Hafta SonuKöşe YazılarıManşetYazarlar

İpinden kurtulmuş düşünceler-1

0

Akademik alışkanlıklar akademik olmayan çalışmalarda da insanın yakasını bırakmaz bir türlü. Kaynak göstermek, örneğin. Gerçekten çok önemli bir gereklilik, dahası zorunluluktur. Aklınıza her geleni söyleyemezsiniz akademik yazılarda. Söylediklerinizin sağlam dayanakları olmalıdır. Hele belirli konulara ilişkin veri niteliğinde bilgiler aktarıyorsanız, ya o bilgileri nasıl, hangi yöntemle elde ettiğinizi açıklamalısınız ya da nereden aldığınızı. Çünkü bilimin temelinde yatanlardan, bilimin olmazsa olmazlarından biri de sınanabilirlik, test edilebilirliktir. Aynı yöntemle başka bilim insanları da ölçme yapmak veya yararlandığınız kaynağı okuyup aktardığınız bilgi gerçekten öyle mi diye kontrol etmek isteyebilirler. Bilim güvenmez, kuşku duyar.

Dikey bahçeler konusuyla ilgili bazı veriler içeren twitter paylaşımları yapan akademik unvanlı birine, gerçekten akademisyen olan bir dostumuz o verilerin kaynağını sorduğunda, “arayan bulur”, “sonra açıklayacağım” gibi akademik etikle bağdaşmayacak cevaplar vererek, buruk bir şekilde güldürmeyi başarabilmişti bizleri.

Fakat bazen de insan, aklını başkalarının yazdıklarından, bulduklarından kurtarmalı gibi geliyor bana. Zihnini boşaltıp, bildiklerini unutup dünyaya hiç bakılmamış bir pencereden bakmak ancak bu şekilde mümkün olabilir sanki. Frédéric Gros’tan[1] şu alıntıyı yaparak hem bu dediğime zemin hazırlayacağım hem de kaynak gösterme alışkanlığımı yerli yerinde kullanmış olacağım:

Emerson, Thoreau’nun yazmaya, yürümek kadar zaman ayırdığını hatırlatır. Kültürün ve kütüphanelerin tuzaklarından sıyrılmak için yapar bunu, çünkü öbür türlü, yazılan şey başkalarının yazılarıyla dolar. Yazmak sessiz, canlı bir deneyimin tanıklığı olmalıdır, başka bir kitabın yorumu, başka bir metnin açıklaması değil… Kitapların amacı yaşamayı öğretmek değil (ders verenlerin hüzünlü görevidir bu), içimizde yaşama, başka türlü yaşama isteği uyandırmaktır.

Ben de, ders verme hüzünlü görevini yerine getirecek akademik yazılarla birlikte, ara sıra da olsa başka türlü yaşama isteği uyandıracağını umduğum şeyler yazmaya niyetliyim. Bu yeni bir şey değil, eski yazılarımda da yer yer bu eğilimim görülebilir. Ancak bugün bütünüyle böyle bir yazı yazmaya niyetli olduğum için, hem bu hem de bundan sonraki benzer yazılarıma altlık oluşturmak üzere böylesi uzun bir giriş yapmak zorunda kaldım.

Çürümenin başlangıcı zevk almak için yemeyi öğrenmek(mi)(?)

Yaygın bir gruplandırma vardır; yemek için yaşayanlar ve yaşamak için yiyenler. İster gerçek anlamında ister mecazi anlamında kullanın “yemek” fiilini, çok büyük çoğunluk yemek için yaşıyor gibi geliyor bana. Ben mecazi anlamını bir kenara koyup fiilin gerçek anlamı hakkındaki düşüncelerimden söz edeceğim.

İnsan ne zaman yemek yemekten zevk almaya başladı. Elbette zevk almaktan kastım açken yediğimiz şeyin damağımızda bıraktığı tadın verdiği hoş duygu değil. Sözünü ettiğim, yemek yemeye yaşamımızı devam ettirebilmek için beslenmekten öte anlamlar yüklüyor olmamız. Yemek yemeyi özel seremonilere dönüştürmemiz, yemek denilen şeyi doğal yapısından çıkarıp bütünüyle kültürel bir olgu haline getirmemiz. Öğrencisi olmaktan hep mutluluk duyduğum Prof. Dr. Uçkun Geray, ki saygıyla anıyorum kendisini, bir konferansında şöyle demişti:

“İnsanı diğer hayvanlardan ayıran iki temel fark vardır. Biri üreme içgüdüsünü aşka, diğeri yeme ihtiyacını mutfak kültürüne dönüştürmüş olmasıdır.”

“Bu akşam yemeğe bekliyorum.” “Kimsesiz çocuklar yararına yemek düzenliyoruz.” “Yemek yapmak sanattır.” Bu ve buna benzer cümlelerin hiçbiri açlıkla ilgili değil. İnsanın doğal olanı alıp, allayıp pullayıp bambaşka bir şekle sokmasının, bunu yaparken de doğal olana zarar vermesinin örneklerinden bunlar, olsa olsa. Soğuktan korunmak için giyinmenin modaya, barınma ihtiyacının yapılaşmaya dönüşmesi gibi.

Benim çocukluğumda (70’lerin sonu 80’lerin başı) annelerimiz birbirine yemek tarifi verirdi; dergilerde, gazetelerde olurdu bu tarifler. Sonra yemek kitapları, yemek üzerine TV programları, internet sayfaları… Derken bağımsız yemek kanallarına kadar vardı iş. En çok tuhafıma giden de, TV’de yemek tarifi yapanların kansere çare bulmuş veya Satürn’e gönderdiği uzay mekiğindeki robotun topladığı kayaç örneklerini analiz etmiş de, bunlar hakkında bizi bilgilendiriyor gibi bir tavır takınmaları.

Küçük dağları ben yarattım edasında, kibirli, gururlu, insanoğlunun en büyük sorunlarından birini çözmüş bir yüz ifadesi ile “bonfilenin üzerine delikler açıp ayıkladığımız sarımsakları ve tane karabiberleri o deliklere gömmezsek, taze kekik ve fesleğenle eti bir güzel ovup ağzı sıkıca kapanan bir kap içerisinde 24 saat şarap içinde bekletmezsek, etin iyi marine olmayacağını ve lezzetsiz kalacağını” anlatıyorlar ve biz de oturmuş “hımmm!”, “aaaaa!”, “yaaaa!” gibi saçma sözcükleri istemsiz olarak ağzımızdan çıkarıp, şaşkınlık ve hayranlık içerisinde not tutuyoruz, sırf ertesi akşam gelecek kapı komşumuz Neclalara hava atmak için. Yiyeceğimiz altı üstü et işte![2] Küçük küçük doğrar, soğanla karıştırıp kavurur, sonra da onu yarım ekmeğin içine doldurup afiyetle yersin; yanına da bir bardak ayran, oh mis!

Abartmayın bu kadar; canlıyız, enerji harcıyoruz, harcadığımız enerjiyi geri kazanmak için bir şeyler yiyip içmemiz gerekiyor, bu nedenle de midemiz beynimize “içim boşaldı, bir şeyler gönder” diye sinyal veriyor, beynimizin komutuyla biz de bir şeyler yiyip, boşalan midemizi dolduruyoruz, hepsi bu işte! Yemek için yaşamıyoruz; yaşamanın daha anlamlı amaçları olmalı. Kebap yemek için sabah uçağıyla Adana‘ya gidilip, baklava için Antep‘e geçilir mi? Paranızı nasıl harcayacağınız sizin bileceğiniz iş ama zamanınız (yaşamınız) bu kadar mı anlamsız? Etiyopya‘daki aç çocuklar faslından girmeyeceğim, ama bu kadarı da biraz fazla, biraz gösteriş, biraz şatafat, eh, biraz da saçmalık değil mi?

Sorumlu tarım mı yoksa?

İhtiyaç duyduğumuz için değil de zevk almak için yemeyi ne zaman keşfettik? Sanırım tarımın başlamasından sonradır. Çünkü avcı-toplayıcı, konar-göçer toplulukların zevk almak için yiyecek kadar bol gıdaya sahip olduklarını sanmıyorum. Bereketli Hilal’de yaklaşık 10 bin yıl önce başlayan tarım ile evcilleştirilmeye başlanan hayvanlar, muhtemeldir ki bir gıda bolluğu ortaya çıkardı. Bollaşan yalnızca gıda değil zamandı, öte yandan. Birim alanda ve birim zamanda çok daha fazla gıda elde edilebiliyor olunca hem yerleşik yaşam başladı, hem de çok daha az kişi gıda temini için zaman harcamak zorunda kaldı. Bol gıda, bol zaman… Gıdayı farklı bir şekle sokmak için gerekli koşullar oluştu. Onunla bunu karıştırsam, şunu biraz pişirsem, biraz da su eklesem… Derken “sabayon ile gratine edilmiş frambuaz” ya da “kanton usulü pilav” çağına geldik. Siz hale pilavı geleneksel usulle mi yiyorsunuz yoksa? Ah, çok yazık şekerim!

Yazının kışkırtıcı olduğunun farkındayım. Okuyan pek çok kişiyi rahatsız edecek, itiraz sesleri yükselecektir. Belki de bunu amaçlıyorum, kim bilir! Fakat kimsenin yediğinde içtiğinde gözüm olduğu sanılmasın. Umurumda bile değil. Benim derdim karnımızı doyuramamaya başlamakla çığırından çıkan insanlık serüveninin geldiği hiçbir şeyden tatmin olmama noktası. Elde ettiğimiz, sahip olduğumuz hiç ama hiçbir şey bizi tatmin etmiyor. Arzuluyor, sahip olmak için kendimize yaşamı zehrediyor, sonra ona sahip olup yeni bir şeyi arzulamaya başlıyoruz. Bu kısır döngü yalnızca bizi mutsuz etmekle kalmıyor, sınırlı kaynakları olan gezegenimizi vahim bir sona doğru götürüyor, insan dışında bütünüyle masum olan diğer tüm canlılarla birlikte. O nedenle, bu tatminsizlik çıkmazından kurtulabilmek için, acaba diyorum, ilk tatmin olmadığımız şeyle mi başlangıç yapmalıyız süreci tersine çevirmeye. Çok daha basit yollarla karnımızı doyurmayı öğrenebilirsek, çok daha basit yollarla gözümüzü doyurmayı da öğrenebiliriz gibi geliyor bana. Başka da çaremiz yok sanki. Ne dersiniz?

Bana kızanlar için de son bir sözüm var. Benimki, düşünce sadece. Biraz ipini koparmış olsa da, sadece düşünce. Korkmayın düşünceden, kopartın düşüncelerinizin bütün iplerini!

*

[1] Yürümenin Felsefesi (Türkçesi Albina Ulutaşlı). Kolektif Kitap, 2017.

[2]Uzun yıllardır et yemediğimi bu noktada belirteyim, yeri gelmişken.

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.