Ana Sayfa Blog Sayfa 510

CHP’li başkandan nükleer çıkışı: Mersin’e bu kötülüğü yapanları asla unutmayacağız

Cumhuriyet Halk Partili Mersin Büyükşehir Belediye Başkanı Vahap Seçer, AKP iktidarının nükleer santralde ısrar etmesini eleştirdi.

Almanya’nın kurulu son nükleer reaktörleri devre dışı bıraktığı ve nükleer enerji dönemine son verdiği haberleri, dünyanın dört bir yanında nükleer karşıtı mücadele verenlerin gözünü Almanya’ya çevirdi.

‣Nükleerden çıkış: Almanya son reaktörlerini de kalıcı olarak kapatıyor 

Türkiye’nin ise ilk nükleer santrali olan Akkuyu NGS’nin yapıldığı Mersin’de de çevre örgütleri, Almanya’nın bu kararının ardından Türkiye’nin de nükleer santral projelerini gözden geçirmesi çağrısında bulunmaya başladı.

Mersin Nükleer Karşıtı Platform, santrale ilk yakıtın 27 Nisan’da getirileceğini, nükleer karşıtları olarak 26 Nisan’da çeşitli etkinlikler yapacaklarını duyurdu.

Akkuyu Nükleer Santrali‘ne ilk nükleer yakıtın getirilmesine günler kala CHP’li Mersin Büyükşehir Belediye Başkanı Vahap Seçer’den de uyarı geldi.

Sosyal medya hesabından, Almanya’da 15 Nisan gecesi son reaktörlerin de devre dışı bırakıldığı ve “nükleer enerji” döneminin sona erdiği haberini paylaşan Seçer, “İktidar tarım ve turizm kenti Mersin’e inatla nükleer güç santrali yapıyor. Mersinliler kentimize bu kötülüğü yapanları asla unutmayacak. Çevre katliamlarını sona erdireceğiz…Yakındır!” ifadelerini kullandı.

Dünyanın havası en kirli beş şehri

2022 Dünya Hava Kalitesi raporu, dünyanın en büyük şehirlerinden bazılarında kötü hava kalitesinin zararlı etkilerine ışık tutarak bu şehirlerde yaşayan canlıların sağlığı için bu sorunun ele alınması gerektiğinin altını çiziyor. Rapora göre en kötü hava kalitesi sırayla Pakistan‘ın Lahor kentinde, Çin‘in Hotan kenti, Hindistan‘ın Bhiwadi ve Delhi şehirleri ve Pakistan’ın Peşaver ilinde ölçüldü. IQ Air‘ın www.iqair.com sitesinde paylaştığı mevcut verilere göre ise ilk on sırada şu kentler var:

Tablodaki mor renkli veriler, hava kalitesi açısından “Oldukça sağlıksız” manasına gelirken, kırmızı renkli veriler ise “Sağlıksız” hava koşullarını ifade ediyor. Turuncu ise “hassas gruplar için sağlıksız” anlamına geliyor. Türkiye bu sıralamada İstanbul’a verilen sarı-72 puanıyla 39’uncu sırada ve “makul” derecelendirmede yer alıyor. Ayrıca Nepal‘in başkenti Katmandu‘da hava kalitesindeki düşüşün artışa geçtiği görüldü. Gün içerisinde dünya sıralamasında beşinci sırada bulunan Katmandu, şu anda (18.00) 178 puanla üçüncü sıraya yerleşmiş durumda.  
‣AB’nin hava kirliliği değerleri DSÖ için yetersiz: Türkiye’de ise yasal sınır yok 

‣Greenpeace: Türkiye’de hava kirliliğinden ölüm riski, trafik kazalarından yedi kat fazla

Rapora göre; 29 milyon insan için, kötü hava kalitesi 2022’de neredeyse her gün yaşanan bir olaydı ve son birkaç yıldır da böyle devam etti.

Daha küçük nüfusların aksine, sağlıksız hava kalitesinin yüksek konsantrasyonlarından en çok etkilenen büyük şehirler iki yönlü olarak zarar görüyor; daha fazla potansiyel hava kirletici kaynağı bulunuyor ve daha fazla insan etkileniyor.

İşte en kötü hava kalitesine sahip şehirlerden bazıları:

5. Peşaver, Pakistan

2022’de havası en kirli şehirlerden biri olarak kaydedilen ve beşinci sırada yer alan büyük şehir Peşaver. Pakistan’ın en kalabalık altıncı şehri olan Peşaver, Kuzeybatıda Afganistan sınırına yakın bir yerde bulunuyor. Kent, kötü hava kalitesinden etkilenen yaklaşık 2 milyon kişiye ev sahipliği yapıyor.

2021’de Peşaver, dünyanın en kirli dokuzuncu şehri olmuştu. Pakistan ve kuzey Hindistan’daki hava kalitesinin, Nisan’dan Mayıs’a ve Ekim’den Kasım’a kadar süren mahsul yakma dönemlerinde genellikle tehlikeli bir boyutta olduğu belirtiliyor. Bölgenin hava kalitesinin ayrıca yanan şehir atıkları, tuğla fırınlarından çıkan emisyonlar, ölü yakma ve yemek pişirme ve ısınma için yakılan katı yakıt nedeniyle de düşük olabileceği belirtiliyor.

Peşaver, Pakistan 24 Şubat 2023’te sağlıksız hava kalitesi kaydedildi. Kaynak: IQAir.

2022’de Peşaver için ortalama yıllık PM2.5 konsantrasyonu metreküp hava başına 92 mikrogramdı (µg/m3).

PM 2.5 nedİr?

Partikül madde (PM), atmosferde asılı duran küçük sıvı veya katı parçacık formundaki kirliliktir. PM kirliliği, içindeki kimyasallardan ziyade parçacıkların boyutuna göre tanımlanır.

PM2.5, 2.5 mikrometreden daha küçük olan herhangi bir partiküle gönderme yapar; ‘ince parçacık madde’ veya ‘ince asılı parçacık’ olarak da bilinir.
PM2.5 partikülleri, gaz değişiminin gerçekleştiği bölgelere inip akciğerlerin derinliklerine nüfuz edecek kadar küçüktür.

Şekil 1: DSÖ, AB ve Türkiye’nin hava kalitesine yönelik yasal düzenlemelerinde ince partikül madde PM2.5 için yıllık ortalama limit değerler.

4. Delhi, Hindistan

2022’de dünyanın havası en kirli dördüncü büyük şehri olan Delhi, aynı zamanda en büyüklerinden biriydi. Delhi yaklaşık 29 milyon kişiye ev sahipliği yapıyor. Şehrin ortalama yıllık PM2.5 konsantrasyonu 93 µg/m3. Kentin 2021 yıllık ortalaması ise 96 µg/m3 idi. Delhi, hem 2021 hem de 2022’de dünyanın en kirli dördüncü büyük şehri oldu.

Şehir yönetimi, araç emisyonlarını azaltarak ve kömürü yasaklayarak şehrin hava kalitesini iyileştirmek için çalışıyor. Peşaver’de olduğu gibi, Delhi’de de hava kirliliğinin, ekin yakma dönemlerinde artan duman gibi benzer kaynaklar nedeniyle tehlikeli olabileceği belirtiliyor.

Hindistan, Delhi’deki hava kalitesi gözlemcileri 27 Şubat’ta kentte sağlıksız ve tehlikeli hava kalitesi tespit etti. Kaynak: IQAir.

3. Bhiwadi, Hindistan

Raporda bahsedilen en kirli üçüncü metropol de Hindistan’da bulunuyor. Bhiwadi, başkentin yaklaşık 78 kilometre güneybatısında, Delhi’den çok da uzakta bulunmuyor. 104 bin nüfuslu kent, Delhi’den çok daha küçük. Ancak aynı kirleticilerin birçoğu ve kaynakları ile mücadele ettiği için 2021’de dünyanın havası en kirli şehri de oldu.

2021’de Bhiwadi’nin yıllık ortalama PM2.5 konsantrasyonu 106 µg/m3 idi ve bu, kenti o yıl dünyanın en kirli şehri yaptı. 2022 ortalama yıllık PM2.5 konsantrasyonu olan 93 µg/m3, hem 2021 hem de 2020’ye (96 µg/m3) göre bir gelişme olarak görülüyor.

2. Hotan, Çin

Altı yılda ilk kez şehir 100 µg/m3’ün altına düştü. Hotan da hava kalitesini geçmiş yıllara nazaran iyileştirdi. 2021’de şehrin yıllık ortalama PM2.5 konsantrasyonu 102 µg/m3 idi ve rakam 2018’den beri 100 µg/m3’ün üzerinde kaldı. Şehrin 2022’deki ortalama yıllık PM2.5 konsantrasyonu 94 µg/m3 idi.

Hotan, Çin

Hava kalitesi iyileşmesine rağmen Hotan, dünyanın en kirli ikinci şehri ve Doğu Asya’nın en kirli şehri oldu.

27 Şubat’ta Çin’in Hotan kentinde kaydedilen sağlıksız hava kalitesi. Kaynak- IQAir.

1. Lahor, Pakistan

Pakistan’ın başkenti Lahor, 2022’de dünyanın en kirli şehri oldu. Kent aynı zamanda Orta ve Güney Asya’nın en kirli şehriydi. Lahor’da yaklaşık 11 milyon kişi yaşıyor.

Lahor – Fotoğraf: Arif Ali/AFP

Şehir, yıllık ortalama PM2.5 konsantrasyonu 97 µg/m3 ile 2022’de hava kirliliği yaşayan büyük şehirler listesinin başında yer aldı. Lahor’daki hava kirliliğindeki artış, önceki üç yıldaki artışı temsil ediyor (sırasıyla 87, 79 ve 90 µg/m3).

24 Şubat’ta Pakistan, Lahor’da kaydedilen hava kalitesi. Kaynak- IQAir.

Peşaver, Delhi ve Bhiwadi’de belirtilen hava kalitesi kaynaklarının birçoğuna ev sahipliği yapmanın yanı sıra Lahor, sıcak havanın daha soğuk bir hava tabakasının altında hapsolmasına neden olan bir hava olayı olan sıcaklık inversiyonuna tabidir. Kirleticiler ayrıca sıcak hava tabakası tarafından tutulur ve rüzgarla kolayca dağılmaz ve seyreltilmez.

Peki ne yapabilirsiniz?

  • Bulunduğunuz bölgedeki yerel yönetimlerden hava kirliliğini hafifletmeye yardımcı olabilecek faaliyetleri desteklemelerini isteyebilir, çözüm ve öneriler sunabilirsiniz.
  • Kişisel düzeyde hava kirliliği ayak izinizi azaltabilirsiniz. Kendi enerji tüketiminizi azaltabilir ve mümkün olduğunca bisiklete binip toplu taşıma araçlarını kullanabilirsiniz.
  • Bir hava kalitesi uygulaması indirebilir, açık havada geçirdiğiniz zamanı sınırlayabilir, hava kalitesinin düşük olduğu günlerde yüksek kaliteli bir yüz maskesi takabilirsiniz.
  • İçerideyken ise hava kalitesinin düşük olduğu günlerde pencereleri kapatabilir, klima sistemlerinin sirkülasyon modunu kullanabilirsiniz.

Plastik bağımlılığının zehirli dumanı

2019 yılından beri takip ettiğim ve açık haber kaynaklarından elde ettiğim bilgilerle listesini tuttuğum plastik fabrika yangınları hız kesmeden devam ediyor. Sanmayın ki bu yangınlar sadece Türkiye’de gerçekleşiyor. Yangınların dünya genelinde bir gerçeklik olduğunu ancak Türkiye’de diğer örneklerden farklı olarak sayısının ve şiddetinin çok daha fazla olduğunu belirtmekte fayda var. Çünkü Türkiye yangınlarında yanan plastik ve geri dönüşüm fabrikalarında karışık ve çok farklı içeriğe sahip plastikler ya bilerek yakılıyor ya da gerekli önlemler alınmadığı için alev alıyor. Bunun yanında bir fark daha var ki o da dünyanın diğer bölgelerindeki yangınlarda otoritelerin yaklaşımı ile bizdekilerin yaklaşımı ile ilgili. İşte bu farkın en belirgin iki örneğini Almanya/Hamburg ve ABD/Indiana’daki yangınlarda gördük. Gelin biraz bu yangınlarda ne olduğuna değinelim.

Geçtiğimiz hafta Almanya/Hamburg’da bir geri dönüşüm tesisinin deposunda yangın çıkmış ve yangından dolayı oluşan zehirli dumandan etkilenmesin diye 140 kişi yangın alanından tahliye edilmişti. Bunun yanında yangının meydana geldiği yerin çevresindekiler için de zehirli partikül uyarısı yapılmış ve mümkün olduğunca açık havada bulunmamaları uyarısı yapılmıştı. Daha önce de başka bir kentte yaşanan benzer bir durumda kent komple boşaltılmıştı. Hatta öyle ki yangının gerçekleştiği yerin yakınından geçen tren seferleri de yangın süresince durdurulmuştu. Benzer bir yangın birkaç yıl önce Adana’da gerçekleşmiş ne yakından geçen trenlerin seferi, ne yangının dibindeki havaalanındaki uçuşlar, ne bölgedeki vatandaşlar, ne de başka bir duruma karşı herhangi bir önlem alınmamıştı. Öyle ki iki milyondan fazla insanın yaşadığı Adana’nın gökyüzü günlerce zehirli siyah dumanlarla kaplanmıştı.

Yine birkaç gün önce ABD/Indiana’da yine bir geri dönüşüm tesisinin deposu yandı. Salı öğleden sonra başlayan ve Çarşamba günü devam eden bu yangının neden olduğu yoğun siyah duman nedeniyle bölgedeki iki bin kişi tahliye edildi. Tıpkı Türkiye’de olduğu gibi ABD ve Kanada‘da her yıl yüzlerce benzer fabrika yangınlarının olduğu ve çoğunun haberlere bile konu olmadığını ancak hepsine dair çeşitli soruşturmalar açıldığı biliniyor. Ancak bu yaşanan yangın tüm bilinen yangınlardan çok daha büyük ve uzun süren bir yangın olduğu için tüm dünyanın dikkatini çekmiş. Şu ana kadar Indianapolis ve Ohio‘nun Dayton şehirleri arasındaki doğu Indiana’da, yerel sağlık yetkilileri halkın karşı karşıya kaldığı en büyük tehdidin dumanın oluşturduğu parçacıkların solunması olduğunu söylüyorlar.

Ayrıca belirtmeliyim ki daha henüz “Yangın geceyi aydınlattı” “Neyse ki can kaybı olmadı” temalı başlık atan medya kuruluşu belirmedi. Neden mi bunu söylüyorum çünkü bizdeki yangın haberlerinin ekserisi bu şekilde veriliyor.

ABD’de daha önce de Ohio eyaletinde içerisinde zehirli vinil klorür bulunan bir tren kaza yapmış ve binlerce insan ortaya çıkan zehirli kimyasaldan doğrudan etkilenmişti. Üstelik bununla da sınırlı değil, bölgedeki toprak ve su ekosistemi de sonsuza kadar bu kimyasalların etkisinde kalmıştı. Oysaki Ohio’daki tren kaza yapmasa belki de o kimyasal ile çok “faydalı” kapı, pencere ya da başka türlü plastik malzemeler yapılacaktı. Kısmet o ki daha sonra farkında olmadan zehirlenecek olan insanlar, tren yangını ile doğrudan zehirlendiler. Zehrin yolu kısalmış oldu.

Tüm bu yangınların hepsinin plastik bağımlılığımızla kesin bir ilgisi olduğunu söylemek lazım. Neticede üretimi ve çeşitliliği bu kadar fazla olan bir malzemenin tedariki de çeşitli riskler yaratacaktır. Bu risklerin bir kısmı önlenebilirken bir kısmı ise önlenemez özellikte. Burada otoritelerin yapması gereken ise etkin soruşturma ve bu olayların tekrar yaşanmamasını sağlayacak önlemler almaktır. Bu önlemlerin içerisinde de plastiğin üretiminden tüketimine kadar sıkı sıkıya kontrol altında tutma ve mümkün oldukça üretiminin azaltılmasını sağlayacak önlemler başı çekmektedir. Nitekim BM Plastik Anlaşması için yapılan “Üretimin azaltılmasını da sağlayacak yasal bağlayıcılığı olan bir anlaşma olmalı” çağrısı boşuna değil. Bu çağrı meselenin ne kadar da ciddiyetle ele alınıyor olmasıyla ilgili.

Yukarıda da kısmen bahsettik ancak benzer yangınlar Türkiye’de olduğunda ciddi bir vurdumduymazlık olduğunu söylemeliyim. Bazı olaylarda soruşturma bile yok. Ne plastiği üreten, ne piyasaya süren, ne gerekli önlemleri almadığı için yangına sebebiyet veren, ne de deposundaki plastikleri bilerek bir gece yarısı ateşe veren kimseler, bu konuda bir sorumluluk hissetmiyor. Bakın Nisan 15 itibariyle 2023 yılında sadece basına yansıyan plastik ve geri dönüşüm fabrikalarındaki yangınların sayısı 38. Neredeyse her ay 10 tane yangın çıkmış ki biz daha Nisan ayının ortasındayız. Bu yangınlara dair ne risk değerlendirmesi ne de etkin bir soruşturma yapılmış değil. Çünkü herkes ölü taklidi yapıyor. Örneğin 2 yıl önce Muğla Dalaman’da Mopak kağıt fabrikasının plastik çöp deposunda yangın çıkmış ve günlerce süren yangın sonucu hiçbir yetkili kalkıp doğru düzgün bir uyarı yayınlamamış, herkes zehirlenip yangın söndükten sonra da 12 milyon TL gibi komik bir ceza kesilerek fabrika geçici olarak faaliyete kapatılmıştı. Şimdilerde de muhtemelen fabrika çalışmaya devam ediyor ve yangını da kimsenin hatırladığı filan yok. İçeriği belirsiz plastik çöplerin yanması sonucu Muğla Dalaman’daki tüm tarımsal alanlar ve su kaynakları ise sonsuza kadar kirlenmiş vaziyette. Sadece Muğla da değil. Depremin ilk günlerinde içerisinde ne olduğuna dair bile bir açıklama yapılmayan bir konteyner yangını olmuştu İskenderun Limanı’nda. Deprem bölgesinde olduğu bilinen ve üstelik sürekli kimyasal madde taşınımının yapıldığı bir limanda çıkabilecek bir yangın için önlem alınması beklenir normal şartlarda. Ancak ne yazık ki deprem nedeniyle devrilen konteynerlerin alev alması sonucu çıkan yangın bir hafta boyunca sürmüş ve tonlarca kimyasal (içeriğinde plastik katkı maddesi olan kimyasallar olduğu da düşünülen) yanmış ve deprem alanı günlerce karabulutlarla kaplanmıştı. Bu yangın için de hiçbir yetkili çıkıp bir açıklama yapma gereği bile duymamıştı.

Plastik bağımlılığının yarattığı tek problem çevredeki plastik kirliliği değil. Üretiminden son tüketiciye ulaşıncaya kadar çok çeşitli aşamalarda plastiğin zehirli etkisine maruz kalıyoruz. Yangınlar da bunun bir parçası. Plastik kolayca alev alabilen bir malzeme olduğu için depolanması esnasında özel önlemlerin alınması gerekiyor. Üstelik çöp haline geldikten sonra da dikkatlice ayrıştırılmalı ve öyle depo edilmelidir. Ancak bu bile plastiği yanmaktan maalesef kurtarmıyor. Buna rağmen bu önlemleri bile almaktan imtina eden başıboş bir sektörel gelişim söz konusu. Bu başıboşluk Türkiye gibi ülkelerde daha vahşice gerçekleşiyor.

Kadınlar ve lubunyalar Kadıköy’den seslendi: Bu mektup yalnız olmadığını hatırlaman için…

Kadın ve LGBTİ+’lar Kadınlar Birlikte Güçlü’nün çağrısıyla dün (16 Nisan) bir araya geldi.

Kadınlar “Evde ne pişecek diye düşünmekten, deterjan, ped indirimi kovalamaktan bıktık. Ev kiraları almış başını gitmiş; kadınsan, LGBTİ+’ysan ev bulmak daha da zor. Biliyoruz ki bunların hepsini değiştirmek mümkün. Seçimimiz borçsuz ve eşit bir yaşam” ifadeleriyle çağrı yaptı.

Dün Kadıköy, Eminönü İskelesi önünde saat 16.00’da bir araya gelen kadınlar ve lubunyalar, “Diktatörlüğü devireceğiz”, “Patriyarkayı yıkacağız” ve “Gölgenizde yaşamayacağız” yazılı pankartlarla eylem gerçekleştirdi.

Eylemin ardından bir de mektup okundu. “Bu mektup senin için” ifadeleriyle başlayan açıklamada şunlar yer aldı:

“Hayatı değiştirip dönüştürme gücümüzü hatırlamak için. Geride bıraktığımız yirmi senede neler oldu; yaşananlar bizi, hayatlarımızı, duygularımızı nasıl etkiledi düşünmek için bu mektup.

En son ne zaman gerçekten mutlu olduğunu hatırlıyor musun? En son ne zaman evinde, sokakta, iş yerinde, kampüsünde tamamen güvende hissettin? İçinde yaşadığımız ekonomik krizi, işsizliği, şiddeti dert etmeden sevdiklerinle ne zaman doya doya kahkaha attın, tasasız hissettin? Bir sonraki ayın ya da haftanın hesabını yapmadan en son ne zaman huzurlu hissettin ya da gönlünce bir tatil planı yapabildin? Bu sorulara cevap ararken sen de bizim gibi öfkeleniyor ve sıkışmış hissediyorsan işte bu mektup yalnız olmadığını hatırlaman için…

Yaşanan krize, kadın cinayetlerine, trans cinayetlerine, nefret söylemlerine karşı isyandayız! ‘Canlılara ve doğaya yönelik saldırılar, rant politikaları, emeğimizin sömürülmesi, güvencesiz çalışma ve daha birçok haksızlığa, hukuksuzluğa karşı artık yeter!’ diyoruz her birimiz. Hayatımıza saldıranlara karşı, bizi şiddet dolu evlere hapsetmek isteyenlere karşı, emeğimizi sömüren ve rantın önünü açan politikalara karşı isyandayız! Bu isyanı bizimle birlikte büyütmeye, bu isyanla yeni bir dünya kurmaya çağırıyoruz seni. Biliyoruz sen de İstanbul Sözleşmesi’nden geri çekilenlere karşı isyan ettin. Sen de 6284’ü seçim malzemesi yapanlara karşı öfkelisin. Sen de AKP-MHP iktidarının nafakamıza göz dikmesine, kadın ve LGBTİ+lara yönelik erkek şiddetinin önünü açmasına ‘artık yeter’ diye isyan ediyorsun!

İktidarları boyunca işledikleri suçları hepimiz biliyoruz. Haklarımıza nasıl saldırdıklarını biliyoruz. ‘Tek seferden bir şey olmaz’ diyerek çocuk istismarcılarını nasıl akladıklarını, tarikat yurtlarını, kadın düşmanı politikalarını, nefret söylemlerini, yolsuzluklarını ve tüm suçlarını biliyoruz, hiçbirini unutmuyoruz! Erkek şiddetinden, baskıdan, sömürüden yana olan bu iktidara daha fazla tahammülümüz yok. Mücadelemiz sadece bugünün iktidar sahipleriyle de sınırlı değil. Ülkeyi yönetmeye dair iddialı söylemler kuranlar, gelecek iktidara talip olanlar da unutmasın ki mücadelemiz, haklarımızı ve isyanımızı görmezden gelen herkese karşı sürecek.

İstanbul Sözleşmesi’ni gündemlerine almayanlara ve kadınları, LGBTİ+ları şiddete karşı korumasız bırakanlara tahammül etmeyeceğiz. Evet kadın düşmanı iktidarı yine biz kadınlar göndereceğiz ama bununla yetinmeye niyetimiz yok!

Haklarımız için, hayatlarımız için, eşit bir yaşam için mücadeleyi büyütecek ve isyanımızla bu düzeni değiştireceğiz!

Bugüne kadar bizi çeşitli baskı yöntemleriyle durdurmaya çalışanlara karşı inatla direndik, sokakları omuz omuza vererek doldurduk. İstanbul Sözleşmesi için yan yana gelmemizi, 8 Mart’ları, 25 Kasım’ları, Onur Yürüyüşlerindeki kalabalığımızı hatırla. Şimdiye kadar asla susmadık, hayatlarımıza sahip çıktık. Büyüttüğümüz mücadeleye inanarak şunu söylüyoruz; bu düzeni değiştirecek gücümüz var!

Kadınlar Birlikte Güçlü olarak bu kritik süreçte en acil konu başlıklarını tartıştık ve liste çok uzun olsa da bir kısmını öne çıkarıp özellikle vurgulamak istedik;

  • Depremin üzerinden iki ay geçmiş olmasına rağmen en temel ihtiyaçlar gerekli kurumlar tarafından hala sağlanmadı. Barınma , temiz su ve gıdaya hala ulaşamıyoruz! Deprem gibi bir doğa olayını felakete dönüştürenleri göndereceğiz. Depremden sonra daha da ağırlaşan bakım emeği yükünün kolektifleştirilmesini savunacak ve erkek şiddetini önleyecek politikaları uygulamayanlarla da hesaplaşacağız
  • Boşanmanın önlenmesine, nafaka hakkımızın gasp edilmesine, ‘makbul kadın ol, çocuk yap’ dayatmalarına karşı bugüne kadar direndik, bundan sonra da izin vermeyeceğiz. İçinde eşitlik olmayan hiçbir ilişkiyi, ‘aile kurumunu koruma ve kollamayı’ önceleyen hiçbir mutabakatı kabul etmeyeceğiz.
  • LGBTİ+ düşmanlığını bizzat körükleyen ahlak dayatmalarını kabul etmiyoruz. Bu ülkeyi LGBTİ+lar için yaşanmaz hâle getirenlere karşı çıkmaya devam edeceğiz. Bizi yok saymaya niyetli olanlara tekrar hatırlatalım; alışın buradayız!
  • Toplumu kutuplaştıran ve şiddeti olağan hale getirenlere karşı mücadeleden vazgeçmiyoruz. İktidarın korku salmak ve kendi çıkarını korumak için savurduğu tehditler karşısında sessiz kalmayacak, yaratmak istediği korku iklimini kabul etmeyeceğiz.
  • Uygulanan politikalarla şiddetin önü açılıyor ve erkek failler cezasızlıkla ödüllendiriliyorken hayatını savunan kadınlar haksız bir şekilde cezalandırılıyor. Trans kadınlara, göçmen kadınlara yönelik saldırılar artıyorken şikayet mekanizmalarına erişimin kısıtlı olduğunu biliyoruz. Hayatlarımızı bu şekilde şiddetle kontrol altına almaya çalışanları hep beraber durduracağız.
  • Savaş politikalarının karşısında olmaya devam edeceğiz. Kürt halkına yönelen savaş politikalarını, sınır ötesi operasyonları, mülteci düşmanlığını kabul etmeyecek barıştan yana olacağız.
  • Ücretli, ücretsiz emeğimizin sömürülmesine izin vermeyeceğiz. İşsizlik, güvencesiz çalışma, yüksek kiralar ve ekonomik krizin hayatlarımızı küçücük alanlara sıkıştırmasını kabul etmiyoruz ve bu sömürü düzenini birlikte değiştireceğimize inanıyoruz.
  • Dinci baskı ve politikalara karşı hayatın her alanında eşit, özgür, seküler/laik bir toplum düzeni kurana kadar mücadeleden vazgeçmeyeceğiz.”

Sinop NGS ve Kadıköy AVM projelerinde yer alan bilirkişiler şimdi de Kanal İstanbul’da

Talan, rant ve yıkım projelerinin bilindik bilirkişileri, Kanal İstanbul’a ilişkin hazırlanan çevre planına karşı açılan davada da yer aldı. Çevre planına karşı açılan davada yer alan isimler, Sinop Nükleer Güç Santralı, Kanal İstanbul ve Kadıköy AVM projelerinde de yer alıyor.

Bilirkişilerden bazıları kamuoyunda öğrenciye tehdit ve iktidara yakınlığıyla bilinen ‘1071 Akademisyen’ listesinde yer almasıyla biliniyor.

BirGün‘den Gökay Başcan‘ın aktardığına göre; rant ve talan projesi olan Kanal İstanbul’a karşı açılan davalardan biri de İstanbul İli Avrupa Yakası Rezerv Yapı Alanı‘na 1/100.000 ölçekli Çevre Düzeni Planı Değişikliği’ne ilişkin Bahçeşehirliler Derneği ve bölge halkı tarafından açılan dava İstanbul 5. İdare Mahkemesi’nde görülüyor. İtirazları değerlendiren mahkeme, bilirkişi keşfi yapılmasına karar verdi. Resen belirlen heyette yine tanıdık isimler yer aldı.

Bilirkişi heyetinde yer alan isimler, Kanal İstanbul Projesi’ne karşı açılan davada da bilirkişilik yaptı: Prof. Dr. Kadir Alp, Prof. Dr. Sait Yazgan, Doç. Dr. Şenel Özdamar ve Prof. Dr. Mustafa Yanalak.

Kanal İstanbul iki farklı davasında da bilirkişi olarak atanan Prof. Dr. Sait Yazgan ayrıca Sinop Nükleer Güç Santralı’na (NGS) karşı açılan davada da yer aldı. Tüm projelerde adı geçen Prof. Dr. Yazgan, öğrencileri tehdit ettiği yönünde haberlerle de gündeme gelmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) Yabancı Diller Yüksekokulu’nda geçen yıl hazırlık öğrencilerine yönelik oryantasyonun açılışında konuşan İTÜ Genel Sekreteri Yazgan, “Eylemlere katılmayın, ceza alırsınız” diyerek öğrencileri tehdit etmişti.

Prof. Dr. Kadir Alp de Kanal İstanbul’a karşı açılan davaların yanı sıra Sinop NGS’ye karşı açılan davada yer aldı. Sinop Nükleer Karşıtı Platformu üyeleri ve davacılar bu isimlere itiraz etmişti.

Heyette yer alan dikkat çeken diğer isimleri ise Doç. Dr. Şenel Özdamar ve Prof. Dr. Mustafa Yanalak. Kamuoyunun yakında bildiği isimler Kanal İstanbul’a karşı açılan davalarda bilirkişilik yaparken, iktidara yakınlığıyla bilinen ‘1071 Akademisyen’ listesinde de yer alıyorlar.

Heyette yer alan bir diğer isim ise İnşaat Mühendisi Dr. Sinan Yardım. Dr. Yardım, Kadıköy Söğütlüçeşme‘de AVM projesine karşı açılan davada da bilirkişilik yapıyor. Uzmanlar AVM projesi hayata geçerse deprem anında Kadıköy’e giriş çıkışın mümkün olamayacağına dikkat çekiyor.

Kanal İstanbul için hazırlanan çevre düzeni planına karşı açılan davada bilirkişi heyetinin tamamı şöyle:

・Prof. Dr. Kadir ALP (Çevre Mühendisi)
・Prof. Dr. Mustafa Sait Yazgan (Ziraat Mühendisi)
・Prof. Dr. Şenel ÖZDAMAR (Jeolog)
・Prof. Dr. Berna AYAT Aydoğan (Hidrolog)
・Prof. Dr. Mustafa Yanalak (Harita Mühendisi)
・Doç. Dr. Hasan Tezcan Yıldırım (Orman Mühendisi)
・Doç. Dr. Muhammed Ziya Paköz (Şehir Plancısı)
・Doç. Dr. Fatih Eren (Şehir Plancısı)
・Dr. Numan Kılınç (Şehir Plancısı)
・Dr. Ahmet Baş (Şehir Plancısı)
・Dr. Mustafa Sinan Yardım (İnşaat Mühendisi)

Phaselis Çalıştayı’ndan ‘Sivil Denetleme Kurulu’ çıktı: ‘Ben yaptım, oldu’ şeklinde kullanılamaz

Phaselis’e Dokunma ve Phaselis İnisiyatifi tarafından Phaselis’i korumak ve alanda yapılacak projeye karşı Antalya‘nın Tekirova ilçesinde bulunan Phaselis Bostanlık Koyu‘nda bir basın açıklaması gerçekleştirildi.

Dün (16 Nisan) gerçekleştirilen basın açıklamasında 6 Şubat depremlerine işaret edilerek depremin hemen ertesi haftasında başlanan, 1.derece sit alanı ve Beydağları Mili Parkı içerisinde yer alan Phaselis Antik Kenti‘ndeki inşaat çalışmalarının Kültür ve Turizm Bakanlığı’nca devam edildiğine vurgu yapıldı.

‣ Phaselis’te yasa dışı inşaat sürüyor, halk ayakta: Suç duyurusu ve Koruma Kurulu’na başvuru yapıldı
‣ Akdeniz’in doğal ve kültürel mirası tehlikede: Phaselis’te 1. Derece Sit Alanına beton dökülüyor
‣ Phaselis’e betona izin vermeyeceğiz

‘Sıra milli parklarda’

Yeşil Gazete yazarı Erol Malçok tarafından okunan açıklamada “Dokunulmayan en son milli parklar kalmıştı, şimdi sıra oralara geldi” ifadelerine yer verildi. Eyleme birçok aktivist katıldı. Ayrıca 15 ve 16 Nisan’da Phaselis için bir de çalıştay gerçekleştirildi.

 

Phaselis

Çalıştayda bölgenin çok değerli ve hassas bir flora ve faunaya sahip olduğu vurgulanırken yüzeye yapılacak müdahalelerin kabul edilemez olduğu, geri dönülmez zararlara yol açacağı belirtildi. Ayrıca konuya ilişkin bir de durum raporu hazırlanacağı aktarıldı. Bölge için bir eylem ve yönetim planına ihtiyaç duyulduğu aktarıldı. Phaselis Koruma Çalıştayı‘ndan 10 maddelik bir eylem planı çıktı:

  1.  Phaselis Bostanlık ve Phaselis Alacasu koylarındaki inşaatlar derhal durdurulmalı, hâlihazırda yapılmış olan tüm alt ve üst yapı kontrollü olarak sökülmeli ve alanın onarımı gerçekleştirilmelidir. Tüm bu işlemler, ilgili uzmanlar denetiminde alana daha fazla zarar verilmeden yapılmalıdır.
  2. Yasal süreç sonuçlanana kadar Phaselis Bostanlık ve Phaselis Alacasu koylarındaki plaj projesine ait bütün işlemler durdurulmalıdır.
  3. Koruma ve kullanma” dengesi yerine “koruma ve korumaya uyumlu kullanma” yaklaşımı öngörülmelidir.
  4.  Phaselis Bostanlık ve Phaselis Alacasu koyları ziyaretçilere yönelik özel araç trafiğine kapatılmalıdır.
  5. Başta sit alanındaki koylar (Phaselis Bostanlık ve Phaselis Alacasu) olmak üzere bütün sit alanının korunması için yeterli sayıda bekçi görevlendirilmelidir.
  6. Phaselis Bostanlık ve Phaselis Alacasu koylarında arkeolojik kazıların bir an önce başlaması için gereken destek sağlanmalıdır.
  7. Phaselis ziyarete açık ören yeri içinde araçların rastgele park etmesine engel olunmalı ve araçlar gişelerin yakınında park edecek şekilde düzenleme yapılmalıdır.
  8. Hem Phaselis ziyarete açık ören yeri hem de Phaselis Bostanlık ve Phaselis Alacasu koylarında kara ve deniz ekosistemlerinde taşıma kapasitesi analizleri yapılmalı ve taşıma kapasitesi tabanlı ziyaretçi yönetim planı hazırlanmalıdır.
  9. Phaselis ziyarete açık ören yeri, Güney Limanı içinde Phaselis Koyu, Phaselis Bostanlık Koyu ve Phaselis Alacasu koylarında halk sağlığının, deniz canlılarının ve ekosistemin korunması için deniz suyu kalitesinin korunması sağlanmalıdır.
  10. Korunacak hedef türlerin ve özel yaşam alanlarının korunması ve geliştirilmesine yönelik çalışmalar yapılmalıdır. Gürültü ve ışık kirliliğine neden olacak hiçbir uygulama yapılmamalıdır.

Phaselis

Phaselis Sivil Denetleme Kurulu kuruldu

Orta ve uzun vadede sit alanının güvenliğini sağlayacak çevre düzenlemesi ve kontrollü giriş düzenlemesi yapılması gerektiğinin belirtildiği açıklamada “Bu bağlamda, yönetim planını hazırlamak amacıyla Phaselis Sivil Denetleme Kurulu kurulmuştur. Bu kurul bünyesinde sivil toplum kuruluşları ve yerel inisiyatifler yer almaktadır. Bu kurulun amaçlarından biri yerel inisiyatiflerle birlikte bir alan yönetimi planı hazırlamaktır. Phaselis Koruma Çalıştayı’nda alınan kararların temelinde, Phaselis ören yeri ve birinci derece sit alanının kullanılması ve korunması amacıyla yapılacak faaliyetler belirlenecektir. Phaselis Sivil Denetleme Kurulu alanın korunması için bir gönüllülük sistemi oluşturacaktır” denildi.

Phaselis Sivil Denetleme Kurulu’nun milli parkta yapılacak tüm işlemlerin uluslararası anlaşmalara uygun olmasını sağlayacağı ve bugüne kadar yapılan tüm hukuksuz uygulamaların ve ilgili cezai işlemlerin de takipçisi olacağı bildirildi.

Çalıştaya Antalya Kültürel Miras Derneği, Antalya Peyzaj Mimarları Odası, Antalya Şehir Plancıları Odası, Antalya Temiz Çevre Derneği, Çıralı- Ulupınar Çevre Koruma Kooperatifi, Doğa İçin Sanat Derneği (DİSDER), İstanbul, TEMA VAKFI Antalya İl Temsilciliği, Türkiye Ormancılar Derneği Batı Akdeniz Şubesi, WWF Türkiye, ÇEKÜL VAKFI ve Arkeologlar Derneği Antalya Şubesi temsilcileri katıldı.

‣Yurttaş Phaselis için bir araya geliyor 

Hedef Kapadokya, Uludağ ve Phaselis: Diğerleri de aynı kaderi paylaşacak

Öte yandan basın açıklamasında ise Kapadokya, Uludağ ve Phaselis‘in hedefte olduğuna ve alana giren inşaat makinasının durdurulamaması durumunda diğer milli park ve sit alanlarının da aynı kaderi paylaşacağına dikkat çekildi.

20 Şubat’ta ağır iş makinalarıyla Alacasu Koyu‘nda başlayan inşaatın şimdi Bostanlık Koyu‘na da sıçradığına değinilen açıklamada, Alacasu’da beton atmak da dahil yapılan tahribata halkın verdiği tepki sonucunda Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy‘un, betonların tamamen söküleceğini ve kazık sistemiyle sadece duş ve tuvalet yapılacağını ifade etmiş olduğuna yer verilen açıklamanın devamında şunlar aktarıldı:

‘Emir veriyor, inşaat başlıyor’

Phaselis“Oysa atılan 480 metrekarelik betonun, söküleceği sözü verilmesine rağmen 270 metrekaresi üzerinde inşaat yükseliyor. Ve buna bir de beton künkler üzerinden demir profillerle yapılan büfe eklendi. Yani ticari işletme söz konusu. Bütün ısrarlarımıza rağmen verili proje iptal edildikten sonra yeni proje bize verilmiyor. Bostanlık Koyu’ndaki rastgele ve hiç bir plana dayanmayan gecekondu tarzı çalışmaları da görünce bizde ellerinde bir proje olmadığı şüphesi de oluştu. Ayrıca Bostanlık Koyu’na çekilen güçlü şebeke elektiriği burada büyük bir işletme yapılacağını da düşündürtüyor.

Bakan Ersoy emir veriyor, inşaat başlıyor; emir veriyor, betonların bir kısmı sökülüyor. Bütün bu değişikliklerin ne müze müdürlüğünün ne koruma kurulunun ne de kazı başkanlığının dikkate alınmadan yapıldığı çok açık. Zira bu kurumların böyle ucube yapılaşmalara izin vermesi mümkün değil diye düşünüyoruz. Çünkü danıştığımız arkeologlar ve mimarlar her iki koyda da yapılanların hiçbir koruma kuralına uymadığını söylüyor. Zaten ne zaman inşaat sahasında olsak bulunması zorunlu olan arkeoloğa rastlamıyoruz. Ve bunu tutanakla da tespit ettirip suç duyurusunda bulunduk. Ayrıca, yasak olmasına rağmen çalışmaların mesai saati bitiminden sonra hatta geceleri de devam ettiğini biliyoruz. Bunların elimizde video kayıtları var ve basında yayınlamış bulunuyoruz.”

Bakanlığın çelişkili davranışlarda bulunduğunu aktaran aktivistler bunu şöyle örnekledi:

  • “2014 yıkında şu an bulunduğumuz Bostanlık Koyu’nun biraz arkasına kiraladığı araziye Fettah Tamince otel yapmak istemişti. Bunun üzerine çevreciler ve bölge halkı tepki göstermiş ve Kültür ve Turizm Bakanlığı da burası 1.derece sit alanı diyerek otele izin vermemişti.
  • Yine Bakan Ersoy’un kendisi iki yıl önce Tarım Orman Bakanlığı‘nın bu koylarda yapmak istediği bir projeye sit alanında inşaat olmaz diyerek karşı çıkmıştı. Şimdi ise yangından mal kaçırır gibi bayrama yetiştirme telaşıyla yürüyen bu gecekondu nitelikli inşaatları anlamakta güçlük çekiyoruz. Oysa beklerdik ki bir sorun varsa, bu koylarda tuvalet olmamasına dair, bilim insanlarına, çevrecilere sorularak bir proje üretilsin.”

Ben yaptım, oldu‘ şeklinde kullanma hakkı…

“Phaselis hepimizin, tüm canlıların ve korunması gereken kültürel mirasın Phaselisi. Tam da bu nedenle kimse burayı ‘ben yaptım, oldu‘ şeklinde kullanma hakkına sahip değildir. Yapılacak en küçük bir müdahale defalarca düşünülmeli, fikir alınmalı ve danışılmalıdır” ifadelerinin kullanıldığı açıklamada şunlar aktarıldı:

“Ayrıca ihale süreci ile ilgili şüphelerimiz artarken, az evvel aldığımız habere göre; Gazeteci Yusuf Yavuz’un bugün yayınlanan haberine göre; TURAŞ’ın eski genel müdürü Taylan Şimşek ; ‘Biz Phaselis’i 25 milyona ihaleye çıkaracaktık şimdi 47.7 milyona çıkmış, bu araştırılmalıdır ‘dedi.

Alacasu ve Bostanlık Koyları’ndaki bu tahribat abidesi projelerin iptal edilmesinin mücadelesini bırakmayıp, takipçisi olacağımıza söz veriyoruz.”

Hatay Havalimanı’nın yolcu taşımacılığını kaldıramayacağı ortaya çıktı

Türk Hava Yolları (THY) ve Pegasus gibi ticari firmaların Hatay’a yolcu taşımamasının altında yatan neden ortaya çıktı. İktidarın ‘onarıldığını’ iddia ettiği Hatay Havalimanı pistinin ticari yolcu taşımacılığını kaldıramayacağı öğrenildi.

Türk Hava Yolları ve Pegasus’un Hatay’a uçuşları 17 Mayıs’a kadar durdurulmuş, bir THY yetkilisinin kendilerine uçuşların durdurulması için talimat geldiğini, nedenininse belirtilmediğini söylemişti. Söz konusu haberin ardından THY Genel Müdürü Bilal Ekşi, Twitter’dan açıklama yayınlayarak Devlet Hava Meydanları İşletmesi Genel Müdürlüğü’nün 16 Şubat’ta NOTAM (havacılık bildirisi) yayınladığını, bu sebeple ‘gidiş’ yolcusu alınmadığını söyledi.

Diken‘den Altan Sancar‘ın aktardığına göre; DHMİ ve THY yetkilileri, Hatay Havalimanı’na ticari yolcu uçaklarının tam dolulukta inmesinin ‘risk teşkil edeceğini’ belirtti.

Yetkililerin aktardığına göre onarıldığı belirtilen pistteki eksen kayması pist uzunluğunu kısalttı. Bu nedenle tam doluluktaki uçaklarının inişte pistte ‘çökmeye neden olabileceğinden’ endişe ediliyor. Ayrıca dolu uçakların durma mesafesinin uzaması nedeniyle pist dışına çıkma tehlikesi bulunuyor.

Kalkış yapan uçaklar için ise mesafenin ‘yeterli’ olduğunu söyleyen yetkililer bu açıdan ‘sorun bulunmadığını’ söyledi. Yetkililer, ‘havacılıkta risklerin göze alınamayacağını’ söyleyerek uçuşların bu nedenle yapılamadığını belirtti.

Hatay Havalimanı pistinin 918 metresinin henüz uçuşa hazır olmadığı için kapalı tutulduğu da öğrenildi. Havalimanı personeli her uçuş öncesi ve sonrası pistte görsel olarak da kontroller gerçekleştirilerek uçuş güvenliği sağlıyor.

Ekşi’nin işaret ettiği 16 Şubat’taki NOTAM’da pistin yalnızca VİP uçuşlar ile insanı yardım uçuşlarına açık olduğu belirtiliyor.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 13 Mart’taki açıklamasında şunları demişti:

“Depremde zarar gören Hatay Havalimanı’nı bir hafta içerisinde yeniden işler hale getirdik. Çalışmaların kolaylaşmasını sağladık. Ama gel gör ki ana muhalefet ‘Havalimanını biz onardık’ yalanını ortaya attı. ‘Oranın hafriyatını biz taşıdık’ yalanını ortaya attı. Yaptıkları böyle bir şey yok.”

Yeşiller Partisi eş sözcülerinin TİP’ten milletvekili adaylığı neden önemli?

Yeşiller Partisi’nin eş sözcüleri Özlem Teke ve Koray Doğan Urbarlı, 14 Mayıs seçimlerinde Türkiye İşçi Partisi (TİP) listesinden, İstanbul 2. ve 3. bölge milletvekili adayı oldular. Bu adaylıklar yeşil siyasi hareketin tarihindeki önemli anlardan birini oluşturuyor. Bir türlü büyüyemeyen ve görünür olamayan yeşil siyasi hareketin inişli çıkışlı tarihindeki belirleyici anlardan biri.

Yeşiller’in siyasi bir hareket olarak en önemli sorunu seçimlere katılıp oy pusulasında yer alan, yani seçmenin karşısına çıkıp sözünü söyleyen ve siyasi gücünü sınayan bir parti olamaması oldu. Bu da küçük kalmasıyla, istikrarlı siyasi yapılar kuramamasıyla ve Türkiye’nin siyaset sahnesinde hep biraz yabancı görülmesiyle ilgili. Bazı açılardan sosyalist sola benzese de siyasi yelpazede Yeşiller (baştan beri AB yanlısı, kalkınmacı olmayan, resmi ideolojiye ve her türlü milliyetçiliğe uzak, küresel sorunlara fazla açık bir parti olarak) daha ayrıksı bir yer aldı. Tabii bunda ülkenin bir türlü normalleşemeyen, sürekli krizlerle ve kritik seçimlerle sarsılan siyasi atmosferinin de etkisi büyük. (Yeşiller Partisi’nin 40 yıllık tarihine kısa bir bakış için buraya tıklayabilirsiniz.)

Kısa bir adaylık tarihçesi

Yeşiller’in seçim deneyimleri Kürt siyasi hareketiyle sol partilerin yaptığı ittifaklar içinde başladı. 1988’de kurulan ve 1994’te kapatılan ilk Yeşiller Partisi herhangi bir seçime katılmamıştı. İkinci partinin kuruluş çalışmaları 2002’de başladı, ancak ara dönemde, ilk partinin genel başkanlarından Bilge Oykut’un (Contepe) 1995 genel seçimlerinde Emek Barış ve Özgürlük Koalisyonu içinde HADEP Muğla 1. sıra adaylığı önemli bir başlangıç noktasıdır.

İkinci parti kurulmadan hemen önce 2007 seçimlerinde Neriman Gül Eren Bursa’dan ve Bilge Oykut (Contepe) İzmir 2. bölgeden “bağımsız yeşil aday” oldular. İkinci Yeşiller Partisi’nin bir yıl sonra kurulmasında, ulusal medyada da yer alan bu kampanyaların sağladığı deneyim önemliydi.

Ardından, ikinci partinin 2008’de kurulmasından birkaç ay sonra yapılan 2009 yerel seçimlerinde altı bölgede gösterilen bağımsız yeşil adayların kampanyaları geldi. (Parti sadece beş ilde örgütlüydü ve kendi logosuyla seçime giremiyordu.)

Yeşiller Partisi 2011 genel seçimlerinde BDP ve sol partilerin oluşturduğu Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku’nu destekleyerek aktif olarak çalıştı, ancak aday çıkarmadı. Hemen ardından kurulan Halkların Demokratik Kongresi’nin kuruluşunda da aktif rol oynayan Yeşiller Partisi, bu süreçte EDP ile birleşerek 2012’de kurulan Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi’nin (Yeşil Sol Parti) iki kurucu bileşeninden biri oldu. Yeşiller, 2016’da yapılan Büyük Kongre’den sonra Yeşil Sol Parti’den ayrılarak, 2020’de, resmî kuruluşu, örgütlenmesi ve seçimlere katılması o günden beri (Süleyman Soylu tarafından Anayasa suçu işlenerek) engellenen üçüncü Yeşiller Partisi’ni kurdular. Bugün, o zamandan beri yapılan ilk seçim süreci içindeyiz.

Yeşil Sol Parti’nin, 14 Mayıs seçimlerine Emek ve Özgürlük İttifakı’nın taşıyıcı partisi olarak girmesini yeşil adaylıklar içinde değerlendirmek mümkün değil. Ancak Kürt siyasi hareketinin ana partisinin kapatılma tehdidi altında olması nedeniyle yaratılan alternatifin yeşil sol bir partinin öncülüğünde yapılması elbette önemli. Seçmenin “yeşil” bir siyasi partinin ismini oy pusulasında ilk kez bu bağlam içinde görmesi de ilginç olacak. (Gerçi adayların bile “Yeşil Sol Parti adayıyım ama tabii aslında HDP” diye konuşması, bu süreci Yeşil Sol’un vekaleten yürüttüğünün fazla vurgulanmasına neden oluyor. Bunun neden böyle tercih edildiğini, belki daha sonra tartışmak üzere paranteze alalım.)

TİP listelerinden adaylık

Yeşiller Partisi’nin eş sözcülerinin TİP listelerinden aday gösterilmesinin bence üç önemi var:

1- 21 Eylül 2020’de kuruluş dilekçesini İçişleri Bakanlığı’na veren üçüncü Yeşiller Partisi, İçişleri Bakanlığı tarafından sistematik bir şekilde baskı altına alındı, Anayasa çiğnenerek (bu mahkeme kararıyla sabit) kurulması engellendi. Bu bir tür parti kapatmadır. Böylece İçişleri Bakanlığı, Yeşiller Partisi üzerinden, partileri kurulmadan kapatabileceğini göstermiş oluyor. Eğer iktidar değişmezse ve Halkların Demokratik Partisi kapatılırsa, aynı yöntem HDP’nin yeniden kurulmasını engellemek veya rejimin hoşuna gitmeyen başka bir parti için de kullanılabilir.

Bu konuda ilk olarak anlamamız gereken şey şu: İçişleri Bakanlığı’nın bu hukuksuz engellemesi bir tesadüf değil. Daha önce 1994’te bir kez kapatılan Yeşiller Partisi, bu kez de kurdurulmuyor. Bunun çeşitli siyasi nedenleri olabilir. AB yanlısı olmaktan, LGBTİ+ haklarını cesur bir biçimde savunmaya ve ekoloji meselesinin hükümetin yumuşak karnı olmasına kadar… Ancak bu süreçte parti kurucularının en ufak bir ihmali veya prosedürel bir problem yok. AKP’nin yarattığı korku ikliminin de etkisiyle sosyal medyada bir ara böyle yorumlar yapılıyordu, ancak idari mahkemenin İçişleri Bakanlığı’nı Anayasa’yı ihlalle suçlayarak parti kurucuları lehine verdiği karar da elimizde, rejimin ne olduğunu da biliyoruz.

İşte bu ortamda, 30 aydır kuruluşu engellenen bir partinin, kamuoyunda görünür biçimde seçimlere katılması hayati önem taşıyor. Eş sözcülerin aday olması da ayrıca önemli. Bu adaylık AKP hükümetinin hukuk tanımayan, baskıcı yönetimine yönelik bir meydan okuma. (Adaylardan Koray Doğan Urbarlı’nın İstanbul 2. bölgede, AKP’nin birinci sıra adayı Süleyman Soylu’nun rakibi olması da anlamlı.) “Bizi siyaset yapmaktan ve seçimlere katılmaktan alıkoyamazsınız” demek bu. Yeşiller Partisi, bir nedenle bu seçimde aday olma cesaretini göstermeseydi, kendisine yönelik “kapatma” sürecinde geri adım atmış olurdu.

Bu anlamda Türkiye İşçi Partisi’nin, Yeşiller Partisi’ni aday listelerinde yer olmak için davet etmesi de siyaset tarihine geçecek önemde bir dayanışma ve demokratik direniş örneği oldu. Millet İttifakı’nın ve Emek ve Özgürlük İttifakı’nın taşıyıcı partileri de böyle bir dayanışma gösterebilirlerdi, ancak yapmadılar.

2- Yeşiller Partisi’nin 30 aydır kurulmasının engellenmesi, yani örtülü kapatma süreci, yeşil siyasi hareketin büyümesini engelledi. Zira bu blokaj olmasaydı partinin belki de seçimlere girecek kadar örgütlenmesi ya da bir şekilde ittifaklarda yer alarak daha güçlü bir şekilde adaylar çıkarması, böylece yeşil siyaseti büyütmesi mümkün olacaktı. Eş sözcülerin aday olması ve seçim kampanyası, görünürlük sağlayarak partiye yeni üyeler kazandırabilir ve 2,5 yıldır engellemelerden ve örgütlenememekten yorulan üyelerin yeni bir siyasi heyecanla bir araya gelmesini sağlayabilir. Üstelik her seçim süreci, küçük boyutlu da olsa parti örgütleri için mesajlarını topluma aktarma yolunda bir deneyimdir.

3- Tabii en önemlisi, yeşil siyasetin Meclis’te temsil edilmesi olasılığının kendisi. Özlem Teke ve Koray Doğan Urbarlı’nın, Yeşiller Partisi’nin birikimi ve uzman kadrosunun desteğiyle TBMM’de yer alması, özellikle iklim, çevre ve yeşil ekonomi politikaları açısından büyük fark yaratır. Hatta Yeşiller’in iki eş sözcüsünün Meclis’te olmalarının, yeni bir parti grubu değerinde olacağını iddia edebiliriz. Burada Yeşil Sol Parti’nin çevre, ekoloji, iklim krizi ve yeşil ekonomi alanında söz söyleyebilecek herhangi bir aday göstermemiş olduğunu, CHP’nin ve Millet İttifakı partilerinin de bu konularda uzman çok az sayıda aday gösterdiğini eklemek gerekir. Zaten Millet İttifakı’nın seçimi kazanacağını varsayarsak, CHP ve ittifakın diğer partilerinden seçilebilecek “çevreci” adaylar iktidar milletvekili olacaklar demektir. İklim politikaları ve çevre-ekoloji alanında kim muhalefet edecek? Keşke TİP de seçilmesi daha kolay sıralardan yeşil ve çevreci adaylar gösterebilseydi.

Sonuç olarak Yeşiller Partisi’nin Kemal Kılıçdaroğlu’nun cumhurbaşkanı adaylığını ve Emek Özgürlük İttifakı’nı açıkça destekleyerek ve TİP’in dayanışmacı tavrı sayesinde 14 Mayıs seçimlerine girmesini önemli buluyorum. AKP’den ve Tayyip Erdoğan’dan kurtulmamıza az kalmış olabilir. Yeni bir dönemin eşiğindeyiz. Yeşiller bu dönemde rolünü oynamalı. Bu konuda yazmaya ve konuşmaya devam…

 

 

[Seçime Doğru] Esmeray Özadikti: Bir ceylan gibi o çakalların gözünün içine bakarak hesap soracağım

Video Röportaj: Müjgan HALİS

14 Mayıs’ta düzenlenecek Cumhurbaşkanlığı ve Parlamento seçimlerine giden yolda, seçim sürecine odaklandığımız video dizisinin sekizinci konuğu, Türkiye İşçi Partisi’nden aday olan Esmeray Özadikti. Trans aktivist Esmeray Özadikti, Türkiye İşçi Partisi’nin İstanbul 2. Bölge’den 3. Sıra adayı. Türkiye siyasetinde Demet Demir’den sonra bir ilk olan Esmeray Özadikti, kendisini milletvekili adaylığına götüren yolu anlattı.

*

Aktivizmden aktif siyasete nasıl bir süreç yaşadınız?

Yıllardır mücadele ediyorum, o kadar çetin mücadelelerden geçtim ki, bugüne kadar artık çok yoruldum. Hatta o kadar yoruldum ki çok ağır bir bypass ameliyatı geçirdim. Aslında tabiri caizse inzivaya çekilmiş gibiydim. Gideyim köyde tavuklarla uğraşayım, 5-10 tane koyun alayım diye düşündüm. Sonra ben bu yavruları satamam dedim. Bunları düşünürken, TİP bir yıl önce çıtlattı bana ve kararlıyız dediler, bir LGBT bireyi meclise sokacağız.

O zamanlar henüz üzerimde hastalığın panik atağı vardı. Hatta söyleyen arkadaşıma, beni uğraştırma şu bıyıklı adamlarla dedim. Direkt bıyıklar geldi gözümün önüne. Öyle unutuldu gitti.

Sonra biz lubunyaların ölünceye kadar mücadele ettiğimizi fark ettim, ondan sonra bana bir enerji geldi, bir atak geldi. Benden sonra bir kuşak var, benim bir geleceğim var, ben çocuklarımı korumak istiyorum diye düşündüm. Bir mücadele alanım var, sanatla bunu yapıyorum fakat şimdi benim bir şey yapmam lazım dedim ve Erkan Baş’ın LGBT bayrağını alıp kürsüye gitmesi çok acayip geldi bana. Çok etkilendim, ben bu bıyıklılara haksızlık mı yaptım acaba diye düşündüm. O kadar candan ve samimi geldi ki. TİP’e üye olmayı o zaman düşündüm ama aklımda adaylık yoktu. Zaten Çanakkale’de yaşıyorum, TİP’e gidip geliyordum, üye olduktan sonra aradılar ve adaylık teklif ettiler.

Eyvah eyvah dedim başına iş alıyorsun. Ama benden önce zaten çok güzel bir kulis çalışması yapmışlardı, sadece benim evet dememi bekliyorlardı. Ben nasıl kırabilirdim bu çocukları? Benim daha kapatılmamış hesaplarım var, morglardan topladığım cenazeler için sorulmamış hesaplarım var.

Öyle bir inancım var ki biz gireceğiz meclise, öyle hissediyorum. Girmesek bile ilk defa Türkiye ve dünya genelinde LGBTİ+’ların neler çektiğini açık platformlarda tartışıyor olacağız. Bu başlı başına bir tarihtir.

Eğer meclise giderseniz; Yeniden Refah ve HÜDA PAR’lılarla aynı mecliste olmak nasıl olur sizce?

Ben biraz duygusal olabiliyorum. Yani evlatlarını, arkadaşlarını, kardeşlerini kaybetmiş bir anneyi düşünün ve bu insanın yüreğinde acı var. Orada şöyle olacağım; ben bir ceylan gibi o çakalların gözünün içine bakarak hesap soracağım.

Peki bir öncelikler listeniz var mı?

Eğer meclise gidersem ilk acil eylem planım mı diyeyim; barınma hakkı ve anayasanın geçici maddesinin LGBTİ+’ların anayasada tanınması ve yasal olarak güvence altına alınması, yani LGBTİ+’ların eşit birer yurttaş olarak eşit haklara sahip olması birinci hedefim olacak. En acil şey de özellikle sokakta seks işçiliğini yaptıktan sonra sokakta kalmaları, hatta sokakta ölmeleri. Bu insanlara bir sığınma evi, bir barınma evi ilk işim olacak. En acil, önemli iş bu insanların kendini güvende hissedebileceği bir evlerinin olması.

Diğer yurttaşlarla birlikte refah içinde yaşayabileceğimiz bütün kanalları zorlayacağım ve bunun en güzel platformu da meclistir. Beni benden başka hiç kimse orada tanımlayamaz, hakkımı savunamaz. Ben nesne değilim ki, özneyim ve özne olarak da orada olmak istiyorum.

Toplumun LGBTİ+’lara karşı riyakar tavrına dair ne söylemek istersiniz?

Sadece onlar değil ki iki yüzlü olan, toplum yani biz çelişkiler ülkesinde yaşamıyor muyuz, ‘her Türk asker doğar’ deniyor ama bu ülke en çok asker kaçağı olan ülke. Bu başlı başına bir çelişki ve bir acayip bir şey. Yarın öbür gün zorunlu askerlik kalksa hepsi vicdani retçi olur. Ve o iki yüzlülük bizimle yatanlarda da oluyor, bu ikiyüzlülük bizim ailelerimizde de oluyor. Aileler evlatlarını reddediyor mesela, tanımıyorum diyorlar, cenazesini almayacağım diyorlar ama şimdiye kadar hiçbir ailenin mirası reddettiğini görmedim; hepsi gidip tapuda bütün mal varlıklarına el koyuyorlar reddettikleri çocuklarının.

LGBTİ hareketinin bir sloganı var; “Benim varlığım sizin teşhirinizdir” diye. Yani ben meclise gidersem, bütün dünya görecek ve herkesin aynası olacağım orada. Ya korkup kaçacaklar ya acaba beni tanıyor mu diyecekler ya acaba benimle ilgili bir şey mi yapar mı diye şapkalar yere eğilecek, önlerine bakacaklar, yani ezberler bozulacak, şöyle bir silkelenecek herkes.

Seçmenlerinize ne söylemek istersiniz?

Öleceğim aklıma gelirdi de bir gün milletvekili adayı olup seçmenlerimden oy isteyeceğim aklıma gelmezdi. Herkes şunu bilsin; bizim rakibimiz ittifak partileri değil, Süleyman Soylu’dur. İnsanlar bunu bilerek oylarını kullansınlar. Çünkü TİP’in kesinlikle bir baraj sorunu yok. Hem seçmenlerim hem de duyarlı partilerin parti başkanlarına da seslenmek istiyorum, benim yüküm çok ağır artık taşıyamıyorum, bana destek olsunlar, yükümü hafifletsinler. Öldürülen trans kadınlar neden sadece benim derdim olsun, neden sadece ben ağlıyorum, neden sadece ben dizimi dövüyorum, neden sadece ben yazıyorum, neden sadece ben gidip morgdan cenazelerini alıyorum? Hepimizin sorunu bu.

Heteroseksüellik nasıl bir varoluş biçimiyse eşcinsellik de bir var oluş biçimi. Bir halkı soykırımla yok edebilirsiniz, bir kültürü yok edebilirsiniz ama bir varoluş biçimini yok edemezsiniz. İnsanoğlu var olduğu müddetçe biz de olacağız.

Bir fanzin, 13 İçerik: Moda ve aktivizm

Yazmak birçok kişi için aktivizmin en ulaşılabilir yollarından biri.  Bilgiyi derlemek, süzmek ve paylaşmak, farkındalık yaratmak, diğer insanların bilmediği konuları aktarmak, bildiği konulara başka açılardan bakmak, dokumak, örmek, şekil vermek ve yaygınlaştırmak. Bu şekilde aktivizmi büyütüyoruz, bir araya geliyor ve sesimizi duyuruyoruz. Benim bu satırlarda yaptığım gibi, moda endüstrisi alanında da yazan, ses çıkaran, bir araya gelen birçok aktivist var.

Türkiye ve dünyada moda aktivizmi

Moda ve giyim endüstrisi, gösterişli ve eğlenceli ihtişamını emek sömürüsü, doğa sömürüsü, kadın-çocuk emeği sömürüsü, elitizm, cinsiyetçilik, ırkçılıktan beslenerek kurarken moda aktivizmi de bu multidisipliner alanlardan beslenerek güçlü bir şekilde büyüyor.

Türkiye’de dünyada olduğu gibi sürdürülebilir moda ile ilgili çalışmalar, hareketler gün geçtikçe artıyor. Bunda etkisi olan birçok faktör var; bilginin daha ulaşılabilir olması, yükselen hak arayışlarının birbirlerinden güç alabilmeleri, başını çevirmenin zorlaşması, dijitalleşen dünyaya doğan yeni nesillerin farkındalıklarını kullanabilecek araçları daha etkili kullanabilmeleri…

Bir süredir bu sayfalar moda yazılarından mahrum kalmıştı, yeniden yazmaya başladığımda içinde birçok metin olan bir yazıyla geri dönmenin doğru olacağını düşündüm.

Türkiye Tekstil Araştırmaları Organizasyonu Trtex.org da son yıllarda çalışmalar yapan oluşumlardan biri. Farkındalık ve araştırma projeleri yapan ve gönüllü emekten oluşan ekip geçtiğimiz ay ikinci ortak fanzini çıkardı. Moda ve Aktivizm başlığına sahip fanzinde akademisyenden aktiviste, sürdürülebilir ürünlerden moda tarihine birçok bakış açısı mevcut.

Sürdürülebilir ve dayanışan moda topluluğu Türkiye Tekstil Araştırmaları Organizasyonu, sektörün farklı alanlarında veya kıyısında, moda, fotoğrafçılık, tasarım, üretim, eğitim gibi farklı disiplinlerden gelen gönüllülerin sürdürülebilirlik yolculuklarını bir araya getirdikleri bir topluluk. Moda aktivizmi de gücünü bu zenginlikten alıyor; fanzinin kendisi bir aktivizm örneği, bize başka bir modanın başka bir tüketimin yollarını hem anlatıyor hem gösteriyor.

Aktivizm modayı değiştirebilir mi?

Peki ya aktivizm modayı nasıl değiştirir? Ya da değiştirebilir mi?

Fanzin temelde bu sorunun üzerine şekilleniyor. Aktivizmin kendini gösterdiği ya da inşa ettiği birçok alan içinde moda kendini nerede buluyor? Emek aktivizminin köklü, feminizmin güçlü, hatta ekoloji aktivizminin nispeten deneyimli tarihinin yanında moda aktivizmini daha yeni, daha genç olarak değerlendirebiliriz, ama bir yandan da tüm bu hareketlerin aktivizm tarihinden ve politik temelinden besleniyor. Moda aktivizmi kimi zaman potansiyelini endüstrinin popülist “washing” kampanyalarına kurban verse de bu durumu tabanın (pazarın deyişiyle hedef kitlenin) yükselen değişim talebine ayak uydurmak zorunda kalmaları olarak da okuyabiliriz.

Fanzinde, modanın geçmişten günümüze yolculuğunu da bugünkü multidisipliner yapısını da yansıtır şekilde farklı bakış açılarından yazılar bulmak mümkün. Tasarım, üretim, ekoloji, sanat, kadınlık deneyimi, popülizm gibi birçok alana dair pratikleri ve tarihi bu kez moda aktivizmi bakış açısıyla yeniden ele alırken bir anlamda hem tarihi yeniden yazıyor hem de bundan sonrasının yazımını etkiliyor. Çok eskide değil bu yüzyılın içinde kadınlar sanat okulunda imajı kötü etkilemesin diye tekstil atölyesine saklanırken şimdi kadınlar bunu moda tarihine yazıyor, kadın çizer kimliğini saklamak zorunda kalırken şimdi kadınlar regli konuşuyor, yazıyor ve üretiyor.

Kalemi de eylemi de ataerkinin elinden geri almak

Fanzinin içeriği büyük oranda ataerkil baskıyla mücadele eden kadınların giydiklerinin, giydiklerini ürettiklerinin, çizdiklerinin, yazdıklarının, dokuduklarının, kanadıklarının yakın ve uzak tarihinden bahsederken fanzinin tamamı kadınların kaleminden kadınların aktivizmiyle çıkmış görünüyor. Bu her ne kadar kasıtlı olmasa da tesadüf olmadığını düşünüyorum.

Geçtiğimiz yüzyıldaki mücadelelerin bizi getirdiği yerde sözünü, eylemini ve giyimini ataerkinin elinden geri alanların sözlerini ve eylemlerini daha çok göreceğimiz günlere!

Fanzini buradan okuyabilirsiniz