Ana Sayfa Blog Sayfa 384

Sofraya gelen zehirlerden altısı daha yasaklandı

Tüm Canlılar İçin Zehirsiz Sofralar” talebiyle yürütülen Zehirsiz Kampanya sürecinde toplanan imza sayısı 182 bini geçerken, kampanya süresince yasaklanan pestisit (tarım zehiri) aktif maddesi sayısı da 37’yi buldu. 

Zehirsiz Sofralar Platformu tarafından defalarca dile getirilen zararlar Tarım ve Orman Bakanlığı tarafından da kabul edildi ve dört zehir aktif maddesi daha yasaklandı, 2’si için ise kullanımının sonlandırılma tarihi belirlendi. 

Tarım ilacı ve bitki koruma ürünü olarak da adlandırılan ve zararları Zehirsiz Sofralar Platformu tarafından dile getirilen  tarım zehirleri Desmedipham, Dimethioate, Ethoprophos, Linuron, Imidacloprid ve Thiamethoxam insanlar, çevre ve diğer canlılar için yüksek risk teşkil etmesi sebebiyle Tarım ve Orman Bakanlığı tarafından yasaklandı. Araştırmalar, tarımda kullanılan pestisitlerin yüzde 90’dan fazlasının hedefe gitmediğine, havaya, suya ve toprağa karıştığına dikkat çekiyor.

Neden yasaklanıyor?

Tarım ve Orman Bakanlığı pestisit aktif maddelerini yasaklama gerekçelerini şöyle sıralıyor:

  • Pestisitlerin kanserojen etkilerinin bulunması,
  • endokrin bozucu olduğunun tespit edilmiş olması,
  • toksikolojik ve ekotoksikolojik çalışmalarının tamamlanmamış olması veya yapılan  çalışmalar sonucunda toksik olduğunun tespit edilmiş olması,
  • kuşlar için yüksek riskli olduğunun tespit edilmiş olması,
  • yeraltı suları da dahil olmak üzere birçok çevresel maruziyet ve risk değerlendirmesinin tamamlanmamış olması,
  • arıları zehirlemesi sebebiyle koloni halinde arı ölümlerine neden olması.

Pestisitlerin tüm canlılar için zararlarına ve alternatif tarım sistem ve yöntemlerine dikkat çekmek üzere Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği tarafından yürütülen Zehirsiz Sofralar Projesi pek çok sivil toplum kuruluşunun katılımı ile Zehirsiz Sofralar Platformu’na dönüştü ve 21 Kasım 2019’da Zehirsiz Kampanya başlatıldı. 

Zehirsiz tarıma geçiş için yol haritası

Zehirsiz Sofralar Platformu çatısı altında faaliyet gösteren Pestisit Eylem Ağı hazırlamış olduğu Zehirsiz Sofralar İçin Yol Haritası ile Tarım ve Orman Bakanlığı’nı kademeli olarak 2030 yılına kadar zehirsiz bir tarıma geçişe davet ediyor.

Platform, Bakanlıktan, kampanya sürecinde beşi yasaklanan Dünya Sağlık Örgütü tarafından “son derece tehlikeli”, “yüksek seviyede tehlikeli” ve “muhtemel kanserojen” olarak belirlenen 13 aktif maddeden kalan sekizinin de ivedilikle yasaklanmasını talep ediyor.

Zehirsiz üretimin pek çok tekniği ve yöntemi bulunuyor. Günümüzde dünyada ve Türkiye’de pek çok çiftçi toprağı organik maddece zenginleştirip biyolojik çeşitliliği koruyarak ve birbirini destekleyen çeşitli ürünleri bir arada ekerek; mevsimsel ürünler yetiştirerek; şartları zorlamadan, zararlılara ortam yaratmadan, yerel ve dayanıklı çeşitler kullanarak; bitkiyi strese sokmadan; kültürel, fiziksel, biyolojik ve biyoteknik uygulamalarla; doğanın döngülerini ve ayın hareketlerini gözlemleyerek; deneyimle elde ettikleri bilgileri de kullanarak; ekolojik ilkelerle zehirsiz tarım yapıyor.

Organik, biyodinamik, koruyucu ve onarıcı tarım ile agroekoloji gibi doğa dostu tarım yöntemleri toprağa ciddi miktarda karbon gömülmesini de sağladığı için küresel iklim krizinin çözümü yolunda olumlu katkı sağlıyor.

Afet bölgesiyle dayanışan kadınlar: Neoliberal kapitalizm felaketler üretmeye devam edecek

Çanakkale’de Assos yakınlarındaki Sincap Kamp’ta Yeşil Düşünce Derneği tarafından düzenlenen Yeşil Kamp katılımcıları akşam saatlerinde düzenlenen bir oturumda 6 Şubat’ta yaşanan Kahramanmaraş merkezli depremler sonrası yaşanan afet sürecinde yapılan dayanışma çalışmalarına eğildi. 

Felaketler Çağında Alternatifi Yaratmak: Dayanışma Ağları” başlıklı oturumda odakları kadın ve çocuk hakları olan dayanışma ağlarının afet bölgesinde gerçekleştirdiği çalışmalar aktartıldı.

Konuşmacılardan FİSA Çocuk Hakları Merkezi’nden Esin Koman, çocuklara yönelik hak ihlallerinin raporlamasını yapmak, bu ihlalleri görünür kılmak, kitleler arasında yaygınlaştırmak gibi amaçlarla krizlerden çocukların nasıl etkilendiği üzerine çalışmalar yaptıklarını kaydetti ve “Çocuk hakları ihlalleri sonucu çocukların durumu nedir, hak ihlallerinin nasıl önüne geçebiliriz sorularını sormaktayız” dedi.

Deprem sonrasında yaptıkları ilk çalışmanın çeşitli insan hakları örgütleri ile durum analiziydi olduğunu söyleyen Koman “Saha analizi sonucu çeşitli hak ihlalleri ile karşılaştık, raporlamamızı yaptık ve kamuoyu ile paylaştık. Çocuk açısından her şey çok kötüydü, felaketti. Neler yapılabilir üzerinden kafa yormaya başladık. Sahada olan ekiplerle sürekli irtibatta kalıp bilgilerimi güncelledik, çocuk hakları ile ilgili söylemler ve içerikler ürettik. Özellikle kriz anlarından çocukla olan iletişim oldukça kritik. Depremi nasıl anlatacağız, devletle nasıl ilişkileneceğiz, ne tür söylemlerde bulunacağız gibi sorunsallar içerisindeydik. Temel ihtiyaçların karşılanmasından tutun psiko-sosyal desteğe kadar her türlü ihtiyacı karşılamaya yönelik ihtiyacı karşılamaya çalıştık. Çeşitli uzmanlarla çalışarak alandaki gönüllülerin güçlendirilmesine de yönelik çalışmalarda bulunduk, atölyeler ve eğitimler verdik. Altı ay sonrasında dahi hali daha bu süreç devam etmekte. Yakın ir zamanda deprem krizinin ne durumda olduğunu, neler yapabileceğimize yönelik bir çalışmaya başlayacağız, yeni bir strateji belirleyeceğiz.”

kadın
Fotoğraf: Dilan Ela Pamuk

Çok yönlü çalışmalar: Çocukların güçlendirilmesi, barış kültürünün inşası, sanat…

Sahaya çıkan herkesle deneyim paylaşmanın oldukça mühim olduğuna vurgu yapan Esin Koman, şunları söyledi:

“Deprem alanında olmak ve o dayanışmayı göstermek için deneyim aktarımı şarttı ve bu dayanışmanın iyileştirici bir tarafı vardı. Aslında biz sahaya çıkan bir örgüt değiliz, raporlama üzerine çalışmalar yürütmekteyiz. Ancak depremde bu durum değişti. Hatay’da faaliyet yürütebileceğimizi düşünürken politik eğilim gereği Adıyaman’a giremeyeceğimizi düşündük fakat bu alana da girebildik. İyi ki de girmişiz diyoruz. Çünkü hayal edemediğimiz düzeyde sivil toplum örgütlerinden ve yerel temsilcilerden oluşan bir dayanışma inşa edebildik. Adıyaman’da bir psiko-sosyal destek çalışması yürüttük, bu merkezden hem çocuklar hem de ebeveynler faydalandı. Sadece kendimiz bu ağın inşasında görev almadık, çeşitli uzmanlar –Tabip Odası vs.- ile bir program hazırladık. Çocukların güçlenmesinden tutun barış kültürünün inşasına kadar çeşitli konuları ele aldık. Katılımcılığı arttırmaya yönelik çalışmalarda bulunduk. Sanatsal faaliyetler yürütme şansımız da oldu. Konteyner alanlara girmek için çabaladık. Sinema gösterimi, dans atölyeleri, kukla yapımı gibi faaliyetlerimiz oldu. Son zamanlarda bu merkezi de açabildik ve bu faaliyetleri artık merkezde sürdürüyoruz. Alanda tam zamanlı bulunan çalışanlarımızın yanında pek çok gönüllümüz bulunmakta.”

‘Adıyaman’da durum şimdi çok daha kötü’

Yaşanan depremlerin üzerinden altı ay geçmesine rağmen Adıyaman’da durumun hâlâ kötü olduğunu belirten Koman “Şimdi çok daha kötü. Özellikle yetişkinler arasında bir umutsuzluk hakim” diye konuştu.

Koman şunları ekledi:

“Çocuklar yeni rutinler oluşturmaya başlamıştı. Fakat ebeveynler ve çocuklar arasında bir tetiklenme durumu başladı. Yıkımlar sebebiyle hastalıklar yaygınlaştı. Su ve elektrik kesintileri mevcut ve şu anda oldukça sıcak. Bize ‘İyi ki geldiniz’ diyorlar. Yaptıklarımız, yapılanlar güçlenmeye sebep oluyor. Çok sistematik ve çok düzenli bir psiko-sosyal desteğe ihtiyaç duymaktayız. Her türlü istismar ve şiddet de görülmekte eş zamanlı olarak. Bu gibi durumlarla karşılaştığımızda da müdahale ediyoruz. Raporlamalarımız ve alandaki çalışmalarımız devam etmekte.”

‘Bölgedeki kadınlar üretmek istiyor’

Küçükkuyu Kadın Kollektifi’nden Nebile Bayrak, depremden sonra Ayvacık Belediyesi ile birlikte kurulan bir ekip ile mutfakta çalışmalar yapılmaya başlandığını ancak sonrasında belediyelerin aradan çekilmesi ile alanın gönüllülere kaldığını belirtti.

Herhangi bir gelirleri olmadığı için gönüllülük faaliyetlerinin ciddi finansal zorluklarla karşı karşıya olduğunu belirten Bayrak, süreci “Dayanışma stantlarından elde ettiğimiz paralar ile deprem sahasına gittik. Bir okulun bahçesinde -okulda depremzedeler ile beraber kalanlara- sağlıklı gıdaya erişim hakkı üzerinden yola çıkarak aşevi kurduk ve yemek dağıtmaya başladık” ifadeleriyle anlattı.

Bayrak, sözlerine şöyle devam etti:

“Hiçbirimizin bir afet deneyimi olmamasına rağmen bir İtalyan firmasından konteyner bağışı aldık. Takipçilerin de desteği ile Defne’de AFAD’a dahi destek olmaya başladık. Bizler dönüşümlü olarak deprem bölgesinde çalışmalarımız sürdürdük. Temelimiz kadın dayanışması da olduğu için bizler bölgedeki kadınların da güçlendirilmesini için çalışmalar giriştik. Bölgede kadınlar üretmek de istedikleri için bir kadın kooperatifin kurulmasına vesile olduk.”

kadın
Fotoğraf: Dilan Ela Pamuk

‘Deprem için neler yapılabileceği üzerine konuşulması şart’

Yerel yönetimlerin hem destekleyici hem de oyalayıcı tavırları ile karşılaştıklarını aktaran Nebile Bayrak, “En son tahlilde bir alan kiraladık. Şu anda geldiğimiz noktada kadın istihdamına yönelik, kadının toplumsal konumunu da güçlendirecek, sıfır atık gibi ekolojik prensiplere de dayalı bir projemiz mevcut. Çeşitli uluslararası ve ulusal kurumların da desteği ile ilerlemeye çalışıyoruz” dedi.

Kolektifin en büyük sorunlarından birinin coğrafi uzaklık olduğuna değinen Bayrak, “Mesafenin çok büyük sıkıntısını yaşıyoruz. Fakat devlet yok, belediye yok; dolayısıyla orada olmak çok kıymetli. Bağış mekanizmamız ise tamamen yereldeki üretici ile bağışçının bağ kurması üzerine dayalı” ifadelerini kullandı.

Türkiye’nin tamamı deprem bölgesi, Çanakkale zemini de alüvyon. Dolayısıyla yereldeki mücadelenin de kıymeti oldukça büyük” diyen Nebile Bayrak, “Önümüzde bir yerle seçim mevcut. Kent konseylerine girip deprem için neler yapılabileceği üzerine konuşulması şart. Belki çoklu modüllerden oluşan yapıların kurulması şansı söz konusu olabilir. Bölgedeki insanlar hem kayıpları ile hem açlık ile hem de soğukla mücadele etmek zorunda kaldı” diyerek sözlerini noktaladı.

‘Dayanışmaya gidenlerin de dayanışmaya ihtiyacı var’

Kadın Savunma Ağı’ndan Rüya Kurtuluş, deprem sonrası Gaziantep ve Hatay’daki çalışmalarda rol aldığını söyleyerek şu anda Hatay’ın Defne ilçesinde çalışmalar yürüttüldüğünü ifade etti.

Kurtuluş, “Sağlıklı olmak ve hijyen her şeyin başında yer alıyor. Arama kurtarma sonrası iyileşme süreci tamamlanamadığı için hala daha afet süreci içerisindeyiz. Bizler hâlâ daha afet çalışmış insanlar olarak yan yana gelip deneyim aktaramadık” diye konuştu.

Dayanışmaya giden kişilerin de afet bölgesinde yaşadıkları sorunlar nedeniyle fiziksel ve psikolojik zorluklarla mücadele ettiğine dikkati çeken Kurtuluş, “Dayanışmaya gidenlerin de dayanışmaya ihtiyacı var” dedi.

kadın
Fotoğraf: Dilan Ela Pamuk

‘Uzun zamandır felaket aktivizmi yapıyoruz’

Neoliberal kapitalizm sistematik olarak felaketler üretiyor ve üretmeye devam edecek” diyen Rüya Kurtuluş, uzun zamandır “felaket aktivizmi” yaptıklarını söyledi.

Afetlerin kadınları toplumun diğer kesimlerine kıyasla daha farklı şekillerde etkilediğinin ve bu durumun engellenmesine yönelik uygulanan politikaların yetersiz olduğunun altını çizen Rüya Kurtuluş, şunları kaydetti:

“Bizler çok eski bir kadın örgütü değiliz ve pandemi öncesinde kurulduk. Pandemi olur olmaz da dijital platformlar içerisine girdik. ‘Çoklu Krizlerde Kadın Olmak’ üzerine tartışmalar başlattık. Depremden sonra arama kurtarma çalışmaları içerisinde olanlarımız olarak AFAD aracılığı ile deprem bölgesine gittik. Oradayken de ‘Bir an evvel yan yana gelmeliyiz’ çağrıları yapmaya başladık. Önce Antakya Merkez’de bir merkez kurduk, ben Hatay’a gittiğimde koşarak bir kadın bizim olduğumuz bölgeye geldi, beni saklayın dedi. Depremde kayınvalidesinin ölümünü kocası kadına bağlamıştı ve ona şiddet uygulamaktaydı. Bu kadının ablasının yanına gidebilmesi için destek olduk. Deprem herkes tarafından başka şekilde deneyimleniyor ve ne yazık ki kadınlara özel politikalar oldukça az. Bizler kadın örgütleri ile bu boşluğu doldurmaya çalışıyoruz.”

‘Çadırlar kadınlar için güvensiz bir alan olmaya başladı’

Depremden etkilenen illerin kadın istihdamının en az, çocuk evliliklerin en yaygın olduğu iller olduğunu belirten Kurtuluş, “Afet eşit yaşanmıyor, eşitsiz bir yaşam üzerinden katmerleniyor” dedi. Bu illerdeki pek çok kadının depremde çocuğunu korumaya çalıştığı için yaşamını yitirdiği bilgisini aktaran Rüya Kurtuluş, deprem sonrasında ise çadırların güvensiz bir alan olmaya başladığını ve kadınların geniş aile içerisinde şiddetin daha yoğun bir şekilde yaşanmaya başladığını ifade etti.

Kurtuluş, Kadın Savunma Ağı’nın Antakya’da yürüttüğü çalışmaları detaylandırarak süreci şöyle aktardı:

“İlk etapta Sevgi Parkı’nda hijyenik ürün ve iç çamaşırı ihtiyacını ciddi bir şeklide karşıladık. Şiddet başvuru merkezi bulunmuyordu, hukuki süreçler yeni işletilmeye başlandı. Bu, boşanma sürecinde olan kadınlar için oldukça riskli bir durum. Devletin olmadığı bir noktada istifçiliğin, komşudan kaçırmanın, dilenciliğin önünü açıyor. Dayanışmanın karşılıklı bir ilişkilenmeye dönmesi için gerekli adımları atmaya başladık. Kadın Savunma Ağı’nın yerli gönüllüleri oluşmaya başladı. Dağıtımda, paketlemede bizlere destek olan kadınlar aramıza katılmaya başladı. Bir süre sonra mahalle savunma ağlarını kurmaya başladık.”

‘Bölgede terk edilmişlik duygusu oldukça fazla’

Dayanışma süreçlerinde gerekli finansmanın mevcut olmaması ve yetkili kanallar tarafından sağlanmamasının büyük bir sorun olduğunu belirten Kurtuluş, şöyle konuştu:

“Kendi öz kaynağınız ile bir dayanışmayı sürdürmeniz çok zor. Felaketten rant üretilmediği, hayatların ipotek altına alınmadığı, temel ihtiyaçların ücretsiz karşılandığı bir sisteme ihtiyaç duymaktayız. Bölgede terk edilmiştik duygusu oldukça fazla. Etkisi yıllarca sürecek bir krizden söz ediyoruz. Deprem, devlet ve sermaye için bir fırsat olmaya devam ederken bizim için bir dayanışma fırsatı oldu. AFAD bölgedeki dayanışmaları çekilmeye zorlamakta, belediyelerin desteği çok zayıf… Aile Mahkemesi ve Baro’nun Kadın Hakları Merkezi açılsa da kadınlara yönelik çalışmalar çok az. Yurttaş haberciliği eğitimleri vermeye başladık. Gelir getirici işlere ihtiyaç duymaktayız. Tek başımıza altından kalkabileceğimiz bir şey değil ne yazık ki. Alternatifi yaratırken sistemi ve devleti de zorlayan bir mücadele örmek durumundayız. Yerelde de bir direniş mevcut fakat ne yazık ki bir koordinasyon mevcut değil. Oldukça dağınık bir işleyiş var.”

[İklim Masası] İklim ekstremleri artıyor, Türkiye riskli bölgede

Gün içinde ani değişen uç (ekstrem) hava olayları, insan kaynaklı iklim değişikliğinin en dikkat çekici sonuçları arasında yer alıyor. Avrupa ve Akdeniz coğrafyası ise, Arktik bölgenin ardından, iklim değişikliğinden en çok etkilenen ‘sıcak noktaların’ başında bulunuyor.

İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) ve Zürih Federal Teknoloji Enstitüsü (ETH Zürih) iklim bilimcilerinin ortak yayınladığı bir makale,  Avrupa’da ve Akdeniz bölgesinde iklim ekstremlerine olan maruziyetin 1979 yılından 2016’ya ne şekilde değiştiğini ortaya çıkarıyor.

İklim Masası‘ndan Prof. Dr. Barış Önol‘un aktardığına göre; araştırmacıların, günlük hava olaylarını ve kuraklığı inceleyen 10 farklı iklim indeksini birleştirerek yarattığı yenilenmiş ‘iklim ekstrem indeksine’ göre, 1980’lerin başından 2010’lara gelindiğinde, aşırı kuraklık değerlerinde büyük artış yaşandı.

Harita: İTÜ Arş. Gör. Mehmet Barış Kelebek tarafından hazırlanmıştır.

Türkiye ve çevresi ekstrem hava olaylarından çok ciddi etkilendi

İklim ekstrem indeksindeki artış eğiliminin de haritalandırıldığı makalede, Türkiye ve çevresinin, Kuzey ve Batı Avrupa’ya göre ekstrem hava olaylarından çok daha ciddi biçimde etkilendiği görülüyor.

Türkiye, yüzölçümünün büyüklüğü nedeniyle, 47 ülkenin değerlendirildiği iklim ekstrem indeksinde 13. sırada yer alıyor. Buna karşın Batı Anadolu’nun tamamını – ve özellikle Ege Bölgesi’ni – riski giderek yükselen bir alan olarak tanımlamak mümkün.

Ekstrem hava olaylarının kentsel alanlara etkisine bakıldığında ise, tüm Avrupa-Akdeniz bölgesindeki nüfusu yoğun şehirler içinde artış eğiliminin en fazla bulunduğu 10 kent arasında Türkiye’den de iki şehir yer alıyor: İzmir ikinci sıradayken Ankara ise dokuzuncu sırada.

Aşırı kuraklık üç ila 10 kat arttı

Seçilen 38 yıllık dönemdeki (1979-2016) günlük yağış ve sıcaklık ölçümlerini inceleyen çalışma, en uçta kalan değerlerin (en yüksek ve en düşük yüzde 10’luk dilimlerin) ne şekilde değiştiğini tek bir gösterge ile ifade etmeyi amaçlıyor.

Çalışma kapsamında, bu süreçte sıcak ve soğuk günlerle gecelerin yanı sıra, aşırı yağışlı ve aşırı kurak günlerin sayısında da ne yönde değişim olduğu saptandı. Ayrıca, kuraklığın izlenmesi için, aşırı nemli ve aşırı kurak uç değerler de hesaplandı ve zaman içinde bölgedeki değişimleri belirlendi.

Çalışmanın sonuçları, 1980’lerin başından 2010’lara gelindiğinde, aşırı kuraklık değerlerinin tüm Avrupa ortalaması için üç kat arttığını ortaya koyuyor. Ancak Türkiye’den de birçok kenti kapsayan 30 ila 40 enlemleri arasındaki artış, 10 kata yaklaşıyor.

İklim ekstremleri hızlanıyor, Akdeniz kıyıları risk altında

İklim ekstrem indeksinin Avrupa’daki ve Akdeniz Bölgesi’ndeki 10 yıllık eğilimlerini de inceleyen makale, iklim ekstremlerindeki artışın 21. yüzyılın ilk yarısından itibaren giderek hızlandığını ve 2010 yılında en üst seviyeye çıktığını ortaya koyuyor. 2010 yılı aynı zamanda Türkiye’de de meteorolojik kayıtlara göre şu ana kadar ölçülmüş en sıcak yıl.

İndeksteki artış eğilimi haritalandırıldığında ise, Türkiye ve çevresinin, Kuzey ve Batı Avrupa’ya göre çok daha ciddi biçimde etkilendiği açıkça ortaya çıkıyor. Özellikle Akdeniz kıyılarının, Avrupa’nın kalanına kıyasla iklim ekstremlerine çok daha fazla maruz kaldığı görülüyor. Bu iki veri, ekstrem iklim olayları sebebiyle risk altındaki alanların belirlenmesini kolaylaştıracak nitelikte.

Batı Anadolu ve özellikle Ege Bölgesi’nde risk yüksek

Çalışma alanı içinde yer alan 47 ülkeyi göz önünde bulundurarak yapılan sıralamaya göre, iklim ekstrem indeksinde en hızlı artış gösteren ülkeler Bulgaristan, İsrail ve Macaristan. Ancak bu ülkelerin üst sıralarda yer almalarının temel sebebi, daha küçük yüz ölçümüne sahip olmaları.

Aynı sıralamada 13. olan Türkiye özelinde düşünüldüğünde, Batı Anadolu’nun tamamını, riski giderek yükselen bir alan olarak tanımlamak mümkün. Bunda, hem sıcaklık hem de kuraklık uç değerlerindeki artışın rolü büyük.

Muğla’daki Yeniköy Termik Santrali, iklim krizi karşısında kömürden çıkış hedeflerinin tam aksi yönünde ilerlenilerek hayata geçirilmeye çalışılan, uğruna ağaçların kesildiği ve iklim krizinin etkilerinin beslendiği Ege’deki ekokırım noktalarından biri.

İzmir, artış eğiliminin en yüksek olduğu ikinci şehir

Araştırmanın bir diğer önemli bulgusu, nüfusu bir milyonun üzerinde olan şehirlerin iklim ekstremlerinden ne ölçüde etkilendiğine dair.

Şiddet ve sayısında artış gözlenen uç hava olaylarına maruziyet, dünya nüfusunun yaklaşık yüzde 90’ının kuzey yarım kürede yaşaması nedeniyle, özellikle nüfus yoğunluğunun fazla olduğu bölgelerde daha ciddi zararlara yol açıyor.

Üretilen iklim ekstrem indeksi değerlerini, yüksek çözünürlüklü yerleşim alanları haritası kullanarak yeniden hesaplayan çalışmaya göre, artış eğiliminin en yüksek olduğu ilk beş şehrin dördü, Akdeniz coğrafyasında yer alıyor. Bunlar sırasıyla Fes (Fas), İzmir, Marsilya (Fransa) ve Tel Aviv (İsrail).

İzmir’in iklim indeksinin yıldan yıla değişkenliği yakından incelendiğinde, 2000’li yılların ortasından itibaren giderek artan ve tüm Avrupa Bölgesi için hesaplanan değerin çok üzerinde bir artış yaşandığı görülüyor.

Antalya’nın Elmalı ilçesinde bulunan 850 hektarlık Avlan Gölü, kuraklık nedeniyle kurumaya yüz tutunca hayvanların otladığı mera haline geldi.
Fotoğraf: Süleyman Elçin – AA

Aslında bu durum, Batı Anadolu’daki Aydın, Manisa, Denizli ve Eskişehir gibi başka şehirler için de söz konusu. Bu kentler, 78 Avrupa şehrini kapsayan listeye üst sıralardan girebilecekken, sıralamanın yüksek nüfus yoğunluğu değerlendirilerek yapılması nedeniyle liste dışında bulunuyorlar. Nüfus yoğunluğu yüksek olan Ankara, bu durumun tek istisnası. Ankara, tüm Avrupa-Akdeniz şehirleri arasında, iklim ekstremlerinin en hızlı arttığı dokuzuncu şehir.

Öte yandan, iklim ekstrem indeksinin azaldığı, Rotterdam (Hollanda), Stokholm (İsveç), Manchester (İngiltere), Kopenhag (Danimarka) ve Lille (Fransa) gibi şehirler de bulunuyor. İklim değişikliği nedeniyle ılımanlaşan Kuzey Avrupa’da soğuk gün ve gecelerin sayısında ciddi azalmalar yaşanıyor. Ancak hesaplamaya dahil edilen 78 şehir içinde yalnızca 17 şehirde iklim ekstremlerinde azalma görülüyor.

Kuraklık, sıcak dalgalarını şiddetlendiriyor

İklim ekstremlerinin karşılaştırılmalı değerlendirmesinin de yapıldığı çalışmada, Avrupa’da son 500 yılın en şiddetli ve uzun sıcak dalgasının yaşandığı 2003 yılı öne çıkıyor.

2003 yılı için yapılan değerlendirmede, Orta Avrupa ve Balkanlar’da sıcak gün ve gecelerde normalin iki katı artış görülürken, Orta Avrupa’dan İskandinavya’ya kadar uzanan bölgede ise beş katlık artış tespit edildi.

2003 yazı hakkında geçmişte yapılan çalışmalar da bahar aylarında başlayan yağış eksikliği ve kuraklığın, toprak neminde azalmaya neden olduğunu ve bu durumun da sıcak dalgasını şiddetlendirdiğini ortaya koyuyordu. Nitekim yaşanan sıcak dalgası, 70 binin üzerinde insanın hayatını kaybetmesine neden olmuştu.

Makalede öne çıkan bir diğer sene olan 2010 yılı için yapılan hesaplamalarda, Polonya, Ukrayna ve Rusya’ya yaşanan sıcak hava dalgası, Doğu Avrupa’da iklim ekstrem indeksi değerlerinin iki katına çıkmasına neden olmuştur.

Kuraklık ve sıcak dalgalarının ikincil etkisi olarak Rusya 2010 yazında büyük yangınlarla boğuşmuş, bir aydan uzun süren ve söndürülemeyen yangınlar nedeniyle ciddi can ve mal kaybı oluşmuş, etkilenen alanlar afet bölgesi ilan edilmiştir.

1990’larda Lindoso rezervuarının sularıyla yok olan ve Avrupa’yı etkileyen tarihi kuraklık nedeniyle görünür hale gelen Lobios, Galiçya, İspanya’daki eski Aceredo köyü, Nisan 2022. Özellikle kurak yıllarda, eski Aceredo köyünün parçaları ortaya çıkıyordu, ancak daha önce hiç yağmurlu ayların ortasında köyün iskeleti bütünüyle ortaya çıkmamıştı. Bu yıl kuraklık ve sıcak dalgaları nedeniyle büyük endişe yarattı.
Fotoğraf: Lorenzo Couto/Yılın Çevre Fotoğrafçısı – 1.5’i Canlı Tutmak | Aceredo

Azaltım ve uyum politikaları şart

Geçtiğimiz hafta yaşadığımız şiddetli ve uzun süreli sıcak dalgası, gelecekte içinde yaşanacak iklimin küçük bir tanıtımını yaptı: Ülkenin birçok noktasında 50°C’ye varan sıcaklık ölçümleri ve gelen rekorlar.

Yine 2022 yazında İngiltere’de meteorolojik kayıtlarda ilk kez 40°C’nin üzerinde bir sıcaklığın yaşanması, Kanada’da 49,5°C sıcaklığın ölçülmesi veya Şubat 2020’de Antarktika’da kaydedilen 18,3°C’lik sıcaklık rekoru, ardı arkası kesilmeyen iklimsel rekor ve meteorolojik afet haberlerinin iyi birer örneği. Şiddeti giderek artan yağışlar nedeniyle yaşanan seller de bu olayları destekliyor.

Ancak her gün bir yenisi eklenen bu olayların hiçbiri tesadüfi değil: Sera gazı salımındaki artış, şiddetli hava olaylarının dopingli bir sporcu gibi rekorlara koşmasına neden oluyor.

Öte yandan sıcaklık artışıyla Kanada ve Sibirya’nın Arktik alanlarındaki donmuş toprak çözülüyor ve bu nedenle meydana gelen doğal yangınları söndürmek imkansız hale geliyor. Türkiye’de de sıcak dalgaları ve kış kuraklığının, orman yangınlarının sayısını ve etkilenen alanları artırdığı artık daha sık gözlemleniyor.

Bu tür ekstremlerin izlenmesi için yapılan birçok araştırma ve senaryo çalışması, değişen iklim şartlarına hazırlık ve uyum konusunda yol gösterici olmalı. Nitekim sorulması gereken asıl soru, sera gazlarının azaltımı ve yeni duruma uyum konusunda ne gibi yeni yöntemler geliştirileceği.

Bugün, dünyadaki ekonomik büyüme modelleri, enerji tüketimi ile kol kola gidiyor. Üretimi daha temiz yöntemlerle, rüzgar ve güneşten yararlanarak yapabilir miyiz? Teknolojik olarak şu an bunu yapacak bilgi ve beceriye sahibiz. Asıl sorun, geçişi sürecini hızlandırmak için yeterli iradeye sahip olup olmadığımız. Çünkü diğer seçenek pek de makul değil: Benden sonrası ‘tufan’!

Yeşil Kamp ekoloji mücadelesi ve LGBTİ+ hakları gündemiyle başladı

Yeşil Düşünce Derneği tarafından her yıl düzenlenen ve ekoloji mücadelesinin farklı alanlardan bileşenlerini bir araya getirmeyi amaçlayan Yeşil Kamp, Çanakkale’deki Sincap Kamp’ta başladı.

Dün (23 Ağustos) başlayan kamp, ekolojiden sürdürülebilirliğe, LGBTİ+ hakları mücadelesinden afet ve kriz dönemlerine dek birçok konunun ele alındığı çeşitli oturumlara ev sahipliği yapacak şekilde düzenlendi. Kampın bu yılki ilk oturumları bugün (24 Ağustos) düzenlendi.

Kampa çeşitli şehirlerden Yeşil Düşünce Derneği ve Yeşiller Partisi üyelerinin yanı sıra, sivil toplum örgütlerinden gönüllüler, akademisyenler, her yaştan iklim aktivistleri, öğrenciler ve çocuklar katılım sağladı.

Şiddet ve tacize sıfır tolerans

Yeşil Kamp
Fotoğraf: Dilan Ela Pamuk

Kampta ekolojik davranışları geliştirmek, birlikte keyifle vakit geçirmek ve olası tüm hak ihlallerin önüne geçebilmek adına koyulan kurallar zeytin ağaçlarının altında oluşturulan toplanma alanında tekrar edildi. Bunlardan en önemlisi, güvenli ve herkesin rahatlıkla kendini ifade edebileceği bir ortam yaratabilmek için belirlenen etik ilkeler.

Yeşil Kamp

Şiddet ve tacize ‘sıfır tolerans’ politikası izlenecek kamp boyunca katılımcıların rahatsız olduğu şiddet ve taciz gibi durumları bildirebilmesi için güvenli kişiler belirlenirken, kişisel sınırları ihlal eden her tür davranış da yasaklandı.

Yeşil Kamp
Fotoğraf: Dilan Ela Pamuk

Katılımcılara bu güvenli alanı hatırlatmak için kullanabilecekleri ‘Hayır, hayır demektir’ yazılı stickerlar dağıtıldı.

Kampta ayrıca ekolojik davranışların pekiştirilmesi ve konaklanılan alan, deniz ve tüm canlılara saygılı olmak adına katılımcılardan kullandıkları ürünlerin ekolojik olması istendi. Kamp öncesinde tüm katılımcılara yeniden kullanılabilir su şişelerinin ve kişisel termoslarının getirilmesi hatırlatılırken, kamp boyunca tek kullanımlık plastiklerin kullanımını minimuma indirebilmek adına su sebillerinin kullanımı teşvik edildi.

Yaratıcı Yazarlık Atölyesi

Yeşil Kamp
Fotoğraf: Dilan Ela Pamuk

Yavuz Özer’ın yaratıcı yazarlığa ve senaryo yazımına dair bilgi ve tecrübelerini paylaştığı Senaryo ve Yaratıcı Yazalık başlıklı atölye, katılımcıların kendilerini bağdaştırdığı film, dizi ve roman karakterlerini paylaşmasıyla başladı. Özer, dramanın hayatın her alanında ve her anında sürekli gerçekleştiğini, özellikle ikili ilişkilerde duyguların ifadesi, vurgu gibi amaçlarla sık sık aramaya başvurulduğunu aktardı.

Yeşil Kamp
Fotoğraf: Dilan Ela Pamuk

Senaryo yazımının bir karakter yaratımıyla başladığını ifade eden Özer, senaryonun diğer unsurlarının bu karakterlerin özelliklerine, amaçlarına ve mücadelelerine göre şekillendirildiğinden bahsetti. Ardından katılımcılar birbirlerinin hikayelerini dinleyerek bunların üçüncü kişilerle paylaşımına ve üçüncü kişiler tarafından aktarımına yönelik bir atölye çalışması gerçekleştirdi. Atölyenin yarın (25 Ağustos) gerçekleştirilecek olan ikinci oturumunda dramanın ana unsurlarından olan “trajik hata”ya odaklanılacağını aktaran Yavuz Özer, katılımcılardan söz konusu oturuma dek insanların trajik hataları üzerine düşünmelerini istedi.

Yeşil, Queer ve Etik: Geleceğe Yönelik Radikal Adımlar

Yeşil Kamp
Fotoğraf: Güneş Akçay

Ali Erdoğan’ın ekoloji, LGBTİ+ ve etik mücadelesinde hukukun yeri ve önemine değindiği Yeşil, Queer ve Etik: Geleceğe Yönelik Radikal Adımlar başlıklı atölye, hak ve hukuk kavramlarının incelenmesiyle başladı. Erdoğan, genellikle insanların hukukun öznesi olarak addedildiğine değinerek, bunun oldukça insan merkezli bir bakış açısı olduğunu belirtti ve daha iyi ve adil bir dünya için bu durumdan sıyrılmak gerektiğini belirtti.

Bu noktada geri adım atıp büyük resmi görerek değişmesi gereken şeylerin farkına varılması gerektiğinin önemine dikkati çeken Erdoğan, hakların öznesi olarak insanı alan bakış açısının yerine daha “koyu yeşil” bir bakış açısı benimseyerek ekoloji merkezli; dağların, ormanların, vb. de haklarının korunduğu bir yaklaşım benimsenmesi çağrısında bulundu.

Yeşil Kamp
Fotoğraf: Güneş Akçay

Erdoğan, Türkiye’de dil, din, ırk, renk bazlı ayrımcılık türleriyle mücadelede önemli bir yeri olan Anayasa’nın 10’uncu maddesine cinsiyet kimliği ve toplumsal cinsiyet bazlı ayrımcılığın da eklenmesi için uzun süredir önemli bir mücadele verildiğini aktardı. Verilen mücadelelerin istenilen sonuçları yansıtmadığı durumlarda benimsenen yaklaşımın gözden geçirilmesi gerektiğine vurgu yapan Erdoğan, katılımcıları ekoloji, LGBTİ+ ve etik konularında atılabilecek yeni adımlar üzerine beyin fırtınası yapmaya çağırdı.

Turşu atölyesi 

Yeşil Kamp
Fotoğraf: Dilan Ela Pamuk

Gülce Yeniev’in düzenlediği Turşu Atölyesi’nde sarımsak, limon, biber, bamya, asma yaprağı, dereotu gibi çeşitli malzemeler kullanarak evde pratik ve sirkesiz turşu yapımına dair bilgi paylaşımları gerçekleştirildi.

Yeşil Kamp
Fotoğraf: Dilan Ela Pamuk

Yeniev, üç gün kadar kısa bir sürede yemeye hazır hale gelen turşu yapımına dair incelikleri paylaşarak, sofraların lezzetli ve sağlıklı bir parçası olan bu gıda saklama türünün sindirim problemlerinden kanser hastalığıyla mücadeleye kadar geniş bir sağlık faydası yelpazesi sunduğunu vurguladı.

Yeşil Kamp
Fotoğraf: Dilan Ela Pamuk

Turşu yapımının gıdaları korumak için de etkili bir yöntem olduğunun hatırlatıldığı oturumda, artan ve bozulma riskiyle karşı karşıya olan malzemelerin turşulanarak bozulmasının önüne geçilebileceği ve uzun sürelerce korunabileceği aktarıldı.

Yeşil Kamp
Fotoğraf: Dilan Ela Pamuk

Turşulanan bir gıdanın turşulanmamış halinden daha besleyici bir hale geldiğini aktaran Yeniev, bu durumun gıda kriziyle mücadeleyi kolaylaştırabileceğini, örneğin yetersiz beslenmenin görüldüğü bir alana yardım olarak biber göndermektense biber turşusu göndermenin daha etkili olacağını, ayrıca bu şekilde daha uzun süre korunabileceğine dikkati çekti.

Yeşil Kamp
Fotoğraf: Dilan Ela Pamuk

Katılımcılar, sebzeleri buzdolabında saklamaktansa turşu yaparak saklamanın karbon emisyonu azaltımı etkisinin de olacağını kaydederek turşulamanın iklim kriziyle bireysel ölçekte mücadele için atılabilecek adımlardan biri olduğunu belitti.

Yeşil Kamp
Fotoğraf: Dilan Ela Pamuk

Atölye katılımcıları, kurdukları turşuları Yeşil Kamp’ın son günü olan 27 Ağustos’ta birlikte açarak yemek üzere yeniden bir araya gelme sözü vererek dağıldı.

Yeşil Kamp
Fotoğraf: Dilan Ela Pamuk

Şirketler için ağaçların kesildiği Akbelen’e beton döküldü

Limak, IC-İçtaş iştiraki YK Enerji’nin termik santrali için ağaçların kesildiği Akbelen’de artık beton mixerleri dolaşıyor. Bugün ise Akbelen Ormanı‘na beton döküldü. Öte yandan direnişçiler için olağanüstü güvenlik önlemleri alınırken, plakasız araçların alana giriş çıkışının sağlandığı bildirildi.

Alandaki direnişçilerden Bahadır Altan, beton dökülen alanı paylaşarak jandarmanın orman alanına beton döktüğünü aktardı. Jandarmalarla korunan ağaç kesimine karşı çıkan aktivistlerin ise bir aydır GBT’siz alana girmesine izin verilmiyor. Bugüne kadar kimi zaman seyyar tuvaletlerin alana sokulmasına izin verilmedi, kimi zamanda su tankeri jandarmalar tarafından alana alınmadı.

‣Akbelen nöbetçilerinin barışçıl protestosu zaferle sonuçlandı: Suya erişim sağlandı
Akbelen’dekilere tuvalet ablukası, destekçilere soruşturma
Akbelen’deki direnişçilere bir de trafik cezasıyla gözdağı

İkizköylülerin avukatı İsmail Hakkı Atal ise durumu şu sözlerle değerlendirdi:

“Muğla İdare Mahkemesi ve Milas savcılarından sonra Jandarmadan da ayrımcılık yasağı ihlali ve şirkete tanınan imtiyazlar had safhada.”

Direnişçiye ışık hızında ceza: İşkenceyi soruşturmak yerine erişim engeli
Rapor: Kimsenin işsiz kalmadığı bir ‘kömürden çıkış’ mümkün 
Akbelen keyfi uygulamalar, ekokırım ve işkenceyle abluka altında: Sizi çağırıyor

Plakasız araçların geçişine izin

Öte yandan jandarma son bir aydır Akbelen’e gelen otobüs, minibüs ve belediye araçlarına ceza yazarken günlerdir alana plakasız araçların Milas-Ören karayolundan ve köy yollarından geçişleri sağlanıyor. Ancak Akbelen’e direniş için gelen vatandaşlara hala trafik cezaları kesiliyor. İkizköylüler bu durumu şöyle değerlendiriyor:

“Plakasız araçların vızır vızır dolaşması ise içeride çalışanların Orman Müdürlüğü değil, LİMAK şirketi olduğunun saklanması çabası gibi gözüküyor. Bize içeride Orman Müdürlüğünün ve taşeron şirketinin çalıştığı söyleniyor. Ancak içeriye giren araçlar plakasız giriyor.”

Akbelen’deki ağaçları kesen şirket patronları ve vali hakkında şikayet
Akbelen için geç değil, ağaç kesilse de orman yaşıyor
Jandarma ablukası yetmedi: Akbelen’de suç mahalli tel örgülerle korunacak

Yurttaş Adalar’ı ‘Koruma Amaçlı İmar Planı’ndan korumaya çalışıyor

Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı tarafından 27 Temmuz 2023 tarihinde askıya çıkarılmış olan, Adalar İlçesi 1/5000 Ölçekli Koruma Amaçlı Nazım İmar Planı ve 1/1000 Ölçekli Koruma Amaçlı Uygulama İmar Planına itirazlar her geçen gün artıyor.

Adalar ilçesinde yaşayan sakinler bugün (24 Ağustos) Ataşehir’deki Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği İl Müdürlüğü önünde toplanıp basın açıklaması yaptıktan sonra dilekçelerini müdürlüğe teslim etti. Konuyla ilgili Müdürlüğe verilen dilekçeye ve nasıl dilekçe vereceğinize dair yönlendirmelere buradan ulaşabilirsiniz.

Sanatçı Tilbe Saran tarafından okunan basın açıklamasında ise Adalıların oluşturulan imar planlarına itiraz nedenleri madde madde açıklandı.

Adalar neden önemli?

İstanbul’un hemen kıyısında bulunan Prens Adaları, vatandaşın yeşiliyle, mimarisiyle kaostan uzaklaşıp nefes alabildiği ender alanlar arasında yer alıyor.

1984’ten beri doğal sit alanı ilan edilen Adalar, Kasım 2021’de Cumhurbaşkanı kararıyla “Özel Çevre Koruma Bölgesi” (ÖÇKB) ilan edilmiş, imar planı yapma yetkisi ise Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’na verilmişti. O dönemden beri yapılaşma tehdidi altında olduklarını dile getiren Adalar’da yaşayan sakinler, hazırladıkları detaylı çalışma ile ‘Koruma Amaçlı Plan‘ın adaları korumak bir yana planının bu hali ile büyük zarar vereceğini nedenleriyle açıkladı.

Burgazada Mahalle Meclisi ve tün adaların sakinlerinin katılımı ile hazırlanan basın açıklaması ile “Plansız ve dolayısıyla aslında korumasız kalan Adalar’da elbette plan önemli bir ihtiyaçtır. Bizler planlamaya karşı değiliz” diye ilgililere seslenen Adalılar, konunun öznesi olan imar planlarının; Adalar’ın sosyal, çevresel ve doğal dengelerini ve ortak yaşam kültürünü bozacak maddeler içerdiğini belirtti.

 

Bu gönderiyi Instagram’da gör

 

Arka Güverte (@arkaguverte)’in paylaştığı bir gönderi

‘Dört tarafı deniz olan adalarda kıyıların plan dışı bırakılmış olması kabul edilemez’

Adalılar tarafından yapılan basın açıklamasında şu ifadelere yer verildi:

“Önemle belirtmek isteriz ki birçok açıdan riskli bulduğumuz, Adalılar ve Adalılara ek olarak Türkiye‘nin her yerinde yaşayan doğa ve ada severlerin endişe etmesine sebep olan maddeler içeren planların birincil sakıncası, kıyıların plan dışı bırakılmış olmasıdır.

Dört tarafı suyla çevrili kara parçalarının kıyı planı olmadan bir imar planının düzenlenmesi doğru değildir. Sadece bu sakınca bile Adalar halkını derin bir kaygıya sürüklemiştir.

İstanbul’un hemen kıyısında bulunan Prens Adaları vatandaşın yeşiliyle, mimarisiyle kaostan uzaklaşıp nefes alabildiği ender alanlar arasındadır. Adaların müşterek alanlarının korunabilmesi ve bir sayfiye alanı bölgesi olması özelliğini yitirmemesi gerekir.

En önemli itiraz başlıklarımızdan biri de planların, lojistik, ulaşım, ziyaretçi yönetimi ve afet planlamasını içermemesidir.”

‘Sait Faik Abasıyanık’ın hikayelerindeki Paradisos yok olmasın’

“Plan kapsamında kıyı şeridiyle birlikte düşünülmeden ve tüm bu acil ve çok önemli gereklilikler hesaplanmadan Burgazada’da iki bin metrekarelik bir otel inşaatına izin verilmiştir. Üstelik turizm yapılaşmasına açılan ve etki alanı çok daha geniş olacak bu büyük alan, Burgazada’nın en önemli kültür mekanlarından biri olan Sait Faik Abasıyanık’ın hikayelerinde söz ettiği Paradiso’yu yani şimdiki Cennet Bahçesi’ni yok etmektedir.

1903 yılında bir kır gazinosu olarak faaliyete geçmiş olan Paradissos, halen adanın kültür sanat ihtiyacı için önemli bir gereksinimi karşılayan bir sahne ve etkinlik alanıdır.

Otel inşaatı, Ayanikola’da yapılması planlanan günübirlik tesisler ve Marta Koyu çevresi için öngörülen düzenlemeler hem ziyaretçi yükünü arttıracaktır hem de mevcut kültürel ve doğal dokuya zarar verecektir. Ayrıca Marta Koyu çevresi, pek çok göçmen kuş ve balık türü için hayati öneme sahip hassas bir ekosistem barındırmaktadır ve bu husus planda hiç dikkate alınmamıştır.
Heybeli Ada’da yer alan Sanatoryum ve Ruhban Okulu gibi tescilli binalar, kültürel miras alanları ve arazileri kültür mirası olarak koruma statüsüne alınırken fonksiyonları sağlık ve eğitim olarak belirtilmiş ancak 1/1000’lik uygulama planlarında bu fonksiyonlar belirtilmemiştir. Bu durum bu alanların planda bir boşluk oluşturma ve fonksiyon değişikliği riski barındırmaktadır. Büyükada’da da Aya Nikola Manastırı yakınlarına devasa bir lojistik alanı planlanmaktadır. Bunlar Adalarımız için risk gördüğümüz sadece örnek konu başlıklarıdır.

Genel olarak:

  • Planlar, deprem, orman yangınları ve iklim krizi başta olmak üzere doğal afetler, jeolojik veriler ve ekolojik verilerin dikkate alınmadığı izlenimini vermektedir.
  • Örneğin orman alanlarının hemen yanında insan hareketliliğini artıracak ve doğal yaşam döngüsünü bozacak ‘donatı’ alanları yerleştirilmesi kaygı vericidir.
  • Onaylanan imar planlarında ada kıyılarında atıksu deşarj noktaları görünmektedir. Oysa, Marmara Denizi hakkında çalışan uzmanlar, atık suyun arıtılmış olsa dahi hiçbir şekilde denize boşaltılmaması gerektiğini önemle vurgulamaktadırlar. Marmara Denizi atık su için alıcı ortam olamaz. Atık suyun arıtma düzeyi yeniden kullanıma uygun olmalı, su denize deşarj edilmeyip kullanılmalıdır.
  • Adalarda kabul edilen kat yüksekliği sınırının adaların yamaçlı topoğrafik yapısı dikkate alındığında kolaylıkla istismar edilebilme ihtimali vardır. Kat yüksekliğine dair plan notlarında Adalarda inşaat ruhsatlarında vaziyet planı zorunluluğu belirtilmelidir. Kat yüksekliğinin istismarını engelleyecek bu zorunluluğun plana işlenmemiş olması kabul edilebilir bir durum değildir.
  • İmar planlarında tescilli yapıların bulunduğu parsellerde yeni yapılaşmaya izin verilmeyeceği hükmü bulunmaktadır. Ancak Adalar İlçesi’nin Kültürel Miras Envanteri henüz tamamlanmadığından, bu husus da istismara açıktır.

Vatandaştan bakanlık ve belediyeler: Yanlıştan dönün

“Unutmamak gerekir ki Adalar UNESCO Dünya Mirası listesine girmeye aday olan ve buna ilişkin resmi bir süreç yürüten çok kıymetli bir coğrafyadır. Titizlikle hazırlanması gereken koruma amaçlı imar planlarında en çok önem verilmesi gereken konulardan biri de yapılacak plan ile Adaların UNESCO Dünya Mirası listesine girebilmesini sağlamak olmalıyken maalesef hazırlanan planlar bu amaçtan çok uzaktır.

Ülkemizin her bir noktası gibi Adalar’ımız da çok özel ve korunması gereken yerleşim alanlarıdır. Adalarımızın sahip olduğu doğal güzelliklerini, kültür zenginliklerini, turizm değerlerini korumak hem ülkemiz hem de çocuklarımız için görevimizdir. Bugün yapılacak yanlışlar sonrasında bedeli ödenemeyecek, değiştirilemeyecek kötü sonuçlara neden olabilecektir. Bu nedenle çok önemli olan gerekçelerle planlara itiraz ediyor, düzeltilmesini talep ediyoruz. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nı, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ni, Adalar İlçe Belediyesi’ni hassasiyete ve Adalıların çabasını anlamaya ve belirttiğimiz yanlışlardan dönmeye davet ediyoruz.”

Adalet Bakanlığı’ndan AYM’ye Can Atalay ‘görüşü’: Ret kararı yerinde, AYM’nin geçmiş kararlarına katılmıyoruz

Adalet Bakanlığı, Gezi Davası’nda 18 yıl hapse mahkum edildikten sonra Türkiye İşçi Partisi’nden (TİP)  milletvekili seçilen ve sonuç kesin hükme bağlanmamasına rağmen tahliye edilmeyen avukat Can Atalay’ın yaptığı bireysel başvuruya yönelik görüşünü Anayasa Mahkemesi’ne gönderdi.

Atalay’ın tahliye talebini reddeden Yargıtay’ın kararını anımsatan bakanlık, bu kararın yerinde olduğunu savundu; AYM’nin konuyla ilgili geçmişte verdiği kararlara da katılmadığını ifade etti.

T24’ten Gökçer Tahincioğlu’nun haberine göre; bakanlıktan AYM’ye gönderilen yazıda Atalay’ın, “kamuoyunda Gezi Parkı eylemleri” olarak bilinen olaylar nedeniyle yargılandığı ve “anayasal düzeni değiştirmeye teşebbüs etmeye yardım” suçundan 18 yıl hapse mahkum edildiği anımsatıldı. Kararın istinaf mahkemesince de yerinde bulunduğu vurgulanan yazıda,  anayasanın 14. maddesine göre milletvekili dokunulmazlığı kazanılmadan önce vatanın ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne ve insan haklarına dayanan demokratik ve laik cumhuriyete yönelik işlenen suçlarla ilgili soruşturma ve davaların dokunulmazlık kapsamında olmadığı ifade edildi.

Yargıtay’ın da Atalay’ın işlediği iddia edilen suçun bu kapsama girdiğine, dokunulmazlıktan faydalanamayacağına karar verdiği belirtildi.

‘AYM’nin yetkisinde değil’

Yazıda, Anayasa Mahkemesi’nin geçmişte, milletvekilleri Ömer Faruk Gergerlioğlu ve Leyla Güven ile ilgili olarak verdiği kararlarda anayasanın 14. Maddesinin hangi suçları kapsadığının açıkça belirtilmediğini, bu suçların hangileri olduğunun yasa koyucu tarafından belirlenmesi gerektiğini kayıt altında aldığı Yargıtay’ın kararı alıntılanarak vurgulandı; AYM’nin, 14. Maddenin, “salt yargı organlarının kararlarıyla anlamlı bir şekilde belirlemeye ve böylece belirlilik ve öngörülebilirliği sağlayacak şekilde yorumlamaya elverişli olmadığı” yorumunu yaptığı ifade edildi.

“… asli görevi norm denetimi olan Anayasa Mahkemesi’nin bir anayasa hükmüne yönelik inceleme ve denetleme yetkisinin şekil bakımından denetleme ile sınırlı olduğu ve tali nitelikteki bireysel başvuru yolu ile bir anayasa hükmünün yürürlükten kaldırılamayacağı veya uygulanmasının olanaksız hale getirilemeyeceği dikkate alındığında Anayasa Mahkemesi’nin meri anayasa normunu esastan iptal etme yetkisinin bulunmadığı, anayasa değişikliklerini sadece şekil bakımından inceleyip denetleyebildiği ve bireysel başvuru yoluyla meri anayasa normunun uygulanmasının ortadan kaldıracak veya işlevsiz hale getirecek şekilde bir karar vermesinin hukuken mümkün olmadığı…”

‘Yasama dokunulmazlığından yararlanamaz’

Bakanlığın görüş yazısında Yargıtay’ın; “Atalay’ın ceza aldığı cebir ve şiddet kullanarak Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini ortadan kaldırmaya veya görevlerini yapmasını kısmen veya tamamen engellemeye teşebbüs etme suçunun Anayasa’nın 14. maddesi kapsamında yer alması ve soruşturmasına seçimden önce başlanmış olması dikkate alındığında Anayasa’nın dokunulmazlıklarla ilgili 83 üncü maddesinin ikinci fıkrasının ikinci cümlesi uyarınca yasama dokunulmazlığından faydalanamayacağı kanaatine varılmakla yargılamanın genel usul hükümlerine göre devam etmesi gerektiği sonucuna ulaşılmıştır” şeklindeki kararı tekrarlanarak Atalay’ın tahliye edilmesine karşı çıkıldı.

Norveç’te fosil yakıt şirketi petrol ve gaz platformlarına enerji sağlamak için dünyanın en büyük yüzen RES’ini kurdu

Dünyanın en büyük yüzen rüzgar santrali (RES) dün (23 Ağustos) Norveç’in batı kıyısında resmen hizmete açıldı.

Hywind Tampern adındaki dev santral, hemen bitişiğindeki fosil yakıt devi Equinor‘un petrol ve gaz platformlarını beslemek için 88 megawattlık (MW) enerji üretecek.

Equinor, kasım ayında enerji üretmeye başlayan ve bu ayın başlarında tam kapasiteye ulaşan rüzgar santrali için diğer petrol firmaları OMV ve Vaar Energi ile ortaklık kurmuştu.

Üretilen enerji, Kuzey Denizi’ndeki beş açık deniz petrol ve gaz platformuna enerji sağlamak için gereken enerjinin yaklaşık yüzde 35’ini karşılayacak

11 dev türbini deniz tabanına sabitlemek için yeni bir teknoloji kullanan proje, çevrecilerden karışık tepkiler aldı.

Reuters‘in aktardığına göre, petrol ve doğalgaz alanlarından kaynaklanan emisyonların azaltılmasına yardımcı olacak olsa da iklim kampanyacıları, fosil yakıt sondajlarını tamamen durdurmanın zamanının geldiğini savunuyor . Greenpeace‘in yeni bir raporu da, rüzgar ve diğer enerji çözümlerinin Equinor’un portföyünde ne kadar küçük bir rol oynadığının altını çiziyor.

Örgütün Orta ve Doğu Avrupa‘nın (CEE) 12 Avrupalı ​​petrol şirketi üzerinde yaptığı analize göre, Norveç merkezli şirket, bütçesinin yalnızca yüzde 3’ünü ‘gerçek düşük karbonlu’ yatırımlara ayırıyor.

Greenpeace: Yeşil yıkama

Hywind Tampen, doğrudan okyanus yatağına sabitlenmek yerine deniz tabanına sabitlenmiş yüzer bir tabana yerleştirilmiş  11 rüzgar türbininden oluşuyor. Bu endüstri uzmanlarınca açık denizdeki daha derin sularda kullanıma uygun bir teknoloji olarak kabul ediliyor ve şirket teknolojiyi daha da geliştirmek istiyor.

Norveç’in petrol ve gaz üretiminin yaklaşık yüzde 70’ini gerçekleştiren firma, Ukrayna‘daki savaşın ardından Avrupa‘da aşırı yüksek gaz fiyatlarından yararlanarak 2022’de karını bir önceki yıla göre yüzde 134 artırmıştı.

Yenilenebilir enerji ise aynı yıl firmanın toplam enerji üretiminin yalnızca yüzde 0,13’ünü oluşturdu.

Greenpeace’e göre “iş modelinin net fosil yönelimi” yatırımlarında da açıkça görülüyor. 2022’deki yaklaşık 10 milyar doların 8,3 milyar doları (7,7 milyar avro) doğrudan petrol ve gaz üretiminin genişletilmesine veya istikrara kavuşmasına harcandı.

Çoğu petrol şirketi gibi Equinor da 2050 yılına kadar “net sıfır şirket” olacağını söylüyor ancak bu son tarihe kadar bile “2050 enerji karışımında hâlâ petrol ve doğalgaza ihtiyaç olacağını” savunuyor. Şirket kalan emisyonlarını nötralize etmek için karbon denkleştirmeleri kullanmayı planlıyor.

Greenpeace’in CEE kampanyacısı Kuba Gogolewski, “Çok ihtiyaç duyulan temiz enerjiyi sağlamak yerine, bizi yeşil aklayan çöplerle besliyorlar. Big Oil’in gerçek değişimi uygulama konusundaki isteksizliği, iklime ve gelecek nesillere karşı bir suçtur” dedi.

Norveç hükümeti ise 2040 yılına kadar 30 gigawatt açık deniz rüzgar enerjisi hedefliyor, bu da ülkenin mevcut elektrik üretimini ikiye katlayacak.

Greenpeace, Norveç’in Paris Anlaşması kapsamındaki ulusal iklim hedeflerine ulaşması için denizdeki ve karadaki tesislerin elektrifikasyonunun şart olduğuna dikkat çekiyor. Bunlar, Norveç’in genel emisyonlarının yaklaşık dörtte birine katkıda bulunuyor.

Ülkede, üç yüzer santral de dahil olmak üzere ilk ticari rüzgar santrali, bu sonbaharda ihaleye çıkarılacak.

 

Ay’ın güney kutbuna inen ilk araç olan Hindistan’ın Pragyan’ı keşfe başladı

Hindistan, Ay’ın büyük ölçüde keşfedilmemiş güney kutbu yakınına araç indiren ilk ülke oldu. Pragyan adı verilen gezici araç bilimsel veriler toplamak için keşif turlarına gecikmeden başladı.

Sanskrit dilinde “Bilgelik” anlamına gelen Pragyan, Hindistan’ın iddialı ama oldukça uygun maliyetli olarak geliştirdiği bir araç.

Altı tekerlekli ve güneş enerjisiyle çalışan gezici araç, henüz detaylıca haritalandırılmamış olan bir bölgede dolaşacak ve iki haftalık ömrü boyunca görüntüler ve bilimsel veriler toplayacak.

Rusya’nın aracı yüzeye çarpmıştı

Chandrayaan-3 isimli bu görevin başarıyla yürütülmesi bilim ve uzay alanındaki rekabet adına önemli bir gelişme çünkü sadece birkaç gün önce aynı bölgeye bir Rus aracı iniş yapmak istemiş ancak yüzeye çarparak başarısız olmuştu.

Hindistan Uzay Ajansı (ISRO) da bundan dört yıl önce de bir Ay görevi için girişimde bulunmuş ancak başarısız olmuştu. Ancak ülke uzay yolculuğu yapabilen uluslar seviyesine istikrarlı bir şekilde ilerliyor.

Canlı yayında, tezahüratlarla izlediler

Chandrayaan-3 görevi yaklaşık altı hafta önce binlerce kişilik kalabalığın tezahüratları ile başlatıldı. Hint siyasetçiler, görevin başarısı için dua ritüelleri düzenledi ve okul çocukları Ay’a inişinin son anlarını sınıflardaki canlı yayınlardan izledi.

Başbakan Narendra Modi ise daha önce yalnızca ABD, Rusya ve Çin tarafından gerçekleştirilen türden bir Ay inişinin “sadece ülkesi değil tüm insanlık adına bir zafer olduğunu” söyledi.

Hız almak için dünyanın etrafında birkaç kez döndü

Hint aracının Ay’a ulaşması, 1960’larda ve 1970’lerde oraya birkaç gün içinde ulaşan Apollo yolculuklarından çok daha uzun sürdü. Çünkü Pragyan daha az güçlü bir roketle fırlatıldı ve bir ay sürecek yolculuğuna çıkmadan önce hız kazanmak adına Dünya‘nın etrafında birkaç kez dönmek zorunda kaldı.

Bunun sebebi Hindistan’ın diğer büyük güçlerle karşılaştırıldığında nispeten düşük bütçeli bir uzay programının olması. Chandrayaan-3’ün maliyeti sadece  74,6 milyon dolar ve bu, diğer ülkelerdeki benzeri pek çok projeninkinden düşük bir rakam.

Ancak ülkenin uzay programları 2008’de Ay’ın yörüngesine ilk kez bir uydu gönderilmesinden bu yana boyut ve ivme açısından önemli ölçüde artış gösterdi.

Mars’tan sonra sırada Venüs var

Hindistan, 2014 yılında Mars‘ın yörüngesine bir araç yerleştiren ilk Asya ülkesi olmuştu ve ISRO bu yılın eylül ayında da Güneş’e bir sonda göndermeyi planlıyor.

ISRO aynı zamanda gelecek yıla kadar Dünya’nın yörüngesine üç günlük mürettebatlı bir görev başlatacak.

Ayrıca, 2025 yılına kadar Ay’a başka bir sonda göndermek üzere Japonya ile ortak bir projeye girişilecek. Önümüzdeki iki yıl içinde de Venüs‘e bir yörünge aracı gönderilecek.

Yüksek sıcaklıklar, tropikal ormanların fotosentez mekanizmasını baltalıyor

Bilim insanları tropikal ormanlardaki ağaç yapraklarının fotosentez yapamayacak kadar ısınabileceği uyarısı yaptı.

Nature dergisinde yayımlanan araştırmaya göre,   Güney Amerika‘dan Güneydoğu Asya’ya uzanan tropikal ormanlardaki bazı yaprakların, karbondioksit, güneş ışığı ve su kullanarak enerji ürettikleri fotosentez, sıcaklıkları 46.7 dereceye ulaştığında işlememeye başlıyor. Bu sıcaklık yüksek gibi görünebilir ancak bilim insanları yaprakların, havadan çok daha sıcak olabileceğini belirtiyor.

CNN International’ın aktardığına göre, ABD, Avustralya ve Brezilya gibi ülkelerden bilim insanlarının oluşturduğu grubun çalışması için, Uluslararası Uzay İstasyonu (ISS) üzerindeki termal uydu sensörlerinden yansıtılan sıcaklık verileri kullanıldı. Bu veriler, yerden yapılan yaprak ısındırma deneylerinden elde edilen gözlemlerle birleştirildi.  Uzmanlar, orman tabanı sıcaklıklarının ortalama olarak 34 dereceyle zirve yaptığını, bazı yerlerde ise  40 dereceyi aştığını da kaydetti.

Çalışmanın sonuçlarına göre, yapraklar, halihazırda yüzde 0,01’inin kritik sıcaklık eşiğini geçmiş durumda ve fotosentez yetenekleri de bozuldu. Bu yüzde küçük gibi değerlendirse de raporda, gezegenin yaklaşık yüzde 12’sini kaplayan ve dünya türlerinin yarısından fazlasını barındıran tropikal ormanlar için bu durumun bir tehdit oluşturduğu aktarılıyor. Bu ormanlar aynı zamanda karbondioksiti emme, depolama ve küresel iklimi düzenleme konusunda hayati bir rol oynuyor.

‣ İklim krizi: Ani kuraklıklar küresel ölçekte hız kazanıyor

‘Tüm yaşam fotosenteze bağlı’

Raporda, tropikal ormanların fotosentez yapmaları açısından 4 derece daha ısınmayı tolere edebileceğini, bu seviyenin üzerine çıkılırsa, kritik sıcaklık eşiklerini aşan yaprakların sayısı yüzde 1.4’e kadar yükselebileceğine işaret edildi. Bu durum ise büyük ölçekli yaprak kaybına ve ağaçların  ölümüne yol açabilir.

Mevcut iklim politikaları göz önüne alındığında bu sene içinde 2,7 derece sıcaklık artışı tahmin ediliyor. Ancak fosil yakıtların yakılmasının devam etmesi durumunda, 4 derecelik bir artışın çok da uzak olmadığı belirtiliyor. “Neredeyse tüm yaşam, insanlar da dahil olmak üzere, besin üretimi için doğrudan veya dolaylı olarak fotosenteze bağımlıdır” diyen, çalışmanın yazarlarından bilim insanı Kevin Collins,  küresel ısınmanın tüm canlılığı riske attığını vurguluyor.

Oregon State Üniversitesi‘nden orman ekosistemi profesörü Christopher Still, raporda yer almasa da, araştırmanın bazı yeni bakış açıları sunduğunu söyledi. Kuraklığın ağaç kaybı için önemli bir etken olduğunu belirtirken, “Bu makale kuraklığın yanı sıra yaprakların ulaştığı sıcaklıklardan da endişelenmemiz gerektiğini söylüyor” dedi. Raporun rakamlarının küçük olduğunu kabul eden Still, “biraz daha az yüzdeler üzerine odaklanmak yerine, yaprakların bu çok yüksek sıcaklık koşullarına karşı nasıl dayandığını, ne kadar sürdüğünü ve bunun ne anlama geldiğini öğrenmeliyiz” diye konuştu.