Şehir Plancıları ve Mimarlar Odası İzmir Şubesi, İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin Buca Şirinyer bölgesindeki geniş bir kamusal alanı özel sektöre devrettiğini ortaya çıkardı. Odalar tarafından yapılan açıklamaya göre bu devir işlemi, Mart 2024’te belediye meclisi tarafından onaylandı ve bu kararın, mevcut yargı kararlarına, imar mevzuatına ve kamu yararına aykırı olduğu belirtildi.
Söz konusu alanda yapılan plan değişikliği, 2012 yılında “Büyük Alan Kullanımı Gerektiren Kamu Kuruluş Alanı” olarak belirlenen yerin, 2018 yılındaki planla “Kentsel Gelişme Alanı”na çevrilmesiyle başlamıştı. Bu değişiklik sonrasında, Şehir Plancıları Odası tarafından yapılan yargı başvurusu neticesinde, İzmir 2. İdare Mahkemesi planı iptal etti.
Ancak Mart 2024’te, mahkeme kararına rağmen, bölgeye daha fazla konut alanı tahsis eden yeni plan değişiklikleri belediye meclisi tarafından kabul edildi. Bu yeni planlar, daha önce mahkeme tarafından iptal edilen planlara göre daha geniş bir alanı konut kullanımına açıyor.
‘Şirinyer’deki plan değişiklikleri hukuka aykırı’
Şehir Plancıları ve Mimarlar Odası, bu yeni plan değişikliklerinin, daha önceki yargı kararlarını göz ardı ettiğini ve hukuka aykırı olduğunu ifade ederek, yeni dönemde görev alacak belediye meclis üyelerine bu kararları gözden geçirme çağrısında bulundu.
Ayrıca, İzmir’in Buca ilçesinde yer alan ve Şahin Tepesi olarak bilinen bölgede benzer bir imar değişikliğine gidildiği ve bu planın da yargıya taşınacağı belirtildi. Belediyenin bu yeni planla, belirli bir alandaki belediye hizmet alanını azaltıp, ticaret ve konut alanını genişlettiği ifade edildi.
Odalar, bu tür hukuksuzluk içeren plan değişiklikleri nedeniyle mülk edinme konusunda vatandaşları uyardı. Açıklamada, bu alanlarda mülk edinmenin mağduriyetlere yol açabileceği konusunda kaygılar ifade edildi.
Şehir Plancıları Odası İzmir Şubesi’nin yayınladığı mesajda şu ifadeler yer aldı:
“Gelinen noktada, Mart 2024 meclis oturumunda, söz konusu alana ilişkin onaylanan 1/25000 ölçekli Çevre Düzeni Planı Değişikliği ve 1/5000 ölçekli Nazım İmar Planı Değişikliği ile mahkeme tarafından iptal edilen 2018 yılı onay tarihli plan değişikliğinde yer alan konut alanından daha fazla alan konut kullanımına ayrılmıştır. Büyükşehir Belediye Meclisi; 11 Mart tarihli oturumunda gündemine aldığı ve aynı gün İmar ve Bayındırlık Komisyonuna havale ettiği mahkeme kararına aykırı planları, 15 Mart günü 1 hafta içerisinde oybirliği ile uygun bularak karara bağlamıştır.
Meclis üyeleri aldıkları bu karar ile mahkeme kararını yok sayarak, adeta yangından mal kaçırmışlardır. Çok açık çağrı yapıyoruz! 31 Mart 2024 tarihinde yapılacak yerel seçimler sonrası yeni seçilecek meclis üyelerini ilk meclis oturumunda söz konusu hukuksuz kararı iptal ederek alanın yeniden kamu eline geçmesi için sorumlu davranmaya davet ediyoruz. Sorumlu davranılmadığı takdirde her türlü hukuki girişimde bulunacağımızın bilinmesini istiyoruz.”
İstanbul‘un merkezindeki Gayrettepe‘de Masquerade adlı gece kulübünde dün (2 Nisan’da) meydana gelen yangın, ‘kaçak’ olarak nitelendirilen bir tadilat işlemi sırasında çıktı. Yangında ilk belirlemelere göre 29 kişi yaşamını yitirdi, iki kişi ise yaralandı.
Olayla ilgili derinlemesine başlatılan soruşturmada, işletme sahipleri ve tadilatı yürüten ekip üyeleri dahil olmak üzere toplam dokuz kişi gözaltına alındı. Facianın ortaya çıkardığı ilk bulgular, hem izinsiz tadilatın yapıldığını hem de yangın güvenliği tedbirlerinin yetersiz olduğunu gösteriyor.
İstanbul Büyükşehir Belediye (İBB) Başkanı Ekrem İmamoğlu da Gayrettepe’ye gelerek yangının yaşandığı yerde incelemelerde bulundu.
İmamoğlu, binanın 1987’de ruhsat verilen bir gece kulübü olduğunu vurgulayarak, “En son itfaiye raporu 2016’da veriliyor. 2018’de bir ruhsat yenilenmesi yapılmış ilçe belediyesi tarafından. Bunlar incelenecek, savcılık da gereken süreci başlatmış durumda. Yapının statik güvenliği ile ilgili arkadaşlarım da burada inceleme yapıyor. Ona göre gerekirse komşuların tahliyesi gibi konularda destek olacağız” ifadelerini kullandı.
Gece kulübünün kapasitesinin bin 400 kişi olduğu ve haftada 5 bin kişiye hizmet verebildiği öğrenildi.
İş Güvenliği Uzmanları Derneği Başkanı Mahmut Cihan, yangında birden fazla ihmal olduğunu belirterek, içerideki yanıcı maddelerin yangını körüklediğini ve zehirlenme oranının yüksek olduğunu ifade etti. Türkiye Yangından Korunma ve Eğitim Vakfı (TÜYAK) Başkanı Dr. Kazım Beceren, yangının ölümcül sonuçlarının alınması gereken tedbirlerin ihmal edilmesinden kaynaklandığını dile getirdi.
Yangında hayatını kaybeden 29 kişiden 23’ü tadilat şirketinin çalışanları, geri kalanı ise gece kulübünün personeliydi. Kurbanlar arasında iş görüşmesi için kulübe gelenler de bulunuyordu.
Gayrettepe’deki gece kulübünde tedbir ihmali
Türkiye Yangından Korunma ve Eğitim Vakfı (TÜYAK) Başkanı Dr. Kazım Beceren yangına ilişkin “İnşa aşamasında, özellikle ateşli çalışmalar sırasında alınması gereken tedbirler vardır. Bu yangının ölümle sonuçlanması, bu tedbirlerin alınmadığını gösteriyor” dedi.
Yangın güvenlik uzmanı Levent Yasa da “İtfaiyenin müdahalesi yerinde ve doğrudur, fakat yangın büyük olduğundan ve içeride yanıcı madde çok fazla olduğundan dolayı böyle bir can kaybıyla karşı karşıyayız” ifadelerini kullandı.
Yangına ilişkin İç mimarlar Odası İstanbul Şubesi Başkanı Herdem Süer ise “Burada bir iç mimar olsaydı, iç mimarlık projesi kullanılsaydı bu yangın belki gerçekleşmeyecekti” diye konuştu.
Gözaltına alınan işletmeciler ve çalışanlar arasında, “kasten yaralama”, “cinsel taciz” ve “uyuşturucu madde” gibi suç kayıtları bulunanlar dikkat çekti.
Binanın yöneticisi Şule Şakat, daha önce bina içerisindeki gece kulübü nedeniyle şikayetlerde bulunduklarını ifade etti. Binanın orijinalinde sinema salonu olarak planlandığını ancak sonradan gece kulübüne dönüştürüldüğünü belirtti.
Yangını gören görgü tanıkları, korkunç anları ve itfaiyenin müdahalesini anlattı. Tadilat sırasında çıkan yangının, bir patlama sonucu hızla yayıldığı ve içerideki kişilerin yoğun duman altında kaldığı belirtildi.
Kahramanmaraş’taki Afşin Elbistan A Termik Santrali‘ne ilave iki ünite daha açılması için hazırlanan projenin Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) raporu; Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nın koordinasyonunda toplanan İnceleme Değerlendirme Komisyonu’nda (İDK) dün (2 Nisan’da) görüşüldü.
Komisyona; Afşin – Elbistan Hayatı ve Doğayı Koruma Platformu, Temiz Hava Hakkı Platformu, Türkiye Erozyonla Mücadele, Ağaçlandırma ve Doğal Varlıkları Koruma Vakfı (TEMA), Türk Mimar ve Mühendis Odaları Birliği (TMMOB) ve Çevre Hukuku Ağı temsilcileri de katıldı. Temsilciler, kömürlü termik santrallerin iklime, çevreye ve insan sağlığına olan olumsuz etkilerine dikkat çekerek projenin iptal edilmesini ve var olan santrallerin de adil bir dönüşüm planı çerçevesinde kapatılmasını talep etti.
Afşin ve Elbistanlılar daha fazla kömür solumak istemiyor❗️
📣Kahramanmaraş’taki Afşin-Elbistan A Termik Santrali‘ne ilave iki ünite daha açılması için hazırlanan projenin Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) raporu; İnceleme Değerlendirme Komisyonu’nda (İDK) dün görüşüldü. pic.twitter.com/1ANAkKm00k
— Temiz Hava Hakkı Platformu (@temizhavahakki) April 3, 2024
İDK toplantısına 22 kurumun dahil olduğu komisyondan sadece tek bir komisyon üyesi kurum, Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü katıldı. Komisyona Sağlık Bakanlığı’nın merkez teşkilatından hiçbir birimin davet edilmediği; Kahramanmaraş İl Sağlık Müdürlüğü’nün ise yazılı olarak projeye dair olumlu görüş verdiği öğrenildi.
Toplantının başladığı saatlerde, Afşin Elbistan A Termik Santrali’nde yangın çıktığı, yangında 3 işçinin ağır yaralandığı haberi ulaştı. Toplantıda Elbistan Hayatı ve Doğayı Koruma Platformu temsilcileri, bu yangının bölgedeki kömür işletmelerindeki ilk kaza olmadığını, daha önce de Çöllolar maden sahasında yaşanan kazada 11 maden emekçisinin toprak altında kalarak hayatlarını kaybettiklerini belirtti. Platform temsilcileri artık bölgelerinde hem halkın hem de işçilerin hayatına mal olan bu işletmeleri istemediklerini, kömürden adil bir çıkış talep ettiklerini vurguladı.
Kahramanmaraş’ta hâlihazırda Afşin Elbistan A Termik Santrali’nin 4 ünitesi, Afşin Elbistan B Termik Santrali’nin ise 4 ünitesi bulunmaktadır. Toplamda mevcut 8 ünitenin kapasitesi 2795 MW’dır. Bu santraller 40 yıldır kömürün gölgesinde yaşayanların sağlığına ve çevreye büyük zararlar vermesine rağmen Afşin Elbistan A Termik Santrali’ne 688 MW kapasiteye sahip 2 ünite daha eklenmesi planlanmaktadır.
‘Afşin Elbistan’da ovaları 40 yılda çöle çevirdik’
Elbistan Hayatı ve Doğayı Koruma Platformu’ndan Mehmet Dalkanat, santrallerin bölgede sağlıklı insan ve verimli tarım arazisi bırakmadığına dikkat çekti:
Yakın çevrede yaşayan insanların üzerine yağan küller ve gaz salımları maalesef bölgede sağlıklı insan bırakmadı. Yaşayan insanların tamamı üst solunum yolları rahatsızlıklarından muzdarip. Halkımız daha 70 yaşına gelmeden astım, kronik obstrüktif akciğer hastalığı (KOAH), akciğer kanseri ve solunum yetmezliği gibi rahatsızlıklarından vefat ediyor. Doğanın bize armağan ettiği verimli, sulanabilir geniş tarım alanları olan güzelim ovanın yaklaşık 120 bin dekarını 40 yılda çöle çevirdik. Kaç bin yıl sonra doğa tekrar bize bu verimli alanları geri verir, onu da bilmiyoruz ve diyoruz ki burada duralım, giden gitti kalanı kurtaralım. 5. ve 6. ek ünitelerden vazgeçeceğimiz gibi Afşin-Elbistan A Termik Santralini de kapatarak gelecek kuşaklara geçimlik bir alan bırakmış olalım.
Termik santralin genişletilmesi hayati sorunlara yol açıyor
TEMA Vakfı, Afşin Elbistan A Termik Santrali’nin genişletilmesinin su kaynakları ve tarım arazileri üzerindeki vahim etkilerine dair uyarılarda bulundu.
Çoğulhan Mahallesi‘ne hayat veren yer üstü ve yer altı sularının santral tarafından tehdit altında olduğu, genişlemenin bölge halkını susuz bırakma riski taşıdığı belirtildi. Bölge topraklarında yapılan analizlerde ağır metallerin oranında kayda değer artışlar saptanmış, bu da toprakların zehirlenmesine ve bölge halkının sağlığının risk altına girmesine yol açıyor. TEMA, bu bulgular ışığında, santral genişletme projelerinin iptal edilmesi çağrısında bulundu.
Enerji talebinin beklenen artışı göstermediğini belirten TMMOB Enerji Çalışma Grubu üyesi Orhan Aytaç, mevcut elektrik kapasitesinin büyük bir kısmının kullanılmadığını, dolayısıyla yeni fosil yakıtlı santral yatırımlarına gerek olmadığını ifade etti. Türkiye’nin enerji planlamasında zaten belirlenen hedeflerin mevcut yatırımlarla aşıldığına dikkat çekildi.
Temiz Hava Hakkı Platformu’ndan Prof. Dr. Ali Osman Karababa, termik santrallerin neden olduğu kirliliğin ciddi sağlık sorunlarına yol açtığını vurguladı. Afşin Elbistan A Termik Santrali’nin var olan ve planlanan genişlemelerinin, kalp ve damar hastalıkları, kanser ve kronik solunum rahatsızlıkları gibi hastalıklarla bağlantılı olarak binlerce erken ölüme sebep olduğunu belirtti.
Karababa, şu ifadeleri paylaştı:
Bu iki santral, kuruldukları tarihten 2020 yılına kadar geçen sürede 17.500 erken ölüme neden oldu. Afşin-Elbistan A Termik Santrali’ne eklenecek iki yeni ünite 1.900 erken ölüme daha neden olacak. Kalp ve damar hastalıkları, kronik solunum hastalıkları ile kanserler ilk akla gelen ve bu ölümlere yol açacak hastalıklar. Ayrıca termik santrallerden kaynaklanan hava kirliliği diyabet, kronik böbrek hastalıkları ve solunum yolu enfeksiyonları gibi hastalıklar nedeniyle de ölüme yol açabiliyor.
Türkiyeli bilim insanlarının yaptığı kapsamlı araştırmada, marketlerde satılan 13 farklı markaya ait ambalajlı sütün içerisinde mikroplastik bulunduğu tespit edildi.
Rize’deki Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi’nden Doç. Dr. Burhan Başaran, Prof. Dr. Ülgen Aytan, Prof. Dr. Hakkı Türker Akçay ve Zehra Özçiftçi, ambalajlı sütlerdeki mikroplastik varlığını araştırdı ve araştırma kapsamında zincir marketlerden temin edilen 13 süt firmasına ait ambalajlı UHT ve bir tanesi de laktozsuz olmak üzere toplamda 42 ayrı süt incelendi.
AA’ya konuşan Prof. Dr. Ülgen Aytan, “İncelediğimiz tüm sütlerde değişen oranlarda ve markadan markaya farklılık gösterecek şekilde, mikroplastiklere rastladık. Bulduğumuz mikroplastiklerin yüzde 94’ü fiberlerdi, geri kalan kısmını parçalar oluşturdu. Fiberler hemen akla sentetik tekstili getiriyor” dedi.
Üretim sürecinde özellikle gıda bulaşını azaltmak adına kullanılan koruyucu giysiler, maskeler ve eldivenlerin önemli bir kaynak teşkil ediyor olabileceği ifade edilirken, parçaların büyük boyutlu plastik objelerin zamana bağlı olarak aşınmasıyla ortaya çıkan ya da ambalajdan gelen parçalar olabileceği ortaya kondu.
Meksika, İsviçre, Hindistan ve Ekvador‘da da sütlerdeki mikroplastik varlığına dair yapılan çalışmalar olduğunu aktaran Aytan, elde ettikleri sonuçların Meksika’da aynı konuda yapılan bir araştırmada hesaplanan miktarlara yakın olduğunu fakat İsviçre, Hindistan ve Ekvador’da incelenen sütlerde bulunan mikroplastik miktarlarına göre çok düşük olduğunu ifade etti.
Bir litrede ortalama 6 mikroplastik
Mikroplastiklerin tespitinde görsel sayım yöntemi kullanıldığını, sütlerin birtakım ön işlemlerden geçirilerek filtre edildikten sonra mikroskop altında varlıklarının araştırılarak her bir süt için mikroplastiklerin tiplerinin tespit edildiğini, boyutlarının ölçüldüğünü ve renklerinin kaydedildiğini anlatan Aytan, “İncelenen sütlerin litresinde ortalama 6 adet mikroplastiğe rastladık ve bu mikroplastiklerin çeşitli yaş gruplarındaki kadın ve erkek bireylerde günlük maruziyet miktarları hesaplandı. Bu, olası riskleri belirlemek adına çok önemli bir gösterge” diye konuştu.
Rastlanan mikroplastikler arasında en baskın olanların tek kullanımlık plastiklerde yaygın olarak kullanılan polietilen, polipropilen, pet gibi polimerler olduğunu ayrıca poliüretan ve naylona da rastladıklarını kaydeden Aytan, bunların kiminin paketlemeden kiminin üretim sürecinden kaynaklı olduğunu bildirdi.
Doç. Dr. Burhan Başaran’a göre, bireylerin süt tüketimiyle birlikte alınan mikroplastik miktarı, özellikle genç yaş gruplarında daha yüksek. Araştırma sonuçları, süt tüketiminin mikroplastik maruziyeti üzerinde önemli bir etken olduğunu gösteriyor. Bu nedenle, Başaran ve ekibi, mikroplastiklerin gıda güvenliği üzerindeki potansiyel etkilerini daha ayrıntılı incelemek üzere çalışmalarına devam ediyor.
Rize’nin Çamlıhemşin’e bağlı Makrevis mahallesi Tençor mevkiinde bir araya gelen vatandaşlar, Fırtına Vadisi’nde gerçekleştirilen inşaat faaliyetlere karşı tepkilerini dile getirerek, bir basın açıklaması yaptı.
Fırtına Vadisi’nin kalbinin sit statüsünün düşürülmesine de değinilen açıklamada, “Dünyanın 200 önemli ekolojik ve Avrupa’nın en sıcak 100 koruma alanından biri olan; yaş alüvyal ormanları, şimşir ormanları ve endemik türleri ve zengin biyoçeşitliliğiyle, eşsiz peyzajı, 12 ay yağış alma özelliğiyle Fırtına Vadisini, deresi, ormanı, yayın, merası, tarihi konak ve köprüleriyle, bilcümle gözümüz gibi korumamız icap eder” ifadeleri yer aldı.
Fırtına İnisiyatifi ve Çamlıhemşinli vatandaşlar adına Hatice Ergüner’in okuduğu basın açıklamasında ayrıca “Gece yarılarında dinamitler patlatılıyor; iş makinaları, kamyonlar derenin içine girip taş, çakıl çalıyor. 1. derece sit alanı ve ormanda taş ocakları, kırma/eleme tesisleri kuruluyor; tarihi konakların bulunduğu köylerin altında 1 km.’lik tünel inşa ediliyor; vadinin içinde 15 metre genişliğinde ‘yol genişletme’ adı altında ‘otoban’ yapılıyor” denildi.
Basın açıklamasında ayrıca şu ifadeler yer aldı:
“1. derece arkeolojik sit alanında (Zilkale’de) 5 dönüm orman, sadece 250 metrekarelik kır lokantası yapımı için kiraya veriliyor. Kadim köy patikaları ve taş kemer köprüler, Tabiat ve Kültürel Varlıklar kurullarından saklanıp; buralar ve mezarlıklar imar planlarıyla yerleşime açılıyor. Fırtına vadisinin en bakir bölgesinin koruma statüsü, 1. dereceden, 3. dereceye düşürülüyor. Yolu dahi olmayan eski köy çayırlıkları, kadim yayla yolları -ki ipek yolu bağlantılı- ve güzergahları doğrudan 3. derece ilan ediliyor. Dere yatakları aynı şekilde imara açılıyor. Bu surette; bu alanlarda maden ocağı da dahil, doğayı katleden her türlü faaliyetlerin önü açılıyor.”
Yeşil Gazete’ye konuşan Hatice Ergüner, “Bizim amacımız ne yola karşı olmak ne de insanların hayatını zorlaştırmak. Olması gerekenin olmasını istiyoruz; bu dereye iş makinaları girmemeli, bu kadar su krizinin olduğu bir dünyada böylesine güzel akan derelere daha iyi davranmamız gerekiyor” dedi.
Bölgede yapılan çalışmaların bölge halkına hizmet eden çalışmalar değil, rant için sürdürülen çalışmalar olduğuna dikkat çeken Ergüner, “sürekli olarak patlatılan dinamitler, zaten coğrafi olarak oldukça dik yamaçlardan oluşan bölgede insanların, hayvanların canını tehlikeye atıyor” dedi.
‘Çamlıhemşin’de yapılan tünel inşaatı hukuksuzdur’
Basın açıklamasına katılan CHP Rize Milletvekili Tahsin Ocaklı, Çamlıhemşin halkının yol yapılmasına karşı olmadığını, ancak doğanın tahrip edilmesine, derelerin yok edilmesine karşı olduğunu ifade ederek, “Çamlıhemşin halkının haklı talebini yerine getirin, kıyımı ve talanı, rantı durdurun” dedi.
“İzinsiz, kuralsız bir biçimde malzeme alınan dereler ile ayrıca halka anlatılmadan, ruhsatlandırılmadan yapılan projelerle Fırtına vadisindeki talan devam ediyor. Ardeşen-Ayder arasındaki yolun yapım maliyeti 1.7 milyon olarak, TBMM’den geçmiş, Rize valiliğinin yatırımlarına sadece 10 bin TL ayrılmışken, müteahhit firma özellikle bu tünel inşaatından granit ve sert taş elde etmek suretiyle aslında kendisi için bir taş ocağı izni gerekmeden malzeme temini yapıyor. Buradaki hukuksuzluk, bir taş ocağı ruhsatına ihtiyaç duyulduğu halde bu düzenleme yapılmadan bu tünel inşaatının hukuksuz bir biçimde açılmasıdır.”
📍Çamlıhemşin
Gururlandık ve yine başladık, sahadayız. Ranta, Talana dur demek için Çamlıhemşin halkının yanındayız. pic.twitter.com/w6ocZFr2L0
Çamlıhemşin’de yaşananlara ilişkin Change.org’ta başlatılan kampanyada ise, vadide çalışan iş makinelerine dikkat çekildi ve Çamlıhemşin’den Ayder yoluna bağlanacak bir tünel ve devamında viyadüklerle vadinin yukarılarına doğru devam edecek olan yol projelerinin yanı sıra, statüsü 1. derece SİT alanından 3. derece SİT alanına düşürülen ve yapılaşmaya açılan eski çayırlıklar ve yaylalardan söz edilerek, “Belki sonrasında memleketin her yerinde olduğu gibi, maden projeleri! Durum gerçekten vahim…” denildi.
Çamlıhemşin’den Zilkale’ye kadar giden bütün yerleşimler tepeden tırnağa yapılaşmaya açılıyor. İtiraz edelim ve bize dayatılan bu senaryoyu kabul etmeyelim! Çamlıhemşin, inşaat şirketlerinin arka bahçesi değildir.
Van‘da büyükşehir dahil 14 belediyeyi halk oylamasıyla kazanan DEMParti‘nin Van Büyükşehir Belediye Başkanı seçilen Abdullah Zeydan yerine AK Parti adayı Abdulahat Arvas‘a verilen mazbata, büyük tepki aldıktan sonra Van Valiliği şehre giriş çıkışları kapattı.
İl Seçim Kurulu kararının ardından gerçekleştirilen protestolara polisin biber gazlı müdahalesi sonrası Valilik, 15 gün boyunca her türlü eyleme yasak getirildiğini duyurdu. Açıklamada şunlar dile getirildi:
“Van ili coğrafi sınırları içerisinde 03/04/2024 tarihinden geçerli 17/04/2024 tarihi de dâhil olmak üzere (15) gün süre ile; Valilik ve Kaymakamlık makamlarınca uygun görülenler hariç olmak üzere, 2911 Sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu hükümlerine göre düzenlenecek gösteri yürüyüşü, açık hava toplantıları ve kapalı yer toplantılarının 2911 Sayılı Kanunun ilgili hükümlerine istinaden YASAKLANMASI, Yine Valilik ve Kaymakamlık makamlarınca uygun görülenler hariç olmak üzere, basın açıklaması, oturma eylemi ve anket yapılması, çadır ve stant kurulması/açılması, imza kampanyası düzenlenmesi, bildiri, broşür ve el ilanı dağıtılması ve her türlü protesto eylemi şeklindeki faaliyetlerin de 5442 sayılı İl İdaresi Kanununun 11. Maddesinin (a) ve (c) fıkra hükümleri gereğince belirtilen tarihler arasında YASAKLANMASI, Yine yukarıda belirtilen tarihler arasında, ilçelerimizden veya çevre illerden bireysel veya toplu olarak veya ilimiz güzergâhını kullanarak, başta yukarıda belirtilen paylaşımlarda bahsedilen konu ve benzer konulara ilişkin her türlü kanuna aykırı eylem/etkinliklere katılım sağlanmasının önlenmesi amacıyla, kanuna aykırı eylem/etkinliklere katılması muhtemel şahıs/şahıslar/grup/grupların 5442 sayılı İl İdaresi Kanununun 11. Maddesinin (c) fıkra hükümleri gereğince, ilimiz ve ilçelerimize girişlerine, buralardan bireysel veya toplu olarak çıkışlarına İZİN VERİLMEMESİ hususunda Valilik makamınca karar alınmıştır. Kamuoyuna saygıyla duyurulur.”
31 Mart Yerel Seçimleri’nde DEM Parti‘nin Büyükşehir Belediyesi de dahil 14 belediyenin tümünü kazandığı Van‘da, Büyükşehir Belediyesi Eş Başkanı Abdullah Zeydan yerine AKP’li adaya mazbatanın verilmesine tepkiler büyürken bir protesto çağrısı da hukukçulardan geldi.
Bugün (3 Nisan) saat 13.00’da onun üzerinde hukukçu grup, dernek ve vakıf tarafından yapılan çağrıyla Çağlayan‘daki İstanbul Adliyesi önünde basın açıklaması yapılacağı bildirildi. Açıklamada şu ifadelere yer verildi:
“[…] bugün halkın iradesine darbe vurularak Van Büyükşehir Belediye Eş Başkanı olan Abdullah Zeydan’a verilmesi gereken mazbata seçimde büyük bir farkla ikinci olan AKP adayına verilmiş, yargı kurumları da bizatihi bu hukuksuzluğun içinde yer almıştır. Van halkının iradesini hiçe sayan bu hukuksuzluk girişimine karşı; demokratik, eşitlikçi ve özgürlükçü hukuk kurumları olarak bu hukuksuzluğa itirazlarımızı dile getirmek ve siyasal iktidarı ve yargı organlarını halkın iradesine saygı duymaya davet etmek üzere yarın Çağlayan Adliyesi önünde basın açıklaması yapacağız. Tüm meslektaşlarımızı ve demokratik kamuoyunu açıklamaya bekliyoruz.”
Çağrıcı kurumlar:
Adalet İçin Hukukçular
Avukat Dayanışması Çağdaş Hukukçular Derneği İstanbul Şubesi
Çağdaş Avukatlar Grubu Demokrasi İçin Hukukçular
Kartal Hukukçular Derneği Katılımcı Avukatlar Grubu
Özgürlükçü Demokrat Avukatlar Grubu Özgürlük İçin Hukukçular Derneği İstanbul Şubesi
Sosyal Hukuk Toplum ve Hukuk Araştırmaları Vakfı
İzmir’in Ödemiş ilçesine bağlı Lübbey, dağın yamacına sıra sıra dizili terk edilmiş evleriyle bilinen bir kışlak dağ köyü. “Hayalet köy”, “satılık köy” gibi isimlerle de anılan köy, medyada ve halk arasında yayılan korku hikayeleri nedeniyle birçok ziyaretçinin ilgisini çekiyor.
Lübbey’de sözde “hayalet” hikayelerinden daha korkutucu olan şey ise iklim değişikliğine bağlı yağış rejimindeki değişiklikler ve köyün halen yaşadığı göç dinamikleri.
Yeşil Gazete için ziyaret ettiğimiz, sokaklarında gezdiğimiz Lübbey köyünde yaşanan göç sürecinin iklim değişikliğiyle ilişkisini; kentlilerin köydeki evleri satın almasıyla köyde başlayan mekânsal dönüşüm ve tersine göç sürecini bağımsız araştırmacı, sosyolog Dr. Baran Alp Uncu ve göç sosyolojisi, çevre sosyolojisi alanlarında çalışan ODTÜ Sosyoloji Bölümü’nde Doktora Adayı Barış Can Sever’le konuştuk.
Batı Anadolu’da Küçük Menderes havzasında, İzmir ili sınırları içerisinde yer alan Ödemiş ilçe merkezinden yaklaşık 13 kilometre uzaklıkta olan Lübbey (kışlağı) köyündeyiz. Köyün 5 kilometre kuzeyinde Çamyayla bulunuyor. Evler kullanılmaz durumda, yıkılmayan duvarların üzerindeki pencerelerden köyün eski sakinlerinin bir zamanlar evin içinden izlediği aynı manzaraya bakmak hala mümkün. Taşlarla oluşturulmuş dar, uzun patikaların arasında dolaşmak, evlerin arasında yürümek, zamana direnen meyve ağaçlarına rastlamak, yüksek bir noktada durup köyü boylu boyunca izlemek huzur veriyor. Peki muhteşem doğası, kendine has mimarisiyle baş başa kalmış bu köy neden terk edilmiş?
Lübbey halkı geçmişte çetin kış şartlarına karşı daha korunaklı bir yamaçta konumlanan köylerinde kışı geçirip sıcaklığın arttığı yaz aylarında Çamyayla’ya göç ederek yarı göçebe bir hayat sürdürüyordu. İklim değişikliğinin etkisiyle bölgeye kar yağışlarının azalması, kışların daha ılıman geçmesi Lübbey’in kışlak bir köy olarak kullanılma pratiklerini değiştirmeye başladı. Çamyayla’ya elektrik ve içme suyu şebekesinin daha erken ulaşması, ulaşımın kolaylığı, arazinin daha az eğimli ve tarıma elverişli olması gibi nedenlerle de 1960’lı yıllardan başlayarak Lübbey halkı, Çamyayla’ya taşınmaya başladı.
Köy zamanla boşaldı, bir süre köyde yalnızca birkaç yaşlı insan yaşadı. Şimdilerde bir vasiyet üzerine hala çalışır vaziyette olan bir köy kahvesi, bir butik otel ve butik otele ait bir kahvaltı evi bulunuyor. Bu evlerden birini satın alan ve şehirden köye taşınan Ahmet Sungu’ya satın alıp restore ettiği evin bahçesine ağaç fideleri dikerken rastlıyoruz. Köyde yaşanacağı öngörülen değişimin ve tersine göç hareketinin izleri Ahmet Sungu ile yaptığımız görüşmede de hissediliyor. Ahmet Sungu, Lübbey’e taşınma sürecini şöyle anlatıyor:
Halkı olmayan köye turist akını
“Evimi 2015 yılında aldım. Bir gün emekli olduğumda kafa dinlemek için gelirim, diye düşündüm. Şehirde, Ödemiş’te oturuyorum. Ama buraya çok fazla insan gelmeye başladı. Turistik anlamda ciddi bir talep var. Dünyanın pek çok ülkesinden geliyorlar. Buradaki butik otelde kalanlar oluyor. Burası geçmişi olan bir yer, evleri gördüğünüzde bunu anlıyorsunuz. Hiç yeni yapının olmaması, halkın buradan taşınması, büyük bir etken. Önceden bizim de eski bir evimiz vardı babaannemin köyünde. Ama zamanla köydeki yapılar değişti, şehirlerdeki evlere benzediler. Ben aslen Bayındırlıyım, tıpkı burası gibi orada da köyler boşaldı. Farklı internet platformlarında satılık köy evlerine ulaşmak çok kolay hale geldi. Farklı şehirlerde yaşayanlar kolayca ilanlara ulaşabiliyor. Köylüler şehir özlemi şehirliler köy özlemi çekiyor.”
Günümüzde köyde açık vaziyette olan ve ziyaretçileri karşılayan iki işletme bulunuyor. Mehmet Güler 2006 yılından beri köy kahvesini, Muzaffer ve Gönül Coşut çifti ise butik oteli ve kahvaltı evini işletiyor. Köye gelen ziyaretçileri karşılayan esnaf, köye her gün gidiyor ve tekrar Ödemiş’e dönüyor. Bizi kahvenin kapısında karşılayan ve köy hakkındaki sorularımızı demlediği çay eşliğinde yanıtlayan Mehmet Güler, köy kahvesinin son sahibinin vasiyeti üzerine kahvenin hala açık olduğunu anlatıyor.
2006 yılında kahveyi devralan Mehmet Güler’in işlettiği kahve, ziyaretçilerin sohbet ettiği, köy hakkında bilgi aldığı bir mekan olarak hafızayı canlı tutmaya devam ediyor. Güler, 2018 yılının haziran ayında Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy’un tarihi dokusu nedeniyle SİT alanı olan Lübbey’i ziyareti sonrasında köyün aslına uygun olarak restore edileceğini söylediğini; ancak köyde bir çalışma başlamadığını anlatıyor. Köydeki esnafın talebi, köyün sokaklarında insanların tekrar dolaşması ve evlerin aslına uygun restore edilmesi.
‘Çevresel adalet yaklaşımlarını göz önünde bulundurmalıyız’
Doğası ve tarihiyle yapısı bozulmamış köylerden biri olan Lübbey’i nasıl bir dönüşüm süreci bekliyor; iklim değişikliği, tersine göç, mekan aidiyeti, yerel yönetim politikalarına ilişkin sorularımızı yanıtlayan Barış Can Sever köylerdeki tarım ve hayvancılığın bölgenin şartları göz önüne alınarak desteklenmemesinin veya desteklerin geç ulaştırılmasının politik arka planı olduğunu belirtiyor:
“Türkiye’nin kırsal dönüşümünde son 30-40 yılda özellikle kırsal üretimle geçimlerini sağlayan köylüler sosyoekonomik olarak kendine yeterli olamayan bir noktaya geldi. Lübbey’de evi olan köylünün kullanılmaz durumda olan bir evi tek başına restore etmesi çok mümkün gözükmüyor. Bu nedenle kentte elinde bir miktar sermayesi olan biri köydeki evlerden birini satın alıp restore edip köyün sosyokültürel ilişkilerini ve gidişatını etkileyebilme potansiyeline sahip”
Barış Can Sever terk edilmeye yüz tutmuş köylerin durumunu, Türkiye’de yaşanan kırdan kente göç akımları, neoliberal kentleşme ve bu akımları destekleyen politikalardan bağımsız ele alamayacağımızı anlatıyor:
“1980 sonrası dönemde piyasa odaklı politikaların kırda ve kentte faaliyete geçirilmesinin bir sonraki aşaması da 90’lar sonu ve 2000’lerin başıyla beraber geliyor. Ticaret, tüketim ve mülkiyet üzerinden tasarlanan bir sosyal ortamda, ekolojinin ve emekçi grupların örselenmesi açısından devlet-şirketler ağının yarattığı hegemonya, kırsal haneleri güvencesiz bir şekilde kendi kaderiyle baş başa bırakıyor. 2000’lerden günümüze, içerisinde yer aldığımız bu dönemin idari anlamda yarattığı etkiler açısından örneğin köy okullarının kapatılması ve büyükşehir yasasıyla köylerin mahalleye dönüştürülmesi, kırsal alana ve üretime verilmeyen değeri de gözler önüne seriyor. Kırsal haneler kendilerini desteklemekten uzak yerel ve ulusal neoliberal mekanizmaların etkisi altında, gelir kaynaklarına ve göçe ilişkin kararları belirsizliği yüksek bir yaşam çerçevesinde almak zorunda kalıyor. Lübbey köyünü ve benzerlerini araştırırken ve bu alanlara dair yeni adımlar atılırken kırsal, sosyoekonomik ve çevresel adalet yaklaşımlarını mutlaka göz önünde bulundurmalıyız.”
Lübbey Köyü’nde yaşanan göçü doğrudan ve sadece iklim değişikliğiyle açıklamak doğru olmasa da azalan kar yağışları nedeniyle köy halkının hem yaz hem de kış dönemlerinde tarımla uğraşmak ve altyapı olanaklarından faydalanmak için Çamyayla’yı tercih etmesi, bir “iklim hareketliliği( climate mobility) hali yarattığından söz etmek mümkün.
Sever’e göre, Lübbey’deki göçün, zorunlu ve gönüllü unsurların iç içe geçtiği ve birlikte değerlendirilebileceği bir iklim hareketliliği örneği olma potansiyeli var:
“Lübbey’de hem iklim değişimine, ekonomiye, altyapı olanaklarına bağlı zorunlu koşullar var hem de hareket edebilen özneler açısından tercihe dayalı bir hareketlilik söz konusu. Çamyayla’nın olmadığı bir senaryoyu düşündüğümüzde, Lübbey köylüleri iklim özelliklerinin değişmesine ve tarım pratiklerinin zorlaşmasına rağmen bir hareketsizlik de yaşayabilir; mevcut şartlarla yaşamak durumunda kalabilirlerdi.”
İklim göçünün arka planı
İklim göçünün arka planının çok karmaşık olduğunu, bu dinamiğin birden fazla faktörü barındırabileceğini aktaran Baran Alp Uncu ise göçün mekânsal aidiyet, yer duygusu, topluluk katılımı gibi olguları nasıl etkilediğini, iklim bağlamında açıklıyor:
“Öncelikle iklim ve göç arasında oldukça karmaşık bir ilişki bulunuyor. Şüphesiz iklim değişikliğine bağlı aşırı hava olaylarının sonuçları göç nedenlerinden biri. Sıcaklık artışı, kuraklık gibi olaylar nedeniyle tarım faaliyetleri ve su varlığı doğrudan etkilenmekte. Bu da özellikle geçimlerini doğrudan doğaya bağlı olarak sürdüren, geçimlerini tarım, ormancılık, balıkçılık gibi faaliyetlerden sağlayan toplulukların yaşamlarını güçleştiriyor. Ancak küçük çiftçiler, balıkçılar gibi bu grupların çoğunluğu halihazırda dezavantajlı durumdalar. Göç ise maddi ve ilişkisel birçok kaynağı gerektiriyor. Böylelikle iklim değişikliğinin etkilerinden olumsuz yönde etkilenseler de kalıcı ve uzun mesafeli biçimde göç edememeleriyle sonuçlanıyor. Bunun yaşadıkları yerlere yakın ve iş olanaklarının olduğu yerlere çoğunlukla hanelerden bazı kişilerin kısa dönemli, geçici ve mevsimsel göçleri gerçekleşiyor.”
Uncu, iklim değişikliğinin diğer birçok siyasi, sosyal ve ekonomik adaletsizlikle birleşerek insanların yaşamlarını derinden etkilediğini de vurguluyor:
“Geçim kaynaklarının ve suların kaybı insan topluluklarının nesiller boyu yaşadıkları yerlerde hayatta kalmalarını zorlaştırıyor. Buna iklim değişikliğiyle beraber ekolojik yıkımın farklı boyutlarına katkı veren madenler, termik santraller, barajlar, yol ve diğer altyapı projeleri nedeniyle yerinden edilenleri eklemek gerekir. Yerinden edilen topluluklar sadece geçimliklerini kaybetmiyorlar ve yoksullaşmıyorlar. Aynı zamanda kültürel varlıkları zarar görüyor, sosyal ilişki ve ağlarından da oluyor”
“Lübbey’le şehir plancıları, sosyologlar, çevre mühendisleri ilgilenmeli’
Barış Can Sever’e göre mekansal aidiyet ve mekana ait hissetmeyi sağlayan faktörler topluluğun yapısıyla yakından ilişkili, topluluğun ardında bıraktığı mekanda yaşanacak dönüşümün etkileri kapsamlı bir çalışmayla açıklanabilir:
“Lübbey köyünde yaşanan göç dinamiklerini açıklamak için topluluğun yapısını dikkate alarak zamana yayılan detaylı saha araştırmaları yapılmalı. Köyde yaşanmaya başlayan değişim dönüşüm sürecinin köyü ardında bırakan ancak köyle bağ kurmuş kişileri nasıl etkileyeceği de değerlendirilmeli. Köyün “şeyleşmediği”, metalaşmadığı, ticarileşmediği bir dönüşüm sürecinin yaşanıp yaşanmayacağı üzerine farklı disiplinleri kapsamına alan bir değerlendirme süreci gerekiyor. Lübbey, şehir plancılarının, sosyologların, çevre mühendislerinin ilgilenmesi gereken bir köy. ”
Tersine göç kavramının literatürde farklı tanımları olduğunu açıklayan Sever, kente göç eden kişilerin daha önce yaşadıkları kırsal alana tekrar dönmeleri şeklinde açıklanabileceği gibi kentlilerin daha önce yaşamadıkları kırsal alanlara göç etmesinin de tersine göç olarak nitelendirilebileceğini belirtiyor; kırsal alanların çekici faktörlerine ise söyle değiniyor:
“Özellikle büyük şehirlerde insanların kaotik kent yaşamından çıkıp daha sakin mekan arayışında olduklarını görüyoruz. Temiz hava, sakin yaşam kentli insanlar arasında konuşulan kavramlar haline geldi. Kent olanaklarından yeni faydalanmaya başlayan kişiler için bu kavramlar geri planda kalabilse de, daha sağlıklı koşulları tanımlayan bu kavramlar uzun yıllar kentte yaşamış kişiler için aranan nitelikleri tanımlıyor. Ancak aranan nitelikleri barındıran Lübbey gibi kırsal mekanlara mülkiyet üzerinden tasarlanmış bir taşınma süreci belirli bir sosyoekonomik birikimi de gerektiriyor.”
‘Köyün metalaşma ve ticarileşme süreci yerel yönetimin tavrına bağlı’
Lübbey köyünün sosyal medyada gündeme gelmesi, gezginler, fotoğrafçılar ve basın mensupları tarafından ziyaret edilmesi köyde yaşanan “ticarileşme” sürecinin en göze çarpan göstergelerinden. Sever, Lübbey gibi yeni bir dönüşüm potansiyeli taşıyan köylerin bir yatırım alanı olarak görüldüğünü ve köyde yaşanacağı öngörülen dönüşümün, köye gelen/gelecek kişilerin profili doğrultusunda şekilleneceğini değerlendiriyor:
“Türkiye’de insanlar özel mülkiyet edinerek ve finansal araçlarla sermayesini artırmaya çalışıyor. Orta sınıfın sosyoekonomik olarak daha da zayıfladığı bir süreçte bu tarz tanıtımların yapıldığı mekanları bir yatırım aracı olarak görenler toplumsal refahı hesaba katmayan bir güçlenme eğiliminde oluyor. Köyler daha sağlıklı, adil ve ekolojik bir yaşam mekanı olarak düşünülmekten ziyade yatırım yapılmaya değer potansiyeli olup olmadığı üzerinden değerlendiriliyor. Bir tarafta insanlar doğal yaşam pratiklerini uygulamak, kentten uzaklaşmak için yeni mekan arayışlarına girerken diğer tarafta da kapitalist ve mülkiyetçi bir anlayışın işlemeye devam ettiğini görmek gerek. Merkezi ve yerel yönetimlerin köylüyü çeşitli kaynaklarla destekleyip köylünün yeniden yapılanma sürecine dahil olmasını sağlaması da bir seçenek olabilir. Köydeki ev sahiplerinin taleplerini, mekana yönelik hayalini bilmek de önemli. Köyün metalaşma ve ticarileşme süreci geçirip geçirmeyeceği birçok faktöre bağlı, yerel yönetim de bu faktörlerden biri.”
Lübbey Köyü’nde yaşanabilecek dönüşüm hareketine dair bir projeksiyon ortaya çıkarmak gerekiyor:
“Alternatif politikalar üreten yerel yönetimlerin mevcut siyasi rejim nedeniyle gerekli fonlara, desteklere ulaşamayabildiğini de belirten Sever, “Ancak bu kısıtlara bakmaksızın Lübbey’in doğası, tarihi ve tüm canlılığıyla korunmasını teşvik edecek bir program ve uzun vadeli bir süreç yürütmek gerekiyor. Bu sürecin, özel girişimlerle mülkiyete yatırım ve ticarileşme anlayışıyla sürdürülebilir olamayacağını söylemek gerekiyor” diyor.
‘Dar gelirliler, yaşam alanlarından dışlanıyor’
Kentte yaşayan bireylerin kırsal alanlara göç etme tercihlerini belirleyen faktörleri yorumlayan Dr. Baran Alp Uncu da tersine göç için tercih edilen köylerde, sahil kasabalarında mekânsal adaletsizliğin ortaya çıkabileceğine değiniyor:
“İstanbul, 2015’ten itibaren -2018 dışında- aldığı göçten fazlasını vermeye başladı. 2023’te de İstanbul’un nüfusunda az da olsa küçülme yaşandı. Barınma sorunu, pahalılık, iş piyasasındaki daralmalar ve rekabet, deprem, hava kirliliği, trafik, yeşil alanların azalması gibi özellikle metropollerde yaşam kalitesini düşüren ve yaşamı zorlaştıran birçok farklı etkenin -pandemiyle beraber daha da yoğunlaşmasıyla beraber- daha küçük kentlere ve kıra göç etme isteğini artırdığını varsayabiliriz. Bununla birlikte sosyo-ekonomik gruplar arasında tersine göçle ilgili farklı motivasyon ve hareket biçimleri bulunuyor. Aralarında belirli meslek gruplarına ait emeklilerin de bulunduğu üst gelir gruplarının özellikle Ege ve Akdeniz’de sahil bölgelerine yerleşim eğilimi yükselmiş durumda. Bu durum, kent ve kır arasındaki ilişkilerin çeşitlenmesi ve yoğunlaşması gibi olumlu sonuçlar üretiyor olsa da sosyal ve ekolojik bakımından olumsuz etkiler de içerebilir. Örneğin artan taleple birlikte bu yerleşim yerlerinde arsa ve konut fiyatlarının yükselmesi, arsaların birer yatırım ve birikim aracına dönüşmesine, dar gelirlilerin içinde doğup büyüdükleri mekânlardan dışlanmalarına yol açabilir. Ekolojik olarak, ekolojik dengeyi korumaya yönelik bütüncül bir planlama olmadan gelişen süreç boyunca değişen tüketim davranışları ve artan nüfus, zaten baskı altında olan kaynakların daha da çok tüketilmesine ve ekolojik tahribatın artmasına neden oluyor.”
Yerel yönetimler olası bir göç dalgasına hazırlıklı mı, tersine göç hareketi toplumsal ve ekolojik sorunların ortaya çıkmasına neden olabilir mi sorularımıza Uncu’nun yanıtı şöyle:
“Gerek iklim değişikliğinin etkilerine karşı gerekse madenler, termik santraller gibi ekolojik yıkıma neden olan projelere karşı yerel ekonomilerin farklı alanlardaki faaliyetlerle çeşitlendirilmesi ve güçlendirilmesi kritik bir öneme sahip. Özellikle Ege ve Akdeniz’de yerel ekonomilerin dirençliliğini artırmak ya da Lübbey örneğinde olduğu gibi iklim değişikliğinin yanı sıra diğer etkenlerle terk edilen köylerin tekrar canlandırılması için gerekli alternatif ekonomik faaliyetler arasında turizm önemli bir yer tutuyor. Ancak konvansiyonel kitlesel turizm anlayışı su gibi kaynakların aşırı tüketimine, karbon salımı artışına, ekolojik dengenin bozulmasına, yerel kültürün pazarlanan bir metaya dönüşmesine yol açarken yerel kültürel varlığın ve sosyal ilişkilerin piyasa ilişkileri çerçevesinde çeşitli adaletsizliklere yol açacak biçimde yeniden tanımlanmasına hizmet ediyor. Turizmin çevresel adaleti sağlamaya katkı verecek bir faaliyet olabilmesi için ekolojik dengeyi ve biyoçeşitliliği korumayı ön plana alan, yenilenebilir kaynakların kullanımına dayalı, yerel yaşama ve kültüre saygılı ve yerellerin refahını önceleyen bir anlayışla yapılması gerekiyor.”
Diyarbakır’da yüzde 64,06 oranında oy ile Büyükşehir Belediyesi Eş Başkanlığı’na seçilen DEM Partili AyşeSerra Bucak Küçük, mazbatayı almak için Yüksek Seçim Kurulu‘na (YSK) gittiğinde yetkililer, AK Parti İl Başkanlığı’nın itirazı nedeniyle mazbatanın şu an verilemeyeceğini ifade etti.
31 Mart’ta yerel seçimlerinde Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi’nden (DEM Parti) Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Eş Başkanı seçilen Ayşe Serra Bucak Küçük ile 13 ilçe eş belediye başkanı AKP’nin seçim sonuçlarına yaptığı itiraz nedeniyle mazbatalarını alamadı.
DEM Parti’nin de AKP’nin kazandığı Diyarbakır’ın Hazro, Eğil, Çermik ve Çüngüş ilçelerinde seçimlere itirazda bulunduğu öğrenildi.
Öte yandan, Van Büyükşehir Belediye Başkanı seçilen DEM Partili Abdullah Zeydan’ın mazbatasının verilmemesinin ardından, DEM Parti Eş Genel Başkanları Tülay Hatimoğulları ve Tuncer Bakırhan, YSK önünde açıklama yaptı. Hatimoğulları, “Bu siyasi darbeye ne Kürt halkı, ne Van halkı, ne de Türkiye halkları, ne de Türkiye’deki demokrasi güçleri asla ve asla geçit vermeyecek. Hep birlikte bu siyasi darbenin karşısında duracağız” dedi.
Diyarbakır’da da halk sokağa çıktı
Van’da yaşananların ardından Diyarbakır’da da halk, seçilen DEM Partili başkanlara mazbata verilmemesini protesto etti.
Diyarbakır’da YSK önündeki açıklama sonrası DEM Partili milletvekilleri, belediye başkanları, vatandaşlar ile polis arasında arbede yaşandı.
🔴#AKP Diyarbakır İl Başkanlığı, #Diyarbakır merkez ve ilçelerdeki seçim sonuçlarına itiraz etti. İtiraz nedeniyle, seçimi kazanan #DEMPartili adaylara mazbatalarının verilmeyeceğinin bildirildiği öğrenildi.
Türkiye, dünyadaki en önemli iki toz kaynağı olan Afrika ve Orta Doğu kaynaklanan ve Afrika tozu olarak bilinen çöl tozlarının etkisi altında. Bu toz taşınımının hava kirliliğini artırması sonucu solunum yolu hastalıkları, enfeksiyonlar ve alerjilerde artışa neden olduğu, özellikle çocuklarda menenjit hastalığı ile toz fırtınaları arasında önemli bir ilişki olduğu belirtiliyor.
Meteoroloji Genel Müdürlüğü Araştırma Dairesi Başkanlığı tarafından hazırlanan ve atmosferdeki mineral toz partikülleri üzerine yoğunlaşan bilgi notuna göre, özellikle çöllerden kalkan tozlar, dünya ekosistemi için büyük önem taşıyor. Atmosferin üst tabakalarına yükselerek uzun mesafeler kat edebilen bu tozlar, ekosistem üzerinde olumlu etkiler gösterse de, insan sağlığı için potansiyel riskler barındırıyor.
Her yıl çöllerden yaklaşık 2 milyar ton toz atmosfere karışıyor ve Sahra bölgesi, bu miktarın yaklaşık yarısına kaynak oluşturuyor. Bu tozlar, okyanus ve Amazon gibi bölgelere değerli mineraller taşıyarak gübreleme etkisi yaparken, aynı zamanda kronik sağlık sorunları olan bireyler için risk oluşturuyor.
Afrika tozu nedir?
Afrika tozu (Sahra tozu ya da çöl tozu olarak da bilinir), dünyanın en büyük çölü olan Sahra’dan yükselen ve atmosferin üst katmanları aracılığıyla binlerce kilometre öteye taşınabilen ince toz partikülleri olarak tanımlanıyor. Bu tozlar, Sahra Çölü başta olmak üzere, Arabistan Yarımadası, Asya (Gobi ve Taklamakan çölleri), Güney Amerika ve Avustralya gibi dünyanın farklı çöl bölgelerinden kaynaklanıyor.
Sahra bölgesinden her yıl atmosfere salınan toz miktarının, dünya üzerindeki tüm kaynaklardan salınan toz miktarının yaklaşık yarısı kadar olduğu biliniyor. Bu toz taşınımı, dünya ekosistemi için oldukça önemli kabul ediliyor ve taşınan mineraller okyanuslarda fitoplanktonların ve karalarda bitkilerin besin kaynağı olarak, önemli bir gübreleme etkisi yaratıyor.
Afrika tozu, içerdiği minik toz partikülleri ile hava kirliliğinin artmasına da sebep oluyor, bu da solunum yolu hastalıkları, enfeksiyonlar ve alerjilere yol açabiliyor. Özellikle kronik sağlık sorunları olanlar, yaşlılar, hamileler ve çocuklar için risk oluşturuyor.
Dünya Sağlık Örgütü‘nün raporlarına göre, hava kirliliği nedeniyle dünya çapında her yıl yaklaşık 7 milyon insan hayatını kaybederken, bu durumun ciddi bir kısmı dış ortam hava kirliliğinden kaynaklanıyor. Türkiye’de ise hava kirliliğine bağlı ölümlerin sayısı her yıl yaklaşık 30 bin olarak tahmin ediliyor.
Afrika tozu Finlandiya’ya kadar ulaşıyor
Afrika kıtasından kaynaklanan ve uzun mesafelere taşınan çöl tozu, iklim üzerinde, hava kalitesinde, kriyosferde ve ekosistemlerde çeşitli etkilere sahip. 21-23 Şubat 2021 tarihlerinde, Kuzey Afrika’daki bir kum ve toz fırtınasından kalkan tozlar, Finlandiya‘ya kadar taşındı. Bu olay, küresel operasyonel SILAM tahmin sistemi tarafından 5 gün öncesinden tahmin edildi ve geriye dönük bir analizle ana özellikleri doğrulanıp detaylandırıldı.
Finlandiya’da kar yağışı ve donan yağmur, tozu etkileyerek kar yüzeylerinin geniş bir alanda ciddi bir mineral tozu kirliliğine maruz kalmasına neden oldu. Bu, ülkenin güney kısmında nadir görülen bir durumdu. Bir vatandaş bilimi kampanyası ile, bilim insanlarının talimatlarına göre hazırlanan kirli kar örnekleri toplandı.
Kampanya, televizyon, radyo, gazeteler ve sosyal medya aracılığıyla geniş ulusal ilgi topladı ve Finlandiya’nın 525 farklı noktasından toz örnekleri alındı. Toplanan örnekler, bir atmosferik dağılım modelinin bu toz olayını simüle etme yeteneğinin araştırılmasında kullanıldı. Analizler, tozun 5 bin km uzaklıktaki geniş bir Sahra ve Sahel alanından geldiğini doğruladı.
Uzmanlar Afrika tozunun zararlarına karşı uyarıyor
Türk Toraks Derneği‘nin vurguladığı üzere, iklim krizi nedeniyle artan kuraklık ve çölleşme, insanların Afrika tozuna daha sık maruz kalmasına neden oluyor. Bu durum, solunum yolu hastalıklarının yanı sıra çeşitli sağlık sorunlarının artışına yol açıyor.
Özellikle Sahra Çölü‘nden havalanan ve Akdeniz bölgesine taşınan 4 milyon ton toz, havadaki partikül madde miktarını yüzde 35 oranında arttırarak, solunum, kalp ve damar hastalıkları ile hastane başvurularının, hastalık ve ölümlerin artmasına neden oluyor.
18 Haziran 2020’de NASA-NOAA’nın Suomi NPP uydusu, Kuzey Atlantik Okyanusu üzerinde büyük açık kahverengi bir Sahra tozu bulutunun görünür görüntüsünü yakaladı. Görüntü, Afrika’nın batı kıyısından kalkan tozun, batı Kuzey Atlantik Okyanusu’ndaki Küçük Antiller’e ulaştığını gösteriyor. NASA Worldview
Gaziantep gibi Türkiye’nin Doğu Akdeniz havzasında yer alan ve dünyanın iki büyük toz kaynağı olan Sahra ve Arap çölü tozlarına maruz kalan illerde yapılan araştırmalar, çöl fırtınası olan günlerde astım ve KOAH ile ilişkili acil başvurularının ve astım ölümlerinin arttığını gösteriyor.
Çöl tozları, doğal minerallerin yanı sıra sanayi ve tarım etkinlikleri ile oluşan kimyasal tanecikleri de içeriyor. 10 mikronun üzerindeki partiküller, akciğer hava keseciklerine ulaşamayıp, cilt tahrişi, göz sulanması, burun akıntısına neden olurken, 2.5 mikrondan küçük olan tanecikler solunum sisteminin içine tamamen ulaşabilir ve daha sonra kan damarlarına geçebilir. Bu tanecikleri soluyanlarda solunum ve kalp-damar hastalıkları ortaya çıkar veya var olan hastalıkları ağırlaştırır.
Deneysel çalışmalar, Afrika tozunun alt solunum sisteminde iltihabi bir cevap yarattığını ve insan kan dolaşımındaki hücrelerde iltihabi cevabı gösteren değişiklikler olduğunu ortaya koyuyor. Bu iltihap, çöl tozları üzerine yüklenmiş toksik madde miktarı ile orantılı olarak artıyor.
Türk Toraks Derneği, hava kalitesi bozulduğunda özellikle bebekler, çocuklar, yaşlılar ile astım, bronşit, anfizem, kalp hastalığı ve diyabeti olanların daha çok etkileneceğini ifade ediyor. Astım nöbetleri ve solunum zorlukları gibi sağlık sorunları ortaya çıkabilirken, uzun süre toza maruz kalanlarda kronik solunum ve kalp hastalıkları görülebilir.
Uzmanlar, önlem olarak şunları öneriyor:
Havada çöl tozu olduğunda kapalı ortamlarda kalmak,
Dışarı çıkılacaksa ağız ve burnu maske veya ıslak bezle kapatmak,