bu yıldan beri yapılan bütün çabalar hukuksuzdur. Biz de ona karşı Bartın Platformu olarak mücadele ediyoruz.

‘Bartınlılar santrale karşı’

Atmış, şu anda devam eden davalar arasında Hattat Holding’in enerji lisansının iptali istemiyle açılan, 2015 yılında bölgede kömür çıkarmaları için verilen lisansa karşı açılan davalar olduğunu söyledi. Ayrıca 1/25000 ölçekli imar planına a ve ormanlık alana kül atıklarını dökmeleri için verilen izne karşı açılan davalar da şu anda görülme aşamasında.

Erdoğan Atmış açıklamasında “İlk termik santrali yapmak istediklerinde orada çalışacak işçiler dışındaki halk bu santrale karşıydı. Daha sonra o işçileri de tazminatsız bir şekilde işten çıkardılar. Şu anda Bartın’ın yüzde 99.9’unun santrale karşı olduğunu söyleyebilirim. Bu yüzden tamamen gidene kadar mücadeleye devam edeceğiz” değerlendirmesinde bulundu.

‘Kamu yararına aykırılığı bir kez daha tescillendi’

Bartın Platformu konuyla ilgili gerçekleştirdiği açıklamada kararla birlikte Amasra’ya termik santral yapılmasının, Amasra’nın turizm, kent, tarih kültürüne aykırı olduğunun ve plan değişikliklerinin kamu yararına aykırı olduğunun bir kez daha tescillendiğini vurguladı.

Açıklamada “Burada bir kez daha belirtmek istiyoruz ki; Biz Bartın-Amasra halkı olarak bu dokuz canlı termik santral canavarını, tam dokuz kez öldürdük. Kararlıyız. Onuncusunda da öldürüp, Çanına ot tıkayacağız. Bu böyle bilinmeye devam edile” denildi.

Dört ay önce de Danıştay 6’ncı Dairesi 1/100.000 ölçekli Çevre Düzeni Planı’nın yürütmesini durdurmuştu.

Neler yaşandı?

Mahkeme tarafından iptal edilen iki imar planı Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından 26 Nisan 2018 tarihinde askıya çıkarılmıştı. Bartın Platformu ise önce plana itirazlarını sunmuş daha sonra itirazların değerlendirilmeye alınmaması üzerine 8 Ağustos 2018 tarihinde mahkemeye başvurmuştu.

Mahkemenin talebi üzerine gerçekleştirilen keşif sonrası dosyaya sunulan bilirkişi raporunda söz konusu plan değişikliklerinin hedef ve plan hükümlerine aykırı olduğu belirtilmişti. Ayrıca planların, “planlama esasları, şehircilik ilkeleri, imar mevzuatı ve kamu yararına uygun olmadığı” tespit edilmişti.

Bilirkişi raporunun üzerine mahkeme gerekçeli kararını 30 Ekim tarihinde açıkladı ve imar planlarının iptaline hükmetti.

 

Değişen iklimimiz…

2020 senesi şimdiye kadar insanların yaşadığı en sıcak sene olma yolunda hızla ilerliyor. 2020 Eylül ayı yaşanmış en sıcak aydı, büyük ihtimalle ekim ayı da öyle olacak. Artan bu sıcaklıklar doğal olarak bizim de normallerimizi şaşırtıyor. Sadece biz değil, tüm doğa yavaş yavaş normal düzeninden çıkmaya başladı. Bir meyve ağacının mevsimi şaşırıp çiçek açtığını duymadığımız gün neredeyse yok gibi. Dolayısıyla, bizler de bunun arkasında neler olduğunu merak ediyoruz. Mevsimler mi kaydı? Artık ülkemizde sadece iki mevsim mi olacak? Tropik iklime mi gidiyoruz?

Bildiğiniz gibi içinde yaşadığımız bu döneme Antroposen, yani İnsanın Çağı deniyor. Daha önce yeryüzü ve doğa bize hangi mevsimi uygun gördüyse o mevsimde yaşadık. Ama artık insanlık yeryüzünde kendi belirlediği mevsimin yaşanmasını zorunlu kıldı. Bunu bilerek yaptığımız söylenemez, ama kısmen farkında olmadan yaptığımız şeylerin sonucu olarak artık iklim değişiyor.

İstanbul’da eskiden balkonda oturduğumuz mevsime yaz, içeri girdiğimiz mevsime ilkbahar ve sonbahar, pencerelerin ve kapıların altına bir şeyler sıkıştırıp soğuk girmemesini sağladığımız mevsime de kış diyorduk. Artık yavaş yavaş bu mevsimlerin tümü ısınmaya başladı. Gene de yazın önemli kısmında balkonda oturabiliyoruz, ilkbahar ve sonbaharda balkon kapısı açık veya aralık içeride oturabiliyoruz, kışın ise arada evi havalandırsak da pencerelerimizi kapatmak yeterli oluyor. Dolayısıyla, hala dört mevsimimiz var, fakat bu dört mevsimin dördü de biraz daha sıcak geçiyor.

Eskiden böyle miydi?

“Eskiden böyle miydi? Ekim ayının sonunda artık sobalar yanmış olurdu, şimdi daha kışlıkları çıkartmadık, ortalık yaz gibi” demeniz normal. Ama unutmayın, artık rahat rahat üzerimizde uzun kollu bir şey olmadan dışarıda oturamıyoruz, yazın oturuyorduk. Yani havalar yazdan biraz daha serin. Yağmurlar da başladı ve yağmurlar yazın olduğu gibi dolulara veya hortumlara yol açmıyor artık. İşte yeni sonbahar bu. Artık kasım ayı gelmeden kazak giymeye başlamayacağız. Kışlıkları belki aralık ayında çıkartıp mart ortasında tekrar kaldıracağız. Ama bir şey kesin, kışın genelinde eskiden olduğu kadar kış boyu sağlam kazak ve palto ihtiyacımız olmayacak. Gene de sıcaklık bazı günler sıfıra kadar düşecek. “Evet, eski kışlara benzedi biraz” diyeceğiz.

Yalnız unutmayalım, özellikle bu gelen kış bizi sürprizler bekliyor olabilir. Yoğun bir kar fırtınası ile evlere kapanabiliriz. Bunun nedeni de Kuzey Buz Denizi’nin bu sene çok fazla erimiş olması ve özellikle de Sibirya’nın fazla sıcak olmasından dolayı bölgenin eskiden olduğundan daha geç donuyor olması.

Dört mevsim de ısınıyor

Üzerinde yaşadığımız bölgeyi yakın gelecekten itibaren hiç de hoş bir iklim beklemiyor. Genel olarak bu yüzyılın sonunda bölgemizdeki iklim kuşaklarının yaklaşık 6 derece kuzeye kaydığını görebiliriz. Hani ülkemizin 36-42 kuzey enlemlerinde bulunduğunu öğrenmiştik. Bu durumda 42 derece enlemi, yüzyılın sonunda bugün 36 derece enleminin olduğu iklime, 36 derece enlemi de bugün 30 derece enleminin olduğu iklime sahip olacak. Haritadan bakarsanız bu Antalya-Adana-Şanlıurfa, Kahire-Bağdat; İstanbul-Samsun-Trabzon da Antalya-Adana-İskenderun gibi bir iklime sahip olabilir.

Peki, o zaman İstanbul’da nasıl bir yaşam tarzımız olacak? Yazın gündüzleri hava fazla sıcak olacağından klimalı ortamları tercih etmek zorunda kalacağız ama kasım ayının sonuna kadar da balkonda oturmak mümkün olacak. Aralık-şubat arasında balkon kapısını kapatıp evi hafifçe ısıtmak gerekebilir ama sonrasında tekrar sıcaklar başlayacak. Hazirandan itibaren de dışarıda oturamaz hale geleceğiz.

Kısacası, dört mevsimimiz de ısınıyor. Kışlar biraz daha fazla ısınıyor, geceler gündüzlere nazaran daha fazla ısınıyor. Bu belirtilerin tümü iklim değişikliğinden beklediklerimiz ve senelerdir olacağını öngördüklerimiz. Gelecekte de bu değişim aynı yönde devam edecek. Bizim az güneyimizdeki çöl iklimi yavaş yavaş bize doğru yaklaşacak. Ama tropik iklim, çölün de güneyindeki iklimdir. Bu nedenle lütfen coğrafyanızı unutmayın. Ülkemizde dört mevsimi yaşamaya devam edeceğiz, ancak bu mevsimler gittikçe ısınacak. Bizim de bu ısınmaya uyum sağlamamız gerekecek.

Vegan olduğumdan bu yana…

Söz konusu veganlık olduğunda onu tek bir anlatıya sığdırmak da mümkün olmuyor. Çünkü veganlık serüveninde herkesin ayrı bir çıkış noktası ve ayrı bir varış noktası var.

Kimisi hayvanlara yönelik ayrımcılığa bir tepki olarak başlıyor, kimisi sağlıklı yaşam için, kimisi de et endüstrisinin doğaya ve iklime verdiği zararları gördüğü için. Bazen bütün bu sebepler bir araya geliyor ve dönüşüm kaçınılmaz hale geliyor.

1 Kasım Dünya Vegan Günü’ne özel haberimizde veganlardan kendi hikayelerini anlatmalarını ve bu süreçte veganlığın hayatlarına nasıl katkılar sunduğunu anlatmalarını istedik.

‘Yolculuğum 19 yaşında başladı’

Fatma Biltekin’in yolculuğu 19 yaşındayken başlıyor. Bütün ayrımcılık biçimleri ile mücadele edilmesi gerektiğine inanan biri olarak türcülüğün bir ayrımcılık biçimi olduğuna fark eden Biltekin, önce vejeteryan olmaya karar vermiş.

Bu süreci anlatan Biltekin “Vejetaryen olmamın hayvan sömürmeye devam etmek anlamına geldiğini biliyordum ancak farkında olmasam da toplumun hayvanlara bakışı bende o kadar yer etmişti ki hayvanları kullanmaya devam ettim” diyor.

‘Çok daha sağlıklı ve enerjik biri haline geldim’

Sonrasında bu acının parçası olmak istemediğine karar veren Biltekin, 21 yaşında vegan oluyor. Şu anda kendisi 30 yaşında hayvanları savunan vegan bir aktivist. Bu süre zarfında veganlığın kendisine kattıklarını ise şu şekilde anlatıyor:

Vegan olmaya karar verdiğimde haklılığını savunamadığım davranışlarıma da son vermiş oldum, öncelikle bu duygusal olarak çok iyi hissettirdi ayrıca yeme alışkanlıklarımı değiştirdiğim için fiziksel olarak da çok daha iyi hissediyorum. Veganlığın sağlıksız olduğu yanlış bir mit, bitkisel beslenmeye başladıktan sonra çok daha sağlıklı ve enerjik biri haline geldim.

Yaşamın değerli olduğuna inanan ve buna göre yaşayan biri olarak bütün canlıların yaşamlarına saygı duymayı, etrafımdaki canlılarla yatay ilişkiler kurmayı öğrendim. Ancak özellikle hayvanlarla yeniden kurduğum bu ilişki hayvanların yaşadığı zulmü de daha net görmemi sağladı ama bu zulmün parçası olmadığım ve olmayacağım için gerçekten çok mutluyum.

‘Sağlığı bilmem ama ruhuma iyi geliyor’

Yağmur Özgür Güven ise tam olarak ne kadar süredir vegan olduğunu bilmiyor. Sebebi ise öncesinde uzun bir vejetaryenlik dönemi geçirmesi ve ‘Pazartesi vegan oluyorum’ diye bir plan yapmamış olmaması.

Hatta her şeyin kendi fark etmeden olup bittiğini belirten Güven, “Uzun süredir vegan beslendiğimi, farkında olmadan kurallar koyduğumu, bir şey ikram edildiğinde ‘ben yemem onu teşekkürler’ dediğimi fark ettim” diyor. Veganlık yolculuğunun kendisine kattıklarını ise şu şekilde tarif ediyor:

Kendimle ve hayvanlarla barıştım, daha ‘temiz’ hissetmeye başladım. Vejetaryenken de insanlar ‘sağlığın için iyi mi peki?’ diye sorduklarında ‘sağlığı bilmem ama ruhuma iyi geliyor’ derdim, çok sevdiğim bir veteriner hekimin lafıydı.

Tabağınızla ve yaşamınızla barışmak, gerçekten insanın ruhuna iyi geliyor. Ama bunun yanında şöyle bir durum var: kendini hayvan hakları savunucusu olarak tanımlayan bireyler için etik veganlığın gelinmesi gereken bir son nokta, bir ‘en üst mertebe’ ya da bir ‘kimlik’ olmadığını, zaten olması gereken normal bir durum olduğunu düşünüyorum. Bunun haricinde çok daha başka şeylerin de yapılması gerekiyor ve asıl mücadele, kendi dönüşümümüzün çok daha ötesi.

‘Başka lezzetlerle tanıştım’

Ali Şahinkaya’nın veganlık serüveni ise 3 Kasım 2019’da başlamış. Şahinkaya Bu kararının iç sesini dinlediği ve dayatılan normatif düzen dışında kendisi için aldığı en güzel kararlardan biri olarak tanımlayan Şahinkaya, “Artık bir yıldır Vegan’ım diyebilmek çocuksu bir sevinç veriyor” diyor.

Kendisini harekete geçiren en temel değerin yaşam savunusu olduğunu söyleyen Şahinkaya, hayvan sömürüsünün mücadele ettiği iklim krizi gibi başka problemler üzerindeki izlerini görmesinin bu kararı almasında etkili olduğunu belirtiyor. Şahinkaya, bu süre zarfında yaşadığı deneyimi ise şöyle anlatıyor:

Vegan olduktan sonraki süreçte doğa ve hayvanlar ile daha samimi ve içten bir temas sağladığımı hissediyorum. Vicdani olarak bana daha uygun bir yaşam tarzında geçmenin ruhsal ve fiziksel sağlığımdaki etkisi de büyük oldu. Dayatılanın aksine vegan olunca başka lezzetlerle tanıştım, aç kalmamak bir yana o kadar güzel yeni besinlerle tanıştım ve halen tanışıyorum ki aşırı keyifli bir süreç geçiriyorum.

Genelde en büyük korku üreteci sağlıktır bu konuda ve sağlık açısından başlarda içten içe endişe duymama rağmen sağlığım hep daha iyiye gitti ve zaten his olarak da kendimi öncesine göre daha sağlıklı hissediyorum. Her kişi için farklı işler süreçler tabi ama ben vejetaryen olmadan direkt vegan oldum ve zorlandığım bir konu şimdilik yok. Belki şanslıydım biraz bana yol gösteren, iyi örnek olan bir arkadaşım vardı. Ona minnet borçluyum.

Soldan sağa: Erkam Gökay, Elif Ünal, Işıl Su Gürgöze, Ali Şahinkaya

‘Sağlıklı olmanın en ucuz yolu’

Işıl Su Gürgöze ise dört yıldır vegan olarak yaşıyor. Eşitlik isterken hayvanların aklımıza gelmediğini belirten Gürgöze, bu durumun bir şekilde normalleştirildiğini söylüyor. 

Bu normalleştirmeye karşı vegan olarak yaşamaya karar veren Gürgöze “Her şeyden önce taşıdığımı fark etmediğim bir yükü bıraktım diyebilirim” diyor. Veganlıkta en önemli kısmın işin etik kısmı olduğuna değinen Gürgöze vegan yaşamla birlikte gelen sağlığın da bir artı olduğunu söylüyor ve “Sağlıklı olmanın en ucuz yolu diyebilirim” ifadelerini kullanıyor. Gürgöze veganlık sürecini şu şekilde tanımlıyor:

‘Veganlık zor değil mi?’ en çok duyduğum soru sanırım.  Zor tabii, kocaman bir değişiklik yapıyorsunuz hayatınızda ama kısa sürüyor bu durum. Hangi besinden ne alabilirim, hangi ürünler deneysizdir (deneysiz markaları araştırıp bizim için uygulama yapan insanlar var deneye hayır uygulaması gibi) öğrendikten sonra tamamdır, yuvarlanıp gidiyoruz.

‘Süt endüstrisindeki zulme şahit olmamla başladı’

Pınar Keleş ise yaklaşık beş yıldır vegan olarak yaşıyor. Süt endüstrisindeki zulme şahit olmasıyla veganlık yolculuğuna başladığını söyleyen Keleş, bu sırada veganlığın sağlık açısından faydalı olup olmadığını bilmediğini söylüyor.

Ancak geçen süre zarfında veganlığın sağlıklı bir yaşam olduğunu keşfeden Keleş, “İnsanın bedensel olarak da daha zinde ve daha aktif olduğuna kanaat getirdim” diyor.  Lakin benim için bu işin en önemli kısmı, ruhsal olarak yaşandı” diyor.

Pınar Keleş’in 20 Eylül İklim Grevi’ndeki performansı

‘Tarifsiz bir huzur hissediyorum’

Bütün veganlık deneyimi boyunca yaşadığı en büyük dönüşümün ruhsal olarak yaşandığını belirten Pınar Keleş, yaşadığı bu dönüşümü şu şekilde anlatıyor:

Başka canlılardan kendini üstün görmeden, adil bir şekilde yaşamanın, ruhsal etkilerini kelimelerle anlatmam cidden çok zor. Bu insanın kendi içinde daha net fark edebildiği bir olgu. Tarifsiz bir huzur hissediyorum. Bunu diğer canlılarla kontak halinde olduğumda, daha da fazla hissediyorum.

Sahnede olan, şarkı söyleyen biri olarak da artık şarkı söyleme   amacım, hayatımı idame ettirmek değil. Çok daha farklı bir yol belirdi içimde. Elimden geldiğince, dilim döndüğünce Hayvan hakları mücadelesine ses olmak, bu tarz konser ve etkinliklerde mikrofonun bana vermiş olduğu yetkiye dayanarak, adalet çağrımı yinelemek, bunu insanlarla paylaşabilmek de inanılmaz bir mutluluk. Tüm kalbimle inanıyorum ki bir gün dünya vegan olacak, bir gün bu kölelik ve zulüm sona erecek. Eğer bunda ufacık bir katkım olursa, boşuna yaşamamış hissedeceğim kendimi. Veganlığın, damak zevkinden vazgeçmek yada daha sağlıklı yaşamak gibi bir amacı yoktur, veganlık bize ait olmayandan el çekiştir ve vicdani bir devrimdir.

‘Şiddetsiz yaşam biçimini beraberinde getiriyor’

Batuğhan Otyıldız ise iki sene önce ani bir karar ile vegan beslenmeye karar veriyor. Bu süre zarfında veganizm ve hayvan mücadelesi hakkında daha fazla araştırmaya başladığını söyleyen Otyıldız, “Hayvansal ürün tüketmemenin dışında gündelik hayatta almış olduğumuz kararlarda bilmeden (veya bilmek istemeden) hayvan sömürüsünün ortağı olunabileceğinin de bu süreç içinde farkına vardım diyebilirim” diyor. Veganlığın kendi yaşamında yarattığı dönüşümü ise şu sözlerle tarif ediyor:

Veganlık şiddetsiz bir yaşam biçimini de beraberinde gerektiriyor. Yarattığı en büyük farkındalıklardan biri buydu benim için. Bunun dışında kişisel rutinlerimde de büyük değişimler oldu. Kullandığım ürünlerin kim tarafından, hangi koşullarda, nasıl üretildiği benim için daha önemli bir hal aldı. Bu da bana çoğu şeyi kendi kendime hazırlayabileceğimi, tüketmekten çok üretmeyi ve daha planlı bir hayat sürdürebileceğimi öğretti.

İspanya’da Covid-19 önlemleri karşıtı gösteride 47 kişi gözaltına alındı

İspanya‘da aşırı sağcı gruplar ve Covid-19 salgınını reddeden gruplar yeni tip koronavirüs salgınında artan vakalar üzerine alınan geniş çaplı önlemleri protesto etmek için hafta sonunda sokağa çıktı.

Polis ve eylemciler arasında arbedelerin yaşandığı gösterilerde 47 kişi gözaltına alındı, 23’ten fazla kişi ise yaralandı.

İspanyol haber ajansı EFE’nin güvenlik kaynaklarına dayanarak verdiği haberlerde Madrid, Vitoria, Bilbao, Santander, Logrono ve Barselona kentlerinde protestolar düzenlendiği belirtildi.

Gösteriler çok fazla şehre sıçradı

Cumartesi gecesi başkent Madrid’de 32 kişinin gözaltına alındığı, 3’ü polis 13 kişinin de yaralandığı bilgisi paylaşıldı. Ayrıca Logrono’da 6, Santander’de 5, Bilbao’da 4 kişinin gözaltına alındığı, aralarında polislerin de olduğu 10’dan fazla kişinin yaralandığı kaydedildi.

Aşırı sağcılar ile Covid-19 salgınını reddeden grupların sosyal medya üzerinden yaptıkları çağrılarla hafta başında Barselona‘da başlayan gösteriler, kısa zamanda diğer büyük kentlere sıçramıştı.

Barselona, Burgos, Valensiya ve Santander‘de cuma günü gerçekleşen gösterilerde ise 29 kişi gözaltına alınmış, aralarında polislerinde olduğu çok sayıda kişi yaralanmıştı.

Fotoğraf: AA

Olağanüstü hal 9 Mayıs’a kadar uzatılmıştı

İspanya‘da sol koalisyon hükümetinin 25 Ekim’de aldığı olağanüstü hal (OHAL) kararı Meclis oylamasıyla 9 Mayıs’a kadar uzatılmıştı. OHAL kapsamında ülkede gece sokağa çıkma yasağı getirilirken, 6 kişiden fazla toplanılmasına izin verilmiyor.

Ayrıca yerel yönetimlerin kararıyla mevcut durumda ülkenin yüzde 85’inde serbest dolaşıma kısıtlama getirilirken, bazı bölgelerde özellikle yiyecek-içecek ve eğlence sektörlerini kapsayan kısıtlayıcı kararlar uygulanıyor.

İspanya genelinde şu ana kadar 1 milyon 264 binin üzerinde koronavirüs vakası bildirildi. 36 bin 878 kişinin ise virüs nedeniyle hayatını kaybettiği kaydedildi.

Eski AKP Milletvekili Burhan Kuzu koronavirüs nedeniyle yaşamını yitirdi

Eski TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı ve 22, 23 ve 24. dönem AKP Milletvekili Prof. Dr. Burhan Kuzu, koronavirüs (Covid-19) nedeniyle tedavi gördüğü hastanede yaşamını yitirdi.

Medipol Mega Üniversite Hastanesi Başhekimliği tarafından yapılan açıklamada, hastanenin yoğun bakımında iki haftadır Covid-19 nedeniyle tedavi gören 65 yaşındaki Burhan Kuzu’nun, yoğun çabalara rağmen sabaha karşı hayatını kaybettiği duyuruldu.

Açıklamada “Sayın Burhan Kuzu, yoğun çabalara rağmen kurtarılamayarak bu gece sabaha karşı saat 04:00’da vefat etmiştir. Kendisine Allah’tan rahmet, ailesine ve sevenlerine başsağlığı diliyoruz” denildi.

Oğlu: Son dönemde sürekli toplantı yapıyordu

Sözcü’ye konuşan oğlu Süleyman Kuzu, “Babam yaklaşık iki haftadır İstanbul’da özel bir hastanede koronavirüs tedavisi görüyordu. Bu sabah kaybettik. Son dönemde sürekli toplantılar yapıyordu. Ne zaman nasıl bulaştığını bilmiyoruz. Bugün Fatih Camii’nde ikindi namazına müteakip kılınacak cenaze namazından sonra defnedeceğiz” dedi.

Erdoğan: Değerli yol arkadaşım 

Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan sosyal medyada yaptığı açıklamada “Bugün vefat haberini üzüntüyle aldığımız, AK Parti’mizin kurucularından, değerli yol arkadaşım Burhan Kuzu hocamıza Allah’tan rahmet, ailesine ve sevenlerine başsağlığı diliyorum” dedi.

Erdoğan açıklamasının devamında “Rabbimden koronavirüs tedavisi gören tüm hastalarımıza acil şifalar temenni ediyorum” ifadelerini kullandı.

‘Salgın bizi yakınlarımızdan ayırmaya devam ediyor’

Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, hayatını kaybeden Burhan Kuzu için sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımda “Saygın siyasetçimiz, hukukçu ağabeyimiz Prof. Burhan Kuzu’yu, 17 Ekim’den beri tedavi gördüğü COVID-19 sebebiyle kaybettik. Kendisine Allah’tan rahmet, ailesine ve camiamıza başsağlığı diliyorum. Salgın, bizi yakınlarımızdan, yeri doldurulamaz insanlardan ayırmaya devam ediyor” dedi.

Kalın: Keder-dîde ailesine başsağlığı diliyorum

Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın da Burhan Kuzu için başsağlığı mesajı yayımladı. Kalın mesajında, “Bir süredir Covid tedavisi gören Burhan Kuzu hocayı kaybettik. Kendisine Allah’tan rahmet, keder-dîde ailesine başsağlığı diliyorum” ifadesini kullandı.

Burhan Kuzu kimdir?

1 Ocak 1955’te Kayseri Develi’de doğan Burhan Kuzu, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. Akademik çalışmalarda bulundu ve profesörlük unvanını aldı.

Stajyer kaymakam olarak çalıştı. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Anayasa Hukuku Anabilim Dalı Öğretim Üyeliği ve Başkanlığı görevlerinde bulundu. Akademik araştırmalar çerçevesinde Paris Sorbonne Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde bulundu.

Mesleki alanda yayımlanmış çok sayıda kitap ve makalesi bulunan Burhan Kuzu, çeşitli STK’larda üyelik ve yöneticilik yaptı.

2001’de Adalet ve Kalkınma Partisi’nin Kurucu Üyesi olarak aktif siyasete başlayan Burhan Kuzu partinin ilk Demokrasi Hakem Kurulu Başkanlığı‘nı yürüttü.

22, 23 ve 24. Dönemde İstanbul Milletvekili seçildi ve bu dönemlerde Anayasa Komisyonu Başkanlığı yaptı. Ayrıca Cumhurbaşkanı Fahri Baş Danışmanlığı görevinde bulundu. AKP MKYK Üyesi olan Burhan Kuzu, iki çocuk babasıydı.

Hakkında iki dava açılmıştı

Nisan ayında yargı üzerinde baskı kurarak İranlı uyuşturucu baronu Naci Şerifi Zindaşti‘yi tahliye ettirdiği iddia edilen eski AKP milletvekili Prof. Dr. Burhan Kuzu hakkında “nüfuz ticareti” suçundan beş yıla kadar hapis istemiyle dava açılmıştı. İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından hazırlanan iddianamede Kuzu’nun “nüfuz ticareti” suçundan 2 yıldan 5 yıla kadar hapis cezası istenmişti.

Kuzu hakkındaki ikinci soruşturma ise  Zindaşti’nin kızı ve şoförünün öldürülmesi olayının azmettiricisi olduğu iddiasıyla yargılanarak beraat eden Orhan Ünğan‘ın tahliyesini engellediği gerekçesiyle Mayıs ayında açılmıştı.

İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı Özel Soruşturma Bürosu Ünğan’ın “tahliye edilmemesi için Kuzu’nun mahkemeye baskı yaptığını” iddia etmesini gerekçe göstererek Kuzu hakkında “Yargı Görevini Yapanı Etkileme” yönünden dosyayı ayırarak Bakırköy Cumhuriyet Başsavcılığı’na göndermişti.

 

Süleyman Soylu ve İbrahim Kalın’ın koronavirüs testi pozitif çıktı

İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, eşi, kızı ve kendisinin yeni tip koronavirüs (Covid-19) testinin pozitif çıktığını açıkladı.  Soylu, Twitter hesabından yaptığı açıklamada, düne kadar evde sürdürdükleri tedavinin doktorların tavsiyesiyle hastanede devam ettiğini bildirdi.

Ankara’da bir hastanede tedavi altına alınan Soylu’nun bu nedenle depremin ardından İzmir’e gidemediği öğrenildi.

Soylu: Hastaneye nakledildik

Sağlık durumlarının iyi olduğunu ifade eden Bakan Soylu, “Pazartesi günü kendimizi iyi hissetmeyince tekraren yaptırdığımız test, eşim, kızım ve bende pozitif çıktı. Düne kadar evde sürdürdüğümüz tedavi doktorlarımızın tavsiyesiyle hastane ortamına nakledilmiştir. Şükürler olsun ki şimdi biraz daha iyiyiz” dedi.

İzmir’de gerçekleşen deprem ile ilgili de geçmiş olsun dileklerini sunan Soylu, “Bu vesile ile tüm hastalara ve İzmir depreminde yaralananlara acil şifalar, depremde hayatını kaybeden İzmirli hemşehrilerimize Cenab-ı Allah’tan rahmet diliyorum” ifadelerine yer verdi.

Kalın: Tedavimin son aşamasındayım

Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın da koronavirüse yakalandığını açıkladı. Sosyal medya hesabından açıklama yapan Kalın, tedavisinde son aşamaya geçtiğini duyurdu.

Kalın yaptığı açıklamada “Hafif semptomlarla geçirdiğim koronavirüs tedavisinde son aşamaya geldim. Şu anda gayet iyiyim hamdolsun. Arayan, soran, mesaj gönderen, dua eden herkese teşekkür ediyorum” dedi.

Bal Ülkesi’nin Hatice’si ve Dünya Kadın Çiftçiler Günü

 
15 Ekim, Dünya Kadın Çiftçiler Günü idi. Bugün, Birleşmiş Milletler (BM) tarafından önceki yıllarda Kırsal Kesimde Yaşayan Kadınlar (International Day of Rural Women) Günü olarak anılıyordu. Ancak son yıllarda adı Kadın Çiftçiler Günü oldu. BM, Covid 19 pandemisi nedeniyle  göçmen tarım işçilerin durumuna da dikkat çekerek, kadınların arazi hakkı, tarımda toplumsal cinsiyet rolleri arasındaki uçurumun açılması konularına vurgu yaptı.
 
Ülkemizde de korona krizi nedeniyle sağlıklı gıdaya ulaşma gündemde olduğu için bugün daha çok dikkat çekti ve yerel yönetimler de gün dolayısıyla etkinlikler gerçekleştirdi. Ancak bu etkinlikler günün anlamına ve çiftçi kadınların sorunlarının gündeme gelmesine çok hizmet edemedi. Özel ve kamusal alanda yaşamı yeniden üretmenin çoğu yükü kadınların üzerinde olduğuna göre ve gıdayı masaya getirmede kadın emeğinin görünmezliği dikkate alınırsa bu günün niteliği hakkında düşünmeliyiz.
 
Kadın Çiftçiler Günü ile ilgili araştırmalarımda arıcı kadınlarla çokça karşılaştım. Dolayısıyla yazımda bu yılın önemli belgesellerinden Bal Ülkesi (Honeyland) filmi üzerinde duracağım.
 

Bala değil, arıya emek veren kadınlar

Bal Ülkesi  filminin yapımcıları, Balkanlar’ı iyi bilen Tamara Kotevska ve Ljubo Stefanov. Belgesel, uluslararası film ve belgesel kategorilerinde Oscar dahil pek çok ödüle aday gösterildi. Belgeselin hikayesi, Avrupa Birliği’nin Makedonya’da ekolojik olarak biricik olarak belirlediği yerlerden birinde geçiyor.

Yönetmenler ekolojik duyarlılığı artırma kaygısıyla bir doğa belgeseli çekmek için araştırma yaparken 50 yaşlarında, altı çocuğuyla doğada tek başına yaşayan Hatice Muratova ile tesadüfen tanışırlar. Olayın doğal gelişmesi de belgesele ayrı bir tat katmış. Yapımcılar öyküyü kurgulamadan önce Hatice’nin yaşamını iki yıl izlemişler. Yaz ve kış onunla, o hırçın doğa parçasının da özelliklerini yaşamışlar. Hatice’nin bakmak zorunda olduğu yaşlı annesine, çocuklarına ve hayvanlarına davranışlarını izlemişler.

Avrupa’nın son yaban arıcılarından olan Hatice, önceki nesillerden öğrendiği arıcılığı o kadar zevkle yapıyor ki; adeta arılarla harmoni içinde yaşıyor. Onlarla konuşuyor. Ve şarkılar söylüyor. Elektriksiz ve zor bir coğrafyada yaşamını sürdürmeye çalışmasına rağmen oldukça mutlu görünüyor. Kaya kovuklarında olan doğal petekleri hasat ederken arılara yeterli besin bırakmayı önemsiyor. Hatice’nin arıcılık pratiği ‘yarısı bana yarısı sana (arıya)’ etiğiyle süregidiyor… Bu durum ekosistemin bütünlüğü açısından önemli! Biraz bizim Anadolu kültüründe var olan ekim sırasında dile getirilen ‘kurda-kuşa-aşa’ söylemini çağrıştırıyor. Ekosistemin parçası olan kurt ve kuş doyduktan sonra kalanı bizim olsun dileği, aç gözlülükle ve endüstriyel tarımla ne kadar uyuşuyor, bir düşünelim.

Cinsiyetlere göre geçimlik tarım ve hayvancılık yaklaşımı neden farklı?

Hatice örneğinden ilerlersek  arıların oğul verme* döneminde türküler söyleyip ve onlarla konuşarak sakinleştirmesi arıları yatıştırıyor. Benzeri gelenek başka kadim kültürlerde de var. Örneğin Afrika’da oğul dönemi ve bal hasadı gibi anlarda davul çalınıyor. Hatice’nin komşusu Hüseyin ise pazar için daha çok bal üretme peşinde… Bal hasadı sırasında arılar Hatice’yi sokmazken, Hüseyin bir dizi arı sokması sonucu kaosla yüz yüze geliyor. Oysa  Hatice’nin duman çıkaran körüğü dışında hiçbir balcılık aleti ve edevatı da yok.

Seattle’de kent arıcılığı yaptığımdan biliyorum; bal hasadı aşaması zordur. Arılar birkaç gün hatta bir hafta kendi ballarının peşine düşerler. Çünkü onu kışlık yaşamları için depolamışlardır. Birileri gelip onu ‘çalarsa’ korumaya çalışırlar ve saldırganlaşırlar. Hatta kışa doğru bir kenarda biriktirdikleri propolisle kovanların su alabilecek yerlerini sıvamaya hazırlandıklarından, bazı araştırmacılar özellikle propolisin alınmasının arıları daha da öfkelendirebileceğini belirtirler. Geçimlik ekonomi, biriktirmeye satmaya yönelik değil de yalnızca ihtiyaca yönelik üretime dayanır. Hatice de yalnızca zorunlu ihtiyaçları için kilometrelerce ötedeki pazara bohçasını omzuna alarak dağ tepe aşarak gider.

Ülkemizde köylü pazarı denilen yerlerde  bir iki kilo  fasulyesini, birkaç yumurtasını satmak için gelen  kadınlara sıkça rastlarız. Peki kadınlar neden geçimlik ekonomiye yatkındır? Konuya özcülük açısından bakmadığımı hemen belirteyim. Bir başka deyişle kadınlar derleyici rollerinden dolayı doğaya daha yakın ola gelmişlerdir. Bu doğru. Ancak her kadının yaklaşımın da aynı olmayabileceğini vurgulamalıyız. Pratik yapmadan gözlemlemeden genetiğinde olan bir öğrenilmiş alışkanlığın her an canlanabileceği umudunu da taşımak ne kadar doğru? Hatice örneğinde olduğu gibi bir öğretinin sindirilegelmesi ve kuşaktan kuşağa geçerek kültürel bir birikim oluşturması önem taşıyor. Çünkü Hatice kuşaktan kuşağa geçen yaban arılarıyla uğraşıyı sürdüren ailesinden son kişi imiş.

Şu bir gerçek ki; toprağı, tohumu, şifalı otları vb tanıyan kadınlar onların yetiştiği ortamı korumayı erkeklerden daha fazla sahipleniyorlar. Bu duruma 1970’lerde ekofeminizmin ortaya çıkmasına taban olan  Kuzey Hindistan’daki  ormansızlaştırmaya karşı geliştirilen Chipco hareketinden, Japonya’daki toplum destekli tarım yöntemini  ortaya atan ve hatta nükleersiz bir dünya isteyen annelere kadar dünyanın bir çok yerinde sayısız örnekler verebiliriz.

Sonuç yerine

Bal Ülkesi  belgeselindeki Hatice insan merkezli yaşam  (antropsen) çağında  insanın doğadaki diğer canlıları da düşünerek yaşayabileceğine ve parazit olmaktan kurtulabileceğine iyi bir örnek. İnsan için ekolojik ayak izi bırakmadan yaşamak mümkündür. Dünyada pazar ekonomisi yerine durma ve küçülmenin (degrowth) konuşulduğu son yıllarda, yetinme ve geçimlik ekonominin daha çok gündeme gelmesi gerekiyor. Kadının özel ve kamusal alanda özgürleşmesinin sağlıklı gıda politikalarının yanında gıda üretim sürecinin demokratikleşmesine de bağlı  olduğunu hatırlatarak, Dünya Çiftçi Kadınlar Günü’nün önümüzdeki yıllarda daha amacına uygun olarak kutlanmasını dilerim.

(Bu yazı Sivil Sayfalar’da da yayımlanmıştır.)

İpinden kurtulmuş düşünceler-1

Akademik alışkanlıklar akademik olmayan çalışmalarda da insanın yakasını bırakmaz bir türlü. Kaynak göstermek, örneğin. Gerçekten çok önemli bir gereklilik, dahası zorunluluktur. Aklınıza her geleni söyleyemezsiniz akademik yazılarda. Söylediklerinizin sağlam dayanakları olmalıdır. Hele belirli konulara ilişkin veri niteliğinde bilgiler aktarıyorsanız, ya o bilgileri nasıl, hangi yöntemle elde ettiğinizi açıklamalısınız ya da nereden aldığınızı. Çünkü bilimin temelinde yatanlardan, bilimin olmazsa olmazlarından biri de sınanabilirlik, test edilebilirliktir. Aynı yöntemle başka bilim insanları da ölçme yapmak veya yararlandığınız kaynağı okuyup aktardığınız bilgi gerçekten öyle mi diye kontrol etmek isteyebilirler. Bilim güvenmez, kuşku duyar.

Dikey bahçeler konusuyla ilgili bazı veriler içeren twitter paylaşımları yapan akademik unvanlı birine, gerçekten akademisyen olan bir dostumuz o verilerin kaynağını sorduğunda, “arayan bulur”, “sonra açıklayacağım” gibi akademik etikle bağdaşmayacak cevaplar vererek, buruk bir şekilde güldürmeyi başarabilmişti bizleri.

Fakat bazen de insan, aklını başkalarının yazdıklarından, bulduklarından kurtarmalı gibi geliyor bana. Zihnini boşaltıp, bildiklerini unutup dünyaya hiç bakılmamış bir pencereden bakmak ancak bu şekilde mümkün olabilir sanki. Frédéric Gros’tan[1] şu alıntıyı yaparak hem bu dediğime zemin hazırlayacağım hem de kaynak gösterme alışkanlığımı yerli yerinde kullanmış olacağım:

Emerson, Thoreau’nun yazmaya, yürümek kadar zaman ayırdığını hatırlatır. Kültürün ve kütüphanelerin tuzaklarından sıyrılmak için yapar bunu, çünkü öbür türlü, yazılan şey başkalarının yazılarıyla dolar. Yazmak sessiz, canlı bir deneyimin tanıklığı olmalıdır, başka bir kitabın yorumu, başka bir metnin açıklaması değil… Kitapların amacı yaşamayı öğretmek değil (ders verenlerin hüzünlü görevidir bu), içimizde yaşama, başka türlü yaşama isteği uyandırmaktır.

Ben de, ders verme hüzünlü görevini yerine getirecek akademik yazılarla birlikte, ara sıra da olsa başka türlü yaşama isteği uyandıracağını umduğum şeyler yazmaya niyetliyim. Bu yeni bir şey değil, eski yazılarımda da yer yer bu eğilimim görülebilir. Ancak bugün bütünüyle böyle bir yazı yazmaya niyetli olduğum için, hem bu hem de bundan sonraki benzer yazılarıma altlık oluşturmak üzere böylesi uzun bir giriş yapmak zorunda kaldım.

Çürümenin başlangıcı zevk almak için yemeyi öğrenmek(mi)(?)

Yaygın bir gruplandırma vardır; yemek için yaşayanlar ve yaşamak için yiyenler. İster gerçek anlamında ister mecazi anlamında kullanın “yemek” fiilini, çok büyük çoğunluk yemek için yaşıyor gibi geliyor bana. Ben mecazi anlamını bir kenara koyup fiilin gerçek anlamı hakkındaki düşüncelerimden söz edeceğim.

İnsan ne zaman yemek yemekten zevk almaya başladı. Elbette zevk almaktan kastım açken yediğimiz şeyin damağımızda bıraktığı tadın verdiği hoş duygu değil. Sözünü ettiğim, yemek yemeye yaşamımızı devam ettirebilmek için beslenmekten öte anlamlar yüklüyor olmamız. Yemek yemeyi özel seremonilere dönüştürmemiz, yemek denilen şeyi doğal yapısından çıkarıp bütünüyle kültürel bir olgu haline getirmemiz. Öğrencisi olmaktan hep mutluluk duyduğum Prof. Dr. Uçkun Geray, ki saygıyla anıyorum kendisini, bir konferansında şöyle demişti:

“İnsanı diğer hayvanlardan ayıran iki temel fark vardır. Biri üreme içgüdüsünü aşka, diğeri yeme ihtiyacını mutfak kültürüne dönüştürmüş olmasıdır.”

“Bu akşam yemeğe bekliyorum.” “Kimsesiz çocuklar yararına yemek düzenliyoruz.” “Yemek yapmak sanattır.” Bu ve buna benzer cümlelerin hiçbiri açlıkla ilgili değil. İnsanın doğal olanı alıp, allayıp pullayıp bambaşka bir şekle sokmasının, bunu yaparken de doğal olana zarar vermesinin örneklerinden bunlar, olsa olsa. Soğuktan korunmak için giyinmenin modaya, barınma ihtiyacının yapılaşmaya dönüşmesi gibi.

Benim çocukluğumda (70’lerin sonu 80’lerin başı) annelerimiz birbirine yemek tarifi verirdi; dergilerde, gazetelerde olurdu bu tarifler. Sonra yemek kitapları, yemek üzerine TV programları, internet sayfaları… Derken bağımsız yemek kanallarına kadar vardı iş. En çok tuhafıma giden de, TV’de yemek tarifi yapanların kansere çare bulmuş veya Satürn’e gönderdiği uzay mekiğindeki robotun topladığı kayaç örneklerini analiz etmiş de, bunlar hakkında bizi bilgilendiriyor gibi bir tavır takınmaları.

Küçük dağları ben yarattım edasında, kibirli, gururlu, insanoğlunun en büyük sorunlarından birini çözmüş bir yüz ifadesi ile “bonfilenin üzerine delikler açıp ayıkladığımız sarımsakları ve tane karabiberleri o deliklere gömmezsek, taze kekik ve fesleğenle eti bir güzel ovup ağzı sıkıca kapanan bir kap içerisinde 24 saat şarap içinde bekletmezsek, etin iyi marine olmayacağını ve lezzetsiz kalacağını” anlatıyorlar ve biz de oturmuş “hımmm!”, “aaaaa!”, “yaaaa!” gibi saçma sözcükleri istemsiz olarak ağzımızdan çıkarıp, şaşkınlık ve hayranlık içerisinde not tutuyoruz, sırf ertesi akşam gelecek kapı komşumuz Neclalara hava atmak için. Yiyeceğimiz altı üstü et işte![2] Küçük küçük doğrar, soğanla karıştırıp kavurur, sonra da onu yarım ekmeğin içine doldurup afiyetle yersin; yanına da bir bardak ayran, oh mis!

Abartmayın bu kadar; canlıyız, enerji harcıyoruz, harcadığımız enerjiyi geri kazanmak için bir şeyler yiyip içmemiz gerekiyor, bu nedenle de midemiz beynimize “içim boşaldı, bir şeyler gönder” diye sinyal veriyor, beynimizin komutuyla biz de bir şeyler yiyip, boşalan midemizi dolduruyoruz, hepsi bu işte! Yemek için yaşamıyoruz; yaşamanın daha anlamlı amaçları olmalı. Kebap yemek için sabah uçağıyla Adana‘ya gidilip, baklava için Antep‘e geçilir mi? Paranızı nasıl harcayacağınız sizin bileceğiniz iş ama zamanınız (yaşamınız) bu kadar mı anlamsız? Etiyopya‘daki aç çocuklar faslından girmeyeceğim, ama bu kadarı da biraz fazla, biraz gösteriş, biraz şatafat, eh, biraz da saçmalık değil mi?

Sorumlu tarım mı yoksa?

İhtiyaç duyduğumuz için değil de zevk almak için yemeyi ne zaman keşfettik? Sanırım tarımın başlamasından sonradır. Çünkü avcı-toplayıcı, konar-göçer toplulukların zevk almak için yiyecek kadar bol gıdaya sahip olduklarını sanmıyorum. Bereketli Hilal’de yaklaşık 10 bin yıl önce başlayan tarım ile evcilleştirilmeye başlanan hayvanlar, muhtemeldir ki bir gıda bolluğu ortaya çıkardı. Bollaşan yalnızca gıda değil zamandı, öte yandan. Birim alanda ve birim zamanda çok daha fazla gıda elde edilebiliyor olunca hem yerleşik yaşam başladı, hem de çok daha az kişi gıda temini için zaman harcamak zorunda kaldı. Bol gıda, bol zaman… Gıdayı farklı bir şekle sokmak için gerekli koşullar oluştu. Onunla bunu karıştırsam, şunu biraz pişirsem, biraz da su eklesem… Derken “sabayon ile gratine edilmiş frambuaz” ya da “kanton usulü pilav” çağına geldik. Siz hale pilavı geleneksel usulle mi yiyorsunuz yoksa? Ah, çok yazık şekerim!

Yazının kışkırtıcı olduğunun farkındayım. Okuyan pek çok kişiyi rahatsız edecek, itiraz sesleri yükselecektir. Belki de bunu amaçlıyorum, kim bilir! Fakat kimsenin yediğinde içtiğinde gözüm olduğu sanılmasın. Umurumda bile değil. Benim derdim karnımızı doyuramamaya başlamakla çığırından çıkan insanlık serüveninin geldiği hiçbir şeyden tatmin olmama noktası. Elde ettiğimiz, sahip olduğumuz hiç ama hiçbir şey bizi tatmin etmiyor. Arzuluyor, sahip olmak için kendimize yaşamı zehrediyor, sonra ona sahip olup yeni bir şeyi arzulamaya başlıyoruz. Bu kısır döngü yalnızca bizi mutsuz etmekle kalmıyor, sınırlı kaynakları olan gezegenimizi vahim bir sona doğru götürüyor, insan dışında bütünüyle masum olan diğer tüm canlılarla birlikte. O nedenle, bu tatminsizlik çıkmazından kurtulabilmek için, acaba diyorum, ilk tatmin olmadığımız şeyle mi başlangıç yapmalıyız süreci tersine çevirmeye. Çok daha basit yollarla karnımızı doyurmayı öğrenebilirsek, çok daha basit yollarla gözümüzü doyurmayı da öğrenebiliriz gibi geliyor bana. Başka da çaremiz yok sanki. Ne dersiniz?

Bana kızanlar için de son bir sözüm var. Benimki, düşünce sadece. Biraz ipini koparmış olsa da, sadece düşünce. Korkmayın düşünceden, kopartın düşüncelerinizin bütün iplerini!

*

[1] Yürümenin Felsefesi (Türkçesi Albina Ulutaşlı). Kolektif Kitap, 2017.

[2]Uzun yıllardır et yemediğimi bu noktada belirteyim, yeri gelmişken.

Sean Connery yaşamını yitirdi

İzmir depreminde ölü sayısı 35’e, yaralı sayısı 885’e yükseldi

Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, bugün öğleden sonra yaptığı açıklamada, İzmir’deki depremde hayatını kaybedenlerin sayısının 35’e yükseldiğini, en az 885 kişinin yaralı olduğunu açıkladı. Bakanın açıklamasına göre, yaralılardan sekizi yoğun bakımda tedavi görüyor ve üçünün durumu ağır. 15 kişi ise cerrahi müdahale gördü. Koca, durumlarının iyi olduğunu söyledi. 

Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı (AFAD) ise Seferihisar açıklarındaki 6,6 büyüklüğünde olduğunu açıkladığı depremle ilgili ön değerlendirme raporu yayımlandı.  Raporda, 30 Ekim’de Türkiye saati ile 14.51’de merkez üssü Ege Denizi‘nin 17,26 kilometre Seferihisar açıklarında 6,6 büyüklüğünde bir deprem meydana geldiği ve yerin 16,54 kilometre derinde olduğu aktarıldı.

Kandilli Rasathanesi büyüklüğü 6.9 olarak açıklamıştı.

484 artçı deprem 

Depremin;  en yakın yerleşim birimi olan Seferihisar’ın Doğanbey Payamlı köyüne uzaklığının 23,38 kilometre olduğu aktarılan AFAD raporunda ana şoktan sonra 31 Ekim’de saat 09.23’e kadar geçen zamanda, büyüklükleri 1,5 ile 5,1 arasında değişen 484 artçı deprem kaydedildiği belirtildi.

Rapora göre, depremin belirgin süresi, 15, 6 saniye olarak gerçekleşti; depremin hangi faydan kaynaklandığının ise yapılacak ayrıntılı sismolojik ve saha çalışmaları ile belirleneceği bildirildi.

AFAD, İzmir’de arama kurtarma çalışmaları yürütülen 17 binadan dokuzunda çalışmaların tamamlandığını; kalan sekiz binada çalışmaların devam ettiğini de açıkladı. 

Depremin ses kaydı

Depremin yer altındaki ses kaydı da Kocaeli Üniversitesi Araştırma Görevlisi Hamdullah Livaoğlu tarafından paylaşıldı. Kayıtta, yer altında gelen büyük gürültü açıkça duyulabiliyor. 

180’e yakın kişi enkaz altında 

Deprem bölgesinde, AFAD, Kızılay, Sahil Güvenlik, JAK, STK’ler ve belediye ekiplerinden oluşan büyük bir ekip, kalan sekiz binada arama ve kurtarma çalışmalarına devam ediyor. Enkaz altında halen 180’e yakın kişinin bulunduğunu tahmin ediliyor. 

Bakan Kurum: 100 kişi sağ kurtarıldı 

Öğleden sonra saatlerinde kameraların karşısına geçen Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum, depremin olduğu andan itibaren şu ana kadar 100 vatandaşın sağ olarak kurtarıldığını söyledi. Bakan Kurum, riskli binalarda oturup eşyasını alamayan ve evi yıkılan vatandaşlara eşya,  yıkılma riski bulunan ağır hasarlı binalarda oturanlara ise taşınma yardımı yapılacağını ve TOKİ‘nin kalıcı yapıların yapımına ilişkin süreci başlattığını duyurdu.

Liderler ve parti heyetleri deprem bölgesinde

Depremin ardından CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, HDP Eş Başkanı Mithat Sancar,  İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener  ile DEVA ve Gelecek Partisi heyetleri de bölgeye giderek incelemelerde bulundu. Partili heyetlerin incelemelerinden çıkan sonuçlara göre, yıkılan binaların çoğunda alan genişletmek için kolonlar kesilmiş; en büyük hasarı gören Bayraklı’da bina temelleri bataklık alanlara dolgu malzemeleri ile inşa edilmiş, bazı binalar ise kum yığına dönüşmüş.

Partili heyetler en az 80-100 binada hasar olduğunu tespit etti.

Somalı madenciler de İzmir’de

https://twitter.com/bagimsizmadenis/status/1322270975342333952

İzmir’deki arama kurtarma çalışmalarına haklarını almak için direnişte olan Somalı maden işçileri de katıldı. 10 kişilik bir ekip kurarak Manisa‘dan İzmir’e giden işçiler iki ekip halinde İzmir İtfaiyesi‘yle koordineli bir şekilde çalışmalarını sürdürüyor.