25 Ekim’de Resmi Gazete‘de yayımlanarak onaylanan 2024 Yılı Cumhurbaşkanlığı Yıllık Programı’na göre Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP), maden kanununda yapacağı değişiklikle maden arama faaliyetlerini “kamu yararına faaliyet” olarak tanımlamayı ve madencilik faaliyetlerini kolaylaştırarak vereceği maden ruhsatı sayısını artırmayı planlıyor.
Resmi verilere göre 2008’den bu yana Türkiye genelinde 386 bin maden ruhsatı verildi. Uzmanlara göre planlanan mevzuat değişikliği ile atılacak adımlar, tarım alanları, meralar ve ormanların madenlere açılmasını hızlandıracak.
Programda, “Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı tarafından Maden ve Petrol İşleri Genel Müdürlüğü iş birliği ile her bir maden grubunun özelliklerini ve ihtiyaçlarını gözetecek şekilde yeni bir maden kanunu hazırlanacaktır” denilerek yeni mevzuatta maden arama faaliyetlerinin “kamu yararına faaliyet” olarak tanımlanacağı bilgisi veriliyor.
Tarım alanları tehlikede
Deutsche Welle‘den Pelin Ünker‘in aktardığına göreİstanbul Üniversitesi-Cerrahpaşa Orman Fakültesi Toprak İlmi ve Ekoloji Anabilim Dalı’ndan Prof. Dr. Doğanay Tolunay, halihazırda tarım ve orman alanlarında maden arama faaliyetlerinin izin süreçlerinin oldukça kolay olduğunu ifade ederek ormanlar için Orman Genel Müdürlüğü ve meralar için Tarım ve Orman İl Müdürlükleri tarafından maden arama ve işletme izni verildiğini söylüyor.
Tarım alanlarında maden arama izni verilebilmesi için ise 5403 sayılı Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanunu gereğince kamu yararı kararı olması gerekiyor.
Kamu yararı bulunan maden işletmelerine Toprak Koruma Kurulları’nın onay verdiğini aktaran Tolunay, “Madencilik faaliyetinin kamu yararı olduğu kararı, özel kişilere ait taşınmazların kamulaştırılması için gerekli. Mevcut şartlarda tarım alanlarında maden arama çalışmalarında kamu yararı kararı alınamadığı için bir kamulaştırma ve maden araması yapılamıyor” diyor.
Tarım alanlarının korunması açısından maden arama için kamulaştırma yapılamamasının önemine işaret eden Tolunay, bunun maden şirketleri için bir sorun olduğunu belirterek ekliyor: “Ve kendi açılarından sorun olan bu durumun giderilmesi adına mevzuatın değiştirilmesi için Cumhurbaşkanlığı nezdinde girişimlerde bulunuldukları ve bunda başarılı oldukları anlaşılıyor.”
Tolunay, maden şirketlerinin Türkiye’nin maden ve enerjiye ihtiyacı bulunduğunu, istihdam ve ihracat yaptıklarını iddia ederek, güçlü lobicilik faaliyetleriyle taleplerini gerçekleştirebildiklerine işaret ediyor.
Cumhurbaşkanlığı Programı’na göre madencilik faaliyetlerinde izin, ruhsat ve lisans işlemlerinin elektronik ortamda gerçekleştirilmesine yönelik altyapı geliştirilmesi ve böylece bürokratik süreçlerin hızlandırılması da hedefleniyor.
Enerji ve sanayi sektörlerinin hammadde ihtiyacını karşılamak üzere daha fazla maden arama faaliyeti yapılacağı ifade edilen programa göre başta linyit olmak üzere jeotermal ve kaya gazı gibi yüksek potansiyeli bulunan yerli kaynaklara yönelik arama, üretim ve Ar-Ge faaliyetleri artırılacak.
Hazırlanacak yeni mevzuatla izin süreçlerinin basitleştirilmesi ve yatırımcı üzerindeki idari ve mali yüklerin azaltılması planlanıyor.
Programa göre, hazırlanacak yeni mevzuatla, orman, su, maden, jeotermal, petrol ve gaz gibi tabii kaynak alanlarında izin süreçlerinin tek elden yönetilebilmesi ve bürokratik süreçlerin azaltılması için üst düzeyde kurumsal mekanizma oluşturulacak. Kurulacak üst mekanizmada sorumlu kuruluş, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı olacak.
“Bu kurumsal mekanizma öncelikle Anayasaya aykırı” diyen Doğanay Tolunay, Anayasa’nın 169. Maddesi’ne göre “devlet ormanları, kanuna göre devletçe yönetilir ve işletilir” diyor. Orman Kanunu’nda ise “Devlet ormanlarına ve Devlet ormanı sayılan yerlere ait her çeşit işler Orman Genel Müdürlüğü’nce yapılır ve yaptırılır” dendiğini ifade eden Tolunay, planlanan mekanizmanın Orman Genel Müdürlüğü’nden ayrı olarak orman alanlarında yapılacak faaliyetlere izin vereceği için yasalara uymadığına dikkat çekiyor.
Benzer durumun tarım ve mera alanları için de söz konusu olduğunu dile getiren Tolunay, mevcut durumda tarım, orman, mera alanları ve su kaynaklarını korumakla görevli kurumların bu alanlara madencilik izinlerinin etkilerini kendilerinin değerlendirdiğini ve bazı durumlarda izin vermediğini söylüyor.
“Kurulmak istenen üst mekanizma sürelerin kısaltılmasını öncelik olarak alacağı için maden izinleri, çevresel etkileri yeterince değerlendirilmeden verilebilir” diyen Tolunay, ekliyor: “Diğer yandan bu mekanizma Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanlığı altında kurulacağı için enerji ve madencilik bakış açısının hakim olacağını ve hemen her talebe onay verileceğini tahmin etmek güç olmayacaktır.”
Programın özetle madencilik arama ve işletme faaliyetlerinin kolaylaştırılmasına yönelik olduğunu ancak Türkiye’nin madenler kadar orman, tarım ve mera alanlarına da ihtiyacı olduğunu vurgulayan Tolunay, 2012-2022 arasında 110 bin hektar orman alanında madencilik izni verildiğini, madencilik yapılan tarım ve orman alanlarıyla ilgili ise bir veri bulunmadığını söylüyor.
Prof. Tolunay, madencilik faaliyetleri, karbon yutak alanları olan orman, tarım ve mera alanlarına zarar verdiği için sera gazı emisyonlarının da arttığına, sadece 2012-2022 arasında madenlerden verilen izinlerle orman alanlarından yıllık 3 milyon ton CO2 eşdeğeri bir emisyon oluştuğuna işaret ediyor.
“Ekilen tarım alanlarının sürekli azaldığı ve iklim değişikliğiyle birlikte kuraklıkların daha sık ve şiddetli yaşandığı ülkemizde su ve gıda güvencesinin sağlanması madencilikten çok daha önemli” diyen Tolunay, madenlerin, tarım ve mera alanlarıyla su kaynaklarına zarar vermeden ve tükenebilir kaynaklar oldukları için ülke ihtiyacı kadar çıkarılmasını sağlayacak politikalara ihtiyaç olduğunu vurguluyor.
Peki yapılması planlanan mevzuat değişikliği, Akbelen Ormanı başta olmak üzere Türkiye’nin dört bir yanında çevreyi tehdit eden projelere karşı yürütülen mücadeleyi nasıl etkileyecek?
Muğla 1’inci İdare Mahkemesi, yaklaşık iki hafta önce Akbelen Ormanı’ndaki maden ocağı için Limak Holding ve IC Holding‘in iştiraki YK Enerji‘ye verilen izin ve ruhsatın iptaline dair açılan iki davayı reddederken kararın gerekçesinde, ormana maden ocağı kurulmasında “kamu yararı” olduğunu savundu.
Akbelen’de ağaç kesimine karşı çıkan bölge halkının avukatı İsmail Hakkı Atal, mahkemenin kanunlar ve Anayasa’yı görmezden gelindiğine işaret ederek kararı istinaf mahkemesine taşıdıklarını duyurdu.
Atal, açtıkları bütün davalarda mahkemeleri, şirketlerin halk ve çevre sağlığına verdikleri zarar üzerinden zorladıklarını ancak kararların soyut bir şekilde sunulan kamu yararı kavramının arkasına sığınılarak alındığını söylüyor.
Kamu yararı için halkın menfaatinin söz konusu olması gerektiğini vurgulayan Atal, ekliyor: “Türkiye’de madencilik sektöründe kamu yararı arkasına saklanan menfaat, maden şirketlerinin ticari kazancı. Devlet de çıkartmıyor bu madenleri. Şirketler alıyorlar, çıkartıyorlar, ülkenin tarımını, toprağını, havasını, suyunu zehirleyip gidiyorlar.”
Atal’a göre doğaya ve insan sağlığına zarar veren bir madencilik ya da ticari faaliyetle ilgili toplumsal maliyet analizi yapıldığında, bu faaliyetlerin yok ettiği tarım toprakları, buradan elde edilen tarım geliri, yok edilen su havzalarına duyulan ihtiyaç ya da yol açtığı sağlık sorunları nedeniyle devletin yaptığı sağlık harcamaları toplanıp ticari kazançla yan yana koyulduğunda arada devasa farklar çıkıyor.
Avrupa Sağlık ve Çevre Birliği‘nin (HEAL) çalışmasına göre Yeniköy ve Kemerköy Termik Santralinin Türkiye’ye yıllık sağlık maliyetinin 44 milyar lira olduğunu, şirketin kendi ticari kazancının ise 200 milyon lirada kaldığını belirten Atal, halk sağlığının zarar gördüğü yerde dünyanın en büyük paraları dahi kazanılsa bir kamu yararının söz konusu olamayacağını, insanları öldüren bir ekonomik ticari faaliyete izin verilemeyeceğini vurguluyor.
Anayasa’nın ve yasaların yönetmeliklerden önce geldiğini, diğer taraftan kanunlar arasında da daha önce çıkartılmış olan kanunların uygulama önceliği olduğunu hatırlatan Atal, “Demek ki iktidarın eli çok rahat değil ki madenlerin işgal sürecini artırmak için bir yasal altyapı hazırlıyor” ifadelerini kullanıyor.
Tarım ve Orman Bakanlığı’na bağlı Orman Genel Müdürlüğü’nün verilerine göre 2012-2022 yıllarını kapsayan son 10 yılda 109 bin 884 hektar orman madencilik faaliyetine açıldı.
Orman Genel Müdürlüğü’nün 2022 Orman İstatistiklerine göre geçen yıl 8 bin 406 hektar ormanda madencilik izni verildi. Bu izinlerin 3 bin 736 hektarını maden açık işletmeleri, 3 bin 298 hektarını maden altyapı tesisleri, 1003 hektarını hammadde üretimi, 253 hektarını maden arama faaliyetleri oluşturdu. Son 10 yılda sadece maden arama faaliyeti için verilen izinler ise 3 bin 127 hektarı buldu.
15 yılda 386 bin maden ruhsatı
İsmail Hakkı Atal, 1923’ten 2002 yılına dek geçen 80 yılda Türkiye genelinde toplam 1186 maden ruhsatı verilirken, Maden ve Petrol İşleri Genel Müdürlüğünün verilerine göre 2008-2023 arasındaki son 15 yılda ruhsat sayısının 386 bine çıktığını söylüyor.
2005’ten bu yana şeker pancarı kotası vs gibi uygulamalarla köylüleri yoksullaştırmak üzerine bir politika yürütüldüğünü, bu politikaya paralel köylülerin ekmekten vazgeçtiğini ve tarım alanlarının madenciliğe açıldığını ifade eden Atal, “2005’te Tarım Bakanlığı, Avrupa Birliğine kırsal nüfusu 10 yıl içinde 25 milyon kişiden 5 milyona indirme taahhüdü verdi. Köylü nüfusu o tarihten bu yana 15 milyona indi” diyor.
Avukat Atal, “AKP, Türkiye’nin karnındaki harakiri bıçağıdır. Türkiye’yi yavaş yavaş öldürüyor” ifadelerini kullanıyor.
Cumhuriyet Halk Partisi‘nin (CHP) 38’inci Olağan Kurultayı, “İkinci Yüzyılda Demokrasi ve Birlik Kurultayı” sloganı ile Ankara Spor Salonu’nda toplandı. Kurultay’da iki tur yapılan seçimlerin ardından 8’inci CHP Genel Başkanı Özgür Özel oldu.
Yapılan seçimde parti genel başkanlığı için Özgür Özel ve Kemal Kılıçdaroğlu yarıştı. 1366 delegesi bulunan partide oy sayımı sonucu Özgür Özel 682 oy, Kemal Kılıçdaroğlu 664 oy aldı. 18 oy geçersiz, iki oy ise boş çıktı. Genel başkan seçilmek için gerekli olan salt çoğunluk sağlanamaması nedeniyle oylama ikinci tura kaldı.
Özel ikinci turda oylarını 130 artırarak 812 oyla CHP’nin yeni genel başkanı oldu. Kılıçdaroğlu’nun oyları ise 536’ya geriledi. Bu sonuç, ilk turda Kılıçdaroğlu’na oy veren 130’ya yakın delegenin, ikinci turda Özel’e oy verdiğini ortaya koydu.
Özel, genel başkan seçilmesinin ardından şunları söyledi:
“Sayın Divan Başkanım, hayatımın en büyük gururunu, en büyük onurunu yaşıyorum. Bunu CHP’nin hatta Türkiye‘nin 100’üncü yılında kurulan ilk sandığında, ikinci yüzyıla yön verecek partimizin kurultayında oy birliğiyle ve hepimizin yürekten desteklediği şekilde şahsınıza verilen bu onurlu görevi layıkıyla yerine getirdiğiniz için tüm CHP’liler adına size teşekkür ediyorum.”
Özel: Yerel seçimler için seferberlik ilan ediyorum
CHP Genel Başkanı seçilen Özgür Özel, teşekkür konuşması için kürsüye çıktığında 1366 delegenin hepsinin oyunu kendine vermiş kabul ettiğini belirterek “Bu salondan dışarıya hiçbir kırgınlık çıkarmayacağıma kendi adıma söz veriyorum” dedi.
“Hayatımın en büyük onurunu, en büyük gururunu yaşıyorum” diyen Özel, Kılıçdaroğlu’na teşekkür ederken, “Sırtıma yüklediğiniz sorumluluğun farkındayım” diye konuştu.
“Örgüte verdiğim bütün sözleri tutacağım” diyen Özel, ön seçimin esas alınacağı tüzük değişikliğini de hayata geçireceğini söyledi. Özel, sabah saat 09.30’da parti meclisi adaylarını belirlemek için 81 il başkanını toplantıya davet etti.
CHP’nin yeni lideri, ilk ziyaretini 6 Şubat’ta meydana gelen Kahramanmaraş merkezli depremlerden ağır etkilenen Hatay’a, ikinci ziyaretini de “ikinci memleketim” dediği Osmaniye’ye yapacağını söyledi.
Özel sözlerini, “CHP de genel başkanın demokratik seçimlerle değişebileceğini hep birlikte gösterdik. Bugün burada zafer CHP’den bir adayın, ekibin değil. Bugünkü zaferin galibi bütün CHP’lilerdir. Yolumuz, yolunuz açık olsun” diyerek tamamladı.
Fotoğraf: herkesicinCHP / X
Kılıçdaroğlu, Özel’i kutladı
Kemal Kılıçadaroğlu, sonucun netleşmesinin ardından sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımla Özel’i kutladı. Kılıçdaroğlu şunları söyledi:
“Büyük Önderimiz Atatürk’ün emanetini, bugüne kadar onurla taşıdım. Ve bugün, kurultay delegelerimizin verdiği kararla, Genel Başkanlık görevine veda ediyorum. Bugüne kadar mücadelemize omuz veren herkese teşekkür ederim. Genel Başkanlık görevine seçilen yeni Genel Başkanımız Özgür Özel’i kutluyor, başarılar diliyorum.”
Büyük Önderimiz Atatürk’ün emanetini, bugüne kadar onurla taşıdım. Ve bugün, kurultay delegelerimizin verdiği kararla, Genel Başkanlık görevine veda ediyorum. Bugüne kadar mücadelemize omuz veren herkese teşekkür ederim. Genel Başkanlık görevine seçilen yeni Genel Başkanımız…
Hassanatou Bah günde birkaç kez Gine‘nin kuzeybatısındaki köyünün yakınında bulunan nehir kenarında “tehlike taraması” yapıyor. Bir zamanlar, sıradan bir şey olan su getirme işi, giderek daha korkutucu bir düşman olan şempanzelerle bölgesel bir çekişmeye dönüşmüş durumda. Bazı günler ağaçlardan taş fırlattıklarını görmüş. Bazense, içi ısıran dokumacı karıncalarıyla dolu yaprak topları attıklarını.
Şempanzeler, yaklaşık 350 kişilik çiftçi topluluğu Kagnèka‘ya uzun süredir musallattı, ancak bir zamanlar bölge sakinlerinin onları korkutup kaçırması için bir gong çalmak yetiyordu. Bu durum yaklaşık altı yıl önce bir maden genişletme çalışmasının dereleri kurutması ve ağaçları yerle bir etmesiyle değişti ve yerinden edilen primatları yiyecek ve su için köy ile umutsuz bir mücadeleye sürükledi; Kagnèka’nın ekinleri açık büfeye dönüştü. Ve şempanzeler nehri o kadar agresif bir şekilde korumaya başladı ki Bah artık iki küçük çocuğunu getirirken ya da çamaşırlarını kıyıda yıkarken, hatta tek başına giderken bile kendini güvende hissetmiyor.
Geçen şubat ayında bir öğleden sonra, köyün hemen yukarısında muazzam bir yuva belirdi: Bir şempanzenin yakın zamanda uyumuş olabileceği bükülmüş dallardan oluşan bir tepe. Bah, başına yerleştireceği kovayı dengelemek için bir su kabağı kullanarak su döktü, sonra muzları tamamen toplanmış ağaçları hızla geçerek komşularıyla eve koştu.
Bah ve komşularıyla şimdi onları terörize eden şempanzelerin bilmediği, öncelikleri arasında yoksulluğu azaltmak, çevreyi korumak ve ölümcül hastalıkların yayılmasını önlemek olan, dünya çapında saygı gören Dünya Bankası Grubu‘nun aracılık ettiği bir anlaşmada kabul edilmiş “ikincil zarar” olduklarıydı.
Hassanatou Bah (solda) ve Aissatou Bah; Kagnèka, Gine yakınlarında su getiriyorlar.Missira, Gine yakınlarındaki bir ormanda şempanze yuvası.
Şu fikir çok asil bir şeymiş gibi görünebilir: Dünyanın doğal kaynak yönünden zengin ancak ekonomik yönden fakir bölgelerinde bankalar biyoçeşitlilik telafisi denen anlaşmalar yapar. Bu, örneğin maden veya petrol şirketleri, nesli tehlike altında olan türleri başka yerlerde koruma altına aldıkları ya da verdikleri ekolojik zararı farklı adımlarla “telafi ettikleri” sürece, bu türlere yuva olan bölgelerde bile çevreye etkisi yıkıcı olan projeler yapabilir demek oluyor.
Dünya Bankası Grubu ise bu şirketlerin faaliyetlerini finanse ettiğinde, şirketlerin kendilerini kamuoyuna çevreye duyarlı olarak lanse etmelerini sağlar. Bazı durumlarda, bunların ürünlerini kullanan ünlü marka şirketleri de aynısını yapabilir.
Açlık, yerinden edilme, tahrip olmuş ekosistem, ölümcül salgınlar…
Grup bu tür projeleri onlarca yıldır destekliyor; özel şirketlerle çalışan birimi olan Uluslararası Finans Kurumu (IFC), biyoçeşitlilik telafisi içeren en az 19 projeye fon sağladı.
IFC standartları oldukça etkilidir ve dünyanın en iyisi olarak kabul görür.
Ancak ProPublica‘nın ortaya koyduğu üzere, Dünya Bankası Grubu’nun aracılık ettiği projeler uygulamada bu idealist hedeflerin gerisinde kalabiliyor. Gine‘de sürdürülen projeleri ardında açlık, yerlerinden edilmiş ve parçalanmış aileler, tahrip olmuş ekosistemler ve ölümcül salgınların yayılması için elverişli koşullar bıraktı.
Ve bazen anlaşmaların kendisi de suya düşüp telafi olarak kullanılan arazi başka bir şirkete veya felakete kurban giderken, şirket veya kredi verenler için neredeyse hiç yaptırım olmaz.
Gine’deki ‘proje’ de diğerleri gibi başladı: Compagnie des Bauxites de Guinée madencilik faaliyetlerini genişletmek için finansman arayışındaydı. Şirket, projenin nesli tükenmekte olan 83 kadar batı şempanzesinin ölümüne yol açacağını tahmin ediyordu; yıkımda öldürülmeseler bile, dişiler stres nedeniyle üremeyi bıraktığından ve erkekler daralan bölge için savaşırken birbirlerini yaraladığından veya öldürdüğünden, bu yer değiştirme zaman içinde nüfusu azaltacaktı.
Paraya ihtiyacı olan yakındaki bir şirket de madenin iki kat daha fazla şempanzenin ölümüne yol açacağını tahmin ediyordu. IFC, şirketlerin yaklaşık 200 mil ötede, binlerce şempanzenin yaşadığı Moyen-Bafing Ulusal Parkı‘nı kurmalarına yardımcı oldu. Bu nüfusun desteklenmesi ve korunmasının diğerlerinin kaybını telafi edeceği düşünülüyordu.
Ancak primatolog Genevieve Campbell ve meslektaşlarının daha sonra telafiler hakkında yaptıkları bağımsız bir incelemede, şirketlerin danışmanlarının şempanze ölümlerini hafife aldıklarını ortaya çıktı. Danışmanlar, madenlerin yakınındaki şempanzelerin bir kısmının hayatta kalacağını varsayıyordu fakat incelemeyi yapanlar, bu projenin tüm şempanzelerin (yaklaşık 180 ila 400) nihayetinde ölümüne katkıda bulunacağı neticesine ulaştı.
Denetim neredeyse yok
Bu “telafi” aynı zamanda varoluşsal bir tehditi de içeriyordu: IFC ya da maden şirketleriyle birlikte çalışmayan bölgesel bir kalkınma otoritesi, 8.700 kişiyi yerinden etmenin yanı sıra, bölgenin bir bölümünü sular altında bırakacak ve 1.500 kadar şempanzeyi öldürecek bir baraj inşa etmeyi önerdi.
Küresel Güney‘deki koruma programlarını inceleyen bir araştırmacı ve çevre savunucusu olan Jutta Kill, “telafilerin” “asıl amacının sürekli yıkımı desteklemek için bir araç” olduğunu söylüyor.
Jutta Kill, araştırmacı ve savunucu, ‘[Telafiler] esasen sürekli yıkımı desteklemek için kullanılan bir araçtır’ diyor.”
Biyoçeşitlilik telafileri hükümetler, bankalar ve sektörler tarafından 37 ülkede en az 13.000 kez kullanılmış olsa da, bu düzenlemeler, araştırmalarıma göre son derece kusurlu olduğunu tespit ettiğim karbon telafilerine kıyasla çok daha az denetime tabi tutulmuş.
Biyoçeşitlilik telafilerinin çok küçük bir kısmı üzerine yapılan çalışma literatürünü incelediğimde en iyi ihtimalle bunların kayıtlarının yetersiz ya da ispatlanmamış olduğunu tespit ettim. En kötü durumda bunlar, yıkıcı sanayiler için yeşil aklama işlevi görüyorlardı.
Bölge sakinleri giderek artan şempanze baskınlarını, her geçen gün azalan kaynakları, kuruyan kuyuları ve evlerinin temellerini çatlatan patlamaları anlatıyor. Daha iyi maaşlı iş umutları, madenin çok az fırsat sunmasıyla suya düşmüş.”
Dünya Bankası Grubu ile ilişkili kuruluşlar ise en tartışmalı olanlar arasında yer alıyor, çünkü diğerlerinden farklı şekilde bazıları şirketlerin soyu tükenmekte olan türlerin hayatlarını karartmasına olanak tanıyor.
Ülkeler, elektrikli otomobillere yönelik küresel talebi karşılamak için vahşi yaşam alanlarından metal çıkarma yarışına girdikçe bu tür değiş tokuşlar giderek daha olası hale geliyor.
Dünya Bankası Grubu’nun bir “telafisi”nde nelerin gözden çıkarıldığını araştırmak için binden fazla insanın yaşadığı beş Gine köyüne gittim. Madencilik; alüminyum yapımında kullanılan maden cevheri boksit açısından zengin olan Boké bölgesinde uzun zamandır sorun teşkil ediyor. Ancak bölge sakinleri, IFC’nin Compagnie des Bauxites de Guinée’ye genişlemesi için 200 milyon dolar kredi vermesinden bu yana etkilerin belirgin bir şekilde daha da kötüye gittiğini ve onlarca yıllık madencilikten kaynaklanan hasarı daha da artırdığını söyledi.
Bölge sakinleri giderek artan şempanze baskınlarını, her geçen gün azalan kaynakları, kuruyan kuyuları ve evlerinin temellerini çatlatan patlamaları anlattı. Daha iyi maaşlı iş umutları, madenin çok az fırsat sunmasıyla suya düşmüştü. Bir köy, gölgeli bir koruluktan, Mars yüzeyi kadar çorak, kavurucu, rüzgarlı bir tepeye yerleştirildi. Köy sakinleri bu konuda çok az tercih hakkı tanındığını söyledi.
IFC, bir projeyi finanse etmeye karar verirken öncelikli değerlendirmesinin, projenin yoksulluğun azaltılmasına ve acil finansman ihtiyacı olan ülkelerin ekonomilerinin desteklenmesine yardımcı edip etmeyeceği olduğunu ve müşterilerinin denkleştirmeleri ancak doğa üzerindeki etkileri en aza indirmek için uygun adımları attıktan sonra kullandıklarından emin olmak için büyük çaba sarf ettiğini söylüyor. Konuyla ilgili yaptıkları açıklamada, şirketleri katı standartlara uymaya zorlayarak, “korumanın ekonomik kalkınmaya dahil edilmesine yardımcı olduğunu” ifade ettiler. Bir sözcü, IFC’nin nispeten az sayıda telafi uygulamasının, bunlara olan ihtiyacı ne kadar azalttığını yansıttığını aktardı.
‘Hiç bir şeyimiz kalmamış gibi, kendimizin bile sahibi değiliz’
Ancak bazıları, böylesine saygın bir kurumun vereceği her türlü onayın zararlı olduğunu söylüyor.
Kalkınma projelerinden etkilenen marjinalleştirilmiş toplulukları savunan Uluslararası Kapsayıcı Kalkınma‘nın hukuk ve politika direktörü Natalie Bugalski, “Dünya Bankası’nın katılımı, sürdürülebilirlik referansları oldukça şüpheli olan bir şirketin profilini parlatmaya yardımcı oldu” diyerek, böyle bir desteğin yıkıcı projelerin daha fazla fon çekmesine yardımcı olduğunu söylüyor.
Hamdallaye’de futbol oynayan çocuklar.Mamadou Lamine Barry, Gine’deki Fassaly Foutabhé’nin idari şefi. Köy, Compagnie des Bauxites de Guinée tarafından yürütülen madencilik faaliyetleri nedeniyle bir akarsuyun yüzlerce metre ötesine taşındı.
Compagnie des Bauxites de Guinée’nin %49’u Gine hükümetine, %51’i ise Rio Tinto ve Alcoa‘nın da aralarında bulunduğu küresel madencilik şirketlerinden oluşan bir konsorsiyuma ait ve tescil adresi Delaware‘de bulunuyor. Bir sözcü, IFC ile işbirliği çerçevesinde köylerle “yapıcı” bir diyalog içinde olduklarını, arabuluculuğun “uygulamalarını geliştirmeye devam etmek için bir fırsat” olduğunu belirtti.
Köy reisi yardımcısı Ousmane Bah ise madencilik anlaşmasından önce Kagnèka’nın su konusunda hiç bu kadar kaygılanmadığını söyledi. Efsaneye göre, köyün kurucusu bir zamanlar nesiller boyu yeterli su sağlamak amacıyla dini bir törenle bir inek kurban etmiş. Şimdilerdeyse köyün çocukları bunaltıcı sıcaklarda, okuldan saatler süren yürüyüşlerde susuz kalıyor. Ve birçoğunun babası artık onlarla yaşamıyor, evdeki aileleri için ekin ve sığır yetiştirmek üzere yaklaşık 50 km. uzaklıktaki yerlere göç etmek zorunda kalmışlar.
Bah, madenlerin “tüm araziyi yok ettiğini” ve bölge sakinlerine çok az bir seçenek bıraktığını anlatıyor: “Sanki hiçbir şeyimiz kalmamış gibi. Biz kendimizin bile sahibi değiliz.”
Khadijatou Bah M’Bouroré, Gine’de yemek pişiriyor.
Gine kırsalından dünyalar kadar uzakta, geçen aralık ayında Montreal‘de Birleşmiş Milletler Biyoçeşitlilik Konferansı için bir araya gelen delegeler, yaklaşık 200 ülkenin doğayı korumak için alacakları önlemler konusunda bir anlaşma imzalamayı umuyordu. Katılımcılar doğada çözünebilen çatal-bıçak kullanarak salata yedi ve Gine boksitinden elde edilmiş olabilecek teneke kutulardan maden suyu içti.
Ölü filleri nasıl telafi edebilirsiniz?
Geldiğimde, karbon telafi programlarından bile daha karmaşık görünen biyoçeşitlilik telafi programları hakkında hızlandırılmış bir eğitim almayı umuyordum. Çünkü en temel ihtiyaçlarımız sağlıklı ekosistemlere bağlıdır: Ekinleri döllemek için arılar, içme suyunu arıtmak için ormanlar vb… Bu karmaşık sistemlerin evrimleşmesi milyonlarca değilse bile binlerce yıl aldı. Ölü filleri telafi etmeye nereden başlayabilirsiniz peki?
Montreal’de ölü herhangi bir şeyden bahsedildiğini duymadım. Bunun yerine, kavrama atıfta bulunan konferans oturumları son yıllarda artık tartışmalı hale gelmiş olan “telafi” kelimesini bile kullanmadı ve bunun yerine üst düzey toplantılara nüfuz eden türden muğlak bir çevre jargonuyla ince noktaları geçiştirdi: “Rehber ilkeler” ve ” risk yönetimi ve bilgilendirme çerçevesi oluşturma” yoluyla “çıtayı yükseltmekten” bahsedildi.
Geri kalanını bir araya getirmek, sonraki aylarda bir takım röportajlar gerektirdi.
Ekosisteme verilen zararın telafi edilmesi fikri en az 60’lı yıllardan beri var olmakla birlikte, biyoçeşitlilik telafileri 80’li yıllarda Amerika Birleşik Devletleri‘nin Temiz Su Yasası ile sulak alan tahribatını düzenlemeye başlamasıyla yaygınlaştı. Kurallara göre, bir alışveriş merkezi için 20 dönümlük bir sulak alanı yok etmek istiyorsanız, başka bir yerde en az 20 dönümlük bir sulak alanı korumanız veya restore etmeniz gerekecekti. Diğer ülkeler de benzer programlar oluşturdu ve kavram yaygınlaştı.
Günümüzde kullanılan telafilerin büyük çoğunluğu hükümetler tarafından belirlenen yönetmeliklere uymak için oluşturuluyor; diğerleri şirketler tarafından gönüllü olarak kabul ediliyor veya finansman koşulu olarak bankalar tarafından aracılık ediliyor. Dünya Bankası Grubu, Chevron ve ExxonMobil‘den rüzgar ve güneş enerjisi tesislerine kadar çeşitli şirketlerle telafiler kurmak için çalışıyor. Gine’deki iki proje de dâhil pek çok proje aynı anda başka bankalardan da fon alıyor.
Gine’nin Boké bölgesindeki boksit madenlerinin yakınındaki bir köyden kamyonlar geçiyor.
Uzmanlara göre en iyi biyoçeşitlilik telafilerinin ekosistem tahribatına karşı tüm alternatifler değerlendirildikten sonra son çare olarak kullanılmaları gerekiyor. Zarar gören habitat ve türlerle aynılarını koruyor olmalılar. Vaat edilen biyoçeşitliliği uzun süre (ebediyyen ya da en azından onlarca yıl) sürdürmeliler. Önceden var olan koruma çabalarından elde edilen kazanımlar gibi zaten gerçekleşecek olan şeyler üzerinden değil, sadece yarattıkları fayda üzerinden kendilerine pay çıkarmalılar. Son olarak, biyoçeşitlilikte “net kayıp” yaratmamalılar. Diğer bir ifadeyle, bir doğal gaz santrali nesli tükenmekte olan kurbağaların yaşadığı 30 dönümlük bataklık alanını yok ediyorsa, en az 30 dönümlük aynı türden habitatı restore ederek bunu dengeleyebilir. (Bu projelerden etkilenen insanları korumak için ayrı kurallar olsa da bunlar tutarlı bir şekilde uygulanmıyor).
Yapılan sınırlı sayıdaki çalışma, oldukça karışık sonuçlara işaret ediyor. 2019 yılında yürütülen ve telafi alanlarının kaybedilen biyoçeşitliliği yeniden yaratıp yaratmadığına ilişkin 32 makalenin incelendiği bir araştırmada, tamamı sulak alanlardan oluşan bu alanların yaklaşık üçte birinin belli bir düzeyde başarılı olduğu, orman temelli telafilerin ise hiçbirinin bu hedefe ulaşamadığı görüldü. Bilim insanları geçen yıl, en kayda değer başarılardan biri olan Madagaskar‘da ağaç kaybını telafi etme yolunda ilerleyen büyük bir projenin bile diğer biyoçeşitlilik zararlarını telafi edebileceğini kanıtlamadığı sonucuna vardı. Madagaskar araştırmasının yazarlarından Galler‘deki Bangor Üniversitesi‘nde koruma bilimi profesörü olan Julia Jones, önemli bir siyasi araç haline gelmelerine rağmen ” telafilerin verimliliği hakkında utanç verici derecede az şey biliyoruz” diyor.
Inclusive Development International‘nın hukuk ve politika direktörü Natalie Bugalski: Dünya Bankası’nın katılımı, sürdürülebilirlik referansları başka türlü oldukça şüpheli olan bir şirketin profilini parlatmaya yardımcı oldu.”
IFC, telafi çalışmalarının net kayıp yaratmamasını şart koştuğunu ve karışık sonuçlar gösteren makalelerin çoğunun “mevcut IFC ve sektördeki iyi uygulamalardan önce gelen eski siyasi sistemler altında tasarlanan” projelere odaklandığını söyledi. Tehlike altındaki türlerin veya şempanzeler gibi büyük maymunların yaşam alanlarını etkileyen telafiler için neredeyse her zaman biyoçeşitlilikte “net kazanç” ve büyük maymunlar söz konusu olduğunda uzmanlardan oluşan özel bir ekibin katılımını şart koştuğunu belirttiler. Büyük maymunların yaşam alanlarını etkileyen projeleri sınırlandırmak için 2019’da kurallarını daha da sertleştirdiler ancak o tarihten sonra Gabon‘da gorilleri ve tehlike altındaki merkez bölgedeki şempanzeleri tehdit eden bir hidroelektrik barajına fon sağladılar. Proje geliştiricisi söz konusu hayvanlar üzerindeki etkinin “ihmal edilebilir ” olduğunu söyledi, ancak projeyi inceleyen Campbell dahil dışarıdaki uzmanlar projeden kaç sayıda büyük maymunun etkileneceğini söylemek için yeterli veri bulunmadığı görüşüne vardı.
Birçok muhalif, telafilerin ekosistem tahribatı için bir “hapisten çıkış kartı” olmaya devam ettiğini ifade ediyor. Proje geliştiriciler, ilgili telafinin başarıya ulaşıp ulaşmayacağını kimsenin bilemeyeceği kadar uzun bir süre önce temel atmış olabiliyor. Şirketler genellikle uzun vadeli sonuçları temin edecek kadar yatırım yapmazlar; örneğin Gine’deki madencilik şirketleri milli parkı 20 yıllığına finanse edecek ama şempanzeler bundan iki kat daha uzun süre yaşayabiliyor. Ve telafi projesinin gerçekten işe yaradığından emin olmak ve bunu takip etmek için çok sınırlı kaynak bulunuyor.
Telafiyi telafi etmek için yeni telafi!
Yakın zamanda yaşanan bir başarısızlık fazlasıyla tanıdık: Uganda‘da IFC tarafından fonlanan bir baraj, Viktorya Nil Nehri boyunca geniş bir orman alanını ve birkaç adayı korumayı da içeren telafisini desteklemek için yıllarca mücadele etti. İkinci bir barajın telafi alanının bazı kısımlarını sular altında bırakmasıyla 2019’da durum daha da kötüleşti ve telafiyi telafi etmek için yeni bir telafiye ihtiyaç doğdu.
Daha sonrasında bir Dünya Bankası panelinde “bir telafinin kısmi kaybını başka bir telafi yaratarak hafifletmenin telafinin dayandığı temel prensipleri aşındırdığı” sonucuna ulaşıldı. Yine de bu, Dünya Bankası’nın, madenlerin şempanze habitatını yok etmesini telafi etmesi beklenen parkın bir kısmını sular altında bırakmayı planlayan proje geliştiricisi için önerdiği çözümün aynısı. Bir IFC sözcüsü, kurumun Gine hükümetinin destekleyip onamaya karar verdiklerini, bunu hükümsüz kılma yetkisine sahip olmadığını belirtti.
Boké bölgesinde Gine Alümina Şirketine ait bir tabela.
Parkı fonlayan şirketler ise, barajın parkın bir kısmını sel suları altında bırakması halinde, yaptıkları telafinin yine de geçerli olacağı konusunda ısrar ediyor. Compagnie des Bauxites de Guinée, madenlerin yakınındaki şempanze kaybını “büyük ölçüde karşılayacak” kadar şempanze kalacağını söyledi. Parkı kurmak için IFC ile birlikte çalışmış bir diğer şirket olan Guinea Alumina Corporation, barajın biyolojik çeşitlilik için bir “fırsat” olabileceğini, çünkü “parkın içi ve çevresindeki su mevcudiyetini artıracağını” ve baraj işletmecisinden ek koruma fonu getireceğini belirtti.
Şirket, madenin yakınındaki şempanzelere yardımcı olmak için adımlar attığını, ağaçlar diktiğini ve hayvanların yaşamayı tercih ettiği ormanlara yakın akiferlerin korunmasına özen gösterdiğini açıkladı. Madenlerin şempanzelere verdiği zararın eksik hesaplandığı yönündeki bulguya ilişkin olarak, bu tahminin yıllarca süren bir araştırmadan elde edildiğini, bu tür tüm çalışmaların “bir dereceye kadar belirsizlik” içerdiğini ve “amacın yineleme ve hakem değerlendirmesi yoluyla bu belirsizliği zaman içinde azaltmak olduğunu” söylediler.
Ancak telafi projesinin tahmin çalışmalarında rol oynayan primatolog Campbell, bu görevin bir bilim kadar sanat da olduğunu dile getirdi. Şempanzeler ve diğer büyük maymunlarla çalışırken “telafiler bir miktar zırvadan ibarettir. Tüm dünyada süregelen bir avuç büyük maymun telafi projesinin hiçbiri başarısını kanıtlamış değil” dedi.
Geçmişte her iki maden şirketine de danışmanlık yapmış olan Campbell, bu matematiğin kompleks ve zeki hayvan topluluklarının tamamını kaybetmenin yarattığı etik meseleleri hesaba katmadığını da vurguladı: İnsanların en yakın akrabası olan şempanzeler, DNA’mızın %98’inden fazlasını bizimle paylaşıyor. Şempanzeler yavrularıyla yıllarca ilgilenirler ve annelerin bebeklerini ölümlerinden günler sonra bile kucaklarında taşıdıkları görülmüştür. Her topluluğun kendine özgü kültürü vardır. Bazı gruplar alg avlarken, diğerleri el yapımı aletlerle fındık kırarlar. Bir topluluktaki şempanzeler öldüğünde, bu nitelikler de ebediyen kaybolur.
Bölge yerlisi Youssouf Mané, Missira yakınlarındaki ormanda Guinée Ecologie’nin yönetici müdürü Mamadou Diawara ve primatolog Genevieve Campbell ile konuşurken. Diawara ve Campbell bölgede madenciliğin şempanzelere olan etkilerini araştırıyordu.Diawara, Missira civarındaki ormanda yaptığı bir yürüyüş esnasında Batı Afrika primatları hakkında bir kitaba göz atıyor.
İngiliz hükümetine biyoçeşitlilik telafisi konusunda danışmanlık yapan Oxford Üniversitesi araştırmacılarından Sophus zu Ermgassen‘ın değerlendirmesi şöyle: “Telafiler asla tehlike altındaki türlere verilen zararı meşrulaştırmak için bir mazeret olmamalı. Bunu yapmak, en iyi uygulamaları açıkça çiğnemektedir, ancak bu tür telafiler, kalkınma projesinin aşırı yoksulluğu hafifletmesi yönünde çok iyi bir argüman ortaya konabilirse bu yine de mantıklı olabilir.”
“Hiçbir şey olmamasındansa bir şeylerin olması evladır” sözünü tekrar tekrar duydum. Aralarında telafileri eleştiren bilim insanlarının da bulunduğu çok sayıda uzman, kalkınma projelerinin doğaya olan tüm etkilerinden kaçınmanın mümkün olmadığı ve bunların çoğunun nasıl olsa yapılacağı düşünüldüğünde, telafilerin faydacı bir araç olduğunu belirtti. En iyi uygulama kurallarının sürekli gelişmekte olduğunu ve bunların iyi niyetli kişiler tarafından kaleme alındığını ifade ettiler.
Avukat ve aktivist Manga Kounsa, Fassaly Foutabhé’nin bir maden şirketi yüzünden tahliye edilmesinden önceki evinin yanında dururken.
Compagnie des Bauxites de Guinée tarafından madencilik yapılan alanların yakınlarındaki köyler açısından biyoçeşitlilik her zaman elektronik tablolarda hesabı tutulacak bir şeyden öte anlam ifade ediyor. Nesiller boyu çiftçiler bu topraklardan ve çevredeki ormana bel bağlamış, buralarda avlanmış, balık tutmuş ve derelerden su toplamış. Aileler manyok ve pirinç ekmiş, sığır yetiştirmiş. Halimatou Barry, mango mevsiminde çocuklarını doyurmak için fazla bir şey yapmaya gerek olmadığını, çocuklarının karınlarını meyvelerle doyurduklarını hatırlıyor. Bah Mamadou Lamarana, bölge yerlilerinin ekim mevsiminin başladığını işaret eden bir kuşun ve ötüşü hasat zamanının geldiğini işaret eden başka bir kuşun ortaya çıkışlarını takip ettiklerini anlatıyor.
İnsanlar hastalandıklarında başlıca ilaçlarını ormandan alıyor, uyuz için bantora, doğum sonrası ağrı kesici için garba ve uykusuzluk tedavisinde kullanılan bir bitki çayı için kinkeliba toplarlarmış. Manga Kounsa, köyündeki çiftçilerin ekin ekmek için ağaç kestiklerini, fakat toprağı aşırı sömürmemeye özen gösterdiklerini anlatıyor. Komşularından biri yaşamını idame ettirebilmek için odun kömürü satmaya başladığında, topluluk ona ağaç kesmeyi bırakması için tarım arazisi vermiş. Kounsa, ormanları ve hayvanları çıkarınca, köylerin artık sadece ismen köy olduğunu söylüyor: “Köy köylükten çıkıyor böyle olunca.”
Gittiğim köylerin hepsi birbirine birkaç mil mesafede, toprak yollarla ve bazen de sadece yürüyerek ulaşılabilen yerlerdi.
Bunlardan üçü, Kagnèka, Bandoji ve M’Bouroré, şimdi yerinden edilmiş şempanzeler tarafından talan ediliyor.
Biyoçeşitlilik incelemeleri, maden genişletme çalışmalarından önce bu köylerin yakınlarında şempanzelerin bulunduğunu doğruladı. İnsanlara her zaman yakın yaşamışlar, ormanlık alanların, savanların, çiftliklerin ve genellikle yuva yaptıkları nehircil ormanların oluşturduğu mozaikte meyve ve böcek toplamışlar. Uzmanlar, yabani meyvenin kısıtlı olduğu durumlarda ekinlerin yedek bir besin seçeneği olarak değerlendirilebileceğini söylüyor. Ancak habitatları madenler nedeniyle yok edildikçe ya da gürültü çıkaran iş makineleri onları kaçırdıkça, çiftlikler ve meyve bahçeleri giderek daha cazip ve hayatta kalmaları için elzem hale geliyor. Kendi bölgelerinden kovulma korkusu ve stresi şempanzelerin daha agresif olmasına neden olabilir.
‘Artık hasadı şempanzelerle paylaşmak zorundayız’
Bölge sakinleri, Bandoji‘ye gelen şempanzelerin akıllı olduğunu söylüyor. Sabahları ekinleri talan etmeye köyün bir ucuna geliyor ve orada insanları görürlerse, akşam diğer uca geçiyorlarmış. Çiftçiler, ekinlere daha fazla alan açmak amacıyla ağaçları kesmek zorunda kaldıklarını, çünkü artık hasadı şempanzelerle paylaşmak zorunda olduklarını anlatıyor.
M’Bouroré’de bir avcı olan Mamadou Hocha Diallo, “Keşke her şey eskisi gibi olsa, o zamanlardaki gibi şempanzelerin yeterince büyük bir ormanı olsa da çoğunlukla orada kalsalar” diyor: “Artık her iki ya da üç günde bir köye geliyorlar, bir sonraki kaju fıstığı partisinin olgunlaşacağı kadar bir sürede. Eldeki yiyecek için hepimizin savaşması gerekiyor.”
Mamadou Hocha Diallo kaju bahçesindeki mesaisindeyken.Diallo, kızı Mariama ile birlikte köyün yakınındaki kaju ağaçlarının arasında yürüyor.Kagnèka’da kaju hasadı.
İnsanlar ve şempanzeler arasındaki bu yeni temas, sıçrama olarak bilinen bir olayla vahşi hayvanlardan insanlara bulaşan ölümcül virüs salgınlarına yol açabilir. Bu risk, 2013 yılında yarasa dolu bir ağacın altında oynayan bir çocuğun, 2013 yılında, bilim insanlarının dünyanın en kötü Ebola salgını olduğuna inandıkları Gine‘nin Meliandou köyünde gerçekleşti.
Ortaya çıkan bulaşıcı hastalıkların çoğu da zaten bu can alıcı anlarla başlar.
Yaban Hayatı Koruma Derneği‘nde epidemiyolog olan Sarah Olson, “Türler arasında doğal olmayan etkileşimlere neden olduğunuzda ve kaynaklar sınırlı hale geldiğinde, ortamdaki viral yükü potansiyel olarak yoğunlaştırırsınız” dedi.
Şempanzeler, Ebola da dahil olmak üzere koronavirüs ve filovirüslerle enfekte olmuş olabilir. Aynı hastalıklar yarasalar ve daha küçük maymunlar da dâhil diğer yerli yaban hayatında da görülür. Vermont Üniversitesi‘nde bulaşıcı hastalıklar ve çevre değişimi üzerine çalışan doktora sonrası araştırmacı olan Laura Bloomfield, şempanzeler köylere daha sık giriyorsa, daha az fark edilse bile diğer hayvanların da bunu yapıyor olabileceğini söyledi.
En büyük sıçrama riski, enfekte bir hayvanın kanı, tükürüğü veya dışkısına dokunan insanların direkt temasından kaynaklanır. Bölge sakinlerinin çoğu şempanzeleri avlamanın ya da öldürmenin tabu olduğuna inandığından, şempanzeler kısmen de olsa koruma altındadır. Compagnie des Bauxites de Guinée sözcüsü, şirketin şempanzeleri bir kamera ve İHA ağı ile izlediğini ve yetkililerin şempanzeler ile insanlar arasında “herhangi bir doğrudan ihtilaf durumu” görmediklerini veya duymadıklarını söyledi.
Ancak Olson, dolaylı temastan kaynaklanan risklere karşı hala savunmasız olduklarını söyledi. Örneğin bir kişi yakın zamanda hasta bir şempanzenin tükürüğüyle kontamine olmuş bir meyveyi yerse, bu hastalık insan popülasyonuna sıçrayabilir. Yakın zamanda bir sabah, yağmalanmış bir meyve bahçesinde, Diallo‘nun küçük kızı Mariama yere düşen kaju meyvelerinin arasında oynuyordu.
Fatoumata Bah, M’Bouroré’deki yağ palmiyelerinin çekirdeklerinden elde edilen yağı işlerken. Bah, geçimini sağlamak için yağı satıyor ve madenden çıkan tozun köyündeki mahsul verimini etkilediğini söylüyor.M’Bouroré’de kaju fıstıkları yerde kurutuluyor.
Bloomfield, sıçrama riskinin sayılarla alakalı olduğunu söyledi. Ne kadar çok etkileşim olursa, hayvanın belli bir hastalığı insana bulaştırma ihtimali o kadar artar ve o kişinin hastalanıp komşularına bulaştırma riski de o denli yükselir. Riski azaltmanın en iyi yolu ise ” birbiriyle örtüşen habitatlara sahip olmamak.”
Dünya Bankası Grubu daha yakın zamanda bu konuda uyarıda bulunmuş olsa da IFC’nin standartları en son 2012 yılında güncellenmiş durumda ve Batı Afrika‘daki Ebola salgını sonrasında yapılan kapsamlı virüs araştırmalarını hesaba katmıyor.
IFC sözcüsü, telafiyi gerçekleştiren her iki maden şirketinin de personelin şempanzeleri öldürmesini engelleyen politikaları olduğunu ve kurumun “müşterilerini giderek artan bir şekilde proje sahalarında büyük maymunlarla karşılaşma protokollerine patojen transferi risklerini de dahil etmeye teşvik ettiklerini” söyledi.
Ancak IFC standartları sıçrama riskine karşı hiçbir koruma sağlamıyor.
Ousmane Bah, Kagnèka köy reisi yardımcısı.
Gittiğim her köyde halk, eğimli, saz çatılı evlerin yanında çember halinde toplanmış, verilen sözlerin tutulmadığını konuşuyordu.
Fassaly Foutabhé halkından Compagnie des Bauxites de Guinée ve hükümete mektup: Köyümüz bizim için çok değerli. Ama hayatlarımız daha da değerli.”
Dünya Bankası Grubu, dünyanın en yoksul ülkelerinden biri olan Gine’de madenin genişletilmesine destek verme kararı aldığında önemli bir vakıftı. Madenler uzun zamandır ekonomiyi güçlendirse de, sektörden en fazla etkilenen yerel halk en az faydayı sağlayan kesim olmuştu ve IFC’nin daha fazla zarara ya da sömürüye karşı koruma sağlaması gerekiyordu. 2016 yılında bir IFC yöneticisi bu genişletme faaliyetinin istihdam yaratacağını duyurdu. Standartlara göre, toplulukların kaybettiği tarım arazileri için “eşit veya daha yüksek değerde” mülk veya “tam ikame maliyetinde” nakit ödeme ile tazmin edilmesini gerekiyordu.
Oysa bu beş köyden sadece bir kişinin madenlerde iş bulduğunu öğrendim. Ve her topluluk, hiç ödeme yapılmadan ya da eksik ödeme yapılarak el konulan arazilerden ya da yitirilen mahsullerden bahsetti; bu da bölge sakinlerini geçimlerini sağlamak için başka yollar bulmaya zorladı, bazıları hayatta kalmak için hayvanlarını sattı.
Gelecekteki maden faaliyetlerinin önünü açmak için bir derenin birkaç yüz metre ötesine taşınmış 75 nüfuslu bir köy olan Fassaly Foutabhé‘de bir akşamüstü geçirdim. Orada büyümüş, genç bir avukat olan Kounsa, hukuk fakültesinden mezun olduktan sonra, genişletme çalışmalarının ortasında kalan toplumunu savunmak için geri döndüğünü söyledi. Komşularına kaybolan şifalı bitkiler ya da mahsullerinin azalan verimi için herhangi bir bedel ödenmediğini de ekledi.
Yerel akarsular kuruyor
Köyün elinde kalan küçük bir tarım arazisinde kajular, yakındaki madenden gelen bitmek bilmeyen toz nedeniyle bodur kalmış halde. Kızıl toz, ağaçları kaplamış ve yaprakların paslı görünmesine neden olmuş; toz o kadar yoğunmuş ki Kounsa maske takmak zorunda kalmış.
Şempanzelerin uğrak yeri olan köylerin aksine, burada toplayacak hiçbir şey kalmamış. Topluluğun liderleri, geniş tarım arazileri ve temiz suyu olan bir yere taşınmak için fon bulamazlarsa topluluğun dağılmak zorunda kalacağını söyledi. Geçtiğimiz yıl Compagnie des Bauxites de Guinée’ye ve hükümete yazdıkları mektupta “Köyümüz bizim için çok değerli. Ama hayatlarımız çok daha değerli” dediler
Fassaly Foutabhé sakinleri, topluluk taşınmadan önce bir evin duvarlarını sağlamlaştırırken. Manga Kounsa’nın fotoğrafıFassaly Foutabhé, Compagnie des Bauxites de Guinée tarafından yerinden edilen birkaç köyden birisi.
Kounsa’hıh verdiği bilgiye göre dere, 2017 yılında kurumaya başladı ve balıklar ortadan kayboldu. Madenler yollardaki tozu kontrol altına almak için su kullanıyor ve madende iş arama için yakındaki Sangarédi şehrine taşınan insan akını da su kaynakları üzerinde ek bir yük oluşturuyor. Gine’de çalışmış olan Avustralyalı madencilik danışmanı Bob Adam, boksit yataklarının yeraltında suyu depolayan bir tür sünger görevi gördüğünü ve bunların çıkarılmasının yerel akarsuları kurutabileceğini ifade etti. Her iki maden için de temel atılmadan önce yapılan çevre beyanlarında, hava kirliliği ve gürültünün yanı sıra yerel akarsulara potansiyel zarar verileceği hususu da beyan edilmişti.
‘Şirketlerin sömürgesi gibiyiz’
Boksit çıkarmak için kullanılan dinamitlerin yarattığı titreşimler ise evlerin duvarlarını çatlattı. Patlamalar geceleri kimseyi uyutmuyormuş. Kagnèka’da bir tur sırasında bu patlamalardan birini ben de duydum, top gürültülü, yankılı bir patlama.
Sanki “sömürgeleştirilmiş gibiyiz” diyor Diallo.
Bu şikayetlerin birçoğu, 2019 yılında 13 köyün IFC’ye sunduğu bir mektupta belgelendi. İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün 2018 tarihli bir raporunda da benzer ayrıntılar ortaya çıktı.
Aralarında kadın ve toplum haklarını savunan Gineli bir grup olan Centre du Commerce International pour le Développement’ın da bulunduğu çeşitli örgütler, bölge halkına destek oldu. Grubun program yöneticisi Bamba Ibrahima Kalil, çabaların kısıtlı kazanımlara vesile olduğunu söyledi. Şirket köylerin 1 kilometre yakınındaki alanda patlatmayı durdurmayı kabul etti ve yerleşim yerlerine onlarca içme suyu şebekesi kurdu. “Bu yetmez” diyen Kalil, örgütünün yerel nehir ve derelerde temiz suyun yeniden sağlanması için mücadele ettiğini de belirtti.
Maden şirketinin sözcüsü, projelerinden kaynaklanan “tüm çevresel ve sosyal etkilerin” IFC’ninkiler de dahil olmak üzere geçerli standartlara uygun olarak “tamamen telafi edilmesini her zaman sağladığını” öne sürdü.
Maden danışmanı Adam, sektörün kendini geliştirdiğini söyledi. Compagnie des Bauxites de Guinée’nin yerüstü madenciliğine geçiş yaptığını, bu makinelerin eski delme ve patlatma yöntemine kıyasla daha az toz ve gürültü çıkardığını belirten şirket, maden sahası boyunca 50 köyde su kuyularını onarmak ve inşa etmek için bir program yürüttüğünü açıkladı.
Kalil, IFC’nin sadece 2016 sonrası genişleme sürecinde değil, şirketin genel sicili konusunda da sorumluluk üstlenmesi gerektiğini vurguluyor. IFC madeni fonlamayı kabul ettiğinde, aslında şirketin mirasını da desteklemişti. Buna, 2020 yılında 600 sakini yerinden edilen Hamdallaye köyü ile süregelen bir anlaşmazlık da dahil.
Bizi, çamaşır gibi kurumamız için güneşin altına serdiler’
IFC standartları, şirketlerin bölge sakinlerine iskan için farklı seçenekler sunmalarını zorunlu kılıyor.
Hamdallaye sakinleri ise bana böyle bir şeyin yaşanmadığını söyledi. Şikâyet mektuplarında, 2007 yılından bu yana şirketin onları yerinden etme planlarına karşı nasıl mücadele ettikleri ve kimi sakinlerin 2018 yılında anlaşmalar imzalamış olmalarına rağmen belgelerin ne anlama geldiğini anlamadıkları anlatılıyor.
Şirket ise, halkı taşınmaya zorladıkları yönündeki suçlamaları reddediyor. “Hamdallaye köyünün iskânı IFC standartlarına uygun, katılımcı ve kapsayıcı bir süreç izlenerek gerçekleştirilmiştir” diyen sözcü, alınan kararların köyün erkek, kadın ve genç sakinlerinden oluşan bir kurul tarafından alındığını ve ailelere ekin ve tarım arazileri için tazminat ödendiğini söylüyor.
Köy topluluğu, şirket tarafından kıraç bir tepeye taşıdı. Oraya gittiğimde 100 derecenin üstünde seyreden sıcaklıklarda pişen metal çatılı pembe tuğladan evler gördüm. Halimatou Barry, “Bizi buraya getirip çamaşır gibi kurumamız için güneşin altına serdiler” dedi.
Mamadou Oury Bah çamaşırları toplarken.Compagnie des Bauxites de Guinée şirketinin Hamdallaye halkını iskân ettiği köyün çevresinde orman yangını nedeniyle kavrulmuş bir tarla.
Bölge sakinleri, eski evlerinin sıcaklığı dağıtan kamış çatıları olduğunu ve meyve ağaçlarının gölgesinde korunduklarını anlatırken, bir aktivist ve topluluk önderi olan Bah Mamadou Lamarana, ailelerin dışarı çıkıp avlanabildiği ve balık tutabildiği zamanları yad ediyor. Yeni köydeki tek yaban hayatının ise sivrisinekler olduğunu söylüyorlar.
Bölgedeki tek bitki örtüsünü bölük pörçük, gevrek çim tutamları ve ancak bir saksı bitkisi kadar gölge veren birkaç ağaç oluşturuyor. Mamadou Maoudoh Bah, şirketin binlerce ağaç dikme vaadinde bulunduğunu, fakat bunun havayı serinletmeye yetmediğini anlatıyor, fidanlardan birini göstererek: Hemen hemen bir metre boyunda, her yaprağı sayılabilecek kadar küçük, cılız bir şey.
Maden danışmanı Adam bile Hamdallaye sakinlerinin durumu karşısında hayrete düşmüş; “Buranın iskân için uygun bir yer olduğunu düşünmüyorum” diyor.
Bah ile bir evin gölgesinde konuştuğum sırada bir sokak ötede alevler patlak verdi. Yangın bir tarlayı boydan boya kasıp kavurdu, siyah duman birkaç kat yükseğe çıktı. Sonradan, yangının yere atılan bir sigaradan çıktığını duydum. Bölge sakinleri, bu orman yangınlarının kurak mevsimde ayda neredeyse iki kez çıktığını anlattı.
Hamdallaye’de bir ağaç.Hamdallaye’deki evlerin yakınında çıkan yangın.
Şirket sözcüsü ise 2017’den bu yana 1.000 hektardan veya yaklaşık 2.500 dönümden fazla maden arazisini rehabilite ettiğini, 500.000 fidelik bir fidanlık oluşturduklarını ve ağaçları dikmek ve gözlemlemek için her yıl 100’den fazla yerliyi işe aldıklarını söyledi: .
“Toplulukların arazi kullanımına önem verdiklerini ve yeni arazilerinin taşınmadan önce tamamen rehabilite edilmiş olması gerektiği görüşünde olduklarını kabul ediyoruz. Hamdallaye hala, geleneksel ürünlerinin ve meyve ağaçlarının bulunduğu bazı tarihi birinci sınıf tarım alanlarına erişime sahip.”
Sadece 3 km. ötedeki eski köy bomboş duruyor, birkaç yıkık dökük duvar kadim kalıntılar gibi topraktan fışkırıyor. Hava orada 20 derece daha serin gibi. Bah, annesinin evinin kalıntılarının önünde, gençken diktiği, dallarından yeşil mangolar taşan ağacın yanında duruyor. Her bahar meyveler olgunlaştığında, ailesinin bu posayı kaynatıp palmiye yağıyla karıştırarak balık yahnisine sos yaptığını anlatıyor.
Buraya nadiren geri dönüyormuş, çünkü hatıralar çok acı veriyormuş.
Mamadou Maoudoh Bah, köyü iskan edilmeden önce yaşadığı, terk edilmiş Hamdallaye köyünde.
Ben Affleck ve Gal Gadot, Jeremy Irons, Diane Lane gibi yıldız oyuncuların rol aldığı 2017 yapımı aksiyon filmi Justice League‘in soundtrack’ini Norveçli genç sanatçı Sigrid seslendirmişti.
21 yaşındaki pop sanatçısı, yüzyılımızın en büyük ozanlarından Leonard Cohen’in 1988 klasiği “Everybody Knows”u, şarkının doğasındaki karamsar havayı da korumayı başararak, piyano eşliğinde yumuşak bir yorum ile yeni nesille tanıştırdı.
Cohen’in 1984’de yayınlanan ve bir ilahiye benzeyen “Hallelujah”adlı şarkısında derin bir maneviyat hakimdi. Kanadalı sanatçı beş yılda kaleme aldığı şarkısında, insanlığın durumu, aşk, üzüntü, pişmanlık ve umut hakkında ustaca sözlerini, zarif bir müzikle birleştirerek, zamanın ötesine geçen ölümsüz bir eser ortaya koymuştu.
1980’lerin ortalarında, derin bir depresyona giren Cohen, bir manastıra kapanıp emekli olmayı düşünüyordu. O dönemdeki tutarsızlığını şu sözlerle anlatmıştı: “Şöyle bir duyguya kapıldım…bu bir felaketin serpintisi, kalıntısı, tozu ve tutunacak hiçbir şey yok”
‘Dünyanın sonu hakkında kasvetli bir kehanet’
“Hallelujah”da parlayan maneviyat, 1988’deki albümü “I’am Your Man”de, yerini işte bu kadercilik ve alaycılık duygusuna bırakmıştı.
Leonard Cohen dünyada her zamankinden daha fazla eşitsizlik olduğunu ve giderek bölündüğünü düşünüyordu ve bunu dosdoğru söylemenin zamanı gelmişti. “Everybody knows” 80’lerin politik ve sosyal ortamına protest bir cevaptı.
Cohen, iğneleyici ve alaycı bir bilge kimliği ile dünyamızın karşı karşıya bulunduğu tehditler ve insanların zaafları konusunda gerçekleri ortaya koyuyor ve bu gerçeklerin tutarlı düşünebilen herkes tarafından görülebilecek kadar açık olduğunu dile getiriyordu.
Eleştirmenler tarafından “acı verecek kadar karamsar” ancak bir o kadar da komik, ya da “dünyanın sonu hakkında kasvetli bir kehanet” olarak tanımlanan bu sözleri ,Cohen “kadim bir kahin” tonlamasıyla dinleyiciye aktarırken, arka planda bir İspanyol gitarından gelen Endülüs ezgileri, şarkıdaki bu derin kasveti yumuşatıyordu.
Cohen, uzun süre vokalistliğini yapan Sharon Robinson’la birlikte yazdığı şarkıda, benzetmeler ve simgelerle hiç vakit kaybetmeden, henüz ilk mısralarda protest mesajını açık bir şekilde vermişti: .
“Herkes zarların hileli olduğunu biliyor, herkes savaşın bittiğini ve iyi adamların kaybettiğini biliyor, dövüş ayarlanmış, fakirler fakir kalır, zenginler zenginleşir, hep böyle gidiyor ve herkes biliyor”
Herkes biliyor…
Şarkıda bir yandan yöneten sınıfa eleştiri getirilirken, bir yandan da insanların açgözlülüğüne de vurgu yapılıyordu:
“Herkes geminin su aldığını ve kaptanın yalan söylediğini biliyor, herkes ceplerini konuşuyor ve herkes bir kutu çikolata ve uzun bir gül istiyor”
Şarkının bir dizesinde ise sanatçı, yaklaşmakta olan vebadan bahsederken AIDS krizine atıf yapıyordu.
“Herkes biliyor, salgının yaklaştığını, herkes biliyor hızlı hareket ettiğini, herkes biliyor çıplak adamın ve kadının, sadece geçmişin parlayan birer kalıntıları olduğunu…”
Elbette bir Cohen şarkısında aşktan söz edilmemesi düşünülemezdi ancak bu hikaye de şarkının karamsar modundan nasibini alıyordu. Sanatçı iki sevgili arasındaki sadakatsizlikten bahsederken konuyu kişisel bir boyuta da taşıyordu.
“Herkes biliyor, beni sevdiğini bebeğim, herkes biliyor sadık olduğunu, bir iki akşam eksik, fazla, herkes biliyor ihtiyatlı olduğunu ama tanışman gereken o kadar insan vardı ki giysilerin olmadan ve herkes biliyor”
Cohen süregelen ırksal eşitsizliğe de değiniyordu: “Herkes biliyor anlaşmanın çürük olduğunu, yaşlı siyah Joe hala pamuk topluyor senin kurdelelerin ve fiyonkların için”
Ne değişti?
Leonard Cohen, 1980’lerin politik ve sosyal dünyasında, liderleri tarafından hayal kırıklığına uğratılmış ve aldatılmış hisseden bir neslin ruh halini yansıtmıştı.
Sanatçının ortaya koyduğu sarkastik, eleştirel bakış, faşist ve yozlaşmış yönetimlerin hala hüküm sürdüğü, ırksal ve finansal eşitsizliklerin artarak devam ettiği günümüz dünyasında da geçerliliğini koruyor.
Ünlü Türk DJ Mahmut Orhan’ın parçayı yeni jenerasyonla tanıştıran Norveçli şarkıcı Sigrid’in yorumuna yaptığı remix, bugünlerde hızla listelerin üst sıralarına tırmanıyor ve “Everybody Knows” “zamansız” bir eser olarak yolculuğuna devam ediyor.
Sigrid 2017.
Remix Sigrid: Mahmut Orhan
*
Kaynakça
Einav D., Everybody Knows-Leonard Cohen’s vision of society rotten to its core, 3 December 2018
Bell J., The Meaning Behind The Song: Everybody Knows by Leonard Cohen, 13.08.2023
Beviglia J., Behind The song Leonard Cohen : Everybody Knows, October 2020
Songfacts, Everybody Knows,
Wikipedia, Everybody Knows, I’m Your Man, Hallelujah
Gürcü tiyatrosu üzerine olan bu yazı dizisi 27. İstanbul Tiyatro Festivali seçkisinde yer alan Sokhumi Devlet Tiyatrosu’nun bir yapımıyla sona eriyor.
Festivale ilk defa katılan Gürcü tiyatrosunun önde gelen kurumlarından Sokhumi Devlet Tiyatrosu, “Geçen Yaz Birdenbire” adlı oyununun prömiyerini 6 Ekim tarihinde Tiflis’te gerçekleştirdikten sonra 30 ve 31 Ekim’de Caddebostan Kültür Merkezi’nde İstanbul seyircisiyle buluştu.
Sokhumi Devlet Tiyatrosu 1885 yılında Abhazya’da kurulmuş. 138 yıllık köklü bir tiyatro geleneği oluşturan topluluk, 1993’teki savaş esnasında faaliyetlerini durdurmak zorunda kalmış. Gürcülerin bölgeden sürülmesi sonucunda da Tiflis’e gelerek faaliyetlerine başkentte devam etmeye başlamışlar. Genel sanat yönetmenliğini David Sakvarelidze’nin üstlendiği Sokhumi Devlet Tiyatrosu, geniş bir repertuvara sahip ve tiyatro sezonunda seyircisine farklı yapımlar sunuyor.
İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında seyrettiğimiz “Geçen Yaz Birdenbire”, Amerikalı yazar Tennessee Williams’ın 1957 yılında yazdığı bir oyun. 1958’de Broadway’de sahnelendikten sonra 1959 yılında beyaz perdeye de uyarlandı.
Hafıza ve hatırlama çatışmasının trajedisi
Oyun, 1930’larda New Orleans’ta geçer. Oyunun odağı ‘geçen yaz’ ölen şair Sebastian’dır. Annesi zengin ve varlıklı Violet ile Sebastian’ın öldüğü adada birlikte tatil yaptığı, baba tarafından akrabası Catherine bu trajik ölümü farklı hatırlar ya da hatırlamak isterler. Oyun bu anı ve hafıza meselesi üzerinden gelişir.
Tennessee Williams’ın en şiirsel oyunlarından biri olarak kabul edilen “Geçen Yaz Birdenbire”de, olay örgüsü ve çatışmalar yalındır. Ancak oyun boyunca seyrettiğimiz diyaloglar ve monologlar bu yalınlığın karşıtını oluşturur. Geçmiş bir olayın, bir diğer deyişle anlatının oyunun kurgusunu belirlemesi nedeniyle Sebastian gibi ‘ölü’ bir gerçeklikle yüz yüze geliriz.
Oyun kişilerinin karakteristik özelliklerini ve davranışlarını da bu geçmiş anlatıların ışığında çözümlememizi ister gibidir Tennessee Williams. Violet’in şimdiyi kurabilmek için geçmişi bitkiler ve hayvanlar alemi üzerinden sembolik olarak anlatması ve oğlunun ölümünü simgeselleştirmesine karşılık, bu trajik ölüme tanık olan Catherine’nin travmatik durumu, oyunun genel çatışmasının bel kemiğidir. Hafıza ve hatırlama çatışmasının sahne üzerinde bu iki karakter üzerinden gösterilmesi öyle bir boyuta gelir ki Violet, Catherine’nin bu ölümü hatırlama biçimini ortadan kaldırmak ister.
Onun bu ‘psikolojik sorunlarının’ lobotomi tekniğiyle düzeltilmesi gerektiğine inanır ve bunu doktor ile tartışır. ‘O sorunlar’ yani o trajik ölümün gerçekliği beyinden bir operasyon yardımıyla alınmalı ve kişi, yani bir başka deyişle toplum, düzeltilmelidir. Özellikle kullanılan bu tabiat ve bilim metaforlarıyla Sebastian’ın ölümündeki giz perdesi aralanmaya başlar.
Toplumsal cinsiyet eşitsizliğine ‘sınıfsal’ bir ayna
Amerikalı yönetmen Jason Hale’in yönettiği “Geçen Yaz Birdenbire” yapımında Petr Voznesensky’in sahne tasarımı Violet’in bahçesinde vuku bulan bu olayları gerçekçi bir tasarımla seyirciyle buluşturuyor. Ancak oyunun finaline kadar sis içinde seyrettiğimiz bu olaylar, sahnede seyredilenin gerçekliğini sorgulatır nitelikte. Finalde Catherine’nin Sebastian’ın ölümünü anlattığı gerçek ile fantastik arasında yine metaforlarla kurulmuş monoloğunda ise artık odak sadece Catherine’dir. Sis dağılmış, Catherine pusun içinden tüm ışığı toplamış ve tanıklığını sonuna kadar bizimle paylaşabilecek bir alana kavuşmuştur.
İşte o alan tam da toplumsal cinsiyet ve sınıf arasındaki ilişkiyi; iç içe geçmiş derin çatışmasını hissettiğimiz, toplumun ahlakî ve özellikle de homofobik yapısını gözler önüne seren bir final sunuyor seyirciye.
Bir misk sığırı ailesi, Batı Grönland tundrasını geçen küçük insan kafilesine bakan sarp tepeler boyunca gümbür gümbür ilerliyor. Ekolog VáclavaHazuková önderliğinde, diz boyu söğüt ve huş ağaçlarının arasından geçerken tempolu bir yürüyüş gerçekleştiriyoruz. Hazuková, neredeyse yarı boyundaki ekipman dolu bir çantanın altında öne doğru eğilerek “yastık ve şiltelerin” – yağmurla ıslanmış donmuş toprak çukurlarının arasına serpiştirilmiş bitki tepeciklerinin – üzerinden yüksek adımlarla geçiyor. Hazuková’nın sırt çantasından sarkan kano küreklerinin çifte sapları bize varacağımız istikameti tarif ediyor: Bu hedef, yaklaşık iki saat uzaklıktaki yonca şeklindeki küçük bir göl olan SS85 Gölü.
SS85 Gölü, yüksek Grönland Buz Tabakası ile Labrador Denizi arasındaki 90 mil (166.68 km) genişliğinde bulunan bu kara parçasını kaplayan yüzlerce gölden yalnızca biri. Yüzyıllar boyunca 85 Gölü ve çevresindeki su kütleleri yılın büyük bir bölümünde buzla kaplıydı. Ne var ki, Toronto‘daki York Üniversitesi‘nde görev yapan biyolog Sapna Sharma‘ya göre, küresel iklim değişikliği sonucunda ısınan yüksek rakımlı göllerde – kuzey Amerika Birleşik Devletleri ve Kanada‘dan İskandinavya ve Sibirya‘ya kadar — yaşanan buz kaybı, bir önceki yüzyıla nazaran ortalamada bir hafta erken çözülüp 11 gün gecikerek donmaya başladı. Geçtiğimiz 25 yıl içinde buz kaybı oranı 60 kattan fazla arttı. Sharma, kuzey göllerindeki hava sıcaklıklarının dünyadaki göl ortalamasının iki katından daha hızlı arttığını ifade ediyor. Üstelik iklim değişikliği hiçbir coğrafyada Kuzey Kutbu‘nda olduğu kadar hızla yaşanmıyor.
Bu karbon yutaklarının ve kaynaklarının kaydedildiği kayıt defteri, gelecekte yaşanacak Dünya iklim değişikliğini öngörmede bilim insanlarınca başvurulan modellemelere ışık tutuyor.
Tayga ormanları ve buzullaşmamış kutup alçak bölgeleri, Dünya’nın göl bakımından en elverişli canlı ortamı olup, yüzölçümü itibarıyla gezegen üzerinde bulunan göllerin neredeyse yarısına ev sahipliği yapar. Elde edilen kesin veriler yetersiz kalsa da, 2015 yılında yapılan uydu tabanlı bir envantere dayanarak Kuzey Kutbu’nda yaklaşık 150.000 mil karelik (388.4982km²) bir alanda yaklaşık 3,5 milyon göl olduğu öngörülüyor. Öte yandan, bu ücra kuzey coğrafyasında araştırmalar yürütmenin güçlüğünden ötürü, bu uçsuz bucaksız tatlı su ekosistemlerinin süregelen köklü değişimlere verdiği tepkiler konusunda nispeten pek az veri bulunuyor.
‘Yutaklar kaynaklara mı dönüşüyor?’
Bilim insanlarının akıllarındaki önemli sorulardan biri yükselen sıcaklıkların, buzul mevsiminin giderek kısalmasının ve Kuzey Kutup Bölgesi’nin pek çok kesiminde öngörülen yağış artışının göllerdeki karbon döngüsünü nasıl etkileyebileceği. Bu döngü kısaca, karbondioksit ve diğer sera gazlarını serbest bırakarak suda yaşayan mikropların organik maddeleri parçalaması ve iskeletlerini oluşturmak üzere karbondioksit alıp oksijen açığa çıkaran fitoplanktonların — sularda yaşayan ve su hareketleriyle pasif olarak yer değiştiren bitkisel organizmalar — yaptığı hareketleri tarif eder. Aldıkları karbondioksit miktarından daha fazlasını açığa çıkaran göller net karbon kaynakları iken, atmosferden karbondioksiti dengeli bir oranda uzaklaştıranlar ise yutak alanlardır.
Kuzeydeki donmuş göller, binlerce yıl boyunca tortularında bulunan devasa karbon depolarını muhafaza etti. Peki değişmekte olan Kuzey Kutup Bölgesi koşulları, iklim değişikliğini hızlandırabilecek emisyonları tetikleyerek yutakları kaynaklara mı dönüştürüyor? İşte bu sorunun yanıtını bulabilmek umuduyla ABD‘deki Maine, Orono kentinde faaliyet gösteren Maine Üniversitesi İklim Değişikliği Enstitüsü’nde ekoloji [çevrebilim] dalında doktorasını yapmakta olan Hazuková bu konuda çalışmalar yürütüyor.
University of Maine araştırmacıları Václava Hazuková ve Ansley Grider Batı Grönland’daki gölleri incelemek için tundra üzerinde yürüyüş yapıyor. Fotoğraf: Mariusz Potocki.
Hazuková, “Kuzey Kutbu’ndaki karbon bütçesini kavramaya çabalıyoruz” diyor: “Bu konuda sorumluluk almak çok önemli: Bu karbon yutaklarının ve kaynaklarının kaydedildiği kayıt defteri, gelecekte yaşanacak Dünya iklim değişikliğini öngörmede bilim insanlarınca başvurulan modellemelere ışık tutuyor. Ne var ki günümüzde yapılan hesaplamalar “neredeyse yalnızca toprağa ve bitki örtüsüne odaklanıyor. Tatlı sular bu hesaplamaya hiç dâhil edilmiyor.”
Dev orman yangınlarına eşdeğer CO2 salıyorlar
Kanada‘nın Ontario eyaletindeki Kingston kentinde bulunan Queen’s Üniversitesi’nde paleolimnoloji uzmanı olan John Smol da bu tür tatlı su sistemlerinin bazılarının “çok ama çok çabuk” değişime uğradığını söylüyor. Daha evvelki çözülmeler ve daha sonraki donmalar sayesinde göllerin maruz kaldığı ışık, sıcaklık ve atmosfere maruz kalma miktarını artıyor. Bu etkiler, Smol’un üzerinde onlarca yıldır çalıştığı Kanada’nın Ellesmere Adası‘nda bulunan göller misali yüksek enlem derecelerinde etkisini iyice hissettiriyor. Bu adada yaz aylarının buzsuz geçme süresinin eskiden en fazla altı hafta olduğunu ifade ediyor. Kuzey Kutup Bölgesi’nde gerçekleşen 24 saatlik gün ışığıyla birlikte, buz örtüsü altında geçirilen sürenin daha az olması, göllerin güneş altında çok daha fazla zaman geçirmesine yol açıyor.
Bölgede bulunan göllerde büyük bir çeşitlilik söz konusudur ve iklim değişikliği bölgelere özgü biçimde tezahür ediyor. Donmuş toprakların hızla çözülerek bir zamanlar donmuş olan bitki ve diğer organik madde depolarını göllere bıraktığı bölgelerde, mikroplar bu fazladan karbonla beslenerek karbondioksit ve metan açığa çıkarıyor. Örneğin Amerika Birleşik Devletleri‘ne bağlı Alaska eyaletinin Fairbanks kenti ve ilçe merkezindeki Big Trail Gölü benzeri termokarstik göller gözle görülür derecede sera gazı emisyonuyla dolup taşıyor. Kanada’nın Kuzey Ormanları’nda 2017 yılında yapılan bir araştırmaya göre, göllerden kaynaklanan yıllık toplam karbondioksit emisyonları, son dönemdeki aşırı orman yangınlarından evvelki dönemde çıkan orman yangınlarına eşdeğer bir orana denk geliyor.
Batı Grönland’dan elde edilen veriler, Kuzey Kutup Bölgesi’ndeki benzeri kurak alanlar konusunda kritik bir bilgi açığının giderilmesine katkıda bulunacak. “
Ne var ki artan bu emisyonlar, en azından kısmen, çok az miktarda karbon yayan ve hatta karbonu sünger gibi içine hapseden göllerle telâfi edilebilir. Biyojeokimyacı Matthew Bogard, Alaska’nın Yukon Nehri Havzası’nda 2019 yılında yürüttüğü bir araştırmada, bu düz ve kurak bölgede bulunan göllerin “önemsenmeyecek kadar az” karbondioksit (CO2) emisyonu ürettiğini tespit etti. Şu anda Kanada’nın Alberta eyaletinde bulunan Lethbridge Üniversitesi‘nde görev yapan Bogard, bunun nedeninin bu tür göllerin çevresindeki araziyle çok az miktarda hidrolojik bağa sahip olması, yani dışarıdan akan suyoluyla göllere neredeyse hiç organik madde taşınmaması olduğunu belirtiyor.
Bogard, Kuzey Kutup Bölgesi emisyonlarına dayanan verilerin genelde düzensiz olduğunu kabul ediyor. “Üzerinde yeterince araştırma yapılmamış bölgelerde elde edilecek daha fazla veriye gereksinim duyuyoruz.”
Oysaki bir gölün ürettiği gaz miktarını belirlemek, göl tabanına sabitlenmiş bir dizi algılayıcıyı yerleştirebilmek üzere arazide saha çalışması yapmayı ve bu algılayıcıları geri almak üzere de bir başka yolculuğa çıkılmasını gerektiriyor. Bunun karşılığı da epeyce yürüyüş yapmak demek oluyor.
Hazuková’nın Temmuz 2023’te Batı Grönland’da Kangerlussuaq yerleşim biriminde bulunan araştırma sahasını ziyaretim esnasında tundra üzerinde yürürken, Hazuková bu çalışmanın amacını “Bu kurak arazideki göllerden kaynaklanan karbondioksit emisyonlarının ilk defa birden fazla sezonda ölçümünü gerçekleştirebilmek” olarak açıklıyor.
Tıpkı Yukon Nehri Havzası‘nda bulunan göller misali, Batı Grönland’daki göllere de çevrelerinden gelen su miktarı çok az ve Hazuková normal şartlarda yağmursuz geçen yazlar süresince bunların karbon yutakları olmasını ümit ediyor. Hazuková, Batı Grönland’dan elde edilen bu verilerin, Kuzey Kutup Bölgesi’ndeki göl alanlarının yaklaşık yüzde 25’ini kapsayan benzeri kurak alanlar açısından kritik bir bilgi açığını gidermeye katkıda bulunacağına vurgu yapıyor.
Grönland’da donmuş bir göldeki metan kabarcıkları. Fotoğraf: Adam Sébire
Öte yandan geçtiğimiz yıl pek de olağan bir yaz havası yaşanmadı. Avrupa Birliği‘nin (AB) Copernicus İklim Değişikliği Servisi‘ne göre, 2023 yılı Kuzey Yarımküre genelinde kayıtlardaki en sıcak yaz mevsimi olacak. Batı Grönland’da her geçen günün ardından yağmur yağdığını görüyoruz. Bu olağanüstü hava şartları konusunda Kangerlussuaq‘taki herkesin diline pelesenk olmuş durumda. Buranın eski yerleşimcilerinden biri olan Vivi Grønvald, hayatında böylesine yağışlı bir yaz görmediğinden dert yanıyor: “Sanki hayatımızda daha önce böyle bir yaz yaşanmamış gibi.”
Maine Üniversitesi‘nin Climate Reanalyzer’ını geliştirmekle görevli iklimbilimci Sean Birkel, geçen ağustos ayında yayımladığı bir analizinde, mayıstan temmuza kadar olan dönemde 1940 yılına kadar uzanan Batı Grönland bölgesi yıllık yağış rekorlarının kırıldığını tespit etti. Birkel, sezondaki aşırı yağışları, muhtemelen 2023 El Niño‘su ile ilgili olan alışılmadık derecede zayıf Kuzey Atlantik rüzgarları da dahil olmak üzere büyük sirkülasyon anomalilerine bağladı.
Bu kadar yağışın ardından ortaya çıkan tablo karşısında göl konusunda uzman bilim insanları için işler iyice sarpa sarıyor. Bölgede 10 yıldan uzun bir süredir çalışan Maine Üniversitesi ekolojisti Jasmine Saros, genellikle bu tür göllerin kristal berraklığında olduğunu söylüyor. Ne var ki bu yıl su kahvenin rengine bürünmüş. Saros, “Bu gölleri ilk kez böyle görüyorum” diyor: “Renkleri öyle koyu ki.”
Geçtiğimiz son yıllarda Grönland’ın yıllık ortalama sıcaklığı 3°C arttı ve göllerdeki buzlar bir hafta erken çözülmeye başladı.
Bu durumda berrak olmayan suyun, ekibin dört ay önce yerleştirildikleri yarım düzine gölden CO2, çözünmüş oksijen ve ışık sensörlerini geri almasını neredeyse imkansız hale getiriyor.
Hazuková ve Maine Üniversitesi’nde doktora sonrasında araştırma yapan meslektaşı Mariusz Potocki, SS85 Gölü’nde tayganın üzerinden geçirdikleri küçük bir şişme botu suya indirdi. Önümüzdeki birkaç saat boyunca, bir dizi ölçüm aletinin bulunduğu koordinatların civarında daireler çizerek döndüler. Potocki kürek çekerken, Hazukova bir elinde GPS konum belirleyici, diğerinde şemsiye tutarak göl yüzeyine siper olmaya çalışıyor ve böylece aşağıdaki puslu derinlikleri görebiliyordu. Derken bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaya başladı, sonra dolu yağdı. Daha sonra tekrar yağmur yağdı. En sonunda bu işten vazgeçtiler.
Ertesi gün daha başarılıydılar. ”SS1590” (Danimarka ve Grönland Jeolojik Araştırmaları bu sayıları belli bir sıraya göre vermemiştir) adlı tablo gibi bir gölde Hazuková ve yardım ekipleri tekrar kürek çekti. Her ne kadar bu 1590’da 85 kadar karanlık olsa da, bu kez Saros kıyıdan izlerken üç algılayıcıyı da bulup çıkardılar. Göl havzası minicik fuşya renginde orman gülleriyle [rhododendron ponticum] ışıl ışıldı, ayrıca her yer — ren geyiği olarak da bilinen Rangifer — karibu dışkılarıyla doluydu. Hayvanların beyaz kürk kümeleri, ptarmiganların [kar kekliği ya da kar tavuğu, ak keklik ”Lagopus”] saklandıkları yerlerdeki söğütlüklerde uçuşuyordu. Ufuktaki dağların üzerinden ise mazgallarla kaplı bir buz kubbesi görünüyordu.
Batı Grönland’daki bir gölden tortu çekirdeği çıkarmakta olan Hazuková, önde ve Maine Üniversitesi araştırmacısı Jasmine Saros. Fotoğraf: Mariusz Potocki
Bölgenin göl ekosistemleri değişken iklime yanıt verirken Saros birtakım büyük değişiklikler gözlemledi. Geçtiğimiz yüzyılın sonlarından bu yana Grönland’ın yıllık ortalama hava sıcaklığı 3 °C arttı. Göllerdeki buzlar, bir hafta önce neredeyse aniden çözülmeye başladı.
Ancak şimdi, “değişkenlik giderek artıyor” diyor Saros. Tıpkı devrilmeden önce yalpalayan bir tepe misali, son birkaç yıldır buzların çözülme zamanı “erken” ve “geç” arasında gidip geldi. Olağandışı derecede bulutlu geçen gökyüzü şartları altında bu yıl buzlanma epey gecikti. Saros, yağan yağmurun malzemeyi tundradan içeriye taşımasıyla birlikte göllerdeki karbon miktarının — ve buna bağlı olarak CO2 üretiminin — artmasını bekliyor.
Bu durum, gece olunca laboratuvar ortamında netlik kazanıyor. Uzun bir yürüyüş, yük taşıma ve kürek çekme gününün ardından Hazuková ve Saros, elde ettikleri günlük verileri incelemek üzere Kangerlussuaq’taki Ulusal Bilim Vakfı (NSF) araştırma merkezindeki ekipmanlarla dolu çalışma yerlerine yerleşiyor.
Hazuková, sayılarla dolu bir bilgisayar ekranına eğilerek, “Karbon algılayıcılarından şu ana kadar elde ettiğimiz tüm bu veriler, göllerin tamamının birer karbon kaynağı olduğunu gösteriyor” diyor: “Nisan ayından bugüne kadar tüm göller karbon kaynağıydı.”
Göldeki emisyon artışı Kuzey Kutup Bölgesi’nin buzlarını çözmesini hızlandırabilecek, bu da daha fazla emisyona ve daha fazla buz çözülmesine yol açacaktır.
Bu, araştırmacıların beklentisinin aksine bir gelişme. Hazuková, “Bu çalışmaya başlamamızdaki neden, bu göllerin en azından yaz aylarında karbon yutakları olacağını düşünmemizdi… zira solunuma katkı sağlayacak miktarda organik madde almıyorlardı. Ama bizim bu yıl gördüğümüz eşi benzeri görülmemiş bir tablo oldu” diye açıklıyor.
Aslına bakılırsa bu o kadar görülmemiş bir şeydi ki, Hazuková ve Saros bir kez daha incelemek üzere Ağustos ayında Kangerlussuaq’a geri döndü. Aynı güzergâhı hızla yürüyerek bir haftada yaklaşık 60 mil (100 km) mesafe kat ettiler. Hava, Batı Grönland’da her zamanki yağmursuz ve uzun yaz güneşli günlerine geri dönmüştü. Hazuková, göllerin hâlâ kahverengileştiğini, ancak karbondioksit seviyelerinin azaldığını ve bazılarının yeniden yutak işlevi görmeye başladığını söylüyor.
Elbette alışılmadık bir yıl olması, bir eğilim anlamına gelmiyor. Üstelik hiçbir göl aynı hareketi sergilemez: Genel karbon bütçesini belirleyen şey net kazanç ya da kayıplarıdır. Yine de bu göllerin hava koşullarındaki değişime verdiği hızlı tepki, ufkun ötesine bir bakış sunabilir. Normal şartlarda karbon biriktiren göller, eğer daha sıcak ve daha yağışlı Kuzey Kutup Bölgesi’nde bunu zaten aşırı yüklü olan atmosferimize bırakmaya başlarsa, Bogard “bunun iklim sistemi üzerinde olumsuz bir geri bildirim etkisi yaratacağı açıktır” diyor.
Göldeki emisyon artışı Kuzey Kutup Bölgesi’nin buzlarının çözülmesini hızlandırabilecek, bu da daha fazla emisyona ve daha fazla çözülmeye yol açacaktır. Bu etkiler tüm dünyada hissedilecektir.
Smol ekliyor: “Kuzey Kutup Bölgesi’nde yaşananlar hepimizi etkiliyor. Her ne oluyorsa önce bu coğrafyada başlıyor.”
Sincap öfkeyle bağırıyor. Öfkesinin nedeni ağacın dalında şarkı söyleyen Alakarga. Sincap “başım çatladı git başka yerde öt” diye azarlıyor onu. Alakarga çok güzel fakat sesi tahammül edilir gibi değil. Oradan uzaklaşıyor Alakarga -ki ona Kestane Kargası da diyorlar- konduğu ceviz ağacında Kedi’nin hışmına uğruyor: “İleride çayırlığa git, beni de rahat bırak.”
Alakarga çayırlığa öterek gidiyor ama Meşe ağacının altında susuyor. İbibiklerkeçi ve tavşanın müziğinde halay çekiyorlar. Salkımsöğütün yanındaki gölde Suna dans ediyor hemen yanında kurbağa nilüfer çiçeğini izliyor. Alakarga sazlıkta beşik gibi sallanan kayığı ve içinde uyuklayan yaşlı adamı, yeşilbaş ördekleri,çobanaldatanların yusufçukları kovalamasını, sülünleri,karabiber ağacının altında yaşlı ninenin torununa masal anlatmasını iki Angut’un onları dinlemesini ve daha bir çok şey görüyor.
Kendin sesinin büyüsüne kapılan karga
“Seyrederim Dünyayı” kitabı konuşmak ve susmak karşıtlığının hayattaki tezahürlerini okurla buluşturuyor. Alakarga sürekli öterken kendisinden başka bir şey duymuyor. Üstelik her kendine aşırı dönük bireyin yaptığı gibi çevreye zarar verdiğinin farkında olmuyor. Ne zaman ki susmayı başarıyor önünde muhteşem bir dünya açılıyor. Her sayfa farklı kahramanlarla farklı hikayelere perde açıyor. Alakarga geldiği çayırda gördüklerinden sonra görülecek yerlerin hayalini kurabiliyor. Küçük dünyası duymayı ve görmeyi başarabildiği oranda genişliyor.
Çocuk okurlar için kuş, ağaç ve diğer canlı türlerinin isim ve görsellerini görerek öğrenme sağlayan kitap aynı zamanda susmanın görmeye dönüşmesiyle çocuklarda farkındalık geliştiriyor. Görseller detaylar üzerinde titizlikle çalışıldığını ele veriyor. Metin ve görseller kitabın keyifle takip edilmesini sağlıyor.
Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan Seyrederim Dünya’yı kitabının yazarı Filiz Özdem çizeri ise Ayşe İnan.
Filiz Özdem
(İstanbul, 19 Temmuz 1965) İtalyan Lisesi’nden mezun olduktan sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümünü bitirdi, aynı bölümde yüksek lisans yaptı. Çeşitli dergi ve gazetelerde şiirleri, yazıları, yorumlayıcı sanat metinleri ve çevirileri yayımlandı. İtalyan yazarlardan pek çok kitap çevirdi. Roman ve çocuk kitapları YKY’de yayımlandı.
Olivia Dreizen Howell, 7 ve 9 yaşlarındaki çocuklarıyla birlikte PBS kanalında yayınlanan popüler bir çocuk dizisi Molly of Denali‘yi izlerken iklim dersi almayı beklemiyordu. Ama öyle oldu:
Hayali Qyah köyünde yaşayan 10 yaşındaki Alaska yerlisi ve vlogger Molly, arkadaşlarıyla birlikte eski bir kulübeyi ziyarete gider. Oraya vardıklarında kulübenin yere batmaya başladığını görürler. “Not So Permafrost*” adlı bölüm, Molly’nin sığınağının neden battığını ortaya çıkarmasını konu alıyor. (*Permafrost kalıcı olarak donuk olan arazi anlamına gelir, bölümün ismi eriyen permafrost arazilere atıfta bulunuyor.) Dreizen Howell ve ailesinin iklim krizini tartışabilmeleri için bu rastlantı, beklenmedik bir fırsat oldu.
Huntington, New York‘ta yaşayan Dreizen Howell, “Farklı kültürler, iklim değişikliğinin soğuk iklimleri nasıl etkilediği ve bununla nasıl mücadele edebileceğimiz hakkında konuşmamızı sağladı” diyor.
Pek çok ebeveyn gibi Dreizen Howell da giderek ısınan bir gezegende çocuklarının geleceği konusunda endişeli. Çocukları otuzlu yaşlarına geldiğinde, New York’ta yılda ortalama 57 gün 90 derecenin üzerinde olacakken, bu sayı günümüzde ortalama 18.
Ancak Montessori okullarındaki bilim dersleri hakkında konuşmak dışında, onlarla kriz hakkında herhangi bir şey konuşmadığını hatırlıyor:
“Dizi bu konuyu konuşmamıza yardımcı oldu. Gece yatmadan önce izledik ve artık dünyanın ne kadar farklı olduğunu, gezegenimize sahip çıkmak için neler yapabileceğimizi konuştuğumuz çok güzel bir andı.”
İklim değişikliğini konu alan çocuk programları hala çok az
Çocuk programları iklim krizini giderek daha fazla ele alıyor. Nisan ayında Apple TV, Jane Goodall’ı ilham alan, nesli tehlike altındaki türlerin izini süren genç bir çevreciyi anlatan “Jane” dizisini yayınladı. Netflix’teki Octonauts: Above and Beyond‘da ekip, değişen iklime karşı hayvanları ve yaşam alanlarını kurtarma göreviyle dünyayı dolaşıyordu. Susam Sokağı ve PBS‘deki City Island gibi diğer programlar da iklimle alakalı bölümler yayınladı.
Uzmanlar, bu tür dizilerin ailelere stresli bir konuda konuşacak uygun dili bulmalarında yardımcı olabileceğini söylüyor.
Pennsylvania Eyalet Üniversitesi‘nde profesör olan ve bir savunuculuk grubu olan Bilim Anneleri‘nin üyesi Erica Smithwick, “[İklim krizi] hakkında konuşmamız gerek ve programlar, ebeveynlere çocukların izledikleri hakkında sorular sorup ortaya ne çıktığını görmeleri için bir yol olabilir” diye konuşuyor.
Film ve televizyonda iklim hikayelerinin sayısını artırmayı amaçlayan, kar amacı gütmeyen bir kuruluş olan Good Energy‘nin iklim araştırmaları ve danışmanlık programları yönetici yardımcısı Alisa Petrosova‘ya göre ise bu diziler istisnai durumlar.
2022 yılında Good Energy, yaklaşık 38.000 senaryolu dizi ve filmin analizini yayımladı. Petrosova, “[Analiz edilen senaryoların] yalnızca yüzde 2,8’i iklim değişikliği ile ilgili anahtar terimleri içeriyordu” dedi. Anahtar terimler arasında “iklim değişikliği”, “fracking”, “küresel ısınma” ve “gezegeni kurtar” yer alıyordu. Good Energy, 2027 yılına kadar bu rakamın hem çocuklar hem de yetişkinler için tüm programların yüzde 50’sine ulaşmasını hedefliyor.
(Good Energy yakın zamanda sona eren Amerika Yazarlar Birliği grevine bağlı kalmak adına Sinema ve Televizyon Yapımcıları Birliği ile danışmanlık projelerine ara vermiş olsa da grev parametreleri dahilinde bağımsız yapımcılara danışmanlık yapmaya devam ediyor).
‘Konuşmaktan kaçınma’ çocukları daha çok kaygılandırabilir
İklim bağlantılı ruh sağlığı konusunda uzmanlaşmış bir terapist olan Leslie Davenport‘a göre iklim krizi gibi korkutucu konuları çocuklardan gizlemek istemek, doğal bir bakım veren tepkisi. Fakat konudan kaçınmak özellikle de çocuklar zaten iklim değişikliğini muhtemelen bildikleri ve endişe duydukları için faydadan çok zarar getirebilir.
Davenport, “Uyuşturucu, cinsellik ve ölüm gibi pek çok hassas, neredeyse tabu olan konu var,” diyor: “Ancak bakım verenlerin konuşmaktan kaçınması daha fazla kaygı oluşturabilir.”
Siena College Araştırma Enstitüsü tarafından 2022 yılında yayınlanan bir rapora göre, her 10 Amerikalıdan yaklaşık sekizi iklim değişikliğinin “çok” veya ” kısmen ciddi” bir sorun olduğu konusunda hemfikir, ancak çocuklu ailelerin sadece yarısı (yüzde 49) çocuklarıyla bu konuyu konuştuklarını belirtiyor. Yine de, çocuğu olan her 10 katılımcıdan 3’ü çocuklarının iklim değişikliği konusunda endişe duyduklarını kendilerine söylediklerini belirtmiş.
Molly of Denali‘nin yapımcısı ve kendisi de bir Alaska yerlisi olan Yatibaey Evans, programın Alaskalıların iklim değişikliğiyle nasıl başa çıktıklarına dair farkındalık yaratmaya yardımcı olduğunu ve nesiller arası kriz tartışmalarını harekete geçirdiğini anlatıyor: “Çevremizin değiştiği bu dönemde çocuklarımızın dayanıklılığını artırmaya nasıl yardımcı olacağımızı öğrenmek isteyenlerin sayısının büyük ölçüde arttığını görüyoruz. Atalarımızın bilgeliğinden nasıl güç alabileceğimizi de görüyoruz.”
(Ticari olmayan bir kamusal TV programı olan Molly of Denali, Amerika Yazarlar Birliği (WGA) ya da Oyuncular Birliği grevlerinden etkilenmemiştir).
‘Çocuk programları karamsar olmaktan kaçınmalı’
Savunuculara göre, iklim değişikliğiyle ilgili çocuk programları tümüyle karamsar olmak zorunda değil – hatta olmaması gerekir. “Nörobilim, insanların gülüp dans ettiklerinde daha farklı bir şekilde öğrendiklerini göstermiştir” diyen Petrosova, “Her bir iklim anlatısının güldürmesi gerekmez ama yine de hikayeleri birleştirmek için drama ya da komedi gibi en eğlendirici yolların neler olduğunu bulmak önemli” diye konuşuyor.
Tabii ki çocukların iklim krizi hakkındaki tüm eğitim ya da kaygılarını giderme görevini ekranların üstlenmesini kimse tavsiye ediyor değil. Amerikan Pediatri Akademisi, iki yaş altı çocuklar için ekran süresinin denetim altında, eğitici programlarla ve iki ila beş yaş arası çocuklar için de günde 1-3 saatle sınırlandırılmasını öneriyor).
Konunun ciddiyeti göz önüne alındığında, iklim programlarına sohbetlerin eşlik etmesi gerektiğini belirten Smithwick, insanların sorunları çözmek için bir araya gelme yollarını vurgulayarak gençlerin iklim karamsarlığı ve kaygısından kaçınmalarına yetişkinlerin yardımcı olabileceğini sözlerine ekliyor:
“İklim değişikliği iletişiminin genellikle çok kötü olmasından endişeliyim. [Durum] vahim, ama aynı zamanda karşılaştığım çözümlerden her gün daha fazla ilham alıyorum ve çocukların da bu mesajları anlaması gerçekten çok önemli.”
Mersin Limanı ile Çamlıbel Balıkçı Barınağı arasındaki bölgede son 15 günde çok sayıda deniz kaplumbağasının boğulmuş ya da parçalanmış olarak bulunması yetkilileri harekete geçirdi. Ölümlerin Mersin Limanı’ndaki derinleştirme çalışmasının ardından arttığı belirtildi. Mersin Üniversitesi’nden Prof. Dr. Deniz Ayas, aslında açık deniz canlısı olan kaplumbağaların, burada beslenme olanağı buldukları için davranış değiştirdiklerine ve liman ile Çamlıbel Balıkçı Barınağı’nda kalıcı olduklarına dikkat çekti.
Mersin Büyükşehir Belediyesi Çevre Koruma Dairesi Başkanlığı’na bağlı deniz denetim ekipleri, son bir ay içinde Atatürk Parkı ile Çamlıbel Balıkçı Barınağı arasındaki bölgede 20 deniz kaplumbağası cesedi buldu. Ekipler ayrıca bazı yerlerde toplu balık ölümleri de gözlemledi.
Sahadaki bu gelişmeleri Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Müdürlüğü’yle paylaşan Büyükşehir Belediyesi, kaplumbağalarının parçalanarak ölmesinin limandaki derinleştirme çalışmalarının başlamasının ardından görüldüğüne dikkat çekerek Uluslararası Mersin Limanı İşletmecisinden (MİP) konuyla ilgili bilgi talep etti.
Ölümlerin sürmesi üzerine Mersin Büyükşehir Belediyesi, Çevre ve İklim Değişikliği Müdürlüğü ve Mersin Limanı İşletmecesi yetkilileri bir araya gelerek konuyu değerlendirdi. Kurumların çağrısı üzerine Mersin Üniversitesi Su Ürünleri Fakültesinden Prof. Dr. Deniz Ayas liman sahası ve Çamlıbel Balıkçı Barınağı sahasında incelemelere başladı.
‘Derinleşme çalışmalarıyla ölümler arttı’
Bu bölgede geçmişte de kaplumbağa ölümleri görüldüğüne değinen Prof. Ayas, liman işletmecinin derinleştirme çalışmalarına başlamasının ardından kaplumbağa ölümlerinde artış olduğuna dikkat çekti.
“Geçmişten bugüne Çamlıbel Balıkçı Barınağında ve liman sahasında ağda boğulma, pervane kesiği gibi nedenler kaplumbağa ölümleri görülüyor. Liman derinleştirme faaliyetlerinin ardından bunda artış meydana geldi. Son üç gündür ölüme rastlanmadı. Bundan sonra alınacak tedbirlerle ölüm olacağını sanmıyorum.”
“Kaplumbağalar göç etmiyor, barınakta kalıyor’
Çamlıbel Balıkçı Barınağı’nda balıkçıların ve restoran teknelerinin olduğunu belirten Ayas, balıkçıların ve restoranların balık artıklarıyla ya da ıskarta balıklarla Caretta caretta kaplumbağalarını beslediğini, beslenme kolaylığı nedeniyle kaplumbağaların bir kısmının davranış değişikliği göstererek açık denizlere göç etmek yerine barınak içerisinde kaldığını vurguladı.
Barınaktaki kaplumbağa sayısının arttığının gözlendiğine dikkat çeken Ayas şu bilgileri verdi:
“Burada aynı zamanda endüstriyel bir faaliyet de var. Caretta bireylerin bu alanda artması endüstriyel faaliyetlerinden etkilenmeleri sonucunu da doğuruyor. Carettalar nisan ayınca yumurta bırakmak için açık denizden sahillerimize gelirler. Daha sonra burada yuva çıkışları olur. Ağustosun sonuna doğru kaplumbağalar açık denize tekrar çekilirler. Davranış değişikliği gösteren carettalar nedeniyle Çamlıbel Balıkçı Barınağı kaplumbağa havuzuna dönüşmüş. Buradaki bireyler ana popülasyon dışında burada kalıyorlar. Herhangi bir göç davranışı göstermiyorlar. Bu da bu tür için ciddi riskler oluşturuyor. Burada kaplumbağa besleme faaliyetinin engellenmesi gerekiyor. Eğer bu engellenirse burada kalıcı olan bireylerin sayısının artması engellenir. Burada var olan popülasyonun da ana popülasyona katılması için buradaki bireylerin açık denize ya da başka alanlara taşınması gerekiyor”
Prof. Dr. Deniz Ayas.
“Besleme faaliyetine son verilmeli’
Mersin Karaduvar’dan Antalya Kemer’e kadar birçok balıkçı barınağı ve yat limanlarını gezdiklerini belirten Ayas, “Hiçbir yerde bu kadar çok sayıda kaplumbağa bireyi görmedik. O limanlarda bir iki tane karşınıza çıkar ama burada yüzlercesi Mersin Limanı ve Çamlıbel Balıkçı Barınağı içinde duruyor. Çamlıbel Balıkçı Barınağı ile Mersin Marina’yı karşılaştıralım. Marina’da ne balıkçılar var ne de restoran tekneler var. Dolayısıyla kaplumbağa da yok. Buradaki temel espri bu kaplumbağaların bu göçlerini yapabilmeleri için, doğal davranışlarını sürdürebilmeleri için buradaki besleme faaliyetinin bir an önce ortadan kaldırılması gerekiyor” diye konuştu.
Belediye Meclis üyesinden liman işletmesine: Onlarca hayvanın ölümüne neden oldunuz
Uluslararası Mersin Limanı işletmecisinin derinleştirme çalışmalarının ardından çok sayıda kaplumbağanın ölmesi, limanla ilgili tartışmaları yeniden gündeme taşıdı.
Mersin Büyükşehir Belediye Meclisi üyesi Abdurrahman Yıldız, liman işletmecisinin Atatürk Parkına doğru genişlemek istediğine dikkat çekti:
“Ne kadar gizlemeye çalışsanız da temizlik işlerini gece vardiyasına bıraksanız da, bu kent küçük, duyuluyor. Onlarca carettanın ölümüne sebep oldunuz, oluyorsunuz. Bunun da vebali, suçu büyük. Çünkü carettalar yasal koruma altındalar. Kılına zarar gelmesin diye gönüllüler yıllardır saçlarını süpürge ediyor. Solungaçlarına balçık dolduğu için ölen binlerce balığı söylemiyorum bile. Hâsılı yeni bir konteyner limanı yapmak ve sorunları daha köklü ve kalıcı bir biçimde çözmek varken, palyatif çözüm arayışlarıyla hem denizin, hem de karanın dengesini bozup viran ediyorsunuz. Ne için? Singapur‘lu şirket daha az bedelle maksimum kar elde etsin ve kazandığı her kuruşu yurt dışına götürsün diye.”
Avrupa‘nın batı bölgelerinde Ciaran Fırtınasıetkili oluyor. Hızı saatte 200 kilometreyi bulan şiddetli fırtına kıtanın birçok kentinde hayatı olumsuz etkiledi.
Fırtınada devrilen ağaçlar yüzünden Belçika, Fransa, Hollanda, Almanya, İtalya ve İspanya‘da can kayıpları yaşandı.
Ölenlerin en küçüğünün beş yaşındaki Ukraynalı bir çocuk olduğu açıklandı.
İtalya’da beş kişi öldü
Fırtınanın dün gece saatlerinde ulaştığı İtalya‘da da ülke genelinde etkisini gösteren yağışlı ve kuvvetli rüzgarlı hava, özellikle Toskana ve Veneto bölgelerinde sel ve taşkınlara neden oldu.
Toscana’daki Bölgesel Yönetim Başkanı Eugenio Giani, sosyal medya hesaplarından yaptığı açıklamada, bölgelerinde aşırı yağışlar sonucu meydana gelen sel ve taşkınlarda, şu ana kadar beş kişinin yaşamını yitirdiğini duyurdu.
Stiamo seguendo i problemi causati dal maltempo (queste immagini arrivano da Campi Bisenzio, in #Toscana) in diverse zone d’Italia, con attenzione alle segnalazioni sulle situazioni più pericolose per i cittadini ed ai rischi su strade, ferrovie e infrastrutture. La situazione è… pic.twitter.com/d8sGpKMoCl
İtalyan ANSA ajansının haberine göre, Toskana bölgesinde Prato’ya bağlı Montemurlo beldesinde 85 yaşındaki bir kişi, evinin zemin katında tamamen sular altında kalmış odada ölü bulundu. Kurtarma ekipleri, yaşlı adamın üst kata çıkamadığı için sel sularında boğulduğunu öne sürdü.
Veneto bölgesinde de bir kişinin kaybolduğu bildirilen haberde, Toskana bölgesine dün 3 saat içinde 200 milimetre yağış düştüğü belirtildi.
İspanya’da da hayat durdu
Ciaran, çarşamba gecesi geç saatlerde kuzeybatı İspanya’yı vurmuştu. CGaliçya’da 119 km/saat hıza ulaşan sürekli rüzgarlara ve Asturias’ta 168 km/saat (104 mil/saat) hıza kadar rüzgarlara neden oldu. Kasırga şiddetindeki rüzgarlar ağaçları yerden söktü, Asturias’ta 62 yolda trafiği kapattı ve Galiçya’da yaklaşık 10.000 kişinin elektriğini kesen elektrik hatlarını devre dışı bıraktı.
Her iki bölgede de uçuşlar iptal edildi veya yeniden yönlendirildi, tren hatları kapatıldı. İspanya’nın kuzey kıyılarının çoğunda kırmızı ve turuncu alarmlar Cumartesi gününe kadar devam edecek. İspanya Meteoroloji Dairesi, Ciaran sona erdiğinde benzer özelliklerde bir fırtınanın daha geçmesinin beklendiği konusunda uyardı.
Perşembe günü fırtına güneyde daha da hasara yol açmaya başladı. İspanya yarımadasının neredeyse tamamı kuvvetli rüzgarlar, dalgalar veya yağışlara karşı alarma geçti. Şehir merkezinde karşıdan karşıya geçerken düşen bir ağacın 23 yaşında bir kadını öldürdüğü, Madrid’teki fırtınada da beş kişinin yaralandığı duyuruldu.
Ağaçların devrilme tehlikesi nedeniyle İspanya’nın başkenti tüm halka açık parkları kapattı. Birkaç uçuş da iptal edildi, yeniden yönlendirildi veya önemli ölçüde ertelendi.
Fransa’da 1.2 hane elektriksiz
Fırtına nedeniyle enerji nakil hatlarının zarar görmesi sonucu Fransa‘da 1,2 milyon hane elektriksiz kaldı. Bazı bölgelerde telefon erişimi de kesildi. Ulaştırma Bakanı Clément Beaune, Paris‘in kuzey doğusundaki Aisne departmanında çalışan bir kamyon şoförünün, kamyonunun üzerine ağaç devrilmesi sonucu hayatını kaybettiğini açıkladı.
İngiltere‘nin güneyinde ise yüzlerce okul tatil edildi; uçuşlar ve otobüs ve demiryolu güzergahları etkilendi ve güney İngiltere’de rüzgar için “hayati tehlike” anlamına gelen sarı uyarı yapıldı.
Hollanda, İspanya ve İngiltere‘deki birçok kentte uçuşlar iptal edilirken havalimanlarında yoğunluk oluştu. Tren seferlerinde de aksaklıklar yaşandı.
Meteoroloji uzmanları, fırtınanın ve şiddetli yağışların Avrupa genelinde hafta boyunca etkili olmayı sürdüreceğini açıkladı.
İklim değişikliğinin payı var mı?
Imperial College London‘dan Friederike Otto görülen fırtınanın iklim krizi ile bağlantısına dikkati çekerek şunları söyledi:
“Bunun gibi sonbahar ve kış fırtınalarının iklim değişikliği nedeniyle daha zarar verici olduğunu gösteren pek çok kanıt var. Bunun nedeni, bu tür fırtınalarla ilişkili yağışların iklim değişikliği nedeniyle daha şiddetli olması ve fırtına dalgalarının daha yükselen deniz seviyeleri nedeniyle daha büyük ve dolayısıyla daha zarar verici olmasıdır.”
St Andrews Üniversitesinden Michael Byrne ise iklim krizinin fırtınalarla düşen yağışı artırdığını vurgulayarak şu ifadeleri kullandı:
“Şiddetli yağmurun iklim değişikliğiyle bağlantılı olması çok muhtemel: daha sıcak bir atmosfer daha fazla su buharı tutar. Kuvvetli rüzgarlar ile iklim değişikliği arasındaki bağlantı ise çok daha az net. Ciarán gibi fırtınaların iklim ısındıkça daha rüzgarlı olacağına dair bazı kanıtlar var ama henüz kesin bir yargıya varılmadı.”