Ana Sayfa Blog Sayfa 985

Diyarbakır Newrozu polis engeline rağmen bu sene de yüz binlerle kutlandı

Dün İstanbul, Ankara ve İzmir‘deki kutlamaların yanı sıra, Van, Ağrı, Muş ve pek çok farklı ilde gerçekleşen Newroz kutlamalarının ardından yüz binler, her yıl büyük katılımla gerçekleşen kutlama için Diyarbakır Newroz Parkı‘nda buluştu.

Alanda 7 bine yakın polis bulundu, gün boyu süren polis saldırıları sonrası en az 298 kişinin gözaltına alınarak Diyarbakır Emniyet Müdürlüğü‘ne götürüldüğü bildirildi.

Sabah saatlerinden itibaren yurttaşların alana girmesini engelleyen polis, arama noktalarında insanları bekletti ve geleneksel Kürt kıyafetleriyle katılanların girişine engel oldu.

Polisin TOMA ve biber gazlı müdahalesine rağmen yurttaşlar alana girdi. Polis sahne önüne de çift sıra barikat ve 3 metrelik tel örgüler çekti, halk tepki göstererek barikatları aştı.

Polisin engelleme ve saldırıları üzerine HDP Milletvekili Ayşe Acar Başaran sahneye çıkarak polise, “Niyetiniz Newroz’u kutlatmamaksa, Kürt halkını tanımamışsınız.” diyerek seslendi.

Barikatları kaldırmalarını isteyen Başaran, “Halkın önünde hiçbir barikat duramaz. Bugün bu meydanda Newroz kutlanacak. Eğer halkın geçişine izin vermezseniz, bu alan olmazsa, Diyarbakır’ın bütün sokakları bizim için Newroz olacak. Diyarbakır Emniyet, Diyarbakır Valiliği, provokasyondan vazgeçin. Bugün burada Newroz’u engellemek istiyorlar” dedi.

Bu sözlerin ardından polis ve yurttaşlar arasında gerginlik çıktı ve 2 kişi gözaltına alındı.

Newroz Tertip Komitesi’nin konuşması ardından alanda Newroz ateşi yakıldı ve Hozan Kazo şarkı söyledi.

Alanda HDP Eş Genel Başkanı Pervin Buldan, konuşmasına “Bugün kardeşlik, eşitlik günüdür. Newroz ateşinin yandığı her meydanda Selahattin Demirtaş, Figen Yüsekdağ, Gültan Kışanak, Leyla Güven, Aysel Tuğluk, Ayla Akat var. Cezaevlerindeki bütün yoldaşlarımıza sevgi ve selamlarımızı gönderiyorum. Deniz Poyraz, Kemal Kurkut şahsında yaşamını yitiren bütün yoldaşlarımızı rahmetle anıyorum” sözleriyle başladı.

Buldan konuşmasının devamında kalabalığa şöyle seslendi:

“Newroz diriliştir, umuttur, barıştır, bize barışı, adaleti, demokrasiyi getirmesini temenni ediyorum. Newroz kadındır, gençliktir, sadece Kürtlerin değil her yerde direnen işçilerin, emekçilerin, milyonların bayramıdır. Bugün Amed halkı bir kez daha tarih yazdı. Hiç kimseye boyun eğmediğinizi gösterdiğiniz, tarih yazdınız. Barışta, onurlu yaşamda kararlı olduğumuzu tüm dünya ve Türkiye halklarına gösterdiniz. Herkes bu meydandaki mesajımızı iyi okusun, Ankara bu meydanları duysun”

Kürt sorunu ‘yoktur’ denilerek çözülemez

Buldan, “Türkiye halklarının, Kürtlerin geleceği için Kürt sorununun çözülmeye ihtiyacı var” diyerek, sorunların çözülmesi için elimizi taşın altına koymaya hazırız” ifadelerini kullandı.

Bu sorunları kamuoyuyla çözmekten yana olduklarını belirten Buldan, “Bir halkın iradesini cezaevine koyar, kayyumla gasbederseniz bu sorun çözülmez. Sorunu muhataplarıyla çözmek en doğru yoldur. İnkarla, yok saymayla bu meydanları boş tutmayı asla beceremezsiniz. Size biat etmeyeceğiz, sizin önünüzde diz çökmeyeceğiz. Bu sorunları sonuna kadar mücadele ederek çözme sözü veriyoruz. Bu ülkeye barışı, demokrasiyi, adaleti biz getireceğiz ama halkımızla birlikte getireceğiz. Bu Newroz’un barışa, adalete vesile olmasını yürekten diliyorum” dedi.

Reha Erdem’in sürdürülebilir filmi Neandria’nın kamera arkası: Yeşil bir set mümkün mü?

Reha Erdem’in Türkiye’de ekolojik olarak çekilecek bir sürdürülebilir film olarak tanıtılan yeni filmi Neandria, Türkiye sinemasına yeni bir bakış açısı kazandırıyor. Sürdürülebilir set anlayışıyla çekilen filmin oyuncu kadrosunda Ahmet Rıfat Şungar, Bülent Emin Yarar, İnci Nur Daşdemir, Nihal Yalçın, Nur Fettahoğlu, Serkan Keskin, Gizem Katmer ve Ayşegül Kopartan yer alıyor. Usta oyuncuları ve yeni keşifleri bir araya getirecek filmde Deniz İlhan ve rap müzisyeni Ozzy İsmail ilk oyunculuk deneyimleri ile perdede olacak.

Peki sürdürülebilir bir film yapabilmek mümkün mü? Soruyu Neandria’nın yapım ekibinden, sürdürülebilir yapım sorumlusu Kiraz Erdem’e yönelttik.

‘Küresel ısınmaya karşı herkesi harekete geçirmek istedik’

Öncelikle pandemi ile birlikte sürdürülebilirlik de çokça konuşulan bir konu haline geldi, Reha Erdem’in bir önceki filmi ‘Seni Buldum Ya’ da pandemi etkisiyle ortaya çıkmış bir yapımdı. Buradan hareketle sürdürülebilir filmin çıkışı da yine pandemi sürecinin etkisiyle birlikte mi gelişti? Fikrin çıkış noktasını anlatabilir misiniz? 

Pandemi sürecinin yanı sıra dünyanın gidişatı ve küresel ısınmanın dünya çapında artık gözle görülür hale gelmiş etkileri, herkesin harekete geçmesi konusunda uyarı niteliğinde. Çoğu sektörde yavaş da olsa adımlar atılmaya başlandı, kültür sanat da bu sektörlerden biri, olması da gerekiyor. Altı haftalık bir çekim sürecinde binlerce, hatta on binlerce pet şişe ile doğayı kirletebilmek, onca malzemenin sırf altı hafta için üretilip daha sonra çöp olması gibi şeyler artık dünyamız için kabul edilemez oldu.

Aslında herkes bunun farkında ama harekete geçmek zor geliyor. Biz de bu konuda herkesi harekete geçirme isteğiyle bu işe başladık. Yeşil setler ve sürdürülebilir yapımlar dünyada git gide artmaya başladı. Dileriz bundan sonra normal olan tüm setlerin sürdürülebilir olması olur. 

‘Filmin konusu da sürdürülebilirlik hedeflerimizle paralellik gösteriyor’

Filmde daha çok setin sürdürülebilir bir yapıda olacağı belirtildi. Fakat filmin konusu ve seçilen mekan itibarıyla Kazdağları çevresinde olmasının içerikte de bir ekoloji dostu mesajların verilme ihtimali olduğunu gösteriyor. Filmin konusu nedir ve varsa vereceği mesaj da doğa dostu bir açıdan mı ele alınıyor? 

Filmin konusu da sürdürülebilirlik hedeflerimizle paralellik gösteriyor. Film Neandria isimli bir antik kentin yanında bulunan küçük bir Anadolu köyünde geçiyor. Filmin ön figürü koşucu bir genç kız. Ekolojik anlamda, insan ilişkileri anlamında dünyada ne yaşanıyorsa, bütün ülkelerde, bütün şehirlerde, bütün köyler ve bütün evlerde aşağı yukarı aynısı yaşanıyor. Reha Erdem’in bu filmi hem yapım süreci hem içeriği ile dünya çapındaki sorunlara maruz kalmanın ötesinde izleyiciyi bir şeyler yapmak için harekete geçirme isteğini taşıyor. 

Sürdürülebilir film örneklerini dünya çapında çok kez görmüştük, bununla ilgili doğa dostu firmalarla çalışan film yapım şirketleri de var ancak sürdürülebilir film Türkiye’nin sinema sektörü için ne ifade ediyor? Bunun uygulanabilirliği nedir? 

Dünyada karbon ayak izini eksiksiz hesaplamak, doğaya zarar vermeyen enerji ve yöntemler kullanmak için çok daha fazla imkan ve hesaplama ölçütü var. Ancak Türkiye’de henüz imkanlar bu kadar gelişmiş değil. Özellikle de çekim yaptığımız Kayacık köyünde… Biz de bu imkanlarda bile nasıl ekolojik bir set sürdürebiliriz onu görmek, bir nevi bizden sonra benzer durumlarda olacaklara yol göstermek istedik. Yüzde 100 yeşil olmak, yalnızca yenilenebilir enerji kullanmak gibi hedefler bu şartlarda gerçekçi olmasa da elimizden geldiğince tasarruf etmeye çalışıyoruz.

‘Dokuz buçuk ton karbondioksit salımının önüne geçiyoruz’

Örnek verecek olursam; sette hiç jeneratör kullanmıyoruz, bu bize 3 bin 600L mazot tasarrufu sağlıyor. Böylelikle yaklaşık 9,5 ton CO2 salımının önüne geçmiş oluyoruz.

Hiç pet şişe kullanmıyoruz, onun yerine yeniden kullanılabilir SuCo. mataralardan kullanıyoruz. Bu sayede yaklaşık 7 bin 200 pet şişeden tasarruf etmiş oluyoruz. Ki biz küçük bir ekibiz, daha büyük ekiplerde bu sayı on binleri aşabiliyor. En küçük yeşil hareket bile çok büyük değişimler yaratıyor, önemli olan da bunu farkettirebilmek. 

Sette çalışanlar, oyuncular, teknik ekip vs. geri dönüşüm konusunda bilgilendirilecek mi? Yeme, içme, ulaşım gibi konular nasıl yönetilecek? Tüketim süreçlerini nasıl yönetmeyi planlıyorsunuz? 

Sete girmeden önce tüm ekip bilgilendirildi, herkes de bu konuda çok hevesli. Birlikte bir şeyler için çabalamak, doğru olanı yapıyor olmak güzel geliyor. Hiç basılı kağıt kullanmamaya çalışıyoruz. Senaryo, call sheet gibi kağıtlar mail yoluyla iletiliyor, çekim esnasında dijital olarak kullanılıyor. Daha önce de söylediğim gibi hiç pet şişe kullanmıyoruz onun yerine matara kullanıyoruz. Kağıt bardak da aynı şekilde. Çay/kahve için büyük termoslarımız var, cam bardakla ekibe dağıtıyoruz. 

‘Yemekleri yerel köy halkı yapıyor, atıklar kompost ediliyor’

Yemeklerimizi yerel köy halkından insanlar yapıyor, yemek malzemelerini de çevredeki yetiştiricilerden alıyoruz. İyi tarımla yetiştirilmiş ürünler kullanıyoruz. Bu sayede köyden işi olmayanlara iş de vermiş olduk. Bizim için pişen yemeklerin de miktarları bol, kalan yemekler tüm köye dağıtılıyor. 

Yemek atıklarımız organik olduğundan buradaki hayvanları beslemede kullanılıyor, beslenmede kullanılamayacak organik atıklar kompost ediliyor. Plastik, cam, kağıt gibi diğer atıklar için de geri dönüşüm kutuları yarattık. Set bitiminde kabul eden en yakın belediyelere teslim ediyoruz. 

‘Her hareketin köy halkına destek olmasına ve çevreye zarar vermemesine dikkat ediyoruz’

Ulaşım için birçok markadan elektrikli/hibrit araç istedik ancak olumlu yanıt alamadık, hala bulmaya çalışıyoruz. Bu nedenle araçlarımızla olabildiğince az km gitmeye çalışıyoruz. Karavan gibi araçlar zaten kullanmıyoruz. Hava yerine karadan ulaşım sağlamaya gayret ediyoruz. Bunların dışında bir köy tuvaleti yoktu, bizden sonra tüm köyün de kullanması için tuvalet yaptırdık. 

Set için alınan kostüm, kurulan dekorlar vs. çekimden sonra, işlerine yarayacaksa, köy halkına bırakılacak. Yapacağımız her hareketin öncelikli olarak çevreye zarar vermeyecek olmasına veya köy halkına destek olacak olmasına dikkat ediyoruz. 

Sürdürülebilir film yapımı hakkında bilmemiz gerekenler nelerdir? 

Zorlu bir süreç oluyor. En çok zorlayan da insan alışkanlıklarının değişmesi. Kağıt kullanmamak mesela, kimsenin alışık olduğu bir şey değil. Herkes senaryoyu elinde görmeye, üzerine not almaya alışık. Çekim esnasında basılı senaryo kullanamamak tüm ekibi zorluyor. 

Sürdürülebilir bir filmin maliyetleri ile alışılagelmiş bir setin maliyetleri arasında ne gibi fark var? Bütçe diğer filmlerden farklı mı hesaplandı? Set içerisindeki araçlar vs bütün bunların karbon hesaplaması yapılacak mı? Filmin karbon ayak izi üzerine beklentiler neler? 

Maliyet alışılagelmiş bir setin maliyetinden daha yüksek oluyor. Jeneratör yerine kullandığımız LED ışıklar mesela daha maliyetli. Alışılagelmiş bir sette örneğin 20 araba kullanılıyorsa biz 3 araba kullanıyoruz. Özel olarak ses ekibi, kamera ekibi arabalarımız yok. Dolayısıyla zamanımız da artıyor, bu da maliyeti artırıyor. Maliyetin yanı sıra daha erken kalkmak durumunda kalıyoruz, emek gücünü artırıyor. Karbon ayak izini de yapabildiğimiz kadar hesaplamaya ve azaltmaya çalışıyoruz. 

Set dışında filmin hikâyesinde/veya içeriğinde de doğa dostu ürünler ve parçalar mı kullanılacak? Kostümler buna dahil mi? Örneğin ambalaj tüketimini görecek miyiz filmde? 

Evet bahsettiğim gibi filmin hikayesi de doğa dostu bir açıdan ele alınıyor. Genellikle doğada çekim yapıyoruz onun dışında köyün düzenini ve yerlilerin günlük alışkanlıklarını bozmadan, olduğu gibi göstermeye çalışıyoruz. 

Birkaç sahnede ambalaj tüketimi de olacak. Kostümlerin bir kısmı buranın yerli halkından alınma, bir kısmı ise İstanbul’dan geldi, ikinci el kıyafetler. Daha sonra da buradaki köy halkına bırakılacaklar. 

Sette geri dönüşüm ve atık yönetimi nasıl yapılacak? 

Geri dönüşüm kutularımız olacak. Daha sonra ayrıştırma yapan belediyelere kendimiz götüreceğiz. Yemek atıklarını da, yenebilir olanlar hayvanlara verilecek diğer organik atıklar kompost edilecek.

Son olarak sürdürülebilir film ile amaçlanan nedir? 

Amacımız, Türkiye şartlarında yüzde 100 sürdürülebilir bir yapım henüz mümkün olmasa da elimizden geldiği kadar sürdürülebilir olmaya çalışmanın ne gibi farklar yaratabileceğini göstermek. Ayrıca izleyiciyi bir şeyler yapmak için harekete geçirmeyi amaçlıyoruz. 

TİP, zeytin yönetmeliğine karşı Muğla’ya yürüyecek

Türkiye İşçi Partililer (TİP), zeytinlik alanları maden sahasına açan yönetmeliği protesto etmek için Hatay ve Bursa’dan Muğla’ya yürüyecek. İki koldan yürüyüşün sonunda Muğla’da buluşan hak savunucuları, TİP İstanbul milletvekili Sera Kadıgil‘in de katılımıyla miting yapacak.

TİP, yaptığı açıklamada, “Yürüyüş ve miting ile zeytinlikleri ve doğayı yağmaya açan yönetmeliklere karşı köylünün, üreticinin, yöre halkının ve tüm doğa ve yaşam savunucularının sesinin yükseltilmesi, toplanan imzalarla Meclis’e giderek yönetmeliklerin geri çektirilmesi hedefleniyor” dedi.

23 Mart’ta Ege ve Akdeniz bölgeleri üzerinden iki koldan başlayacak yürüyüş boyunca her gün zeytinliklerin bulunduğu ve doğa direnişlerinin sürdüğü iller ziyaret edilecek, maden ve talan yönetmeliklerine karşı imza toplanacak. Hatay’dan ve Bursa’dan başlayacak yürüyüşün sonunda doğa savunucuları Muğla’da buluşacak.

27 Mart Pazar günü Muğla’da TİP ve Muğla emek, demokrasi ve ekoloji örgütlerinin katılacağı bir miting düzenlenecek.

Yürüyüş programı ve güzergahı şu şekilde:

  • 23 Mart: Bursa – Hatay
  • 24 Mart: Balıkesir – Adana
  • 25 Mart: İzmir – Mersin
  • 26 Mart: Aydın – Antalya

27 Mart’ta Muğla’da buluşacak yürüyüş kolları, miting için 13.00’da Akyol Parkı ve 14.00’da Sınırsızlık Meydanı‘nda toplanacak.

Ne olmuştu?

Resmi Gazete’de 1 Mart’ta yayımlanan yönetmelikle birlikte tapuda zeytinlik olarak kayıtlı olan alanlarında madencilik faaliyetlerinin önü açıldı. Yönetmelik, İkizköy’deki Akbelen Ormanı‘nda açılmak istenen kömür ocağı için yapılan bilirkişi keşfi öncesinde değiştirildi. İkizköylülerin avukatı Arif Ali Cangı yönetmelikle ilgili olarak “Sanki bizim keşfimizi bekler gibi yönetmelik değişti” demişti.

Yönetmelik zeytin sahasında madencilik faaliyetleri yürütülmesine ve bu faaliyetlere ilişkin geçici tesisler inşa edilmesine” Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı tarafından izin verilebilmesini sağlıyor.

Yönetmeliğe karşı pek çok ekoloji ve sivil toplum örgütü kararın iptaline yönelik dava açtı.

Resmi Gazete’de yayınlanan ‘Maden Yönetmeliğinde Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik’ şöyle:

“Ülkenin elektrik ihtiyacını karşılamak üzere yürütülen madencilik faaliyetlerinin tapuda zeytinlik olarak kayıtlı olan alanlara denk gelmesi ve faaliyetlerin başka alanlarda yürütülmesinin mümkün olmaması durumunda madencilik faaliyeti yürütecek kişinin faaliyetlerin bitiminde sahayı rehabilite ederek eski hale getireceğini taahhüt etmesi şartıyla Genel Müdürlük tarafından belirlenen çalışma takvimi içerisinde zeytin sahasının madencilik faaliyeti yürütülecek kısmının taşınmasına, sahada madencilik faaliyetleri yürütülmesine ve bu faaliyetlere ilişkin geçici tesisler inşa edilmesine kamu yararı dikkate alınarak Bakanlıkça izin verilebilir.”

Zeytinlikleri maden işletmelerine açan yönetmeliğe dava yağıyor

Muğlalı çevreciler vazgeçmiyor: Ağaoğlu’nun Bargilya Sulak Alanı’na inşaat projesi iptal edilsin

Muğla‘nın Milas ilçesindeki Bargilya Tuzla Sulak Alanı’nda yapılmak istenen inşaat projesine karşı tepkiler dinmiyor. Boğaziçi köyünde müteahhit Ali Ağaoğlu tarafından yapılmak istenen lüks konutlar, 197 kuş türünün üreme ve barınma yeri olan doğal yaşamı sona erdirecek.

Besim Tibuk ve Ali Ağaoğlu ortaklığındaki şirket, flamingoların cenneti olarak bilinen Tuzla Sulak Alanı kıyısında 480 bin metrekarelik alanda yaklaşık 16 bin kişilik tatil köyü yapmak için inşaat ruhsatını aldığını duyurdu.

Muğla Çevre Platformu (MUÇEP) üyeleri bugün, “Korumaktan yana olmak varken, ruhsat vermek nedir?” şiarıyla Milas Belediyesi önünde basın açıklaması yaptı. Açıklamaya TMMOB üyelerinin yanı sıra çok sayıda yurttaş katıldı.

MUÇEP Milas Sözcüsü Neşe Tuncer‘ın okuduğu basın açıklamasında Tuzla sulak alanının ne olursa olsun yapılaşmaya açılmaması, korunması istendi; “Doğa, kuş cenneti; rant ekonomisine feda edilmemeli” denildi.

Milas-Bodrum Havalimanı’nın da bulunduğu bölge, bir sulak alan ve yüzlerce kuş türüne ev sahipliği yapıyor. 1997’de tüm çabalara rağmen havalimanının yapımı engellenemedi. Şimdi de Milas‘ın kuş cenneti olan Boğaziçi Tuzla Sulak alanı da konutlaşma uğruna yok edilmek isteniyor.

Uluslararası ve ulusal yasalarca koruma altında

MUÇEP’in açıklamasından başlıklar şöyle:

“Muğla ili Milas ilçesi sınırlarında yer alan Bargilya Tuzla Sulak Alanı veya resmi kayıtlardaki ismi ile Milas Metruk Tuzlası Sulak Alanı,Tarım ve Orman Bakanlığı Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü Ulusal Sulak Alan Envanteri Yönetim Bilgi Sistemi’ndeki verilere göre 562 hektar büyüklüğünde olup, Ulusal Öneme Haiz Sulak Alan olarak 31 Temmuz 2019 tarihinde tescillenmiştir.

Sulak alan, bir lagün (deniz ile bağlantısı olan göl) ve bu lagünün çevresinde bulunan deniz börülcesi habitatları, çamur düzlükleri, tuzcul çayırlıklar, küçük adacıklar ve sazlıklardan oluşan bir doğal yaşam alanı kompleksidir.

Alanda bulunan kuş türlerinin başlıcaları flamingo, ak pelikan, cılıbıt türleri, poyraz kuşları, balıkçıllar, martı ve sumru türleri ve kış aylarında sayıları binleri bulan çeşitli ördek türleridir. Ayrıca alan ülkemizde mahmuzlu kız kuşunun kışladığı nadir alanlardandır.

Bu özellikleri ile alan hem Önemli Kuş Alanı hem de Önemli Doğa Alanı kriterlerine sahiptir. Alan gerek uluslararası mevzuat (Ramsar, Bern, Barcelona ve Biyoçeşitlilik Sözleşmeleri) gerekse ulusal mevzuat (Çevre Kanunu, Sulak Alanların Korunması Yönetmeliği ve Korunan Alanların Tespit, Tescil ve Onayına İlişkin Usul ve Esaslara Dair Yönetmelik) ile koruma altındadır.

Alan 26 Haziran 2021 tarihinde ve 4167 sayılı Cumhurbaşkanlığı kararı ile Kesin Korunacak Hassas Alan ilan edilmiştir.

Ekolojik koridora inşaat yapılacak

Tuzla Sulak Alanı, Milas Bodrum Havalimanı’nın batısında bulunan ve Tuzla gibi gerek ulusal gerekse uluslararası mevzuatla koruma altında olan Sarıçay Deltası ile de ekolojik olarak ilişkilidir. 

Bu iki sulak alan arasında kalan projenin yapılmak istendiği bölge, ekolojik bir köprü, koridor vazifesi görmektedir. Biraz önce bahsettiğimiz korunan alanlara dair yönetmeliğin 5. maddesinde “Korunan alanların içinde ve birbiriyle ilişkili korunan alanlar arasında, ekolojik koridorlar tesis edilir” der. Alan halihazırda mevzuata, canlı yaşamına, ekolojik karaktere uygun doğal bir koridor barındırmakta iken, bu ekolojik koridora yaklaşık 4 milyon 500 bin m2 alanda 63 ayrı parselde toplam 743 bin m2 inşaat yapılmak istenmektedir.

Üstelik bu sadece Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından onaylanmış ÇED raporunda yazan biçimidir. Çeşitli emlak kulisi sitelerinde nüfus ve kapsam çok daha büyük belirtilmektedir.

Sulak alan, canlı yaşamı için gereklidir

Hem insan yaşamı hem de bölgede yaşayan, kışlayan, üreyen ve barınan tüm canlılar için hayati öneme sahip bu nadide sulak alan, bölgedeki ekosistemi geri dönülmez biçimde tahrip edecek, içerisinde binlerce konut, alışveriş merkezleri ve hatta golf sahalarının da bulunduğu bir Turizm Kenti Projesinin tehdidi altındadır.

Bu proje ÇED raporundaki tüm bilimsel ve hukuki eksiklik ve hatalara rağmen “ÇED olumlu” kararı alabilmiştir. Bu karar bakanlık sayfasında 2 Haziran 2021’de duyurulmuştur.

ÇED raporu: Eksik bilgiler ve hukuksuz bir plan

Projenin ÇED raporu incelendiğinde itirazlarımız genel olarak şu başlıklar altında toplanmaktadır:

  •  ÇED Raporu’na dayanak olarak sunulan belge ve imar planları güncel değildir.
  • Planlanan alan hukuken “Turizm Merkezi” niteliğinde değildir. Bu nedenle Turizm Kenti kurulması hukuka aykırıdır. 2015 yılında Milas Belediyesi’nin açtığı dava ile tam da böyle bir sulak alanı koruma gerekçesi ile bu kazanım sağlanmıştır.
  • Tuzla Doğal Sit Alanı ve çevresi yeniden değerlendirilmek suretiyle Kesin Korunacak Hassas Alan olarak belirlenmiştir.
  • Raporda gerçeğe aykırı bir şekilde, bölgede orman alanı veya ağaç niteliğinde koruma alanı bulunmadığı belirtilmiştir. Bu güncel ve bilimsel bir saha çalışmasına dayanmamaktadır.
  • Bargilya Tuzla Sulak Alanı, 31 Temmuz 2019’da tescil edilmiş Ulusal Öneme Hai̇z Sulak Alandır. 
  • Bölgenin iklimsel durumu ÇED raporunda gerçeği yansıtmayacak şekilde tanıtılmıştır. İklim değişikliğine bağlı gerçekleşmesi öngörülen nesnel, bilimsel ve güncel, deniz suyu seviyesi yükselmesi, kuraklık gibi durumlar göz ardı edilmiştir.
  • ÇED raporunda proje için su temininin ters ozmoz yoluyla elde edileceği bildirilmiştir ancak kuyuların yerleri raporda bildirilmemiş, kıyıda açılacaklarının yazılmasıyla yetinilmiştir. Alınacak ve geri bırakılacak su miktarı, niteliği ve yeri gerek Tuzla gerekse peyzaj seviyesinde tüm kıyısal ve denizel ekosistem üzerinde etkilere sebep olacak, akifer sistemine zarar verecektir. Bu Sulak Alanların Korunması Yönetmeliği madde 8’e açıkça aykırıdır.
  • Projenin yapılması ve sonrasında oluşacak katı atıkların bertarafı konusunda ÇED raporunda detaylı bilgi verilmemiştir.
  • Proje sahası ve yakın çevresi Bern Sözleşmesi’ndeki Kesin Korunacak Hayvan Türleri listesinde bulunan hayvanların doğal yaşam ortamı olup koruma altındadır.
  • Raporda 1. ve 3. derece arkeolojik sit alanları bulunduğu belirtilmiş ve yapılaşma sınırı ile proje sınırı üst üste oturtularak bir koruma ve araştırma alanı bırakılmamıştır.
  • Projelendirilen “kasabanın” yapılmasında turizm açısından kamu yararı bulunmamaktadır. 1990’lardan bu yana bölgeye daha çok yerli ve yabancı ziyaretçinin gelmesini sağlayan doğal ve kültürel değerler, kısa vadeli rant hesapları nedeniyle geri dönüşsüz yok olacak, bölge halkının ana geçim kaynaklarından biri olan turizm orta ve uzun vadede bu durumdan hayli zarar görecektir. Hoş bir mutenalaşma gibi görünen fakat benzer örneklerde olduğu gibi bölge insanının kendi alanında varolmasını zorlaştırmak suretiyle yabancılaşmaya sebebiyet verebilecek, bölge insanının yıllardır yaşadıkları yerleri terk etmek zorunda kalmalarına neden olabilecektir.

Endişeliyiz

Şirket geçtiğimiz günlerde projenin Bargilya Tuzla Sulak Alanı ile ilişkisi olmayan “çevreci” bir proje olduğuna dair basında duyurular yaparak kamuoyunu yanıltma girişiminde bulunmuştur. Ne var ki, sulak alan ekosistemi kıyı ekosisteminden ayrı düşünülemeyeceğinden bu açıklama da bilimsel olarak gerçeği yansıtmamaktadır.

Projenin ve dava konusu ÇED raporunun ekolojik, yani doğal, kültürel, toplumsal ve tarihsel olanca değeri ve bağı, dolayısıyla yerel ekonomik dengeleri de geri döndürülemez biçimde yok edeceği, tam da projenin ve ÇED raporunun kendisiyle ortaya konmaktadır. Doğal, kültürel, toplumsal ve tarihsel değerleri ve bağları gerçekçi ve uzun vadeli korumak isteyen, ortak yaşam kültürüne sahip çıkan herkesin bu projeye karşı olacağını biliyoruz.

MUÇEP olarak ulusal ve uluslararası hukuka aykırı, ortak yaşam alanlarını, canlıları metalaştıran, odağına sadece sermayeyi, kısa vadeli rantı koyduğu gün gibi ortada olan bu projeye verilen ÇED olumlu kararının iptali için 1 Temmuz’da davamızı açtık. Talebimiz ÇED olumlu kararının ve projenin ivedilikle iptal edilmesi. Alana zarar verecek herhangi bir girişimin engellenmesi adına da yürütmenin acilen durdurulması gerekmektedir. Bu nadir yaşam alanı, onun yuva olduğu binlerce canlı, tarihsel değerler ve ortak yaşam adına çok endişeliyiz.

Bargilya Tuzla Sulak Alanı’nı birlikte yaşatmaya devam edelim.”

‘Tatlı su sizin değil halkın malıdır Ali Bey’

Bodrum Belediye Başkanı Ahmet Aras da, projeye Twitter’dan tepki vererek Ali Ağaoğlu’na şu sözlerle seslenmişti:

“Önce Bodrum’da olduğunu söyleyerek tanıttığınız, itirazımız üzerine Milas’ta olduğunu kabul ettiğiniz “suni cennet” projenize karşı sivil toplum örgütlerinin açtığı davalarda mahkeme tarafından tespit edilen bilirkişi heyeti, projenizin; 197 tür kuşun yaşadığı Tuzla Sulak Alanı’nı yok edeceğini tespit etti.

Ayrıca heyet ÇED raporu alabilmek için verdiğiniz “Su kaynaklarını olduğu gibi bırakacağız” taahhüdünüze rağmen, DSİ‘den habersiz olarak yaptığınız baraj ve göletleri de tespit etmiş! Ali Bey, membranlı göletlerle yönünü değiştirdiğiniz derenin akışı kesilen tatlı suyu, sizin şirketler grubunuzun değil, halkın malıdır. Özetle size demek istediğim, biz bu olup bitenleri görmezlikten gelmeyiz, gelmeyeceğiz.”

Bugün açıklamanın yapıldığı Milas Belediyesi’nin Başkanı Muhammet Tokat ise, “Eylemde açıklamalar yapıldıktan sonra biz de gerekli açıklamaları yapacağız. Toplumun yanlış bilgilendirilmesi ve yanlış yönlendirilmesi noktalarında rahatsızız. Sanki burada yeni bir planlama yapılıyormuş gibi bir algı var. Hayır, bu planlamalar yıllar önce yapılmış zaten. Bu planlamalar çerçevesinde burada bir yatırım var. Turizm anlamında çevre dengeleri düşünülerek yapılmış bir proje. Ben karşı durulmaması düşüncesi içerisindeyim.” sözleriyle projeyi savunmuştu.

 

Hem Güney hem Kuzey Kutbu’nda rekor sıcaklık: İklim bilimciler alarmda

Türkiye ve çevre coğrafyası mart ayında uzun süredir görülmeyen bir soğuk yaşarken, Dünya’nın her iki kutbunda da aynı anda aşırı sıcaklıklar kaydediliyor. Antarktika‘nın bazı kısımları bu ay ortalamadan 40 derece ve Kuzey Kutbu bölgeleri de ortalamadan 30 derece daha sıcak olarak ölçüldü. 

Antarktika’daki hava istasyonları, 18 Mart Cuma günü rekor sıcaklık kaydetti. Güney Kutbu’nda sonbahar gelirken, 3.234 metre yüksekliğindeki Dome Concordia istasyonu, ortalamadan yaklaşık 70 derece daha sıcak olan -12,2 santigrat derece; daha da yüksek Vostok istasyonu ise -17,7 santigrat derece kaydetti: Bu veriler tüm zamanların rekoru.

Yılın bu zamanında, normal koşullarda yazdan çıkan Antarktika’nın hızla soğuması ve Arktik’in ise günler uzadıkça kıştan yavaş yavaş çıkması beklenir. Her iki kutbun da aynı anda böyle bir ısınma göstermesi emsalsiz olarak değerlendiriliyor.

MeteoFrance kar bilimcisi Gaetan Heymes, sosyal medya paylaşımında, “18 Mart’ta Vostok’ta maksimum sıcaklık -17.7°C! Bir önceki rekoru neredeyse 15°C ile geride bıraktı. Bence bu, Haziran 2021’de Britanya Kolombiyası’nda merkezlenen yoğun sıcaklık dalgası kadar olağanüstü büyüklükte bir iklim olayıdır” açıklamasını yaptı.

ABD Ulusal Okyanus Atmosfer İdaresi hava durumu modellerine dayanan Maine Üniversitesi‘nin İklim Reanalyzer‘ına göre, Cuma günü Antarktika kıtasının tamamı 1979 ile 2000 arasındaki toplam sıcaklıkta  yaklaşık 8,6 derece daha sıcaktı.

Colorado‘daki Ulusal Kar ve Buz Veri Merkezi‘nden buz bilimcisi Walt Meier, halihazırda sıcak bir ortalamanın üzerine 8 derecelik ısınmanın olağandışı olduğunu söyleyerek, “Tüm Amerika kıtasının normalden 8 derece daha sıcak olduğunu düşünün” dedi.

Aynı zamanda, cuma günü Kuzey Kutbu da bir bütün olarak 1979-2000 ortalamasından 6 derece (3,3 derece) daha sıcaktı.

Uzmanlar karşılaştırma yapmak için şu bilgileri sıraladı: Dünya bir bütün olarak 1979-2000 ortalamasının sadece 1,1 derece (0,6 santigrat derece) üzerinde ve küresel olarak 1979-2000 ortalaması, 20. yüzyıl ortalamasından yaklaşık yarım derece daha sıcak.

Zıt mevsimlere rağmen iki kutup da eriyor

Ulusal Kar ve Buz Veri Merkezi‘ndeki yetkililer, Kuzey Kutbu’nun ortalamadan 50 derece daha sıcak olduğu ve Kuzey Kutbu çevresindeki alanların erime noktasına yaklaştığını da kaydetti.

Walt Meier, durumun Mart ortası için gerçekten sıra dışı olduğunu söyledi. Meier, Associated Press‘e verdiği demeçte, “Zıt mevsimlerde Kuzey ve güneyin aynı anda eridiğini görüyoruz. Kesinlikle olağandışı bir olay.”

Wisconsin Üniversitesi meteorologu Matthew Lazzara, “Böyle bir şeyin olduğunu görmek iyiye işaret değil” dedi. Doğu Antarktika‘daki Dome C-ii‘deki sıcaklıkları izleyen Lazzara, cuma günü  -10 santigrat derecelik sıcaklık kaydetti: Burada mevsim normali -43 santigrat derece.

Lazzara, “Bu, Mart ayında değil Ocak ayında görmeniz gereken bir sıcaklık. Ocak orada yaz mevsimi. Bu oldukça dramatik.” Meier, Pasifik‘ten güneye doğru sıcak ve nemli hava aktaran “büyük bir atmosferik dalga” olabileceğini, Kuzey Kutbu’nda Grönland kıyılarının kuzeyine Atlantik‘ten ılık hava dalgası geliyor olabileceğini belirtti.

Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli, geçen yıl, iklim biliminin kapsamlı  incelemesinin ilk bölümünde, halihazırda meydana gelen benzeri görülmemiş ısınma sinyalleri konusunda uyarmış, özellikle kutup erimesi gibi durumların, hızla geri döndürülemez hale gelebilecek bazı değişikliklere yol açtığı belirtilmişti. Geçen ay yayımlanan altıncı değerlendirme raporunda, iklim değişikliğinin halihazırda sadece 1,1 derece ısınmayla, dünyanın her bölgesinde yaygın bir bozulmaya neden olduğuna dikkat çekilmişti.

Kutuplar için 'benzeri görülmemiş olaylar' uyarısı - 5

Konuyla ilgili yapılan açıklamada, Pennsylvania Eyalet Üniversitesi‘nden  iklim bilimci Michael Mann, kaydedilen aşırı hava durumunun endişe verici ölçüde tahminleri aştığını belirtti: “Kuzey Kutbu ve Antarktika’nın ısınması endişe kaynağı ve aşırı hava olaylarının artması bunlara örnektir ve endişe nedenidir.”

Eski NASA baş bilimcisi ve otuz yılı aşkın bir süre önce hükümetleri küresel ısınma konusunda ilk uyaranlardan biri olan James Hansen de Guardian’a şunları söyledi: 

“Ortalama deniz buzu kalınlığı düşüyor, bu yüzden büyük deniz buzu kaybı için ortam olgunlaştı. Azaltılmış deniz buzu örtüsünün etkisi, artan sera gazlarının  neden olduğu Dünya’nın enerji dengesizliğini yükseltmektir. Sera gazları, giden ısı radyasyonunu azaltır, böylece gezegeni ısıtan net bir dengesizliğe neden olur.

Azaltılmış deniz buzu örtüsü, gezegensel enerji dengesizliğini artırır, çünkü karanlık bir okyanus, deniz buzundan daha az güneş ışığını yansıtır.”

Kutuplardaki ısınma tehlikeli seviyelere çıktı

Kutup bölgeleri, dünyanın geri kalanından iki ila üç kat daha hızlı ısınıyor ve iklim değişikliğine karşı en savunmasız bölgeler olarak kabul ediliyor. Eriyen buzul miktarındaki artış güneş ışınlarının yansıtılmasını önemli oranda azaltırken, buna bağlı olarak deniz ve toprak daha fazla ısınıyor ve bu döngü birbirini besleyerek küresel ısınma çok daha hızlanıyor.

Ulusal Kar ve Buz Merkezi, Kuzey Kutbu’ndaki buz kütlesini 15 Eylül’de 3,74 milyon kilometre kare olarak ölçmüştü. Bu miktar, bugüne kadar ölçülen en düşük 2. seviye. 

“Nature Geoscience” dergisinde yayımlanan araştırmada, Dünyadaki buzul alanlarının önceden düşünülenden çok daha az buz içerdiği tespit edilmiş ve bilim insanları okyanuslarda erime ve deniz seviyelerini yükseltme potansiyeli olan yüzde 20 daha az buzul buzunun bulunduğunu tahmin etmişti.

Leeds ve Edinburgh üniversiteleriyle University College London’da görevli bilim insanlarının yaptığı araştırmaya göre de 1994 yılından bu güne dünya üzerinde toplam 28 trilyon ton buzul eridi. Bu miktar İngiltere’nin tüm yüzeyini 100 metre kalınlığında donmuş bir su tabakasıyla kaplayacak kadar bir buz anlamına geliyor.

Communications Earth & Environment dergisinde yayınlanan yeni bir araştırmaya göre ise Grönland‘da 2019’da yaşanan yıllık buz kütlesi kaybı, 2012’de yaşanan bir önceki erime rekorunu yüzde 15 oranında geçerek kırdı.

ABD Havacılık ve Uzay Ajansı’nın (NASA) fotoğrafları da araştırmaları destekliyor. 1984 ve 2020 yıllarında çekilen Arktik deniz buzu görüntülerinde bölgede yer alan buzulların büyük çoğunluğunun 36 yılda eridiği görülüyor.

 

ORÇEV: Ordu Büyükşehir Belediyesi yanıltıcı bilgi veriyor

Ordu Çevre Derneği (ORÇEV), Ordu Büyükşehir Belediyesi’nin (OBB) 1. Ordu İdare Mahkemesi tarafından verilen yürütmeyi durdurma kararına rağmen kıyı dolgu ve düzenleme projesi çalışmasını durdurmaması üzerine ORÇEV Cumhuriyet Başsavcılığına suç duyurusunda bulundu. Ordu Büyükşehir Belediye Başkanı Hilmi Güler’in de Melet Irmağı ağzına balıkçı barınağının yapılacağı yönündeki açıklamasına tepki gösterildi.

Ordu Çevre Derneği Yönetim Kurulu adına yapılan açıklamada, “Ordu Büyükşehir Belediyesi tarafından Melet Irmağı ağzına yapmak istediği balıkçı barınağının yerinin uygun olmadığı ve ekolojik sorunlara neden olacağı gerekçesiyle dava açtık. Mahkeme de iddialarımızı olumlu değerlendirerek ‘yürütmeyi durdurma’ kararı verdi. İdare Mahkemesi’nde duruşmalı mahkememiz de tamamlandı. Süreç, karar aşamasında. Buna karşın Ordu Büyükşehir Belediye Başkanı basın açıklamasıyla balıkçı barınağının yapılacağı doğrultusunda bilgi veriyor. Mahkeme kararlarını önemsemiyor” denildi.

ORÇEV: Ordu Büyükşehir Belediyesi mahkeme kararına uymuyor 

‘Türk Milleti adına’

ORÇEV açıklamasında mahkeme kararının “Türk Milleti” adına verdiğini belirterek, “Ordu Büyükşehir Belediye Başkanı Hilmi Güler kendisini ‘Türk Milleti’nin üzerinde görüyor. Oysa belediye başkanlarını halk seçiyor. Yani halkın emir eri konumundadır. Deniz dolgusu ve kıyı düzenleme üzerine iki karar var. Rıhtım-Melet Irmağı arasındaki alandaki dolgu ve kıyı düzenleme Ordu İdare Mahkemesi tarafından kesin kararla yani Türk Milleti adına çalışmanın kesin olarak iptal etti. İkincisi de OBB Başkanı Güler’in ‘yapacağız’ dediği balıkçı barınağı. Burası için de Türk Milleti başlığı altında ‘yürütmeyi durdurma’ kararını itiraz yolu kapalı olarak verdi. Ancak Başkan Güler nedense bu kararları hiçe sayıyor. Türk Milleti adına verilen kararı önemsemiyor” ifadeleri kullanıldı.

‘Balıkçı barınağına karşı değiliz’

Derneğin barınağa karşı olmadığının belirtildiği açıklamanın devamında, “Balıkçılar için olmazsa olmaz olan barınakların kullanışlı olmasını istiyoruz. Barınakların daraltılmasına ve yapılan yere karşı çıkıyoruz. Bilirkişi heyeti bu konuda verdikleri raporla bizi haklı buldu. Karadeniz’de akıntılar batıdan doğuya doğrudur. Melet Irmağı’nın doğu tarafına yapılan balıkçı barınağı, akıntıyla batıdan gelen kumların, alüvyonların Melet Irmağı ağzına toplanmasına neden olacaktır. Bu nedenle balıkçı barınağı Melet Irmağı’nın 500-1000 metre doğusuna uygun bir yere yapılabilir” denildi.

Mahkeme kararına rağmen çalışmalara devam ettiği gerekçesiyle OBB hakkında suç duyurusu

Yapılan açıklamada kamuoyunun yanlış bilgilendirildiğini vurgulanarak, “OBB, kamuoyunu yanlış bilgilendirerek algı operasyonu yapıyor. Buna izin vermeyiz. Mahkeme kararına uyulmadığı, çalışmalara devam edilmesi nedeniyle Cumhuriyet Başsavcılığına suç duyurumuzu yaptık. Bundan sonraki süreç, yargıda ve kamuoyunun vicdanında” denildi.

İskeleye ilişkin dilekçe

Yapılan açıklamada OBB karşısında yıkılan büyük iskele hakkında yeniden OBB’ye dilekçe verildiğinden söz edilerek, “OBB karşısındaki büyük iskele yıkıldı. Yerine yenisi yapılıyor. Ancak dernek olarak aslına uygun olmasını istiyoruz. Bu nedenle iskelenin eninin ve boyunun ne kadar olduğuyla ilgili bilgi edinme hakkımızı kullanarak dilekçemizi verdik. İskeleyi oldu bittiye getirerek aslına uymayan bir biçimde yapılmasına izin vermeyeceğiz” denildi.

Çevre örgütlerinden Dünya Orman Günü’nde ‘Rantı değil ormanı koru’ çağrısı

21 Mart Uluslararası Ormanlar Günü’nün (International Day of Forests) bu yılki teması Birleşmiş Milletler tarafından; “Ormanlar ve Sürdürülebilir Üretim ve Tüketim” olarak seçildi ve bu temanın sloganı da “İnsanlar ve Gezegen İçin Sürdürülebilir Odunu Seç” olarak belirlendi.

Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 2012’de orman kaynaklarının önemini vurgulamak amacıyla 21 Mart tarihini “Dünya Ormanları Günü” ilan etti. Toplumların ormanlara yönelik ilgisini arttırmak amacıyla, 21 Mart 1971 tarihinde, Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) tarafından kabul edilerek, doğada yeni bir yeşerim döneminin başlangıcı sayılan 21 Mart Dünya Orman Günü, 1975’ten bu yana da ülkemizde de kutlanıyor.

WWF Türkiye‘nin raporuna göre; bir Akdeniz ülkesi olan Türkiye’de son 20 yılın istatistiklerine göre her yıl ortalama 2-3 bin orman yangını çıkıyor ve yaklaşık 7-8 bin hektar alan yanıyor. Bu yangınların her yıl ortalama 1-2 tanesi büyük veya tek başına en az 5 bin hektar alanı etkileyen, bir başka deyişle mega yangın. 28 Temmuz 2021’le başlayan 15 gün içinde, 54 ilde, 250’nin üzerinde orman yangını meydana geldi ve bu yangınlardan yaklaşık 150 bin hektar orman alanı etkilendi. Büyük yangın sayısı ise 16 oldu. Türkiye’de tarihin en büyük örnekleri olarak kayıtlara geçen yangınların, yalnızca doğa (bitki örtüsü ve yaban hayatı) üzerinde değil, yöre insanı üzerinde de sosyal, ekonomik, psikolojik etkileri oldu. Yangınlarda 13 kişi yaşamını yitirdi; köyler ve kırsal yerleşim alanları boşaltıldı.

Dün de Türkiye Ormancılar Derneği (TOD) Marmara Şubesi , Kuzey Ormanları Savunması (KOS), KESK/Tarım Orkam-Sen İstanbul Şubesi’nin 21 Mart Dünya Ormancılık Haftası etkinlikleri kapsamında Kadıköy’deki Karaköy İskelesi’nde basın açıklaması düzenlendi.

Açıklamada Kuzey Ormanları’nın Muhafaza Ormanı ilan edilmesi talebine değinildi. Eyleme Validebağ Gönüllüleri, Don Kişot Bisiklet Kolektifi, DAYKO Vakfı, TEMA, Greenpeace, İklim Adaleti Koalisyonu, Validebağ Savunması, İklim Öncüleri, İkizdere Gönüllüleri, Saros Gönüllüleri de katıldı.

https://twitter.com/dortayaklisehir/status/1505513626022649864?s=21

Kanal İstanbul gibi mega projelerin çözüm değil, rantı aşırı derecede yükselttiği ve nüfus artışını tetiklediği belirtilen açıklamada, “Binlerce ağacın kesilmesine tarım ve mera alanlarının yok edilmesine, doğal yaşam alanlarının bozulmasına rağmen hala ısrarla savunulan bu projelerin neden olduğu sorun, kent sınırını aşarak Marmara Bölgesinin tamamında Sakarya’dan İğneada’ya kadar tüm doğal ekosistemlerin sorunu haline gelmiştir. Marmara Bölgesi içerisinde, sadece İstanbul’da son 20 yılda yaklaşık 50.000 hektar ormanlık alan kaybı yaşanmıştır; yani orman tahribatı mega projelerle katlanarak artmıştır. Yakın gelecekte, bu projelerin çevresinde oluşacak rantı da eklediğimizde rakamlar en az 3-4 kat daha artacaktır” ifadelerine yer verildi.

Türkiye Ormancılar Derneği: Aşırı odun tüketimi ormanların geleceğini tehdit ediyor

Türkiye Ormancılar Derneği tarafından yapılan açıklamada ise aşırı odun üretimine vurgu yapıldı. “Aşırı odun üretimi ormanlarımızın geleceğini tehdit ediyor” ifadelerinin kullanıldığı açıklamada “Ülkemiz ormanları tüm kamuoyunca da bilindiği üzere ormanlardan verilen ve 750 bin hektarı bulan izinler ile orman yangınları nedeniyle hâlihazırda zaten tehdit altındadır. Ancak odun ham maddesine talebin artmasına bağlı olarak artan odun üretimi de ormanların sürdürülebilirliğini tehdit etmektedir” denildi.

Aşırı odun üretimini gündeme getiren Türkiye Ormancılar Derneği tarafından yapılan açıklamada “Ülkemizde, 23,1 milyon hektarlık bir alan kaplayan ormanlarımızdaki ağaçlar 1,7 milyar m3 kadar servete sahiptir. Bu ağaçlarımızın büyümesi sonucunda ormanlarımızda yıllık olarak 47,6 milyon m3 kadar bir artış gerçekleşmektedir. Ülkemizin odun hammaddesi ihtiyacı da artım olarak adlandırılan bu miktardan karşılanmaktadır. Fakat sadece son dört yıl içinde (2017-2021) 15,5 milyon m3’ten, 27,7 milyon m3’e çıkan endüstriyel odun üretiminde yüzde 78,7’lik bir artış yaşanmıştır” ifadeleri kullanıldı. Açıklamada şu sözlere yer verildi:

“Yakacak odun miktarı da dâhil edildiğinde yıllık odun üretimi miktarı 31,9 milyon m3’e ulaşmış ve ormanlarımızdaki yıllık artımın yüzde 67’si kesilir hale gelmiştir. Üstelik bu üretimin de yüzde 82’si, ülkemiz ormanlarının tamamından değil yaklaşık 9,7 milyon hektarlık bir kısmı olan ekonomik fonksiyona sahip ormanlardan gerçekleştirilmektedir. Ülke ormanlarımızın giderek artan ölçekte odun üretime konu edilmesi, boşluklu kapalı ormanların giderek artmasına, üretim ormanlarının da üretme gücünün düşmesine ve bunun sonucunda ormanların bozulmasına yol açmaktadır.”

‘Odun serveti azalmaya başladı’

Son yıllarda yıllık olarak gerçekleşen odun üretiminin planlanan odun üretimini (eta) oldukça aşmasının ve odun üretiminin yıllık artış oranının yıllık cari artımdaki artış oranının 30 katından fazlasına ulaşmasının, yıllık cari artımın artış oranında aşırı düşüşe neden olduğuna değinilen açıklamada “Bu gidişle yıllık cari artımdaki değişim kısa bir süre sonra negatif bir seyir izleyecektir. Diğer yandan yıllık cari artımdan (3,4 m3/hektar) daha fazla üretim (3,6 m3/hektar) yapılan ekonomik fonksiyona sahip ormanlarda aşırı odun üretimi nedeniyle, yıllık artımdan fazla üretim yapılmakta olduğu için, odun serveti azalmaya başlamıştır” denildi.

‘Ormancılık endüstrisinin ormanlardan beklentileri şiddetlenerek arttı’

Ülke ormanlarının getirildiği bu hale rağmen; ülke ormancılık endüstrisinin ülke ormanlarından beklentilerinin şiddetlenerek arttığına vurgu yapılan açıklamada, “Özellikle tomruk, ahşap ve odun esaslı levha sektörleri kapasitelerini, arz talep ilişkilerini ve ülke orman ekosistemine verilecek zararları gözetmeden hızla arttırmaktadır. Bunun nedeni; 2018’den sonra Türk lirasının döviz türleri karşısında değerini hızla yitirmeye başlaması ve odun hammaddesi ithalatına bağlı olarak plansız şekilde üretim kapasitesini arttırmakta olan, başta odun esaslı levha sektörü olmak üzere, orman ürünleri sanayisine ucuz hammadde sağlama isteğidir” ifadeleri kullanıldı.

‘Ucuz hammadde için ülke ormanları kurban edildi’

Türkiye Ormancılık Derneği’nin açıklamasında şu sözlere yer verildi:

“Bu sektörlerin ucuza hammadde sağlaması ve kazancını arttırması için, ülke ormanları kurban edilmiştir. Diğer yandan biyokütle enerji üretim tesislerinde odun yakmaya yönelik girişimler de ülke ormanları için büyük bir tehdit oluşturmaktadır. Diğer yandan; Türk lirasının döviz karşısında değer kaybetmesiyle birlikte tomruk ve kereste odununun 2015 yılında 40 bin ton olan ihracat miktarının 2021 yılına gelindiğinde artarak 354 bin tona çıkması, buna karşılık 2015 yılında 1,4 milyon ton olan ithalat miktarının da 2021 yılında 316 bin tona düşmüş olması ülkedeki odun üretimi ve tüketimindeki yanlış politikaları kanıtlar niteliktedir.”

Aşırı odun üretiminin orman ekosistemlerine ve ülke ormancılığına verdiği bu zararları, Dünya Kaynakları Enstitüsü (World Resources Institute)’nün Küresel Orman Değerlendirmesi raporlarında Türkiye ile ilgili verdiği bilgilerden test etmenin de mümkün olduğunun belirtildiği açıklamada “Enstitü linklerinde yer alan grafiklere göre; Türkiye orman örtüsündeki kayıplar, ülkedeki aşırı odun üretimine paralel olarak 2018 yılından sonra hız kazanmıştır. Ayrıca örnek vermek gerekirse bu rapora göre; 2019 yılında 36,1 bin hektar olan Türkiye ormanlarındaki orman örtüsü kaybının 33,8 bin hektarının ormancılık faaliyetleri sonucu meydana geldiği görünmektedir” denildi.

‘Şirketleri memnun etmek yerine toplum hizmet edecek politikalar getirilmeli’

“Odun kökenli ürünlerin ithalat ve ihracatıyla ilgili hedef ve politikalar, belli şirketleri memnun etmekten çok, orman kaynaklarımızın kapasiteleri de göz önünde tutularak topluma hizmet edecek hale getirilmelidir. Bunun için her şeyden önce şeffaf ve katılımcı bir yönetim anlayışı gereklidir” ifadelerinin kullanıldığı açıklamada şu sözlere yer verildi:

“Ormancılık etkinliklerinin koruma, bakım, geliştirme noktasında arttırılması gerekirken, ormanların korunması yerine, “ekonomik büyüme” için gözden çıkarılması hedefinin iktidarlar tarafından ortaya konulması kabul edilemez bir durumdur.”

Dernek tarafından yapılan açıklamada ormanların 2053 karbon net sıfır emisyon hedefi için sahip olduğu öneme şu sözlerle değinildi:

“Günümüzde ormanlarımız, hem iklim değişikliğine bağlı olarak şiddetlenen aşırı hava olaylarının önlenmesi, hem de 2053 yılı için konulan net sıfır karbon emisyonu hedefinin sağlanması için artan bir öneme sahiptir. Kamu yararı ve ekonomik gerekçelerle ormanlarımızı ormancılık dışı uygulamalara açarak ve sürdürülebilir olmayan aşırı odun üretimi yaparak, ormanlarımızı ve geleceğimizi kaybettiğimizin bir an önce farkına varılmalıdır.”

WWF Türkiye: Yeni orman yangınları çağına hazırlıklı mıyız?

WWF-Türkiye (Doğal Hayatı Koruma Vakfı), doğanın uyanışı sayılan 21 Mart Dünya Orman Günü’nde geçen yaz yaşanan büyük orman yangınlarının doğa ve insan üzerindeki etkilerini anımsatarak ‘Akdeniz Bölgesi’ndeki Büyük Orman Yangınlarının Ekolojik ve Sosyo-Ekonomik Etkileri‘ raporunu duyurdu. Rapor değişen iklimsel ve toplumsal koşullara bağlı olarak ölçeği, şiddeti ve sıklığı artan yangınlara yönelik yaklaşımlarımızı, güncel gerçekler ışığında hızla gözden geçirerek geliştirmemiz, önleyici tedbirler alınması ve hazırlıklı olunması gerektiğine dikkat çekiyor.

Gündoğmuş yangını sonrası hızla çimlenmiş sandal ağacı

WWF-Türkiye, 2021 yazında ülkede yaşanan tarihi orman yangınlarını takiben Natura Doğa ve Kültür Koruma Derneği’nden bir grup akademisyenin işbirliği ile hazırlanan raporu 21 Mart’ta kamuoyuna sundu. Rapor, yangın öncesi, sırası ve sonrasına dair önerilerde bulunuyor.

WWF-Türkiye Genel Müdürü Aslı Pasinli, tarihi orman yangınları nedeniyle Türkiye’nin derinden sarsıldığı 2021 yazının hem çaresiz hissedilen hem de toplumun birbirine kenetlendiği bir dönem olduğunu hatırlattığı açılış konuşmasında, el ele vererek, yangınla mücadelede gösterilen seferberliği yangınları önlemek için göstermenin birlikte mümkün olduğunu vurguladı.

30 bin kanatlı hayvan yok oldu

Son 20 yılda yanan alanların toplamına eşit olan bu büyük yangın dalgasından en çok etkilenen iller Antalya (82 bin ha) ve Muğla’ydı (62 bin ha). Antalya’nın Manavgat, Alanya, Akseki ve Gündoğmuş ilçelerine bağlı 56 köy ve mahalle ile Muğla’nın Bodrum, Milas, Seydikemer, Köyceğiz, Marmaris, Kavaklıdere, Menteşe, Yatağan ve Dalaman ilçelerine bağlı 107 köy/mahallede toplam 8 bin 376 çiftçiye ait, 49 bin 200 dekar ekili/dikili üretim alanı ve 565 dekar örtü altı üretim alanı yangınlardan etkilendi. Toplam 265 büyükbaş, 3 bin 994 küçükbaş, 30 bin 462 kanatlı hayvan yok oldu.  Bin 891 alet-makine, 954 ton depolanmış ürün kullanılamaz hale geldi, 9.535 tarımsal yapı etkilendi. Yörede kızılçam ormanlarına bağlı olarak yapılan arıcılık ve yerel/ulusal ekonomi için önem taşıyan coğrafi işaretli Marmaris çam balı ve Milas zeytinyağı üretimi ile kekik, defne gibi odun dışı orman ürünleri üretimi büyük zarar gördü.

Büyük yangınlardan en fazla etkilenen Kızılçam Ormanları oldu

Dr. Sedat Kalem: Ormanlarımızı korumak ancak birlikte mümkün

“Yanan ormanlarla birlikte biz canlılar da aynı zamanda bir ekosistemin onlarca yıl boyunca biriktirdiği tüm doğal maddi manevi değerlerden ve ormanların sunduğu biyoçeşitlilik, iklim düzenleme, toprak ve su koruma, ruh ve beden sağlığı gibi henüz parayla ölçülemeyen birçok ekosistem hizmetinden de yoksun kalmış olduk” diyen WWF-Türkiye Doğa Koruma Direktörü Dr. Sedat Kalem, sözlerini şu şekilde sürdürdü:

“Geçtiğimiz yaz yaşadığımız acı tecrübe gösterdi ki; gelecekte ölçeği, şiddeti ve sıklığı artması beklenen büyük orman yangınlarına karşı yeterince hazırlıklı değiliz. 2021 yangınları aynı zamanda yeterli kapasiteye sahip söndürme filosuyla, kendi ayakları üzerinde durabilen bir yapıya ihtiyacımızı da gözler önüne seren bir uyarı niteliğindeydi. Bununla birlikte, başlangıçta hakim olan endişe kısa zamanda örnek bir toplumsal dayanışma seferberliğine dönüştü.”

Manavgat yangın alanında sürgün veren bir kapari bitkisi üzerinde kelebek tırtılları

Kalem ayrıca “Türkiye’den ve dünyadan ulaşan destekler, Tarım ve Orman Bakanlığımızın izni ve Muğla Büyükşehir Belediyesi, sivil inisiyatifler, özel sektör işbirliği ile harekete geçirdiğimiz “kırmızı helikopter” yangın söndürme filosuna katılarak yedi gün içerisinde 57 saat çalıştı, yüzlerce hektar ormanın korunmasına katkı sağladı. Gönüllü veteriner hekimler için sağladığımız ilk yardım malzemeleri ile çok sayıda canlının yarası sarıldı. Toplum olarak ormanlarımızı korumanın “Birlikte Mümkün” olduğunu gösterdik. Ancak muhtemel yeni yangın dalgalarına karşı şimdiden çok daha hazırlıklı olmalıyız” dedi.

Dr. Okan Ürker: Yanan ormanların geri kazanımında esin kaynağımız doğa

Yapılan alan çalışması sırasında bölgedeki geleneksel çam balı, zeytin, kekik, defne, adaçayı üretiminin büyük zarar gördüğünü ve Manavgat’a bağlı köylerde konteynerli yaşamın devam ettiğini hatırlatan, Sosyal Çevre Bilimleri Uzmanı Ekolog Dr. Okan Ürker, 2021 yangınlarının afet yönetimi kadar toplum psikolojisinin doğru yönetilmesine ilişkin ihtiyacı da ortaya koyduğunu söyledi. Ürker, şöyle devam etti:

“Bölgedeki büyük yangınlardan en çok etkilenen bitki örtüsü 0-1000 metre arasındaki kızılçam ormanları ile maki ve frigana toplulukları oldu. Akdeniz ekosistemlerinin bu baskın bitki örtüsünün yangına uyum becerisi yüksek. Bununla birlikte daha yükseklerdeki karaçam, karaçam-ardıç ormanları ile endemizm oranının yüksek olduğu alpin çayırlar da bir miktar etkilendi.”

Yangından hemen sonra orman içi açıklığa dönmüş bir kızılbaşlı örümcek kuşu

“Ancak, iklim değişikliği ve yangın ekolojisi açısından bakıldığında bunların yangına karşı göstereceği uyum potansiyeli kızılçam ve maki kadar belirgin değil” diyen Ürker, “Yangın sonrasında hızla yeşeren bitkiler, ekosistemin doğal rejenerasyon potansiyeli hakkında önemli ipuçları veriyor. Yanan ormanların geri kazanımında esin kaynağımız doğa olmalı. Geniş alanlarda entansif mühendislik çalışmaları yerine mümkün olduğunca doğal restorasyon yöntemleri tercih edilmeli” öneridinde bulundu.

Dr. Yasin İlemin: Yaban hayatı için habitat adacıkları oluşturulmalı

Başta karakulak olmak üzere bölgenin yaban hayatı üzerine çalışmalar yürüten, Dr. Yasin İlemin de “Büyük yangınlar esnasında yavaş hareket eden türler hariç, birçok sürüngen, kuş ve memeli yangını hissettiği anda sahayı terk etti. Doğrudan yangın ve dumanla zehirlenme sonucu ölen canlı sayısı çok değil; ama en büyük kayıp, yaban hayvanlarının yer değiştirmeleri sırasında insan kaynaklı kazalar ile oldu” dedi.

İlemin, “Uzun vadede habitat kayıplarının yerine konmaması sonucu da dolaylı yollarla kayıplar artacak. Yangınların sıklığına bağlı olarak, yaban kedisi gibi Akdeniz’de belli bir habitata özelleşmiş türlerin doğal yaşam ortamları tamamen yok olabilir. Bu da türün varlığını tehlikeye sokabilir. Bu nedenle yangın sonrası alanda yapılacak uygulamalar da çok önemli. Restorasyon ya da ağaçlandırma çalışmaları yapılırken yaban hayvanlarının kısa zaman sonra bu alanlara geri döneceği dikkate alınmalı; teşvik edilmeli. Bu amaçla, kendi haline bırakılmış habitat adacıkları ayrılmalı. Çünkü kuşlar, böcekler, memeliler böyle yerleri tercih eder” ifadelerini kullandı.

Prof. Dr. Çağatay Tavşanoğlu: Akdeniz ormanlarının ve insanın yeniden ayağa kalkma potansiyeli var

“Orman yangınları genellikle felaketle yüz yüze geldiğimizde farkına vardığımız bir gerçek. Oysa bunun bir öncesi ve bir de sonrası var. Söndürme konusuna verdiğimiz önemi ve gösterdiğimiz titizliği, önleyici çalışmalarda ve yangın sonrası süreçte de göstermeliyiz. Aslında yangınlar karşısındaki başarımız, toplumsal bir bütünlük içinde, yangın öncesinde ve sonrasında yaptıklarımıza ve süreci nasıl yönettiğimize bağlı” diyen Yangın Ekolojisi Uzmanı Prof. Dr. Çağatay Tavşanoğlu da şunları söyledi:

“Yangınlarla evrimleşmiş Akdeniz ormanlarının ve insanın yeniden ayağa kalkma potansiyeli var. Bunu saha çalışmalarımızda da tespit ettik. Yanan bazı alanlarda hızla başlatılan çalışmalarda ise geniş alanda ağır makinelerle yoğun toprak işlemesine dayalı uygulamalar görüyoruz. Bunlar toprağa zarar verebilir, sürgün veren bitkiler ve topraktaki tohum bankası tahribata uğrayarak biyoçeşitlilik bundan olumsuz etkilenebilir.”

“Tek türe dayalı plantasyonlar, ekosistemi, dış etkilere karşı kırılgan hale getirebilir. Özellikle yanmış kızılçam alanlarında ve makiliklerde harekete geçmeden önce bir süre bekleyerek, yapılacak gözlemlere göre müdahalenin belirlenmesi yerinde olur” ifadelerini kullanan Tavşanoğlu, şöyle konuştu:

“Doğal yolla alanda yeterli miktarda fidenin görülmesi halinde, alan kendi seyrine bırakılabilir ya da tohum takviyesi ile alandaki çam varlığının desteklenebilir. Oluşturulacak tür ve habitat çeşitliliği, alanı biyolojik olarak zenginleştirdiği gibi ekosistemin iklim değişikliğine karşı direncini artırır. Bu nedenle her vakanın, sükûnetle kendi özelinde değerlendirilerek en uygun müdahale biçiminin buna göre belirlenmesini öneriyoruz. Raporumuzda da; kızılçam, maki, karaçam, zeytinlik, akarsu vejetasyonu gibi farklı habitatlara yönelik öneriler sunuyoruz. ”

‘Ormanlarımızda koruma hedefi önceliklendirilmeli’

Toplantının kapanışında Avustralya’da yaşanan büyük orman yangınlarından sonra tarihi bir karar alınarak, doğal ormanların kesilmesine son verildiğini hatırlatan WWF-Türkiye Doğa Koruma Direktörü Dr. Sedat Kalem, 2021 yangınlarından sonra ülkede bazı avlakların kara avcılığına kapatılmasını olumlu karşıladıklarını söyledi. Kalem, sözlerini şöyle tamamladı:

“Ormanlarımıza büyük bir darbe vuran yangın dalgasından sonra, son yıllarda ülkemizde hızla yükselen odun üretimi ve alan tahsisi gibi uygulamalar yenidien gözden geçirilmeli. Güncel iklimsel ve toplumsal gerçekler ışığında, orman yönetiminde artık odun üretimi yerine, ormanların sunduğu ekosistem hizmetlerini gözeten koruma hedefi önceliklendirilmeli. Akdeniz kuşağında karşı ormanlarımızın iklim değişikliğine direncini arttırmak için, tür ve habitat çeşitliliği korunmalı, genetik çeşitlilik desteklenmeli, kuraklığa dayanıklılığı yüksek ardıç, meşe gibi türlerle ormanlardaki su stresi azaltılarak, orman toprağı korunmalı.”

“Akdeniz Bölgesi’ndeki Büyük Orman Yangınlarının Ekolojik ve Sosyo-Ekonomik Etkileri” Raporuna Göre, Yangın Öncesi-Esnası-Sonrası için Sunulan Önerilerden Bazıları:

  • Erken uyarı ve hızlı müdahaleyi kolaylaştıracak yeni teknolojik uygulamaların (aplikasyonlar, vb.) ve yenilikçi çözümlerin geliştirilmesi,
  • Yangın riskinin yüksek olduğu ziraat-orman, iskân-orman arakesitlerinde yanıcı madde azaltma, tampon bölge oluşturma, çöp temizleme, yangına dirençli bitkilendirme çalışmaları,
  • Orman yangınlarıyla mücadele için su kaynaklarının korunmasına ve yeterli miktar ve kapasitede su rezervlerinin oluşturulmasına yönelik faaliyetler (ör. su toplama sarnıçları, çukurları, kurak bölgelerde yağmur hasadı, su rezervlerinin birbirlerine dizel pompalar ve yanmaz yangın hortumları ve su topları ile bağlanması vb.),
  • Riskli bölgelerde insansız hava araçları ile yaz aylarında düzenli hava kontrollerinin gerçekleştirilmesi,
  • Yangın risklerine karşı, yerel, sivil yangın gözetim, istihbarat ve acil müdahale sistemlerinin/ ağlarının geliştirilmesi,
  • Coğrafyamıza ve ulusal koşullarımıza uygun, yüksek kapasiteli ve etkin çalışan yangın uçağı, helikopter, hava aracı ve yangın söndürme filosunun oluşturulması,
  • Doğal gençleştirmeye konu olacak sahaların belirlenmesi; alanın doğal süreç içinde kendini yenileyebilmesi için gerekli koşulların sağlanması,
  • Yaban hayatının barınabilmesi ve habitatların sürdürülebilirliği için yeterli miktarda ağacın yanmış da olsa sahada bırakılması,
  • Yeniden ormanlaştırma hedefine yönelik uygulama planınlarının yapılması, yanan alanlarda gerçekleştirilecek toprak işleme faaliyetlerinin yeri, şiddeti ve yönteminin belirlenmesi,
  • İklim değişikliğine bağlı olarak sıklaşması beklenen büyük yangınlar sonrası restorasyon çalışmalarına hazırlıklı olmak amacıyla tohum stokları oluşturulması (tohum bahçeleri, tohum meşcereleri, tohum toplama sahaları, gen koruma ormanları)
  • Öncelikle doğal rejenerasyonun esas yöntem olarak kabul edilmesi, yeterli tohum kaynağının olmadığı sahalarda doğal gençleştirmenin tohum takviyesi ile desteklenmesi,
  • Makilik alanların yeniden makiye dönüşebilecek şekilde restore edilmesi. Dik, sarp, kayalık ve taşlık alanların doğal seyrine bırakılması,
    Erozyon riskinin yüksek olduğu alanlarda erozyon kontrol tedbirlerinin alınması,
  • Sosyal alanda, yangınlardan zarar gören vatandaşların uğradıkları zararların giderilmesi; hayvancılık ve arıcılık faaliyetlerinin desteklenmesi,
  • İklim değişikliğine uyum kapsamında yapılan çalışmaların ve doğal süreçlerin takibi için yangın sonrası daimî gözlem alanlarının oluşturulması.

TEMA: Bize hayat veren ormanları ve suyu yaşatalım

TEMA Vakfı, 21 Mart Dünya Orman Günü ve Orman Haftası ile 22 Mart Dünya Su Günü’nde, insanların karşı karşıya kaldığı en büyük iki tehdidin iklim krizi ve biyolojik çeşitlilik kaybı olduğunu belirterek, su ve orman ilişkisini değerlendirdi. Kullanılabilir suyun yüzde 50’sinden fazlasının ormanlardan geldiğini açıklayan Vakıf, ormanları korumanın iklim değişikliğiyle mücadele için vazgeçilmez olduğunu hatırlatıyor.

İklim krizi ve biyolojik çeşitlilik kaybı; su ve gıda güvenliğinden sağlık sorunlarına, aşırı hava olaylarından iklim kaynaklı göçlere kadar yol açtığı büyük sorunlar sebebiyle dünyanın en büyük tehditleri olarak değerlendiriliyor. Bu sorunların çözümü için ilk sırada suyun ve ormanların korunması ile orman varlığının artırılması yer alıyor.

Ormanların insanlar için sayılamayacak hizmetler sunduğunun altını çizen TEMA Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Deniz Ataç, bu özel günde ormanların insan sağlığı için önemine vurgu yaparak, bu doğal varlıkların titizlikle korunması gerektiğine dikkat çekti.

Ataç; “Ormanlar; okyanuslardan sonra en büyük karbon yutaklarıdır. Dünya ormanları, barındırdığı 60 bin ağaç türü, yüzbinlerce böcek, mantar, bitki türü ile dünya karasal biyolojik çeşitlililiğin yüzde 80’inden fazlasına yuvadır. İnsanların yüzde 50’sinden fazlasının suyu yine ormanlardan geliyor. 2,4 milyar insanın mutfaklarında yemekler odun enerjisi ile pişiyor, 1 milyar insanın gıda temininde ormanlardan toplanan mantar, meyve, yaban hayatı, orman içi sulardan elde edilen balıklar önemli bir yer tutuyor. Ormanlardaki biyolojik çeşitliliğin insanlığa armağanı olan odun dışı ürünler kırsalda insanlara gelir, yiyecek ve ilaç oluyor” diyerek ormanların yaşam için önemine dikkat çekti.

Ancak ne yazık ki dünyada orman varlığı hızla yok edildiğinin altın çizen Ataç, “Son 300 yılda Amerika Birleşik Devletleri’nin yaklaşık 1,5 katı kadar orman alanı yok edildi. Bu orman kayıplarına son 10 yılda ise 147 milyon hektar (Türkiye’nin yaklaşık iki katı) orman alanı daha eklendi. Son 50 yılda sadece yaşamı ormana bağlı türlerdeki kayıp yüzde 47 oldu. Bununla birlikte iklim krizinin etkisiyle yaşanan orman yangınlarındaki artış da bu çok kıymetli doğal varlıklarımızın yok olmasına sebep oluyor” dedi.

‘Her orman tahribatı iklim değişikliği sorunlarının artması demektir’

Ataç, “Her bir orman tahribatı, iklim değişikliği ve biyolojik çeşitlilik kaybının yarattığı sorunların artması demektir. Çeşitli amaçlarla tahrip edilen ormanların kaybı; yaşamın kaybıdır. Bugün büyüme odaklı, doğayı ve doğanın yarattığı hizmetleri yok sayan ekonomik anlayış da orman tahribatının ana nedenlerindendir” ifadelerini kullandı.

‘Ülkemizde yasalar yangınlardan daha fazla orman tahribatına sebep oluyor’

Deniz Ataç

Küresel olarak gerçekleştirilen orman tahribatları, iklim krizi ve biyolojik çeşitlilik kaybının ana nedenlerini oluşturuyor. Ataç, orman alanlarında madencilik, enerji, turizm, ulaşım, alt yapı yatırımları vb. gibi ormancılık dışı uygulamalar için verilen izinlerin, orman varlıkları için tehlike oluşturduğunu vurgulayarak şu ifadeleri kullandı:

“Son yıllarda ülkemizin orman varlığının artması herkesi sevindirse de, ormancılık dışı uygulamalar için verilen izinler ormanların tahribine neden olurken, biyolojik çeşitliliğin azalmasına neden olan parçalanmayı da artırıyor. Ormanlarda, 2012-2020 yılları arasında madencilik, enerji ve diğer kullanımlar için verilen izinlerin miktarı 450 bin hektarı geçti. Bu oran, aynı dönemde yanan 87 bin 342 hektar orman alanının yaklaşık beş katını oluşturuyor. Son yıllarda Turizmi Teşvik Kanunu’ndaki değişiklikler ile Orman Kanunu’na eklenen EK-16 maddesi ile yasalarda orman tahribatına neden olan uygulamaların kapsamının daha da genişletilmesi orman varlığımız için büyük risk oluşturuyor.”

‘Ormanlar, iklim krizi ile mücadele ve biyolojik çeşitlilik kaybının önlenmesinde anahtar role sahip’

İklim krizinin ve biyolojik çeşitlilik kaybının; kuraklık, sağlık sorunları ve salgınlarda artışa, verimli tarım arazilerinde kayıplara, su ve gıdaya erişimde sorunlara sebep olacağına vurgu yapan Ataç şöyle konuştu:

“Ormanlar; iklimi düzenleme, su temini, sel ve taşkınları önleme, kuraklık etkilerini azaltma işlevleri ve sahip olduğu biyolojik çeşitlilik nedeniyle, iklim kriziyle mücadele ve biyolojik çeşitliliğin korunması konularında anahtar role sahip. Ancak biyolojik çeşitliliği azaltan iklim krizi, içinde yer aldığımız ılıman kuşaktaki orman yangınlarında görülen yüzde 25 oranındaki artışın da nedeni olarak gösteriliyor. 2021’deki yüksek sıcaklık ve uzun süre normalin üzerinde devam eden kuvvetli poyrazın etkisiyle yaşanan büyük orman yangınlarında, 140 bin hektara yakın orman alanının yanmış olması bu durumu doğruluyor.”

Ataç, “Bununla birlikte, 2021 yılı yangınlarının çıkış nedeninin yüzde 84’ünün ihmal, kusur ve faili bilinmeyen olarak tanımlanması ve ormanların yüzde 99’unu tahrip etmesi, yangınlarda insan kaynaklı tahribin etkisinin de büyük olduğunu kanıtlıyor. Bu yangınlar, üç bitki coğrafyasının kesişim yerinde olan ülkemizde, 30’dan fazla ağaç türü, içerdiği bitki ve hayvan çeşitliliği ile ormanlarımızın biyolojik çeşitliliğini tehdit ediyor” dedi. Deniz Ataç, şu ifadeleri kullandı:

“Büyük bir bölümü doğal olan ormanlarımız, biyolojik çeşitliliğin en zengin olduğu doğal yaşlı orman örneklerini barındırıyor. Bu anlamda ülkemizde, iklim değişikliğiyle mücadele ve biyolojik çeşitlilik kaybının önlenmesi için ormanlarımızın korunmasının büyük önemi bulunuyor. Ormanlarımızın korunması için enerji nakil hatları kaynaklı yangınları önleyecek tedbirler alınmalı, orman yangınları konusunda farkındalık artırılmalı, yasalarda orman tahribine neden olan izinler kısıtlanmalı, biyolojik çeşitliliğin yüksek olduğu Önemli Doğa Alanlarına koruma statüsü verilmeli ve doğal yaşlı ormanların koruma altına alınması çalışmalar hızlandırılmalı.”

‘Suyu korumanın alfabesi ormanları korumakla başlıyor’

Su stresi çeken ülkeler arasında yer alan Türkiye’de, son yıllarda salgının da etkisiyle suyun değerinin bir kez daha anlaşıldığını belirten Ataç, orman ve su ilişkisini de değerlendirerek “Nüfus artışı ve iklim değişikliği nedeniyle, iyi senaryoda bile 2050’de yağışların yüzde 15-20 azalması beklenen ülkemiz, su fakiri olma tehdidiyle karşı karşıya. Su döngüsünün önemli bir bileşeni olarak ormanlar, dünya karasal alanının yüzde 30’unu oluşturmasına rağmen akarsu akışlarının yüzde 60’ını oluşturuyor” ifadelerini kullandı.

Dünya nüfusunun yüzde 50’sinin suyunun ormanlardan geldiğine dikkat çeken Deniz Ataç, “Ormanların tahrip edilmesi bölgeyi daha kurak hale getirirken, suyla taşınan organik madde ve toprak nedeniyle suyun kalitesini bozuyor” diyerek, bu durumun sadece insan için değil, doğadaki tüm canlıların su hakkının korunması için ormanların korunması ve korunan orman alanlarının artırılması gerekliliğini vurguladı.

‘Dünya Orman Günü’nde ormanın sesi, suyun rengi değişti’

Doku Derneği’nden de “2022’de 21 ve 22 Mart Dünya Ormancılık ve Dünya su gününde ormanlarımız ve sularımızın durumu ormanın sesi, suyun rengi değişti” denilerek bir açıklama yapıldı. Açıklamada “Ormanların sesinin değişmesine neden tahribatlar, adına yatırım denen projelerle her geçen gün çoğaldı, çoğalıyor. Projeler artarken Ormanlar alanları daralıyor. Ormanlar daralmaya başladı. Buralarda yaşayanlara da daral gelmeye başladı” denildi. Açıklamada şu ifadelere yer verildi:

“Daralma tüm hızıyla devam ediyor. Daralma devam ettikçe yaban hayatı da sığınacak yer arıyor. Bulamayınca yok oluş hızlanıyor. Ormanlar, bitki ve hayvan türleri için kritik yaşam barınma ve üreme alanlarıdır. Ormanlarda yaşayan türler, orman sağlığının korunmasında önemli bir rol oynar. Ormanlık habitatlarda meydana gelen değişiklikler, onlara bağlı olan türlerin yok olmasına yol açıyor.”

Ormanın temel fonksiyonları olan oksijen üretiminin, su kalitesini artırması, toprağın yüzeysel akışını durdurması, karbon yutak alanı olması, yaban hayatı için yaşam alanı olması vs gibi fonksiyonlarını yerine getiremeyecek olması durumları göz önünde bulundurulduğunda, orman bütünlüğüne zarar verecek projelerde bilim inanlarının uyarılılarının dikkate alınması gerektiğine değinilen açıklamada şu ifadeler kullanıldı:

“Ormanlar yok olurken, orman köylüsü de geçimde ve yaşamda acze düşüyor. Oysa, Anayasanın 170. maddesinin orman köylüsünün kalkındırılmasını esas alan bir düzenleme olduğu, bu düzenlemeye istinaden 6831 sayılı Kanundaki maddeler ile orman köylüsüne çeşitli imtiyazlar tanındığı, Anayasal güvence altında olan orman köylüsünün geçim ve yaşam alanlarını yok eden projelere dur denmelidir.”

‘Ormanlar odun deposu ve vahşi madencilik alanı değildir’

Açıklamada ayrıca “Ormanlar odun deposu ve vahşi madencilik alanı değildir. Kritik yaban hayatı alanlarının ormansızlaşmaya karşı korunamaması, biyolojik çeşitliliğin kaybı ve nesli tükenmekte olan türlerin neslinin tükenmesi anlamına gelir” denildi ve eklendi:

“Su varlığı çevre sağlığı ve gıda güvenliği açısından da ayrıca büyük önem taşımaktadır. Tahribata uğramış orman alanları suyu düzgün bir şekilde filtreleyemez. Buna bağlı olarak yaşamını sürdürebilecek olan topluluklar için su rejimini düzenleyemez. Erozyon, sel ve heyelan riskleri artar.”

‘Oh be dünya varmış’tan ‘bir varmış bir yokmuş’a…

Açıklamada son olarak şu ifadelere yer verildi:

“​Doğaya yapılan zulmün hesabı da bedeli de ağır oluyor. Can ve mal ile ödeniyor.Her planı, her projeyi mevzuata, genelge ve yönetmeliklere göre yapsanız da, ÇED olumlu, ÇED gerekli değil, deseniz de, Doğa bu planlardan anlamaz. Su akar yolunu bulur der.. Yoluna yaptıklarınızı yok eder, geçer gider. Biz dünyayı bir an ferahlayınca hatırlıyoruz. ‘Oh be dünya varmış’ diyoruz. Ama dünya her geçen gün daha kötüye gidiyor. Tahribat bu şekilde devam ederse ‘bir varmış, bir yokmuş’ demeye az kaldı​. Milyonlarca yıldır, yaşam kaynağı olan doğal varlıklarımızı korumak ve gelecek nesillere yaşanabilir bir dünya bırakmalıyız. .Her şeyi yok etmeden, kalanları koruyarak, geleceği kurtarmak belki mümkün olur.”

Dünya Orman Günü’ne dair ekoloji örgütlerinden, çevrecilerden ve bilim insanlarından da şu paylaşımlar yapıldı:

İSKİ’den uyarı: Aşırı dolan beş baraj için taşkın mekanizmamız yok, dere yataklarından kaçının

Barajlardaki doluluk oranı nedeniyle “Bu yıl bir su sıkıntımız yok ” diyen Raif Mermutlu şöyle konuştu:

“Şu an Terkos Barajı su alma yapısı üzerindeyiz. Doluluk oranımız yüksek. 90 santim kadar boş hacmimiz kaldı, 90 santim daha dolarsa burası taşmaya geçecek. Taştığı zaman herhangi bir taşkın riski yok. Çünkü burası Karadeniz’e açılıyor. Terkos Barajı Ömerli Barajı’ndan sonra ikinci büyük su kaynağımız ama Avrupa yakasının en büyük kaynağı. Buraya suyu kendi havzasının dışında bir de Istrancalar’daki beş barajdan su takviye ediyoruz. Burayı bir geçiş olarak kullanıyoruz. Buradan da Terkos-İkitelli ve Terkos-Kağıthane hattıyla arıtma tesislerimize su iletiyoruz. Orada arıtıldıktan sonra da suyu şehre veriyoruz.”

Büyük kısmı yüzde 100’ü aşacak

Kar yağışı nedeniyle gelecek hafta barajların büyük kısmının taşacağını belirten Mermutlu, ” Önümüzdeki günlerde barajların büyük bir kısmının taşacağını ve yüzde 100 doluluğa ulaşacağını düşünüyoruz. Bu hafta sonu kar yağışı var, önümüzdeki hafta yağmur gözüküyor, bunların gerçekleşmesi durumunda barajlarımızın büyük kısmının taşacağını düşünüyoruz. Bazı barajlarımızda risk var. Taşkın alanlarındaki dere yataklarında şu an su yok, ama barajlar taşmaya geçtiği zaman bu derelerde su olacak. Yöre halkını uyarıyoruz. Lütfen derelerde ve dere yataklarında bulunmasınlar çünkü ani bir taşkında bizim bunu tutma mekanizmamız yok” dedi.

‘Bir yere akıtamayız’

Taşma dediklerinde, dere yatağında su yokken baraj dolduktan sonra bir anda dere içerisinde bir su yükü oluşması”nı kastettiklerini söyleyen İSKİ Genel Müdürü”. Bu suyu rezerv hacmimiz dolduğu için bir yere aktarmamız söz konusu değil. Sadece dere yatağında birikintiler varsa temizleyip suyun yolunu açıyoruz. Bu uyarıları 3-5 yılda bir yapıyoruz” dedi.

Hak örgütlerinden sokakta yaşayan hayvanlarla ilgili araştırma: Kanun çıktı ama vahşet ve katliam sürüyor

Hayvan Hakları İzleme  Komitesi (HAKİM) bugün, Burak Özgüner Hayvan Hakları Çalışma Merkezi’nde düzenlediği basın toplantısı ile İstanbul’un her bölgesinden, toplam 50 hayvan koruma gönüllüsü ve 3 hayvan bakımevi veterineri ile yaptıkları birebir görüşmeler sonunda elde ettiği bilgileri paylaştı.

HAKİM, çalışmanın İstanbul’da sokakta yaşayan hayvanların ve hayvan koruma gönüllülerinin yaşadığı sorunlara ve bakımevlerindeki problemlere dikkat çekmesini, çözüm önerilerinin özellikle yerel yönetimlere yol gösterici olmasını umduğunu belirtti.

Basın açıklamasını yapan Hayvan Hakları ve Etiği Derneği’nden Avukat Hacer Gizem Karataş şunları söyledi: “Yüzyıllardır sokakta yaşayan ve artık birer kent sakini olan kedi ve köpekler ile bir ortak yaşam kültürüne sahip olan İstanbul’da bu birlikte yaşam kültürüne yapılan en büyük saldırı, devlet eliyle 1910 yılında gerçekleşti. 1910 Hayırsız Ada Katliamı’nda İstanbul’da yaşayan 80 bin köpek toplandı ve sonradan Hayırsız Ada olarak anılacak olan Sivriada’da ölüme terk edildi. Bu olay İstanbul köpeklerinin yaşayacağı son katliam olmayacaktı. İstanbul’un sokaklarında yaşayan köpeklere yönelik tecrit ve sürgün politikaları günümüze kadar devam etti.”

Kanun çıktı ama hayvan soykırımı sürüyor

“Türkiye’de 2004 yılından önce hayvanların haklarını korumaya yönelik bir hukuki düzenleme yoktu” diyen Karataş, 2004’ten önce yerel yönetimlerin oluşturduğu “itlaf ekipleri”nin sokakta yaşayan hayvanları toplayıp öldürdüğünün saklanmayan bir gerçek olduğunu, sokakta zehirlenmiş, can çekişen hayvanlar ile karşılaşıldığını, belediyelerin halka hayvan öldürmek için mermi dağıttığını, öldürülen hayvan başına teşvik parası ödendiğini o dönemlerden sonra, 2004 yılında “Hayvanları Koruma Kanunu”nun yürürlüğe girdiğini belirtti. Kanunun, öldürmeleri yasaklarken yerel yönetimlere de hayvanların yaşamlarını korumak için bazı görevler verdiğine işaret eden Karataş, belediyelerin bu görevlerini yerine getirmediğini aksine hayvanları dağ başlarına, yol kenarlarına ve çöplüklere attıklarını, bakımevlerinin içinde öldürmeye devam ettiklerini, çoğu belediyenin hala bu katliamlara devam ettiğini vurguladı.

Hayvanlar devlet kurumları aracılığı ile öldürülmeye devam ederken hayvan düşmanı söylemlerin de yıllar içerisinde sistematik olarak arttığını, toplumun medya aracılığı ile kışkırtıldığını gördüklerini söyleyen Gizem Karataş, özellikle son dönemlerde “başıboş köpek sorunu” denilerek sokakta yaşam mücadelesi veren hayvanların toplatılması ya da zehirlenmesi yönünde çağrılar yapan sosyal medya hesaplarının ve medya kuruluşlarının bu çağrılarının hayvanlara zulüm ve ölüm olarak geri döndüğünü belirtti.

‘Sorunun kaynağı görevini yerine getirmeyen kamu kurumları’

Av. Karataş, sadece sokakta yaşayan hayvanların değil, bu hayvanların haklarını savunan yada hayvanları koruyan kişilerin de hemen hedef tahtası haline gelebildiğini kaydetti; “Kendi emekleri ile, yaşamlarından tavizler vererek, maddi, manevi olarak yıpranarak belediyenin yerine getirmediği görevlerini üstlenmeye çalışan hayvanseverlere yapılan bu muamele kabul edilemez” dedi. Sorunun gerçek kaynağının bu hayvanlar yada hayvanseverler olmadığını belirten Karataş, kaynağın sorumluluklarını yıllardır yerine getirmeyen kamu kurumları olduğunu söyledi.

Gönüllülerin anlattıkları…

HAKİM Koordinatörü Fatma Biltekin de gönüllüler ve bakımevi çalışanları ile yaptıkları görüşmelerin sonuçlarını paylaştı:

“Gönüllülere besleme yaptıkları bölgedeki hayvan sayısını sorduğumuzda en az 10 kedi, 1 köpek en fazla 3000’e yakın köpek cevabını aldık. Arada bu kadar büyük bir rakam farkı olmasının sebebi bir gönüllünün sadece sokağında yaşayan hayvanlar ile ilgilenmesi, diğer gönüllünün ise ormanlarda besleme yapması. Orman beslemesi yapan gönüllüler avcılar tarafından vurulan hayvanlar bulduklarını, her gittiklerinde farklı köpeklerin özellikle yasaklı ırkların ormana atıldığını, bölge halkının hayvanların durumları ile ilgilenmediklerini belirtiyor. “

Biltekin gönüllülerin 35’inin belediyelerden destek aldıklarını, 13’ünün eski deneyimleri sebebi ile belediyelere güvenmediklerini bu yüzden belediyeden destek almadıklarını, iki kişinin ise belediyeden hiç destek almadığını belirttiğini; destek alan 35 gönüllünün hepsinin kısırlaştırma konusunda destek aldıklarını, %14.3’ü mama, %5.7’si mama ve su kabı ile kulübe, %25.8 tedavi, %17.2’si ise aşı için destek aldığını söylediğini kaydetti.

Gönüller bakımevindeki en büyük problemleri ise şöyle sıraladı:

“Yanıt veren 45 kişiden beşi psikolojik olarak çok yıpratıcı olduğu için bakımevi ziyareti yapmıyor;  yüzde 53,3’ü ekipman eksikliği,  yüzde 51’i  hayvan sayısının çok fazla olması, yüzde 40’ı veteriner hekim eksikliği, yüzde 24,4’ü hekimlerin gönüllülere karşı olan kötü tutumu, yüzde 35.2’si hijyen eksikliğine bağlı viral hastalıkların yayılmasını öncelikli sorun olarak ifade ediyor.”

Biltekin, gönüllülerin besleme yaparken karşılaştıkları en büyük problemleri ise şöyle sıraladı: “Yüzde 76.1’i hayvan beslenmesini istemeyen insanlar, yüzde 58.7’si mama alamama, yüzde 41,3’i mama ve  su kaplarının atılması, yüzde 15,2 kulübelerin kırılması, yüze 8,7’si yanlış beslemeler yüzünden yaşanan temizlik ve sağlık sorunları dedi.”

Gönüllülerin besleme yaparken çevredeki insanlardan en fazla aldıkları tepkiler ise şöyle sıralandı:

  • Buraya mama koyma
  • Hayvanları buraya alıştırma
  • Kirletiyorlar, burada besleme
  • Zehirlerim hepsini
  • Bunları besleyeceğine çocuklara yardım et
  • İnsan kalmadı da bunları mı besliyorsun
  • Hastalık bulaştıracaklar
  • Sokakta hayvan istemiyoruz, çok istiyorsan al evinde bak
  • Hayvanlarla kafayı bozmuşsun.

Gönüllülere “Sokakta yaşayan hayvanların sorunlarını azaltmak, hayvan insan çatışmasını azaltmak için neler yapılmalı?” diye sorduklarını belirten Biltekin en fazla verilen iki cevabın “kısırlaştırma ile hayvan sayısının kontrol edilmesi” ve “özellikle çocuklara yönelik hayvan hakları ile ilgili  eğitimler yapılması” olduğunu söyledi.

Verilen cevaplar şöyle: .

  • Kurumlar gönüllüler ile koordineli çalışmalı,
  • Daha fazla ödenek ayrılmalı,
  • Atık yemeklerden mama üretilmeli,
  • Okul müfredatlarına hayvan hakkı ile ilgili ders eklenmeli,
  • Kamu spotları hazırlanmalı,
  • Halkı bilgilendirici içeriklerin şehirdeki bilboardlara asılması,
  • Gönüllüler ile birlikte belirlenen noktalara besleme odakları yapılmalı,
  • Kamu kurumları sorumluluklarını yerine getirmeli,
  • Hayvana yönelik şiddet fiillerine caydırıcı cezalar verilmeli,
  • Öncelikle hayvan düşmanı devlet politikaları değişmeli,

Gönüllülere “Yerel yönetimlerden neler talep ediyorsunuz?” diye sorduklarını belirten HAKİM Koordinatörü, en fazla verilen üç yanıtın “cerrahi prensiplere uyarak kısırlaştırma yapılması, gönüllü ile koordineli çalışması, belediye logosu taşıyan mama ve kulübelerin gönüllüler ile uygun yerlere yerleştirilmesi” olduğunu söyledi.

Verilen diğer cevaplar ise şöyle sıralandı:

  • Çocuklara yönelik eğitimler düzenlenmesi,
  • Tüm tedavilerin yapılabileceği, eksik ekipmanın olmadığı, yeterli veterinerlerin istihdam edildiği tedavi merkezleri oluşturması var olanların eksikliklerini giderilmesi,
  • Mama desteği sağlamaları, bunun için daha önce örneklerini de gördüğümüz atık yemeklerden mama üretecek tesislerin kurulması,
  • Reklam panolarından bilgilendirici ve yasal uyarıların olduğu içeriklerin paylaşılması,
  • Bakımevlerinde düzenli olarak çocuklar için etkinlikler yapılması,
  • Kazaların çok yaşandığı yerlere kasislerin yapılması,
  • Hayvan bakan esnaf ve gönüllülerin desteklenmesi,
  • Belediyede çalışan veterinerler ve diğer görevlilerin gönüllü olarak barınakta çalışmak isteyen, hayvan seven kişilerden seçilmesi,
  • Hayvanlara nasıl yaklaşılacağı ile ilgili çocuklara yönelik bilgilendirici içeriklerin (kartlar, oyunlar…)  hazırlanması,
  • Cami imamlarına, öğretmenlere, muhtarlara eğitimler verilmesi,
  • Kent Konseylerinin etkin çalışması,
  • Yerel yönetimlerin tüm çalışanlarına eğitimler vermesi,
  • Belediyenin ruhsat verdiği mekanlarda çalışan kişilere eğitim verilmesi.

Bakımevinde çalışan üç veteriner ile yapılan görüşmelerden çıkan sonuçlara da değinen Biltekin; veterinerlerin, bakımevinin içinde yeterli alan ve çalışan olmadığını, ödeneklerin yetersiz olduğunu, bazı bakımevlerinde gelen ziyaretçiler ile veterinerlerin ilgilenmek zorunda kaldığını bu yüzden tedaviler ile ilgilenemediklerini, yetişemedikleri yerlerde ise hayvanseverler ile sorunlar yaşadıklarını, bazı hayvanseverlerin çok tepkisel yaklaşabildiğini belirttiklerini söyledi.

Veterinerler çözüm olarak ise şu önerilerde bulundu: ” Öncelikle havyan üretimi bitmeli,  soruna duygusal yaklaşılmamalı, sakin kalınmalı, gönüllü ile koordineli çalışılarak sorunlar çözülmeli, bunun için her mahallede koruma bölgeleri oluşturulmalı, hekimler ameliyat dışında ilaçla tedavi edilebilecek hastalıkları bu bölgelerde tedavi etmeli, bölgelerdeki hayvanların bakımları ve tedavilerinin gönüllüler ile birlikte yapılmalı.”

Biltekin, veterinerlerin ayrıca “her bakımevinde bir halkla ilişkiler görevlisi istihdam edilmeli; ziyaretçilere bilgi vermek, yuvalandırma için kişiler ile görüşmek gibi konularla hekimler yerine bu kişiler ilgilenmeli,  bakımevlerinde çalışan kişiler dikkatle seçilmeli, bakımevleri sürgün yeri olarak görülmemeli, burada istihdam edilecek kişiler öncelikle gönüllü olanlardan seçilmeli” dediklerini belirtti.

Fatma Biltekin şunları kaydetti: “yaptığımız tüm bu görüşmeler açık bir şekilde gönüllüler ile yerel yönetimlerin birlikte çalışmak zorunda olduğunu gösteriyor. Ülkenin cumhurbaşkanının hayvan bakan kişileri “beyaz türk”, “paralı kimseler” diyerek marjinalleştirmeye çalıştığı, mecliste bizleri temsil etmesi gereken milletvekillerinin yasaya aykırı bir şekilde hayvanların toplatılmasını talep ettiği,  “sanatçıların” köpekleri zehirlemeyi önerdiği bir dönemde bu çok zormuş gibi görünebilir ancak hayvanların sorunlarını, hayvan insan çatışmasını, hayvan koruma gönüllülerinin yükünü azaltmak için buna mecburuz. “Sokakta hayvan istemiyorum”, “Sokakta insan istemiyorum” gibi söylemler çatışmayı artırdığı gibi sorunu da derinleştiriyor.”

Hayvanlara Adalet Derneği Başkanı Hülya Yalçın da hayvan hakları mücadelesinin tüm türler için sürmesi gerekirken alanın devlet eliyle daraltılması sebebiyle sokakta yaşayan köpekler ile sınırlandırılmak durumunda kalındığını belirtti.

Cumhurbaşkanının son açıklamalarından sonra nefret söyleminin ve şiddetin arttığını hatırlatan Yalçın, toplumun kutuplaştırıldığını belirterek sahada verilen mücadelenin masaya da taşınması gerektiğini kaydetti. Hareketin içindeki insanların birbirleri ile mücadele etmeden, gözünü hayvandan ayırmadan ve hayvanı önceliklendirerek mücadeleyi sürdürmesi gerektiğini hatırlatan Hülya Yalçın, hak savunucularının çok yol aldığını ancak şiddet dilinin de arttığını belirtti. Yalçın, çocukların ve köpeklerin karşı karşıya getirilmeye çalışıldığını kaydetti; bu söylemlere çok dikkat edilmesi gerektiğini, ne çocuğun ne de köpeklerin zarar görmesinin istenmediğine yönelik söylemlerde bulunulması gerektiğini vurguladı ve yaşanan olayların sorumlularının görevini yapmayan belediyeler ve kanun uygulamaları olduğunun unutulmaması gerektiğini söyledi.

Gezi Davası’nda Osman Kavala’ya yine tahliye çıkmadı: Bir sonraki duruşma 22 Nisan’da

Gezi Davası‘nda Savcılığın 4 Mart’ta Osman Kavala ile Ayşe Mücella Yapıcı için ağırlaştırılmış müebbet hapis talebinde bulunduğu mütalaanın ardından ilk duruşma görüldü. Tevsii tahkikat (soruşturmanın genişletilmesi) talebini reddeden mahkeme, sanık ve müdafiilere ‘son kez’ savunma süresi vererek duruşmayı 22 Nisan’a erteledi. Osman Kavala’nın tutukluluğuna devam kararı verildi.

Savcılık, Kavala ve Yapıcı için TCK’nin 312. maddesindeki “Cebir ve şiddet kullanarak Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ortadan kaldırmaya veya görevlerini yapmasını kısmen veya tamamen engellemeye teşebbüs” suçundan ağırlaştırılmış müebbet hapis istemişti.

“Darbeye teşebbüse yardım” suçuyla  20 yıla kadar hapis istemiyle yargılanan Can Atalay, Tayfun Kahraman, Mine Özerden, Çiğdem Mater Utku, Ali Hakan Altınay ve avukatları duruşmaya katıldı. Duruşma öncesi Taksim Dayanışması Çağlayan Adliyesi‘nin önünde basın açıklaması yaptı. Pek çok muhalefet partili milletvekili ve sivil toplum kuruluşu da davayı izledi. Üç duruşmadır davaya katılmayan Osman Kavala da tutuklu bulunduğu cezaevinden SEGBİS ile katıldı.

Bu hukuk değil, bu siyaset

Usul ile ilgili beyanda bulunan Can Atalay, şu ifadeleri kullandı:

” Biz ısrar etmeseydik heyetiniz bozmaya ilişkin beyanımızı bile almayacaktı. Bozmaya ilişkin beyanlarımızı ısrarla ‘savunma’ diyerek aldınız. Yargılama faaliyeti olarak ne yaptınız? Çarşı davasıyla ilgili kurduğunuz ara karar, adli tıpa yazdığınız yazı, bozmaya ilişkin beyanlarımızın alınması, Kavala’nın tutukluluk durumuna ilişkin olarak avukatların beyanı… Sadece bunları yaptınız.Biz bu yargılamayı uzatmıyoruz. Önceki duruşmada bize yurtdışına çıkış yasağının konulmamasını “ahlaksız teklif” olarak nitelemiştim. Bunun manası “Gidin, elimizi rahatlatın, hızlıca karara gidelim” demekti. Biz bunu elimizin tersiyle iteriz. İnsan utanacağı hiçbir şey yapmamalı. Biz çiğ yemedik, o yüzden karnımız ağrımıyor.”

‘Ortada delil yok, akla ziyan komplo teorileri var’

Can Atalay “İddianamenizde iddialar sıralanmış ama bunlarla ilgili usulü işlemler tamamlanmadan nasıl mütalaa aldınız, biz nasıl savunma vereceğiz?” şeklinde bir soru yöneltti ve ekledi:

“Biz Gezi’yi savunduk, savunmaya devam edeceğiz. 2014’te kulağımıza ulaştırılan duyumlara rağmen bu ülkeden gitmedik. Kovuşturma aşamasında da bizimle ilgili yurt dışı yasağı konulmamasına rağmen gitmedik.”

Atalay, “Bir düğmeye basıldı, Gezi davasının beraat kararı bozuldu. Bir düğmeye basıldı Çarşı davasının beraat kararı bozuldu. Yine bir anda düğmeye basıldı, esas hakkında mütalaa geldi” dedi. Can Atalay sözlerine şöyle devam etti:

“Mütalaanın 6. sayfasında bahsedilen beş DVD’yi kim gördü, kim inceledi? Bu görüntüleri kim kaydetmiş? Bu görüntüler hangi hukuki dayanak ile elde edilmiş de biz ona delil diyoruz? Bu dijital delillere sonradan müdahale olup olmadığına baktınız mı?”

Davanın hukukla değil siyasetle ilgili olduğunu belirten Can Atalay şu ifadeleri kullandı:

“Bakın bizimle ilgili 20 yıla kadar, Kavala ve Mücella ile ilgili ağırlaştırılmış müebbet diyorsanız. Bu hukuk değil, bu siyaset. Fethullahçı savcı başlatıyor soruşturmayı, imzasız rapora dayandırarak. Savcılık, deliller konusunda, üstleniyor. Nasıl üstlenirsiniz? Biz suç işlemedik dedik, her yerde. Nerede bunun beyanları?”

İstinaf kararı gerekleri yerine getirilmeden nasıl hükme gidiyorsunuz? ” diye soran Atalay “Cumhurbaşkanı Erdoğan dokuz yıldır ne zaman canı sıkılsa Gezi diyor, Gezi’deki dava diyor. Bu dosyadan ceza çıkmak durumunda. Geçtiğimiz hafta çıkan haberlerde Beştepe‘de bu davayla ilgili toplantı yapıldığı Adalet Bakanı Gül‘ün fikri kabul edilmediği için istifa ettiğini biliyoruz. Bunu tekzip edemediler. İçişleri Bakanı açıklama yaptı. Heyetiniz, Soylu hakkında suç duyurusunda bulunacak mı? Yargılamayı etkilemenin daha bariz bir örneği yok. Eğer bu talebimi reddederseniz karar tümüyle politik olacaktır” dedi.

Doğrudan karara gitmeye çalışıyorsunuz

Osman Kavala’nın avukatlarından Köksal Bayraktar ise şunları söyledi:

“Sanık ifadelerini tekrar ettirdiniz, başka hiçbir şey yapmadınız, işin esasına girmediniz. Doğrudan karara gitme amacındasınız. Müvekkilim usul hükümleri karşısında yalpalan bir mahkeme karşısında dört yıldan fazladır tutuklu. Hiçbir davada olmayan bir şeyle karşı karşıyayız. Savcılık olmasına rağmen bakanlar bu davaya müdahil oluyor. 700 kişi ‘müştekiyiz’ diyor, bunların biri dahi mahkemeye getirilmiyor. Durum buyken karara gitmek doğru değil.”

Ali Hakan Altınay‘ın avukatı Tora Pekin, “Dosyaya getirilen ve tartışılan hiçbir delil yok, delillerin toplanması taleplerini reddetiniz. Bir tek delilin konuşulmadığı dosyada karara gidilmesi hakkında ne düşünürsünüz?” diye sorarak AİHM‘in Türkiye‘ye dosyanın kapsamlı olması gerekçesiyle savunma için toplamda altı ay süre verdiğini hatırlattı ve esas hakkında savunma için süre talep etti.

C.Atalay, M.Yapıcı, T.Kahraman‘ın avukatı Evren İşler “Hem iddianamenin hem de esas hakkında mütalaanın dayanağı olan tapelerle ilgili sorunlar var. Kesintiler olan tapelerin kararları ve ses kayıtları yok. Bunlar olmadan işlem yapılması mümkün değil. Ne yaparsanız yapın, nasıl kıymetlendirirseniz kıymetlendirin bu kararlar hukuka uygun hale gelmeyecek. Kararların ve ses kayıtlarının dosyaya getirilmesini istiyoruz” dedi.

İşler, “Yine ses kayıtlarının tümünün dosyaya konulmasını talep ediyoruz. Yine başbakanlıktaki toplantıya katılan Bülent Arınç da dahil bütün isimlerin tanık olarak dinlenmesini istiyoruz” ifadelerini kullandı.

‘Ben avukatı olarak bilmiyorum siz nereden anladınız?’

Çiğdem Mater‘in avukatı Hürrem Sönmez “Mütalaada ‘anlaşılmıştır’ ile biten cümleler var. Müvekkilim ile ilgili ‘Gezi kalkışmasının başarısız olması sonucu belgeselin yarım kaldığı anlaşılmıştır’ denilmiş. Ben avukatı olarak neden çekmediğini bilmiyorum. Siz nereden anladınız?” diye sordu.

Ses kayıtlarının eksik olduğunu söyleyen avukat Aslı Kazan, bu yolla çarpıtma yapıldığını belirtti. Kazan ses kaydını dinletmek istedi, mahkeme başkanı kabul etmedi.

‘Üç hakim Fethullahçı yapıya mensup’

Yiğit Aksakoğlu‘nun avukatı Aslı Kazan, soruşturma dosyasında imzası bulunan üç hakimin Fethullahçı yapıya mensup olduğunu hatırlattı.

Kavala: Suçlama tamamen hukuk dışı

Osman Kavala ise Gezi davasından beraat ettikten sonra iki suçlamadan yargılandığına değinerek “Özellikle ‘casusluk’ suçlamasına dair ne ortada temin edilmiş bir bilgi var, ne de iddia makamı bu bilginin ne olduğunun araştırılmasına dair bir çaba. Casusluk suçundan tutuklanmış olduğumun hukuksuz olduğu aleni hale gelmiştir. Henry Jack Barkey, ile görüşmelerle ilgili herhangi bir somut bilgi ve belge de konmadı dosyaya. Bu görüşmeler sadece birbirine yakın baz istasyonundan gelen sinyale dayanıyordu. Casusluk suçlamasının kurucu unsurunun var olmadığını, bu husus var olmadan böyle bir suçlama yapılması tamamen hukuk dışıdır” dedi.

Yargılananlardan Mine Özerden ise “Tevsii tahkikat talebimiz var. Daha önce yazılı olarak da bildirdik ama reddettiniz. Bu kararınızdan dönmenizi talep ediyorum. 61. hükümetin mağdur olarak belirtilen üyelerinin tanık olarak dinlenmesini istiyorum” şeklinde konuştu.

‘Kavala kanunları’

Kavala’nın avukatı Deniz Tolga Aytöre ise “Siz neye devam istiyorsunuz, hiç yer vermediğiniz 328’den tutuklanmasını mı istiyorsunuz? İddia makamı ne istiyor, hala anlamış değilim. 328. maddenin tüm usurlarının oluştuğunu söylüyorsunuz. Biz iki yıldır yargılanıyoruz bundan. Şimdi 328 yok, nereye gitti…” dedi. Aytöre şu ifadeleri kullandı:

“Kavala kanunlarında gelinen son nokta. Bu suçlama hiçbir suçun unsuru olamaz. Bu yargılama siyasi baskı altında yapıldığı için güvenmiyoruz. Siyasi bir coşkuyla yazılmış bir mütalaa bu. Bu iddianame ve mütalaanın ayak izlerine basmayın, aldatılıyoruz. Bu çok uzun sürmez, hukuktan uzaklaşanların çok da uzağa gidemediğini gördük. Karar, takdir heyetinizin.”

‘Bir insanı casuslukla suçlayarak vatan haini ilan ettiniz’

Osman Kavala’nın diğer avukatı İlkan Koyuncu ise şunları söyledi:

“Bir insanı casuslukla suçlayarak vatan haini ilan ettiniz. Mütalaada bu suçlama başka bir suçun unsuru haline getirildi. Yargıtay kararına uydunuz mu, direndiniz mi anlamadık. Sorgusu yapılan tanıkların tekrar sorgusunu yaptınız, bunu neden yaptınız? Osman Kavala ile tahliye ve beraatı yan yana yazmaktan korkuyorlar. Bizim dosya ilk geldiğinde bir tanık vardı, onu hiç dinlemediniz.”

Avukat Köksal Bayraktar ise Osman Kavala’nın 4,5 yıldır tutuklu olduğunu hatırlattı, “Her defasında ‘ölçülü’ deniyor. Nedir ölçü” diye sordu, Osman Kavala’nın tahliyesini talep etti.

Tutukluluğun devamı kararı

Verilen 15 dakikalık aranın ardından kararını açıklayan mahkeme heyeti, Osman Kavala’nın tutukluluk halinin devamına karar verdi. Bir sonraki duruşma 22 Nisan saat 10.00’da görülecek.

Ahmet Şık: Yurttaş olma hakkı yargılanıyor

Duruşma sonrasında Taksim Platformu yeniden açıklamalarda bulundu. Duruşma sonrası Adliye önünde konuşan TİP Partisi İstanbul Milletvekili Ahmet Şık, “Hukuk saikiyle açıklama yapacağımız bir şey değil bugünkü yargılama ve bugüne kadar uzanan süreçte son on beş yıllık yargılamalar için de bu tespiti yapmak mümkün. Çünkü saraydan adalet çıkmayacak ya da bir diktatör özlemiyle saray kurup kendine bağımlı bir yargı yaratarak onların hepsini saray diye dikilen bu yerlerden ve anlayıştan bir adalet çıkmayacak” dedi.

‘Bu mafya saltanatını sürdürmek istiyor’

“Bugün burada yurttaş olma hakkı yargılanıyor” ifadelerini kullanan Şık hükümete seslendi:

“‘Bugün burada temel hak ve özgürlüklüklerinizi çiğneneye devam edeceğim’ diyen bir anlayışın tezahürünü görüyoruz. Bu mafya saltanatını sürdürmek istiyor ve suç düzenine devam etmek istiyor. Yargılanması gerekenler Recep Tayyip Erdoğan’dan başlayarak bu suç düzeninin içerisinde olmuş, bu mafyanın suçlarına karışmış herkestir ve biliyoruz ki korkuyorlar. Korkmakta haklılar çünkü biz varız. Biz var olduğumuz sürece korkmaya devam etsinler. Çünkü haklı olanlar her zaman kazanır”

Ahmet Şık adliyeye gelerek destek vermeyenlere 22 Nisan’daki duruşmaya destek olmaya gelmemeleri durumunda mafya saltanatının sürmesine devam etmesinin nedenlerinden biri olacaklarını vurgulayarak Gezi Direnişi’nde sokağa çıkan binleri gelecek duruşmaya çağırdı.