Ana Sayfa Blog Sayfa 977

Boğaziçi Üniversitesi’nden açıklama: Liyakatı dikkate almayan atamaları kabul etmeyeceğiz

Boğaziçi Üniversitesi’ndeki 29 bölüm ve üç enstitü, bugün yayımladıklar ortak açıklamalarında, üniversitedeki liyakate dayalı istihdam sisteminin ağır bir kadrolaşma tehdidi altında olduğunu duyurdular.

29 Bölüm ve üç enstitünün imzası ile akademisyenlerin yazışma grubuna gönderilen açıklamada, şeffaflıktan yoksun, liyakat ve birimlerin akademik özerklikleri dikkate alınmadan yapılan atamaların kabul edilemez olduğu; Boğaziçi Üniversitesi akademisyenlerinin tüm bu atamalara dair tüm hukuki yollara başvurulacağı ifade edildi.

Yapılan açıklamada, “51 yıllık saygın bir kamu üniversitesi olarak temel önceliklerimizden biri, dünyanın ve ülkemizin önde gelen eğitim ve araştırma kurumlarında en nitelikli genç bilim insanlarını Üniversitemizin bünyesine katmak olmuştur” denilerek, tüm birimlerin istihdam süreçlerinin her aşamasında açık olma, liyakat prensibine sadık kalma ve adaylar arasından ortak kararla ve şeffaf bir şekilde seçim yapma zorunluluğu bulunduğunun altı çizildi:

“Bu zorunluluk başvuruların en yaygın şekilde duyurulması, nitelikli adayların hiçbir ayrımcılığa ya da kayırmacılığa uğramadan sadece eğitim-öğretim ve araştırma faaliyeti, potansiyeli ve etiği üzerinden şeffaf bir şekilde incelenmesi anlamına gelir.”

Üniversitemizde birimler ve kurullar tarafından titizlikle uygulanan bu süreçler akademik yetkinliğe sahip kadrolarıyla iyi eğitim veren, nitelikli bir araştırma üniversitesi olma özelliğimizi koruyabilmemiz için elzemdir.

Açıklamanın sonunda, liyakat ve şeffaflık prensipleri ile birimlerin akademik özerklikleri dikkate alınmadan yapılan atamalara dair gerekli tüm hukuki yollara başvurulacağı da belirtildi.

Ortak açıklamayı imzalayan bölümler ve enstitüler şu şekilde:

1.Bilgisayar ve Öğretim Teknolojileri Eğitimi
2.Eğitim Bilimleri
3.Temel Eğitim
4.Matematik ve Fen Bilimleri Eğitimi
5.Yabancı Diller Eğitimi
6.Batı Dilleri ve Edebiyatları
7.Çeviribilimi
8.Dilbilim
9.Felsefe
10.Fizik
11.Kimya
12.Matematik
13.Moleküler Biyoloji ve Genetik
14.Psikoloji
15.Sosyoloji
16.Tarih
17.Türk Dili ve Edebiyatı
18.Ekonomi
19.Siyaset Bilimi ve Uluslararası ilişkiler
20.İşletme
21.Uluslararası Ticaret
22.Turizm İşletmeciliği
23. Yönetim Bilişim Sistemleri
24. Bilgisayar Mühendisliği
25. Elektrik-Elektronik Mühendisliği
26. Endüstri Mühendisliği
27.İnşaat Mühendisliği
28 Kimya Mühendisliği
29. Makine Mühendisliği

1) Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü
2) Biyomedikal Mühendisliği Enstitüsü
3) Çevre Bilimleri Enstitüsü

İstanbul Kent Savunması: Kabataş Meydanı’nın akıbeti ne olacak?

İstanbul Kent Savunması, dün Kabataş İskelesi şantiyesi önünde “İBB’ye soruyoruz: Kabataş meydan düzenlemesinin akıbeti ne olacak?” diyerek basın açıklaması gerçekleştirdi.

Boğaziçi Dernekleri Platformu‘ndan Kamile Yılmaz‘ın okuduğu açıklamada, Kabataş Meydan Düzenlemesi hakkında kamuoyuna açık ve şeffaf şekilde bilgi verilmesi talep edildi:

“Düzenleme, meydanın ve iskelelerin kapatıldığı 2016 yılından bu yana çözümsüzlük içerisinde bitirilmeyi bekliyor.”

Kentin en önemli kamusal alanlarından ve ulaşım akslarından biri tam altı yıldır karmaşık ve sorunlu bir sürecin sonuçlarını yaşıyor.”

Kabataş Meydanı’nda inşaatı başlatılan Kabataş Martı projesi 6 yıl önce tartışmalar sonucu durdurulmuş fakat şantiye ve kazılı alan, olduğu gibi bırakılmıştı. Değişen İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) yönetimi, anket yaparak halktan ve sivil toplum örgütlerinden görüş almış, tasarım için MSGSÜ Şehir ve Bölge Planlama Bölümü’nden bir ekip de sürece dahil edilmişti.

İstanbul Kent Savunması, devam eden süreçte hiçbir bilgiye ulaşamadıklarını ifade ederek şunları söyledi:

“Geldiğimiz aşamadan anladığımız kadarıyla, katılım ve tasarım süreci birbirlerinden kopartılmış, tasarım işi, koşullarını bilmediğimiz gayrı şeffaf yöntemlerle bir mimarlık ofisine verilmiş, katılımcı bir süreç için yürütülen çalışmalar ve oluşturulan dokümanların bir kısmı ise ya ortadan kaldırılmış ya da İBB’nin web sayfalarında kalmış; dolayısıyla, dile getirilen itirazlar, öneriler ve düşünceler pek dikkate alınmamıştır.

En son Ağustos 2021 tarihinde projenin 2 No’lu Koruma Kurulu’ndan onay aldığını öğrendik ancak kurul onaylı projeye henüz ulaşmayı başaramadık. Umarız bu açıklamamızdan sonra proje, kamuoyuyla paylaşılır.”

Açıklamanın devamında platform, İBB’ye şu soruları yöneltti:

  • ‘Katılımcılık’ adı altında yürütülen çalışmalarda toplanan bilgiler neden değerlendirilmemekte? Yeraltı otoparkında neden ısrar ediyorsunuz?
  • Elimizde sadece şantiye duvarlarını kaplayan üç adet temsilî resim bulunmaktadır. Projenin içeriği ile ilgili bilgileri ne zaman paylaşmayı düşünüyorsunuz?
  • Projenin kendisine verildiğini (yakın zamanda ve resmi olmayan kanallardan) öğrendiğimiz mimar Arman Akdoğan, hangi şeffaf süreçlerden geçerek Kabataş gibi önemli ve ihtilâflı bir kamusal alanın tasarımında yetkilendirilmiştir?

Açıklamada, Etüd ve Projeler Dairesi Başkanlığı‘nın ‘Kabataş inşaatı belli bir aşamaya geldiği için, bunca masraftan geri dönüş kamu zararına yol açar, o nedenle projeye devam etmek zorundayız” dediği aktarılarak, “Mevcut İBB yönetimi, geçmiş dönemde başlanan, başında veya ortasında bırakılıp yarım kalan birçok projeyi, kamu zararı oluşmasın diye tamamladı, tamamlamaya da devam ediyor” denildi.

Kamuyu zarara uğratmamak adına verilen çabanın, masraf ve ayrılacak bütçenin yeni bir kamu zararı oluşuturup oluşturmayacağı tartışılan açıklamada, “En başından yanlış planlanan, yanlış projelendirilen bir süreç, sırf başlatıldığı için bitirilmek zorunda mıdır?” diye soruldu.

İstanbul Kent Savunması, İBB’den taleplerini se şu şekilde sıraladı:

  • Kabataş Meydan Düzenlemesi Projesi hakkında kamuoyuna düzgün bir açıklama yapılarak sürecin ne aşamada olduğunun belirtilmesini, ihale sürecinin ve kamuya maliyetinin açıklanmasını ve kurul onaylı projenin paylaşılmasını istiyoruz.
  • ‘Katılımcılık’ çalışmalarının sonuçlarına ne derece uyulduğunu ve bu çalışmaların tasarımı ne derece etkilediğini öğrenmek istiyor ve hâlâ gizli tutulan sonuç raporunun paylaşılmasını talep ediyoruz.
  • Eski İBB yönetiminin kente karşı işlediği suçların, verdiği zararların ‘kamu yararı’ adına sahiplenilmemesini; önceki yönetim tarafından planlanmış ya da uygulanmaya başlanmış projelere dair itirazların, gerekçeleriyle göz önüne alınarak, bu projelerin tekrar değerlendirilmelerini ve her proje için sorgusuz sualsiz tamamlama politikasından vazgeçilmesini istiyoruz.”

Jhannel Tomlinson: As island states, we’re vulnerable to the impacts of a changing climate [Climate Generation -27]

Jhannel Tomlinson is a 29 year old activist from Jamaica. She is a PhD candidate and co-founder 0f GirlsCARE Jamaica. She is also the Caribbean Advisor for Next Gen Climate Board. She was awarded the Prime Minister’s Youth Award for Environmental Protection, a feat for which she is extremely proud.

Here are the answers to the questions I asked Jhannal:

Atlas Sarrafoğlu: How is the climate crisis affecting people’s lives in general in Jamaica? 

Jhannal Tomlinson: The climate crisis has been impacting the lives of everyone but especially those who rely directly on the environment for their lives and livelihoods. Fisherfolk and farmers are especially affected as even small changes in the weather or climate impact whether they can go to sea, plant/reap crops and essentially take care of their families. Prolonged dry periods have become an increasing challenge and with challenges of water security, we can understand the problems this may bring. 

How do you and other fellow island habitants feel about the climate affecting your island nation? 

It is something we feel very strongly about. As small island states we are especially vulnerable to the impacts of a changing climate. We are completely surrounded by water, lack sufficient economies of scale, have the majority of our activities situated along the coast and rely heavily on sectors such as tourism and agriculture. These are some of the reasons we have been trying to empower, communicate and educate others on the crisis as highlighting how we can seek to offset some of the potential impacts.

What do you think is the solution to protect your people from the impacts of climate change? 

Increasing efforts of people centred adaptation where local communities are given the opportunity to contribute to their individual and collective future; creating increased opportunities for vulnerable groups to be engaged ; ensuring development that is bottom up is seen as equally important to development that is top-down.

You’ve been working with women, farmers, and youth. Please tell us about  what is it that makes you feel hopeful about the future? 

When I engage with my peers within Jamaica and across the wider Caribbean, I recognise that youth are passionate, poised, innovative and ready to stand for what they believe in. When I visit the women farmers in the different communities and hear about them as champions in their spaces who despite the ongoing challenges have been resilient in the face of change, these experiences are what keep me motivated.

If you had a microphone to address the world leaders, what would you say to them about the climate crisis? 

The countries that have contributed minimally to the problem are those most at risk of being affected. Their economies, societies’ overall sustenance are being impacted and will continue to be impacted unless collective action is taken to support these countries to better adapt. Increasing financial support is needed, pledges to reduce GHG emissions are needed; more sustainable approaches to development are needed. 

What is the major obstacle in fighting against the climate crisis in Jamaica?  

For some, the climate crisis is seen as a challenge that should be tackled by government and academics. It is perceived as a complex phenomenon that is “outside of their scope”. This is further compounded by the fact that in situations where there are economic challenges, individuals are more concerned about ‘making bread for themselves and their families’ and trying to provide for the household that climate change is not seen as a priority. These are among the obstacles that have posed a problem.

What is your perception of the future in regards to the climate crisis? How do you envision yourself in 2030? 

I am hopeful that the existing and upcoming youth activists and advocates will continue to fight for our collective future. I look forward to increasing efforts of helping marginalised groups adapt in the face of this changing climate. I also look forward to ambition being raised for protecting the lives and livelihoods of those most as risk, While in 2030  I would no longer be considered a ‘ youth advocate’ I will still be engaged in ongoing dialogue around climate justice, SIDS and adaptation. 

Social media accounts: 

(twitter): @Jaybritz
(instagram): Jhannel Tomlinson

 

IPCC’nin yeni yayımlanan ‘İklim Değişikliğinin Etkileri, Uyum ve Etkilenebilirlik Raporu’ bize neler söylüyor?

Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin (IPPC) 6. Değerlendirme Raporu kapsamında yaklaşık dört yıl süren çalışmaların ikinci ayağı olan IPCC 2. Çalışma Grubu’nun “İklim Değişikliği: Etkiler, Uyum ve Etkilenebilirlik” başlık yeni raporu 2022 Şubat sonunda tamamlandı ve sonuçları “Politikacılar İçin Özet Raporu” aracılığıyla Dünya’ya açıklandı.

Ancak raporun açıklandığı günler, Rusya-Ukrayna gerilimi ve savaşına denk geldiği için rapor büyük ölçüde savaşın gölgesinde kaldı. Bu ilgisizlik ve olumsuzluk -hep olduğu gibi- Türkiye’deki iklim (hava, iklim şiddetli hava ve iklim olayları ve afetleri, vb.) haberciliğinin gündemi izleme ve değerlendirmedeki zayıflığı ve süreksizliği ya da rastgeleliği yüzünden Türkiye’de çok daha belirgindi bana göre.

Bu makalede, IPPC 6. Değerlendirme Raporu 2. Çalışma Grubu’nun “İklim Değişikliği: Etkiler, Uyum ve Etkilenebilirlik” başlıklı yeni raporunun geniş açılı ama kısa bir bilimsel değerlendirmesini yapmayı amaçlıyorum.

IPCC 2. Çalışma Grubu Raporu’nun üst başlıkları ana çizgileriyle şöyle özetlenebilir:

  • Gözlenen ve Öngörülen Etkiler ve Riskler: İklim değişikliğinden kaynaklı gözlenen etkiler; ekosistemlerin ve insanların maruziyeti ve etkilenebilirliği; yakın vadedeki riskler (2021-2040); orta ve uzun vadeli riskler (2041-2100); karmaşık, bileşik ve aşamalı riskler ve geçici aşmanın etkileri.
  • Uyum Önlemleri ve Etkinleştirme Koşulları: Güncel uyum ve yararları; geleceğe uyum seçenekleri ve uyumun fizibilitesi; adaptasyonun sınırları; uyumsuzluktan (maladaptasyon) kaçınmak ve etkinleştirme koşulları
  • İklime Dayanıklı Kalkınma: İklime direngen kalkınma koşulları; iklime direngen gelişmenin ve ilerlemenin sağlanması; doğal ve insan sistemleri için iklime direngen kalkınma; iklime direngen kalkınmaya ulaşılması.

Rapor, iklim değişikliğinin Dünya’nın her yerinde doğa ve insanlar üzerindeki etkilerini inceliyor. Farklı ısınma düzeylerinde gelecekteki etkileri ve ortaya çıkan riskleri araştırıyor ve doğanın ve toplumun devam eden iklim değişikliğine karşı direncini güçlendirmek-direngenliğini artırmak; açlık, yoksulluk ve eşitsizlikle savaşım ve Dünya’yı gelecek nesillere yaşamaya değer bir yer olarak tutmak için seçenekler sunuyor. Rapor kendi alanında, başka sözlerle “İklim Değişikliğinin Etkileri, Uyum ve Etkilenebilirlik” konusunda birkaç yeni bileşen sunuyor: Bunlardan biri, deniz ve okyanus kıyılarındaki (kıyısal) şehirler ve yerleşimler, tropikal ormanlar, dağlar, biyolojik çeşitlilik sıcak noktaları, kurak alanlar ve çöllerin, Akdeniz ve kutup bölgeleri için harekete geçmeye yönelik iklim değişikliğinin etkileri, riskleri ve seçenekler hakkında özel bir bölümdür. Bir diğeri, küresel ölçekten bölgesel ölçeklere kadar gözlemlenen ve öngörülen iklim değişikliği etkileri ve riskleri hakkında veri ve bulgular sunarak, karar vericiler için daha fazla iç görü sunabilecek olan bir atlasın varlığıdır.

3.6 milyar insan iklim değişikliğine karşı savunmasız

Daha sık ve şiddetli aşırı olaylar dâhil olmak üzere insan kaynaklı iklim değişikliği, doğal iklim değişkenliğinin ötesinde, yaygın olumsuz etkilere ve buna bağlı olarak doğaya ve insanlara yönelik kayıplara ve zararlara neden olmuş olmakla birlikte, bazı geliştirme ve uyum çabaları etkilenebilirliği azaltmıştır. Yine de sektörler ve bölgeler arasında, en savunmasız kişilerin ve sistemlerin orantısız bir şekilde etkilendiği gözlemleniyor. Hava ve iklim aşırılıklarındaki artış, doğal ve insan sistemleri uyum sağlama yeteneklerinin ötesine itildiğinden ya da başarısızlık söz konusu olduğunda bazı geri dönüşü olmayan etkilere yol açmıştır.

Ekosistemlerin ve insanların iklim değişikliğine karşı etkilenebilirliği, kesişen sosyo-ekonomik kalkınma kalıpları, sürdürülemez okyanus ve arazi kullanımı, eşitsizlik, marjinalleşme, sömürgecilik ve yetersiz yönetişim gibi tarihsel ve süregelen eşitsizlik kalıpları tarafından yönlendirilen, bölgeler arasında ve içinde önemli ölçüde farklılık gösterir. Günümüzde yaklaşık 3.3 ila 3.6 milyar insan iklim değişikliğine karşı oldukça savunmasız durum ve koşullarda yaşıyor. Rapora göre, türlerin yüksek bir oranı iklim değişikliğinin etkilerine açıktır. İnsan ve ekosistem etkilenebilirliği birbirine bağlıdır. Var olan sürdürülemez kalkınma modelleri, ekosistemlerin ve insanların iklim tehlikelerine maruz kalmasını artırıyor.

Yüzyılın sonuna doğru küresel ısınma 3°C’yi bulabilir  

Kısa vadede 1.5°C’ye ulaşan küresel ısınma, birden fazla iklim tehlikesinde kaçınılmaz artışlara neden olacak ve ekosistemler ve insanlar için birden fazla risk oluşturacaktır. Risk seviyesi, etkilenebilirlik, maruz kalma, sosyoekonomik gelişme ve uyum düzeyindeki eşzamanlı yakın vadeli eğilimlere bağlı olacaktır. Küresel ısınmayı 1.5°C’ye yaklaştıran kısa vadeli eylemler, insan sistemlerinde ve ekosistemlerde iklim değişikliğiyle ilgili öngörülen kayıp ve hasarları, daha yüksek küresel ısınma düzeylerine oranla önemli ölçüde azaltacaktır, ancak hepsini ortadan kaldıramayacaktır.

2040’ın ötesinde ve küresel ısınmanın düzeyine bağlı olarak iklim değişikliği, doğal ve insan sistemleri için sayısız riske yol açacaktır. Raporda bu kapsamda belirlenen 127 kilit risk için, değerlendirilen orta ve uzun vadeli etkiler şu anda gözlemlenenden birkaç kat daha fazladır. İklim değişikliğinin ve ilişkili risklerin büyüklüğü ve hızı, büyük ölçüde yakın vadeli azaltma ve uyum eylemlerine bağlıdır ve öngörülen olumsuz etkiler ve ilgili kayıplar ve zararlar, küresel ısınmanın her artışıyla birlikte yükselir.

İklim değişikliğinin etkileri ve riskleri giderek daha karmaşık ve yönetilmesi daha zor oluyor. Örneğin, aynı anda birden fazla iklim tehlikesi oluşacak ve birden fazla iklimsel ve iklimsel olmayan risk etkileşime girecek; buysa genel riskin ve sektörler ve bölgeler arasında basamaklanan risklerin birleşmesi ile sonuçlanacaktır. İklim değişikliğine verilen bazı yanıtlarsa yeni etkiler ve risklerle sonuçlanıyor.

Önümüzdeki on yıllarda ya da daha sonra küresel ısınma geçici olarak 1.5 °C’yi aşarsa, ki bana göre yüksek olasılıkla aşacaktır ve küresel ısınma olasılıkla yüzyılın sonuna doğru en iyi kestirme değerini yani 3 °C’yi yakalayacaktır, o zaman birçok insan sistemi ve doğal sistem, 1.5°C’nin altında kalmaya oranla ek ciddi risklerle karşı karşıya kalacaktır. Aşmanın büyüklüğüne ve süresine bağlı olarak, bazı etkiler ek sera gazı salınımına neden olacak ve bazıları küresel ısınma azaltılsa bile geri döndürülemez olacaktır.

Uyum seçenekleri

İnsana ve doğaya yönelik riskleri azaltabilecek uygulanabilir ve etkili uyum seçenekleri vardır. Kısa vadede uyum seçeneklerinin uygulanmasının fizibilitesi sektörler ve bölgeler arasında farklılık gösterir. İklim riskini azaltmak için uyumun etkinliği, belirli bağlamlar, sektörler ve bölgeler için belgelenmiştir ve artan ısınma ile azalacaktır. Bu kapsamda, sosyal eşitsizlikleri ele alan, iklim riskine dayalı yanıtları farklılaştıran ve sistemler arası geçişi sağlayan kamucu, bütüncül, çok sektörlü çözümler, birden çok sektörde uyumun fizibilitesini ve etkinliğini artırır.

Son yıllarda birçok sektör ve bölgedeki uyum çabalarının zayıf ve yetersiz ya da olumsuz (maladaptasyon) olduğuna ilişkin artan kanıtlar var. İklim değişikliğine verilen böyle uyumsuz tepkiler (maladaptasyon), değiştirilmesi zor ve pahalı olan ve var olan eşitsizlikleri şiddetlendiren etkilenebilirlik, maruz kalma ve risklerin kilitlenmesine neden olabilir. Uyum eylemlerinin kamucu, esnek, çok sektörlü, kapsayıcı ve uzun vadeli planlanması ve uygulanması ile birçok sektör ve sistem için fayda sağlayan uyumsuzluktan kaçınılabilir. Gözlenen etkilerin kanıtı, öngörülen riskler, etkilenebilirlik seviyeleri ve eğilimleri ve uyum sınırları, Dünya ölçeğinde iklime dayanıklı (iklim direngen) kalkınma eyleminin yaklaşık 10 yıl önce değerlendirildiğinden daha acil olduğunu göstermektedir. Kapsamlı, etkili ve yenilikçi yanıtlar ya da karşı önlemler, sürdürülebilir kalkınmayı ve ilerlemeyi sağlamak için sinerjilerden yararlanabilir ve uyum ile iklim değişikliği savaşımı arasındaki ödünleşimleri azaltabilir.

Hükümetler, sivil toplum ve özel sektör, riski azaltma, hakkaniyet (denkserlik) ve iklim adaletine öncelik veren kapsayıcı kalkınma seçimleri yaptığında ve karar alma süreçleri, finans ve eylemler yönetişim seviyeleri, sektörler ve zaman dilimleri arasında bütünleştirildiğinde iklim direngen kalkınma olanaklıdır. Rapora göre, iklim direngen kalkınma, uluslararası işbirliği ve topluluklar, sivil toplum, eğitim kurumları, bilim ve diğer kurumlar, medya, yatırımcılar ve işletmelerle birlikte çalışan her düzeydeki hükümetler tarafından ve kadınlar, gençler, yerli halklar, yerel topluluklar ve etnik azınlıklar dahil olmak üzere geleneksel olarak marjinalleştirilmiş gruplarla ortaklıklar geliştirerek kolaylaştırılır. Bu ortaklıklar, siyasi liderliğin, kurumların, finans dahil kaynakların yanı sıra iklim hizmetleri, bilgi ve karar destek araçlarının etkinleştirilmesiyle desteklendiğinde en etkilidir.

İklim direngen, sürdürülebilir kalkınma

Kentlerin değişen yüzü, başka bir deyişle kentin değişen fiziki coğrafyası, kentsel desen, maruz kalma ve etkilenebilirlik arasındaki etkileşimler, şehirler ve yerleşimler için iklim değişikliği kaynaklı riskler ve kayıplar yaratabilir. Bununla birlikte, küresel kentleşme eğilimi, iklim direngen kalkınmayı ilerletmek için kısa vadede kritik bir fırsat da sunuyor. Sosyal, ekolojik ve gri/fiziksel altyapılar dahil olmak üzere kentsel altyapı hakkında günlük karar verme süreçleriyle bütünleşik, kapsayıcı planlama ve yatırım, kentsel ve kırsal yerleşimlerin uyum kapasitesini önemli ölçüde artırabilir. Rapora göre, adil sonuçlar, yerli halklar, marjinalleştirilmiş ve etkiye açık topluluklar dahil olmak üzere sağlık ve esenlik ile ekosistem hizmetleri için çoklu yararlar sağlayabilir. Kentsel alanlarda iklime dayanıklı kalkınma, aynı zamanda, kentsel çevredeki mal ve hizmet tedarik zincirlerini ve finansal akışları sürdürebilir kılarak daha kırsal yerlerde uyarlanabilir kapasiteyi de destekler. Kıyı şehirleri ve yerleşim alanları, iklim direngen sürdürülebilir kalkınmanın ilerlemesinde özellikle önemli bir rol oynamaktadır.

Biyoçeşitliliğin ve ekosistemlerin korunması, iklim değişikliğinin kendilerine getirdiği tehditler ve bunların uyum ve hafifletmedeki rolleri ışığında iklime dirençli kalkınmanın temelidir. Raporda değerlendirilen bir dizi kanıta dayanan son çözümlemeler, küresel ölçekte biyoçeşitliliğin ve ekosistem hizmetlerinin dayanıklılığının korunmasının, doğala yakın ekosistemleri de içeren Dünya’nın kara, tatlı su ve okyanus alanlarının yaklaşık % 30 ila % 50’sinin etkin ve adil bir şekilde korunmasına bağlı olduğunu göstermektedir.

Sonuç olarak, IPCC’nin 2018 yılında yayınlanan 1.5°C Küresel Isınma Raporu’ndaki bulgu ve değerlendirmeler de dikkate alındığında, iklim direngen sürdürülebilir ve sosyal-kamucu bir kalkınma ve toplumsal refahın geliştirilip artırılması, var olan küresel ısınma düzeylerinde (sanayi öncesi düzeylerine kıyasla küresel ısınma yani küresel ortalama yüzey sıcaklıklarındaki artış 2021 yılında 1.2 °C’ye ulaştı) zaten zor ve sorunludur. Küresel ısınma seviyelerinin 1.5° C’yi aşması durumunda iklim direngen kalkınma beklentileri daha da sınırlı olacak; küresel ısınmanın 2°C’yi aşması durumdaysa bazı coğrafi kuşaklar, biyomlar, bölge ve ülkelerde olanaklı olmayacaktır. Örneğin, iklim direngen kalkınma, alçak kıyı şehirleri ve yerleşimleri, küçük adalar (Küçük Ada Devletleri), çöller, dağlar ve kutup bölgelerini içermek üzere, iklim etkilerinin ve risklerinin halihazırda belirmiş ve/ya da etkili olmuş olduğu bölgelerde/alt bölgelerde oldukça sınırlıdır. Yüksek düzeyde yoksulluk, su, gıda ve enerji güvensizliği, hassas kentsel alanlar, bozulmuş ekosistemler ve kırsal ortamlar ve/ya da az sayıda olanak sağlayan koşullara sahip biyomlar, coğrafi bölgeler ve alt bölgeler, iklime dayanıklı kalkınmayı engelleyen ve iklim değişikliğince daha da şiddetlenen iklim dışı birçok zorlukla karşı karşıyadır.

Referanslar

  • IPCC. 2018. Global Warming of 1.5°C. An IPCC Special Report on the impacts of global warming of 1.5°C above pre-industrial levels and related global greenhouse gas emission pathways, in the context of strengthening the global response to the threat of climate change, sustainable development, and efforts to eradicate poverty [Masson-Delmotte, V., P. et al. (eds.)]. In Press.
  • IPCC. 2022. Summary for Policymakers. In: Climate Change 2022: Impacts, Adaptation and Vulnerability. Contribution of Working Group II to the Sixth Assessment Report of the Intergovernmental Panel on Climate Change [Hans-O. Pörtner, et al., (Drafting Authors:)]. Cambridge University Press. In Press.
  • Türkeş, M. 2020. İklim değişikliğinin fiziksel bilim temeli -II: Dünyada ve Türkiye’de Gözlenen ve Öngörülen İklim Değişiklikleri ve Değişkenliği. Toplum ve Hekim, 35(1): 3-31.
  • Türkeş, M. 2021. Toplumun iklim değişikliği direngenliği güçlendirilebilir mi? Spektrum, Kasım, 6: 95-101.
  • Türkeş, M. 2022. İklim diplomasisi ve iklim değişikliğinin ekonomi politiği. Bilim ve Ütopya, 332: 31-45.

Ayrımcılığı geri dönüştürmek daha mı kolay?

Yerel olarak bundan yirmi yıl öncesinin, 30 yıl öncesinin ve hatta daha önce yazılmış haberlerin diline, LGBTİ+ ve özellikle trans kadınlar üzerine atılmış manşetlere bir göz atın. Hedef göstermeler, sürekli şeytanlaştırma ve kötüleme üzerinden ve aynı zamanda objeleştirmekten farklı başlıklar nadirdir. Dünya’da da çok farklı değil. “Kuzuların Sessizliği” filminde bile sapık katilin “transgender” olduğunu ve kadınları kıskandığı için onları öldürdüğü söylenir. Yine, sinemanın baş yapıtlarından biri olan “Sapık” (Psycho) filminde de “trans değil ama” diye ortaya koyduğu görsel, yine kadın kıyafetleri içinde bir erkeğin sapkınlığıdır. Türk gazeteleri yıllarca “sapık, jilet tüküren tekinsiz kadın kılığında erkekler” olarak resmetti bizi.

Transfobi toplumda öyle bir kök salmış ki, neredeyse altmış yıl önce  hakkımızda yapılmış cahilce yorumlar gerçek sanılıp kabul görüyor. Her şey güncelleniyor, bilim ilerliyor ama translar hep toplumun, bilimin, kabulün dışında bırakılıyor. Bu noktada medyada, haberlerde, kitaplarda veya kısaca tükettiğimiz kültürel içeriklerde transların resmedilme şeklinin toplumun bilinçaltında inşa ettiği rol ve yer önemli bir işlev görüyor.

Küçükken, “Kutsal Damacana 2” adlı Türk yapımı filmi izlerken orada  “travesti ile kurtadam karşılaşıyor, ne kadar komik” fikriyle çekilmiş bir sahneye denk gelmiştim. Her daim alay edilen, hor görülen ve dışlanan trans kadınların “düzgün” biçimde temsil edildiği kaç yapım biliyorsunuz?

Yıllar geçti, bakış değişmedi

Meseleye tam buradan bakınca, bugün de sosyal medyada aldığımız tepkiler çerçeveye uyuyor. Bir trans kadına “bu uyuşturucu içiyor” diye asılsız iftiralarda bulunabilirsiniz, herkes sorgulamadan inanır. İstediğiniz her etiketi, hiç bir destekleyici unsur, kanıt olmadan kullanabilirsiniz ve toplum onaylar. Ne bekliyoruz ki? Haberlerde, filmlerde ve filmlerin uyarlandığı romanlarda hep “kötü” olmuşuz, “sapık” olmuşuz. Erk ve iktidar, azınlıklara yaptığı zulmü tam bu şekilde meşrulaştırır zaten.

Trans kadınları sürekli “kötü” olarak resmetmek gerekiyor ki bize yapılan zulme toplumun rızası olsun. Gazeteler manşetler atarken, Hortum Süleyman, Balyoz ekibi gibi kişi ve grupların farklı yer, zamanlarda translara yaptıkları zulüm kabul görsün. 80’lerde trenlere doldurulup İstanbul’dan sürülmek, 90’larda ve 2000’lerde ev baskınlarına kadar giden şiddet, sayısız işkence… Toplum da zaten değersiz gördüğü bu azınlığın arkasında durma gereği hissetmiyor. Çünkü sayısı az, sesi kısılmış bir azınlık olarak vurması ve sövmesi kolay, hedef gösterilmeye açık olmuşuz.

Günümüzde ise LGBTİ+ ve özellikle trans görünürlüğünün artması ile eskiye kıyasla şiddet olaylarında azalma olsa da şiddetin evrilip şekil değiştirdiğini söylemek mümkün. 8 Mart’ta alandan trans kadınları atmaya çalışmak, söz sahibi veya herhangi bir görünürlüğü olan trans kadınların sürekli hedef gösterilmesi, iftiralara maruz kalması gibi… Görünürlüğümüz ve inanırlığımıza saldırılıyor ki, eskiden olduğu gibi “sapık” damgasıyla o eski şiddete ve işkenceye maruz kalalım.

Faşist ideolojilerin günümüzde ana meselelerinden birinin LGBTİ+ ve özellikle de trans kimlikler olduğu artık aşikardır. Dünyada ne kadar faşist organizasyon ve hareket varsa hepsinin LGBTİ+ üzerinde çok sert bir çizgisi ve hatta çoğu noktada ana mücadele noktalarından biri olduğunu gözlemleyebiliriz. Kürtaj karşıtı, çekirdek aileyi kutsal gören bu gruplar için baskıyla yok etmeye çalıştıkları kimlikler; mülteciler, LGBTİ+’lar, eşitlik isteyen insanlar ve hepsinin kümesinde olan kadınlardan oluşur. Bu kişilerin sinsice “hak ve eşitlik” iddiasını kullanarak “özgür ifadeyle nefret söylemi” “kadınları koruyoruz translara hayır!” “Aileyi koruyoruz LGBTİ+’ya hayır!” gibi söylemlerinin amacı, hoşgörülü bir toplumun sınırlarını daraltmaya çalışmaktır.

Gördüğümüz şeyin açıklaması basit, bu faşizan kapitalist düzende geri dönüşüm, yeşil politikalar ve birliktelik yerine daha kolay gelen ayrışma ve aksine nefretin yeniden farklı kalıplarla üretilmesi. Doğrudan translara hakaret etmek yanlış örneğin, ama bu kişi tuvalete gitmek isterse, spor müsabakalarında yarışmak ya da soyunma odası kullanmak isterse bir anda hakaret etmek ve o kişiye saldırmak mübah karşılanıyor. Kısaca bu kişiler 20. Yüzyıl’ın nefretini geri dönüştürmeyi tercih ediyorlar.

Hokkabazın orman günü olmuş…

Emily Dickinson şiirleriyle son zamanlarda yanıştım. Tanışır tanışmaz da kalbimde bu şiirlere büyükçe bir yer açtım. Ben ‘arı şairi’ dedim kendimce Dickinson’a. Tıpkı Gülten Akın’a, haddim olmayarak elbette, ‘serçe şairi’ demem gibi. Birinin şiirlerinde arılar diğerininkinde serçeler nasıl da güzel öne çıkar.

Yazıya adını veren iki dizelik şiir şöyle (Dickinson yazım kurallarıyla);

The juggler’s Hat her Country is-
The Mountain Gorse –the Bee’s-

 Türkçesi de şu şekilde (Selahattin Özpalabıyıklar’ın çevirisiyle);[1]

Hokkabazın Şapkasıdır Ülkesi-
Katırtırnağıdır –Arınınkisi-

O kadar çok düşündüm ki, acaba Dickinson’ın hokkabazı nedir diye. Sonuçta bunun genel olarak ‘insan’ olduğuna ikna ettim kendimi. Şiir bu, bilinmez tabii şairin gerçekte neyi kastettiği. Ama ben bu şiiri öyle anlayıp içselleştirdim. Belki başlangıçtan bugüne, fakat hiç değilse çağımızın insanı bir hokkabaz değil de nedir? Tıpkı bir hokkabaz gibi şapkasından çıkarıp durduğu şeylerin büyüsüne kapılmış, gerçeklikten bütünüyle kopmuş; dahası herkesi de kendi gibi bu sahte büyünün derinliklerinde kaybolmaya davet ediyor. Oysa yaptığı bütünüyle aldatmacadan ibarettir. Saf gerçek bir tarafta çırılçıplak dururken, hokkabaz ve hayranları bir aldatmacaya tapınmayı tercih eder. Oysa arı öyle mi? Arının tek bir amacı vardır; yaşamın devamı. Onun için arı, katırtırnağı ile bağını çok iyi özümsemiştir. Sahte bir gerçekliğe hiç gereksinme duymaz. Doğanın bir parçası olarak onun tüm gerçeği doğanın diğer parçaları ve onlarla arasındaki uyumdur.

Uluslararası orman günü ve ormanlarımız

Bir uluslararası orman gününü daha geride bıraktık. Hoş, ülkemizde yıllardır kutlanmakta olan bu önemli gün gözden düştü artık. İktidarın, muhtemelen ‘bizden önce bir ağaçlandırma günü bile yoktu’ demek amacıyla şapkasından çıkardığı 11 Kasım Milli Ağaçlandırma Günü parlatılıp 21 Mart Uluslararası Orman Günü gerilere itildi. Gelin görün ki, ister 11 Kasım ister 21 Mart olsun ormanın günü, tek bir gerçek var; ülkemizde ormanlar son derece kötü yönetiliyor ve bu gerçek görünmez kılınmak için şapkadan sürekli bir şeyler çıkarılıyor.  Bunlardan sonuncusu olan Millet Ormanı projesini geçen haftaki yazımda anlatmıştım. Dilerseniz size ülkemizde ormanların niye çok kötü durumda olduğunu 10 net maddeyle özetleyeyim. Her bir maddenin açıklamasını ve bilimsel kanıtlarını bu köşede geçmişte yayımladığım yazılarda bulabilirsiniz. O nedenle hiçbir maddenin ayrıntısına girmeyeceğim.

  • Ormanlarımız korunmuyor. Kâğıt üzerinde orman alanı artıyor gibi görünüyor. Ancak bu artış genellikle göç veren, nüfus yoğunluğunun azalıp ormanlar üzerindeki insan baskısının ortadan kalktığı bölgelerde oluyor. Bu bölgelerdeki orman artışının altında yatan temel dinamik ise terk edilen tarım alanları ve otlakların kendiliğinden ormanlaşması. Yani, insan baskısı kalkınca, ormanlar geçmişte farklı kullanımlara verdiği alanları geri alıyor. Marmara ve Ege gibi bölgelerde ise ormanlar artmıyor, azalıyor.

Son 18 yılda yapılan ağaçlandırma, önceki 18 yıldan daha az

  • İktidarın sürekli halkın gözüne sokmaya çalıştığı ağaçlandırma çalışmalarında da geçmişe göre başarısızlık var. 2003-2020 yılları arasındaki 18 yılda yapılan toplam ağaçlandırma miktarı önceki 18 yıldan daha az. Evet, DAHA AZ. Fakat sanki durum böyle değilmiş, bu iktidardan önce ülkede ağaçlandırma yapılmıyormuş da ağaçlandırma bu iktidar döneminde başlamış gibi bir algı yaratılmaya; fidan sayısı gibi bilimsel karşılığı olmayan istatistiklerle kafalar karıştırılmaya çalışılıyor. Ama yine de güneş balçıkla sıvanamıyor.

  • Orman alanlarının farklı kullanımlara tahsisi olanca hızıyla devam ediyor. Bir yandan Orman Yasası’nda sürekli değişiklik yapılarak yeni yeni kullanım amaçları için orman alanı tahsisi olanaklı hale getirilirken diğer yandan da tahsis iş ve işlemleri kolaylaştırılarak farklı kullanımlara tahsis edilen orman alanı miktarı artıyor. 2020 yılı sonu itibariyle yaklaşık 750 bin hektar orman alanı kâğıt üzerinde orman görünüyor olmasına rağmen gerçekte bu araziler madencilik, enerji, turizm, ulaştırma vb. amaçlarla kullanılıyor. Üstelik 750 bin hektar büyüklüğündeki orman alanı tahsisi, tahsis yapılan alanın ekolojik koşulları ile tahsis amacının niteliklerine bağlı olarak ekosistem parçalanması sonucu civarındaki kat kat fazla orman alanında ekolojik bozulmalar meydana getiriyor.
  • Endüstriyel odun üretimi her yıl artıyor. Ormanlarımızdan giderek daha fazla ağaç kesiliyor. Odun üretimi artışı ormanlarımızın sürdürülebilirliğini açık bir şekilde tehdit ederken, milli parklarda bile odun üretimi yapılması konusunda adımlar atılıyor. Öyle ki, orman yangınları bahane edilerek, yanıcı madde azaltma ya da temizleme gibi gerekçelerle daha da fazla odun üretmenin yol ve yöntemleri araştırılıyor. Bütün bunlar da ne yazık ki plansız bir şekilde büyüyen bazı orman endüstrisi kuruluşlarının odun ihtiyacını karşılamak ve doğal değerleri paraya çevirmek amacıyla yapılıyor.

2B ile binlerce hektar orman alanı orman sınırları dışına çıkarıldı

  • Türkiye’de ormancılığın yüz karası olan 2B uygulaması olanca hızıyla devam ederken, Orman Yasası’nda 2018 yılında yapılan değişiklikle (ek madde 16 ile) 2B dışındaki bazı orman alanlarının da orman sınırları dışarısına çıkarılmasına ilişkin çalışmalar yapılıyor. 2B ile orman sınırları dışına çıkarılan orman alanı miktarı 2020 yılı sonunda 626 bin hektara ulaşmışken, ek madde 16 doğrultusunda çıkarılan bir bakanlar kurulu ve dört cumhurbaşkanı kararıyla da yaklaşık 700 hektar orman alanı orman sınırları dışına çıkarıldı bile. Korkum o ki, ileride bu miktarlar kat kat artacak gibi görünüyor.

  • Korunan orman alanları konusundaki gelişmeler de parlak değil. Koruma işlevinin yüksek kullanma işlevinin düşük olduğu tabiatı koruma alanı, muhafaza ormanı ve yaban hayatı geliştirme sahaları gibi korunan orman alanlarının miktarı azaltılırken, neredeyse bütünüyle kullanıma hizmet eden, korumadan söz etmenin olanaklı bile sayılamayacağı tabiat parklarının sayı ve alanı her geçen gün artıyor. Böylelikle korunan alan miktarı artırılıyormuş gibi bir algı oluşturulurken ormana sürekli daha fazla işletmeci ve tesisin girmesi sağlanıyor; orman alanları bir rant kaynağı haline getiriliyor.
  • Benzer şekilde kent ormanı ve millet ormanı gibi uygulamalarla ormanlar yoğun ve kontrolsüz rekreasyonel kullanımların odağı haline getiriliyor. Bu tür alanların düzenlenmesinde çağdaş kent ormancılığı ilkelerinin hiçbiri uygulanmıyor.
  • Özel ağaçlandırma çalışmaları adı altında ormanlar meyve bahçesine, tıbbı ve aromatik bitki yetiştirme alanına dönüştürülüyor. Özel ağaçlandırma sahalarında verilen yapılaşma izinleri sürekli genişletiliyor.

Hokkabaz biziz!

  • Orman yangınlarına karşı alınması gerekli önlemler alınmıyor. Önleyici tedbirler ihmal edilerek giderek daha fazla sayıda yangına ve daha fazla miktarda yanan orman alanına davetiye çıkarılıyor.
  • Ve elbette ormancılık örgütü verimsiz, potansiyelini kullanamayan emir kulu bir organizasyon haline getiriliyor. Çalışanlar arasında adalet ve eşitlik açıkça çiğnendiği gibi yeni personel alımlarında da siyasi kayırmacılık had safhaya çıkıyor.

Hokkabaz sahnede ne yaparsa yapsın sahne gerisinde gerçekle yüzleşmekten başka bir çaresi yok. Hokkabaz biziz. Göz yumduklarımız, izin verdiklerimiz, yönet dediklerimiz, sesimizi çıkarmadıklarımız… Hep birlikte hokkabazlıkla devam edebileceğimize inanıp, şapkamızdan çıkardıklarımıza tapınmaya devam ediyoruz. Bir arı kadar bile gerçeğin farkında değiliz. Tek çözüm şapkayı fırlatıp bir yana kendimizi saf gerçekliğe, doğanın kurallarına bırakmak. Batasıca öğretilerimiz, batasıca alışkanlıklarımız izin vermiyor. Şapkamıza tapınarak batmaya devam ediyoruz.

*

[1] Emily Dickinson, Seçme Şiirler (İngilizce-Türkçe). Hasan Âli Yücel Klasikler Dizisi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, VI. Basım.

Daha ne olması lazım?

Geçtiğimiz haftalarda Adana’da yapılan bir endüstri toplantısında, bakanlık yetkilileri Hatay’dan Mersin‘e uzanan kıyı şeridinde bir hilal şeklinde endüstri yatırımları yapılacağı ve bunun için de uygun arazileri bulmak için adeta bir emlak memuru gibi çalıştıklarını anlattı, toplantıya katılan sanayiciler de fabrikalarının yakınındaki tarımsal arazileri nasıl tesislerine katabileceklerinin yollarını sordu.

Katılan sanayicilerin çoğunluğu plastik çöp, ham plastik, kimya, petrol ve benzeri sektörlerde faaliyet yürütüyordu.

Bundan birkaç ay önce de bir grup devlet erkânı yine Adana’da devasa bir petrokimya fabrikasının temel atma törenine katılmış ve ekonomiye yapılacak katkıların ne düzeyde olacağını anlatmış; vatana millete hayırlı olması temennisiyle ilk düğmeye basmıştı.

Benzer bir açılışı bu defa muhalefet erkânı İstanbul’da yine “en büyük” ve “en heybetli” unvanlarıyla süslenmiş bir tesis için gerçekleştirdi  ve bu yatırımın yapılmasına katkı sunan önceki belediye reisinin ruhuna Fatiha okudu.

Geçtiğimiz ay plastik üreticileri daha fazla üretim yapabilmek için kendilerine istisna sağlanmasını ve gerekirse tüm kısıtlamaların kaldırılarak sanayicinin önünün açılmasını talep eden açıklamalarıyla gazete manşetlerini süsledi. Eğer böyle giderse gıda enflasyonuna bir de plastikten kaynaklı yeni zamların ekleneceğini parmak sallayarak ifade ettiler.

Daha geçen hafta bir plastik lobi derneği yöneticisi plastiksiz yaşayabilene bir milyon dolar hediye edeceğini söyleyerek plastiğin çok faydalı bir ürün olduğunu ballandıra ballandıra anlattı.

Aranan plastik insan kanında bulundu

Yine geçen gün Türk inşaat sektörünün lokomotifi olan çimento sanayicileri, kömür fiyatlarında meydana gelen artışla baş edemediklerini ve yakmak üzere çöp ithal etmek istediklerini bunun için kendilerine izin verilmesi gerektiğini söyledi.

Bu esnada İngiltere’den gelen plastik çöpler arasında Covid test kitlerinin olduğu ve hatta içinde endüstriyel atıkların da olabileceği, sahadan elde edilen numunelerde bunu destekleyen kimyasal kalıntılara rastlanıldığı açıklandı.

Aynı dönemlerde insan plasentasında plastiklere rastlanıldığı ve kuvvetle muhtemel daha doğmadan bu plastiklerin bebeklere geçtiği belirtildi. Başka bir grup araştırmacı da gezegenin plastik kirliliği de dahil olmak üzere kimyasal kirlilik açısından kapasitesini aştığını ve bir an önce önlem alınması gerektiğini ortaya koymuştu.

Bir grup başka araştırıcı plastiklerdeki kimyasalların obeziteye, başka bir grup araştırıcı ise kansere doğrudan neden olabildiklerine dair kanıtlara ulaştıklarını ifade etti.

Ve nihayet en sonunda aranan plastik insan kanında da tespit edildi. Geçen hafta bir grup bilim insanı inceledikleri insanların %80’inin kanında plastik partiküllere rastlanıldığını açıkladı. Üstelik en çok rastlanan plastik türü de tekstil ve ambalaj sektörünün vazgeçilmezi olan PET türü plastiklerdi. Tamam ölen kuşlar, burnundan pipet çıkan kaplumbağalar, balinalar ya da plastik açma halkasına takılarak ölen balıklar umurumuzda değil, ama artık plastik için katı önlemler almak adına daha ne bulunması lazım? Kanımızda da bulduk artık bunu. Beynimizde de de kati suretle mevcuttur aksi takdirde bu tutulumun plastikleşmiş kafalardan başka kafalar tarafından sergilenmesi mümkün değil.

Artık plastik damarlarımızdaki kanda da dolaşıyor. Şimdi bir karar vermemiz gerekiyor: Damarlarımızda kan mı dolaşsın yoksa kâr için gözü dönmüş petrokimya endüstrisinin ürettiği zehirler mi? Karar sizin!

Soluduğumuz hava çimento yapımından, çöp ithalatından, kimyasal ve plastik üretiminden kaynaklanan kirli kimyasallarla işgal edilmiş vaziyette. Ya temiz hava soluyacağız ya da daha fazla kar isteyen sanayicinin ürettiği zehri soluyacağız. Karar sizin!

Jhannel Tomlinson: Ada ülkeleri olarak iklim krizine karşı tamamen savunmasızız [İklim Kuşağı-27]

Jhannel Tomlinson, Jamaika‘dan 29 yaşında bir aktivist. Doktora adayı ve GirlsCARE Jamaika‘nın kurucularından. Aynı zamanda Yeni Kuşak İklim Kurulu’nun Karayipler danışmanı. Son derece gurur duyduğu bir başarı olan Başbakan Çevre Koruma Gençlik Ödülü‘ne layık görüldü.

Jhannel’in sorularıma verdiği cevaplar şöyle:

Atlas Sarrafoğlu: İklim krizi Jamaika’da genel olarak insanların hayatlarını nasıl etkiliyor?

Jhannel Tomlinson: İklim krizi herkesin yaşamını etkiliyor, özellikle de yaşamları ve geçim kaynakları için doğrudan çevreye güvenenleri. Balıkçılar ve çiftçiler, denizlerde veya iklimdeki küçük değişikliklerden etkilendiklerinden, denize çıkabilmeleri, ekim yapabilmeleri ve esas olarak ailelerinin geçimleri tamamen buna bağlıdır. Uzun süreli kurak dönemler giderek artıyor ve su güvenliğinin getirdiği zorluklarla karşılaşabileceğimiz sorunları anlayabiliriz.

Sen ve diğer ada sakinleri, ada ülkenizi etkileyen iklim krizi hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bu çok güçlü hissettiğimiz bir şey. Küçük ada devletleri olarak, değişen iklimin etkilerine karşı özellikle savunmasız durumdayız. Tamamen suyla çevriliyiz, büyük ölçekte bir ekonomimiz yok, faaliyetlerimizin çoğu kıyı boyunca yer alıyor ve ağırlıklı olarak turizm ve tarım gibi sektörlere bağlıyız. Bunlar, potansiyel etkilerin bazılarını nasıl dengelemeye çalışabileceğimizi vurgulayarak, kriz konusunda herkesi güçlendirmeye, iletişim kurmaya ve eğitmeye çalışmamızın nedenlerinden bazıları. 

 Halkınızı iklim değişikliğinin etkilerinden korumanın çözümünün ne olduğunu düşünüyorsun?

Yerel toplulukların bireysel ve kolektif geleceklerine katkıda bulunma fırsatının verildiği insan merkezli adaptasyon çabalarının artması; savunmasız grupların katılımı için artan fırsatlar yaratmanın önemi; aşağıdan yukarıya olan gelişimin sağlanmasının yukarıdan aşağıya olan kalkınma kadar eşit derecede önemli olduğunu düşünüyorum.

Kadınlarla, çiftçilerle ve gençlerle çalışıyorsun. Lütfen bize gelecekten umutlu hissettiren şeyin ne olduğundan bahseder misin?

Jamaika ve Karayipler’deki yaşıtlarımla bağlantı kurduğumda, gençlerin tutkulu, dengeli, yenilikçi ve inandıkları şeyi savunmaya hazır olduklarını anlıyorum. Farklı topluluklardaki kadın çiftçileri ziyaret ettiğimde ve süregelen zorluklara rağmen değişim karşısında dirençli ve alanlarında birer şampiyon olduklarını duyduğumda, bu deneyimler beni motive ediyor.

Dünya liderlerine hitap edecek bir mikrofonun olsaydı, onlara iklim krizi hakkında ne söylerdin?

Soruna en az katkıda bulunan ülkeler, etkilenme riski en yüksek olanlardır. Bu ülkelerin ekonomileri, toplumları genel olarak hali hazırda etkileniyor ve daha iyi uyum sağlamalarını desteklemek için toplu eylemler yapılmadığı sürece etkilenmeye de devam edecek. Artan mali desteğe ihtiyaç var, sera gazı emisyonlarını azaltmak için taahhütlere ve kalkınma için daha sürdürülebilir yaklaşımlara ihtiyaç var.

Jamaika’da iklim kriziyle mücadelenin önündeki en büyük engel nedir? 

Bazıları için iklim krizi, hükümet ve akademisyenler tarafından ele alınması gereken bir konu olarak görülüyor. Herkes bunu kendi “kapasitelerinin dışında” olan karmaşık bir fenomen olarak algılıyor. Bu, ekonomik zorlukların olduğu durumlarda, bireylerin “kendileri ve aileleri için ekmek” sağlamaya çalışması konusunda daha fazla endişe duyması, iklim değişikliğinin bir öncelik olarak görülmemesi gerçeğiyle daha da karmaşıklaşıyor. Bunlar sorun yaratan engeller arasında. 

İklim kriziyle ilgili gelecek algın nedir? 2030’da kendini nasıl hayal ediyorsun?

Mevcut ve gelecek gençlik aktivistlerinin ve savunucularının ortak geleceğimiz için savaşmaya devam edeceklerinden umutluyum. Marjinal grupların  değişen iklime uyum sağlamasına yardımcı olma çabalarının artırılmasını dört gözle bekliyorum. Ayrıca, en çok risk altında olan kişilerin hayatlarını ve geçim kaynaklarını korumaya yönelik hırsların artmasını da sabırsızlıkla bekliyorum. 2030’da artık bir “gençlik savunucusu” olarak görülmesem de, iklim adaleti, SIDS (gelişmekte olan küçük ada devletler)  ve uyum konularında kuracağım diyalogla ilgilenmeye devam edeceğim.

Sosyal medya hesapları:

(twitter): @Jaybritz
(instagram): Jhannel Tomlinson

 

 

 

[Bir şarkının hikayesi] Vincent (Starry, Starry Night)/ Don McLean*

1889 yılında, Fransa’da Saint- Rémy- de- Provence’ta akıl hastanesinde kaldığı dönemde Vincent Van Gogh kardeşi Theo’ya yazdığı mektuplarından birinde şöyle der:

Demir parmaklıklı penceremde adeta bir buğday tarlası görüyorum. Sabahları ise gün doğumunu tüm ihtişamıyla izliyorum.”

Diğer hastalardan farklı olarak, Van Gogh’un dışarı çıkmasına izin verilmektedir, hatta kendisine çalışması için bir stüdyo verilmiştir. Başlarda mental hastalığı düzelme eğilimindeyken tekrar halüsinasyonlar görmeye başlar ve depresyona girer. Hastalığı sanatına da yansır ve kariyerinin başında olduğu gibi koyu renklere dönüş yapar.

Starry Night (Yıldızlı Gece) adlı tablosu bu değişimin en güzel örneklerinden biridir. Tepelerin gökyüzüyle karıştığı ve mavinin tonlarının hakim olduğu bu resim, Van Gogh’un hastanedeki odasının penceresinden gördüğü Saint-Remy-de-Provence şehrinin ruhani ve düşsel bir yorumudur. Köy ve kilise kulesi tamamen sanatçının hayal gücüyle yaratılmış unsurlardır. Sadece gördüğünü resme aktarmak Van Gogh için bir din gibidir, ama Starry Night kendi tarzından kayda değer bir kopuştur. Sanat tarihçileri ressamın kilise ve evleri, memleketi Hollanda’nın mimarisinden esinlenerek çizdiğini düşünmektedirler. Theo’ya yazdığı mektuptaki demir parmaklıklar da resimde yoktur.

Vincent van Gogh’un otoportresi. Musée d’Orsay, Paris

Resmi üç seviyeye bölersek, gökyüzü açık ara ile resmin gerçek ötesi kısmıdır, rüya gibidir. Gökyüzündeki formlar, nebula olarak bilinen astronomik gözlemlere büyük benzerlik gösterir ve tual yüzeyindeki sayısız ve kalın fırça darbeleri bu formları 3 boyutlu ve hareketli bulutlara dönüştürür. Bir alt seviyede selvi ağacı ve tepeler, gökyüzünün yumuşak kıvrımlarına uyan yumuşak açılarla bükülürler. Son seviyede ise kilise ve köy düz çizgiler ve keskin açılarla resmin geri kalanından ayrılır. Sanki Van Gogh yeryüzündeki köyü gökyüzündeki cennetten ayırmıştır.

Kısa yaşamına 900’e yakın resim sığdıran, post-impressionist tarzın öncüsü bu dâhinin eserlerinin değeri, hayatta iken anlaşılmamıştır. Bir hastane odasında yarattığı Starry Night, sanat dünyasının en çok bilinen ve en önemli eserlerinden biri olur.

‘Tablo bana ne yazmam gerektiğini söylüyordu’

Resim, 70 sene sonrasında başka bir kıtada, İskoç asıllı Amerikalı genç gitarist Don McLean’e de ilham kaynağı olacaktır. Sanatçı henüz kendisini Amerika, Avustralya, Kanada ve İngiltere’de haftalarca liste başı yapacak olan American Pie adlı single’ını yayınlamamıştır. Don McLean kendisi ile yapılan röportajda şarkının hikayesini şöyle anlatmıştır.

“1970’in sonbaharında Stockbridge Koleji‘nde öğrencilere gitar çalıyor ve yuva öğrencilerine de banjo çalmayı öğretiyordum. Bir sabah verandada oturmuş Van Gogh’un, kardeşi Theo tarafından yazılmış biyografisini okuyordum. Theo da onun gibi hasta idi. Vincent bir kadın tarafından reddedilmişti ve bir sanatçı olduğu için bu onu derinden etkilemişti. Bir anda aklıma onun deli olmadığını anlatan bir şarkı yazma fikri geldi. Starry Night adlı tablosunun karşısına oturdum ve her zaman yanımda taşıdığım yeşil kağıtlara sözleri yazmaya başladım.

Tablo bana ne yazmam gerektiğini söylüyordu. Bir yandan sözleri yazıyor bir yandan da kasetçalara kayıt yapıyordum.”

 

Don McLean şarkıyı bir haftada bitirir ve stüdyoya girdiğinde şarkıyı tek seferde kaydeder. Şarkı, 1971 Mayıs’ında çıkan American Pie albümünde Vincent adıyla yer alsa da daha çok girişteki nakarat cümlesi “Starry Starry Night” adıyla ünlenir.

Trajik bir hayatın resmi geçidi

Şarkının sözlerine yakından baktığımızda Don McLean’in, Van Gogh’un yaşam öyküsünü sanatçının ruhunun çektiği acılara erişebilmişçesine derinden anlattığını görüyoruz. McLean sadece Starry Night’tan etkilenmemiş ve şarkının sözlerinde Van Gogh’un diğer tablolarına da göndermeler yapmıştır.

’Flaming flowers’’ that brightly blaze, ‘’Swirling clouds’’ in violet haze.” Bu sözlerle Don McLean, Van Gogh’un “Ayçiçekleri” tablolarına ve Starry Night’a atıf yapar.

“Colors changing hue, morning “field of amber grain.” Bu sözlerle “Buğday Tarlasında kargalar” tablosuna atıf yapılmıştır.

Weathered faces lined in pain.” Bu mısrada da “Patates Yiyenler” tablosundaki kadınların mutsuz yüzleri sanki şarkı sözleriyle resmedilir:

How you suffered for your sanity” sözleri ile Don mcLean sanatçının şizofrenik bozukluğunu ifade eder.

“For they could not love you,
But still your love was true ‘’

Bu mısralarda ise Van Gogh’un trajedisi mısralara yansır. O, resmi ne kadar çok sevdiyse, resimleri maalesef sanatçıyı hiç sevmez ve hayatta iken sadece bir tek resim satabilir.

2005 yılında ünlü İrlandalı futbolcu George Best’in cenaze töreninde, Brian Kennedy, “Starry Night”ı seslendirir. Ünlü rap şarkıcısı Tupac’ın hayatını konu alan belgeselde, şarkıcının en çok sevdiği şarkı olarak annesi Don McLean’den Starry Night’ı kullanma izni ister.

Vincent Van Gogh’un hayatını anlatan ve tamamen resimlerle yapılmış ilk animasyon filmi olan 2017 yapımı “Loving Vincent”ın final müziği Starry Night’tır.

Şüphesiz bu film Don McLean’in ve şarkısının yeniden gündeme taşınmasında çok etkili olmuştur. 25 Ağustos 2019’da Amsterdam’daki Van Gogh Müzesi ziyaretçilerine müthiş bir sürpriz yapar ve Don McLean masmavi bir gömlekle ve gitarıyla Starry Night’ı müzenin o günkü şanslı ziyaretçilerine canlı olarak seslendirir.

 

Albüm: American Pie, 1971

Kaynakça

  • Van Gogh Gallery, The Story of Starry Night,
  • Paulson Dave, Tenessian,Story behind the song:Don mcLean’s Vincent, Oct.2020
  • Sasson ,A. Don mcLean’s Vincent song…
  • Tepetaklak dergisi, Yıldızlı Geceler, Jan.2018
  • Wikipedia, Van Gogh
  • Wikipedia, Don McLean
  • Wikipedia, American Pie

 

 

Piyale Madra çiziyor- 27

Türkiye’nin önde gelen çizerlerinden Piyale Madra, çizgileriyle Türkiye ve dünyanın “hal ve gidişatını” yorumluyor.