Ana Sayfa Blog Sayfa 2910

Önlemler işe yaradı: Bodrum’daki flamingo sayısı 6 bine ulaştı

Ege’nin cennet köşelerinden Bodrum’un Muğla ilçesi yakınlarındaki Tuzla sulak alanı farklı türde göçmen kuşlara ev sahipliği yapıyor.

Bu kuşlardan biri de flamingolar.

Bölgede avcılığa karşı alınan önlemler işe yaradı.

Bu sayede flamingoların sayısı 6 bine ulaştı.

“Flamingoları yemek için avlayanlara rastlıyorduk”

BirGün’de yer alan habere göre Bodrum’a 13 kilometre mesafedeki Tuzla sulak alanında konaklayan flamingo, pelikan ve karabatak benzeri kuş türlerinin sayısındaki artış hızlandı.

Av ve Yaban Hayatını Koruma Vakfı eski başkanı emekli büyükelçi Süha Umar ise bölgede neredeyse 24 saat denetimin yapıldığını belirterek, “Milli Parklar ve jandarmayla koordineli yapılan çalışmalar olumlu sonuç verdi. Çok değil, 4-5 yıl önceye kadar burada flamingoları yemek için avlayanlara bile rastlıyorduk. Avcılara yönelik kesin ve kalıcı çözümler bulununca, sulak alanda yaşam tekrar canlandı” dedi.

 

(KOS Medya)

Afrin operasyonunda 10. gün: 7’si Türk 617 kişi hayatını kaybetti

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK), Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) ile birlikte Suriye’nin kuzeybatısında bulunan Afrin’e yönelik düzenlediği Zeytin Dalı Harekâtı bugün (29 Ocak) onuncu gününe girdi.

TSK, havadan ve karadan devam eden operasyonda stratejik açıdan öneme sahip Burseya Dağı‘nın TSK ve Özgür Suriye Ordusu’nun (ÖSO) kontrolüne geçtiğini duyurdu.

TSK’dan bu sabah yapılan son açıklamaya göre ise operasyonun ilk gününden şimdiye kadar 597 PKK/KCK/PYD-YPG ve DEAŞ’lı hayatını kaybetti.

Açıklamada şu ifadelere yer verildi: “Hava Kuvvetleri tarafından gece süresince gerçekleştirilen hava harekâtı ile PKK/KCK/PYD-YPG ve DEAŞ terör örgütlerine ait sığınak, barınak, mühimmat deposu ve silah mevzii olarak kullanılan 44 hedef imha edilmiştir. Harekâta katılan 25 uçak emniyetle üslerine dönmüşlerdir. Türk Silahlı Kuvvetlerince desteklenen dört Özgür Suriye Ordusu mensubu hayati tehlikesi olmayacak şekilde yaralanmıştır. ‘Zeytin Dalı Harekâtı’ kapsamında bölgeden elde edilen bilgilere göre gece süresince 40 PKK/KCK/PYD-YPG ve DEAŞ terör örgütü mensubu etkisiz hale getirilmiştir. Harekâtın başlangıcından itibaren etkisiz hale getirilen terörist sayısı 597 olmuştur.”

Dün Amasya İl Kongresi’nde konuşan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, harekât kapsamında hayatını kaybeden 20 askerden 7’sinin Türk askeri, diğerlerinin de Özgür Suriye Ordusu’ndan (ÖSO) olduğunu açıkladı.

Sağlık Bakanı Ahmet Demircan 26 Ocak’ta 3’ü Türk askeri, 11’i Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) mensubu 14 kişinin hayatını kaybettiğini, 130 kişinin de operasyonlarda yaralandığını açıklamıştı.

Fotoğraf: AFP

Fransız haber ajansı Agence France Presse (AFP) 20 Ocak’tan bu yana süren Afrin operasyonunda en az 50 Suriyeli sivilin hayatını kaybettiğini duyurdu.

Afrin operasyonun amacı nedir?

Afrin’e yönelik düzenlenen Zeytin Dalı hârekatı 20 Ocak 2018 Cumartesi günü TSİ 17.00 itibariyle Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) tarafından başlatılmıştı.

TSK, harekâtın isminin Afrin’de çok sayıda zeytin ağacından aldığı tahmin edilen operasyonun amacını Türkiye’nin sınırlarında ve bu bölgede güvenlik ve istikrarın sağlanması olarak tanımladı.

Operasyon kapsamında Afrin bölgesinde, PKK/KCK/PYD-YPG ve DEAŞ’lıları etkisiz hale getirmek ve kardeş bölge halkını baskı ve zulümden kurtarmanın amaçlandığı belirtildi.

Türkiye’nin sınırının hemen ötesinde YPG ve TSK arasındaki çatışmalar aylardır sürerken, Afrin operasyonu Türkiye’nin Fırat Kalkanı Harekâtı‘nın devamı olarak sürdürülüyor.

 

Afrin operasyonunun 1 haftalık bilançosu: 357 ölü

170’i aşkın aydın milletvekillerini Afrin Operasyonu’nu durdurmaya çağırdı

 

(Hürriyet, BBC Türkçe)

“Ben soğuğa alışığım sen sadece silgi gönder”

Hiç şiir okumamış gibi kötüsünüz/ Bir köpeğin başını hiç okşamamış/ Hiç bayram şekeri dağıtmamış/ Çocukla çocuk olmamış gibi kötüsünüz.” dediğimiz bir dönemin içerisinde iken güzelliğe ve iyiliğe koşan insanlara dokunalım istedim.

Bir yıl önce başlattığı “1000 Motorcu 1000 Çocuk” projesi ile bin motorcunun fotoğrafını çekerek bin çocuğa yardım götürme hedefine ulaştı İlker Kül.

Hayatında aldığı radikal kararın üzerine çıktığı bu yolda sosyal projesine ve çocuklara dair İlker Kül ile konuştuk.

Röportaj: Meltem Dağcı

***

Motor tutkunu, fotoğraf sanatçısı İlker Kül’ü biraz daha yakından tanıyabilir miyiz?

İlker Kül: 1000 Motorcu 1000 Çocuk projesinin kurucusuyum. Uzun yıllar boyunca otomotiv sektöründe çalıştım. Hobim olan fotoğrafçılığı da paralel olarak sürdürdüm ve Atlas Çocuk dergisi, Borajet Havayolları gibi dergilerde fotoğrafçılık yaptım.

1000 Motorcu 1000 Çocuk projesinin tohumları ilk olarak 2011 yılında atıldı. Aradan geçen 6 sene içinde 158’in üzerinde okulda binlerce çocuğa yardım paketleri ulaştırdım.

2016 Mayıs ayında tüm zamanımı ve niteliklerimi bu projeye adamaya karar verdim ve projeyi bir adım ileri taşıma hayalimi 1000 Motorcu 1000 Çocuk adıyla hayata geçirdim.

2017 Temmuz ayında kurumsal iş hayatıma son verdim ve sadece çocuklara yardım yaparak geçireceğim yeni bir hayata başladım.

“ 1000 Motor 1000 Çocuk “ proje fikrinize çocuklara olan tutkunuz mu etken oldu? Nasıl ortaya çıktı, biraz süreçten bahseder misiniz? 

İlker Kül: Motosikletimle seyahat etmeyi ve fotoğraf çekmeyi çok seviyorum. Çocukları çok seviyorum. Bu üç sevdamı birleştirmek hiç zor olmadı.

Baktım ki hobilerimi insanlara açtığım zaman başta kendim olmak üzere binlerce insanı mutlu ediyorum. O yüzden hayatımı bu projeye adamaya karar verdim.

Çok iyi geliri olan bir işi bırakarak, paradan ve lüksten vazgeçip köylerde ihtiyacı olan çocuklar için yollara düştünüz. Bu projenin amacı neydi? Nerelere kadar gidip çocuklara sarıldınız?

İlker Kül: Çünkü çocuklar bizim geleceğimiz, her şeyimiz. Özellikle kırsal kesimde zorluklar içinde yaşayan çocukları mutlu etmek, onların yüreklerine, ruhlarına dokunmak çok özel.

Sarılmayı bilmeyen, hayatlarında gofret görmemiş, karda kışta ayağında naylon çizme veya patik ve terlikle giden çocuklara sevgiyi, almadan vermeyi, paylaşımı, köylerde yaşamanın da değerli olduğunu, ne iş olursa olsun severek yapılırsa her şeyi başarabileceklerini, ufuklarını daha geniş açarlarsa basit bir motosikletle bile neler başarabileceklerini, okumanın önemini aşılamak istiyorum. Bir nebze de olsa başardığımı düşünüyorum.

Sadece bu projede Afyonkarahisar, Kahramanmaraş, Şanlıurfa, Kütahya, Van, Batman, Şırnak, Muğla, Ağrı, Malatya, Bitlis, Muş, Hatay, Manisa olmak üzere 29 okulda 1069 çocuğa sarıldım.

Çocukların saf sevgilerini hissetmek şüphesiz ki gerçek olan bir duygudur. Unutamadığınız ve yüreğinize dokunan bir anıyı bizimle paylaşır mısınız?

İlker Kül: “Ben soğuğa alışığım sen sadece silgi gönder” demişti altı yıl önce yanına gideceğimiz ve gelirken ne alalım diye sorduğumuz çocuk. Yanlış yazdığımda silecek silgi bulamıyorum burada dedi. Oysa karlı havada ayağında bir terlik ve patik vardı. Gofret uzatmıştım, almamıştı bir başka çocuk. Neden diye sorduğumda “O ne ki?” demişti. Gofret görmemiş çocuklar vardı bu ülkede.

Ya hediyelerini açtığımda “Bunlar gerçekten benim mi? Ama ben bunları nasıl giyerim?” diye soran Afyon’lu Meryem?

Büyüyünce ne olacaksın dediğimde “Ben de senin gibi köy köy dolaşıp çocukları mutlu edeceğim” diyen Hataylı çocuk.

Daha önce ziyaret edip hediyelerini dağıtıp ikinci kez sürpriz ziyaret yaptığımda beni okul bahçesinde gören çocukların “Bin motorcu amca geldiiiii” diye bağıra bağıra öğretmenlerinin yanına koşması.

Batmanlı Berfin: “İlker abı seni öpebilir miyim? Ama seni babamı öptüğüm gibi öpeceğim” diyip bana sarılması yok mu? Meğer babası kamyon şoförüymüş ve aylarca yollarda olurmuş.

Ya bir gofreti verdiğinizde herkes yediği halde çantasına saklayan ve sonra okul çıkısı takip ettiğimde bahçede bekleyen diğer iki kardeşi ile paylasan Şırnaklı kız : “Sen o kadar yolu bu soğukta motosikletle bize hediye vermek için mi geldin?” diyen sümüklü çocuk. Sen ne tatlısın diye yanağımı seven altı yasındaki minik kalp.

Okulun bahçesinde kurduğum çadırda sabahın yedisinde güne başlamak için kafamı çıkardığımda sessizce uyanmamı bekleyen soğuktan donmuş ama meraklarından bir yere kıpırdayamamış onlarca minik göz.

İste böyle hikâyelerle geçiyor günler… 

Yardım götürdüğünüz çocuklar için ilerleyen zamanlarda farklı projeleriniz var mıdır? Bu arada gideceğiniz rotanızda hangi iller var acaba? 

İlker Kül: Tabi ki var. Bazı bölgelerde birkaç okulu bir araya toplayıp, devletten de yardım alarak çocuk tiyatroları organize etmek istiyorum. Bu bölgelerdeki çocuklar hayatlarında hiç tiyatro seyretmemiş. Ayrıca dönem dönem çocukları toplayıp belli sayılarda gruplarla İstanbul’u gezdirmek istiyorum.

Şubat’ın ilk haftası Şanlıurfa Siverek’te 3, 10 Şubat’ta Adana’da 1, 2 Mart’a Samsun Havza ve Vezirköprü’de 1’er okulum var. 

Şu an itibariyle rakamsal olarak zaten binden fazla çocuğa ulaştınız. 13 yaşında bir kızınız var.  Kızınızla bu hususta fikir paylaşımı yapıyor musunuz? Neler söylüyor kendisi?

İlker Kül: Artık kızım bu olaylara çok alıştı. Çok normal karşılıyor. Dile kolay tam 6 yıldır bu yardımları sürdürüyorum.

Yeni alışmaya çalıştığı şey ise artık bir evimin olmayışı ve sürekli yollarda olmam. Ayda 10 gün gibi görebiliyorum artık kızımı. Ama bu süreci daha da arttırmaya başlayacağım yakında.

 

Çocuklara olan sevgimi sanırım bu dünyada en iyi bilen insan o.

Kendi kendinizin sponsoru olarak başladığınız bu projede şu an da herhangi bir maddi destek sağlayan, yardım eden kimseler var mıdır? Size nasıl ulaşabilirler? 

İlker Kül: Şu anda projemi yürütebilmek adına motosikletim, bakımları ve motosiklet kıyafetlerim dâhil olmak üzere, cep telefonumdan internetime kadar birçok masraf tutan kalemler sponsorlarım tarafından karşılanıyor. Sadece yakıt, yemek ve özellikle fotoğraf ekipmanımın destekçisi yok ve beni en zorlayan kalemler bunlar. Ama bir şekilde onları da sorun etmeyerek aşmaya çalışıyorum.

Bunun dışında fotoğraf çekimlerine katılarak destek olabilirler hem de çocuklara hediyelerini aldığım ve ayrıca bu ürünleri sıfır karla bana temin eden sponsorum Ercanlar Kırtasiye’den (http://www.ercanlar.com/1000-motorcu-1000-cocuk ) linkteki ürünlerden istedikleri kadar alıp havuzumuza atarak destek olabilirler.

Ancak takip edebilmemiz için sipariş numarasını da bize iletmeleri gerekiyor. İ[email protected] adresinden iletişim kurabilirler.

Ya da sosyal medyada 1000motorcu1000cocuk sayfalarından bize ulaşabilirler.         

Son olarak, tüm dünya çocukları için neler söylemek istersiniz? 

İlker Kül: Onlar bizim geleceğimiz. Onları sevip, sahip çıkıp, iyi eğitilmelerini sağlamak hepimizin görevi olmalı.

 

Röportaj: Meltem Dağcı

(Yeşil Gazete)

[Turkey – Green Gazette weekly digest:] Feeling Dispossessed

0

Green Gazette shared the loss of Ursula Le Guin deeply this week. We published nine articles in our weekend and book review edition to commemorate her person and her work.  Green Gazette contributor Gonca Mine Çelik illustrated her as seen below, saying “Take good care of her, dear dragon”:

 

Call for Peace in Afrin: A 170 signatory  petition calling for an end to the Turkish Armed Forces Operation Olive Branch in Afrin was delivered to MPs, signed by intellectuals, artists, and academics this week. The petition emphasised peace through dialogue rather than a war costing many lives and the displacement of tens of thousands, and called for an end to the armed intervention to the region that is Syrian land, saying that it will no doubt increase tension in Turkey and resentment among the country’s Kurdish population. The petition concluded stating that Turkey should not seek to join proxy wars, but seek dialogue.

Meanwhile, as the death toll exceeded 600 on the field, including civilians, fighters on both sides, and Turkish soldiers, in Turkey, at least 15 people were kept in remand out of the 311 who were arrested for their social media activity regarding the conflict.

 

Canal Istanbul Documentation Bike Tour: Aydan Çelik, author of the Istanbul Cycling Guide, cycled along the whole proposed route of the Canal Istanbul along with environmental journalist Serkan Ocak and an aerial filming crew. They documented the neolithic caves of Yarımburgaz, one of Europe’s three main bird migration routes, and villagers who won’t sell their lands. They also interviewed experts and locals. Read more on the canal in last week’s digest.

 

 

Kadıköy Privatisation of Public Coastland: Ebru Özer contributed a coverage of the struggle against the planned 480 thousand m² privatisation and expansion of the Kalamış Marina area, opening public and green space for residential construction in Istanbul’s Kadıköy neighbourhood. Currently, two lawsuits are open by local groups to get a cease of execution. Many local groups voice their opposition to this top-down decision by the Directorate of Privatisation, and are better visible under the Kadıköy City Council.

 

 

Public Protest Halts Turkish-Stream EIA Meeting: Protest by residents and the Northern Forests Solidarity prevented the Turkish Stream natural gas pipeline environmental impact assessment public hearing from taking place in Kıyıköy on the Black Sea coast of Thrace.  That the meeting could not be held should legally mean the project can not go ahead. The Turkish Stream projects two pipelines from Russia, bypassing Ukraine under the Black Sea to Thrace in Turkey, going through the sensitive Strandja forests and Gulf of Saros to Greece and Europe. It aims to carry 15.75 m³ of natural gass.

 

Pink Life Queer Fest Takes-off: This Friday, the 7th Istanbul Pink Life Queer Fest started. The festival is to include film screenings, panel discussions, and workshops. It aims to give a voice to the LGBTI+ struggle through art. The last two years has seen increasing pressure on LGBTI+ events in Turkey, apart from pride marches being disbanded by police, film festivals have been cancelled by governors’ offices. So far, no such bad news this time.

 

 

100th All-Male Panel Recorded: Green Thought Association member Barış G. Baykan‘s project to record all-male panels and refuse attending them has reached its fourth month and 100th panel. So far, he lists 20 different responses he receives when he confronts panel organisers why this is the case. He especially calls attention to the presence of all-male panels in fields such as climate change, the environment, food, and the media.

 

 

 

Yeşil Gazete – Green Gazette

Translated and summarised by Alidost Numan.

 

60’ıncı Grammy Ödülleri’ne Bruno Mars ve beyaz güller damga vurdu

Müzik dünyasının en prestijli ödülleri sahiplerini buldu.

New York’taki Madison Square Garden Salonu’nda düzenlenen törene katılan davetliler cinsel taciz ve cinsiyet eşitsizliğine dikkat çekmek amacıyla yakalarında beyaz gül ile boy gösterdiler.

60’ıncısı düzenlenen törende ABD’li şarkıcı ve oyuncu Janelle Monáe yaptığı konuşmada artık erkekler ile kadınlar arasındaki ücret eşitsizliğinin, tacizin ve gücün kötüye kullanılmasının son bulması gerektiğini söyledi.

James Corden’ın sunduğu gecede U2 ve Kendrick Lamar, Elton John, Rihanna, Lady Gaga ve Miley Cyrus sahne aldı.

Lady Gaga

Gecenin yıldızı Brono Mars

32 yaşındaki ünlü R&B şarkıcısı Bruno Mars, 6 dalda Grammy ödülü kazanarak gecenin yıldızı oldu.

Bruno Mars’ın kazandığı ödüller arasında “Yılın Albümü”, “Yılın Kaydı” ve `Yılın Şarkısı” da var.

30 yaşındaki ünlü rap sanatçısı Kendrick Lamar da geceyi 5 ödülle kapattı.

8 dalda aday gösterilen Jay-Z ise ödül kazanamadı.

Müzik dünyasında 13 binden fazla profesyonelin oylarıyla belirlenen ödüllerden bazılarının sahipleri şöyle sıralandı:

Yılın Albümü: Bruno Mars (24K Magic)

Yılın Kaydı: Bruno Mars (24K Magic)

Yılın Şarkısı: Bruno Mars (That’s What I Like)

En İyi Yeni Artisti: Alessia Cara

En İyi Pop Vokal Albümü: Ed Sheeran (Divide)

En İyi Pop Solo Performansı: Ed Sheeran (Shape of You)

En İyi Rap Albümü: Kendrick Lamar (DAMN)

En İyi Rap Şarkısı: Kendrick Lamar (HUMBLE)

En İyi Rap Performansı: Kendrick Lamar (HUMBLE)

En İyi Rap/Sung Performansı: Kendrick Lamar (LOYALTY)

En İyi R&B Albümü: Bruno Mars (24K Magic)

En İyi R&B Şarkısı: Bruno Mars (That’s What I Like)

En İyi R&B Performansı: Bruno Mars (That’s What I Like)

En İyi Rock Albümü: The War on Drugs (A Deeper Understanding)

En İyi Rock Performansı: Leonard Cohen (You Want It Darker)

En İyi Alternatif Müzik Albümü: The National (Sleep Well Beast)

En İyi Dünya Müziği Albümü: Ladysmith Black Mambazo (Shaka Zulu Revisited: 30th Anniversary Celebration)

En İyi Dans/Elektronik Albümü: Kraftwerk (3-D The Catalogue)

En İyi Video Klibi: Kendrick Lamar (HUMBLE)

En İyi Country Albümü: Chris Stapleton (From a Room, Volume 1)

 

(BBC Türkçe)

Kültür Bakanlığı’nın destek vermediği ‘Kelebekler’ Sundance’tan büyük ödülle döndü

Yönetmenliğini Tolga Karaçelik’in yaptığı ‘Kelebekler’ filmi, ABD’deki Sundance Film Festivali’nde, Dünya Sineması Büyük Jüri Özel Ödülü’ne layık görüldü. Filme Kültür Bakanlığı tarafından destek verilmemişti.

18. Sundance Film Festivali kapsamında ‘En İyi Uluslararası Film’ kategorisinde yarışan Tolga Karaçelik’in yeni filmi ‘Kelebekler’, “En İyi Film” ödülüne layık görüldü.

Büyük Juri Ödülleri, festivalin en önemli ödülleri ve dört kategoride veriliyor. Bu yıl 123 uzun metrajlı filmin katıldığı festivalde ‘Kelebekler’ dışında bu ödülleri kazanan filmler, ‘The Miseducation of Cameron’ (ABD Sineması), ‘Kailash’ (ABD Sineması Belgesel), ‘Of Father and Sons’ (Dünya Sineması Belgesel) oldu.

Dünya prömiyeri bu yıl 18 – 28 Ocak 2018 tarihleri arasında düzenlenen Sundance Film Festivali‘nde gerçekleştirilen film, birbirini çok az tanıyan üç kardeşin, yıllardır haber almadıkları babalarının aramasıyla bir araya gelmelerini konu alıyor.

‘Kelebekler’in Mart 2018’de vizyona girmesi bekleniyor.

Bartu Küçükçağlayan, Tuğçe Altuğ, Tolga Tekin, Serkan Keskin, Hakan Karsak, Ezgi Mola, Ercan Kesal gibi oyuncuların rol aldığı filmin yapımcılığını ise Tolga Karaçelik, Diloy Gülün ve Metin Anter üstleniyor.

Karaçelik’in bir önceki filmi ‘Sarmaşık’ da çeşitli ulusal ve uluslararası festivallerde ödüle layık görülmüştü.

Kültür Bakanlığı destek vermemişti

Tolga Karaçelik’in filmi ‘Kelebekler’e Kültür Bakanlığı tarafından destek verilmemişti.

Karaçelik, alınan bu kararı sosyal medya hesabından “Kültür Bakanlığı yeni filmim Kelebekler’i desteğe layık bulmamış” diyerek duyurmuştu.

Bağımsız sinemanın en önemli festivali

ABD’nin Utah Eyaleti’nde gerçekleştirilen Sundance Film Festivali, dünyanın en büyük bağımsız sinema festivali olarak biliniyor.

Bu yıl 18. kez gerçekleştirilen festival, Sundance Enstitüsü tarafından düzenleniyor.

Ensitünün başkanlığını, aynı zamanda kurucusu olan ABD’li sinemacı Robert Redford yürütüyor.

 

(BBC Türkçe, Gazete Karınca)

Çanlar senin için de çalıyor- Nesrin Nas

Bu yazı ahvalnews.com.tr sitesinden alındı

Savaş da barış da siyasi bir tercihtir.

Kimileri savaşı, kimileri de barışı “milli bir mesele” olarak görür, siyasi tavrını ona göre belirler.

Demokratik hukuk devletlerinde milli meselenin ne olduğuna ise halkın temsilcilerinin yer aldığı meclislerde tartışarak ve uzlaşarak karar verilir.

Kamuoyu, özgür ve tarafsız medya aracılığıyla bu tartışmanın her aşamasına dahil edilir ve mümkün olan en geniş uzlaşma aranır.

Yine de, toplumu oluşturan bireylerin tamamının aynı siyasi tercih etrafında buluşması beklenemez.

Seçilen siyasi tercihe itirazı olanların, başlarına bir şey geleceğinden korkmadan, bu itirazlarını dile getirmeleri, itirazlarını dile getirecek araçlara sahip olmaları hem rejimin demokratik niteliğini pekiştirir, hem seçilen siyasi tercihin meşruiyetine katkıda bulunur, hem de yanlışların düzeltilmesine  yardımcı olur.
Daha önemlisi seçilen tercihin öngörülmeyen maliyetleri ortaya çıktığında iktidara bir “çıkış yolu” sunar.

Otoriter tek adam yönetimlerinde ise neyin milli mesele olduğuna iktidarı elinde tutan kişi, grup ya da parti verir. Milli mesele ilan edildikten sonra tartışma, itiraz istenmez.
Tartışma, ikna ve uzlaşma otoriter yönetimlerin kullandığı yöntemler arasında yoktur. Emir, talimat, zorlama, korkutma en sık baş vurulan araçlardır.

Meclis ve toplum, tartışmaların dışında tutularak, medyaya “resmi bakışın dışında haber yapmama” talimatı ile başlayan Afrin Harekatı da Türkiye’da demokrasiden arta kalanları süpürdü götürdü.

Mevcut OHAL rejimimiz de adı konmamış bir sıkıyönetime dönüştü.

Ve doğal olarak barış isteyenleri, anlaşmazlıkların diyalogla ve uzlaşmayla çözülmesinden yana olanları susturmak için eldeki tüm araçlar seferber edildi.

Siyasi elitten iktidar medyasına, Baralor Birliği Başkanı’ndan iktidar seçmenine  kadar çok geniş bir yelpaze barış isteyenleri kınama yarışına girdi.

Gazeteciler, siyasetçiler evleri basılarak gözaltına alındı. Bir TV kanalının sunucusu ekranlardan barış isteyenleri “vurun” çağrısı yaptı.

Suskunluğunu koruyanlar, tarafsız kalmaya çalışanlar TV ekranlarından destek açıklamaları yapmaya zorlandı.

Oysa halen yürürlükte olan Anayasa’nın ‘Düşünce ve kanaat hürriyeti’ başlıklı 25. Maddesi’ne göre, “Herkes düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir. Her ne sebep ve amaçla olsun kimse düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; düşünce ve kanaatleri sebebiyle suçlanamaz.” der.

Suskun kalmayaların işi daha da zor.

Milletvekillerine, siyasi parti genel başkanlarına bir mektup gönderen ve “Ülkemizde ve bölgemizde savaş değil sulh ve sükûn istiyoruz. Sınırlarımızı korumanın ve beka sorunu yaşamamanın en iyi yolunun karşılıklı dostluk ve iyi komşuluk bağlarını güçlendirmek olduğuna inanıyoruz.

Güvenliğimizin milyarlara mâl olan silahlanmayla, gencecik insanların yaşamı pahasına ve on binlerce aileyi yersiz yurtsuz bırakacak bir savaşla değil, karşılıklı müzakere ve işbirlikleri üzerinden sağlanacağını, üstelik bunun mümkün olduğunu, tecrübe ile biliyoruz.” diyen bir avuç insan günlerdir linç ediliyor.

“Her çatışma, her savaş; fiziksel, ruhsal, sosyal ve çevresel sağlık açısından onarılmaz sorunlara yol açarak büyük bir insani dramı da beraberinde getirir.” diyen Türk Tabipler Birliği de bu linçten nasibini alıyor.

İşte, başta ülkeyi yönetenler olmak üzere tüm iktidar paydaşlarının yokmuş gibi davrandığı o Anayasa’nın 176. maddesine göre anayasa metnine dahil olan “Başlangıç” kısmında “…Türk vatandaşlarının… ‘Yurtta sulh cihanda sulh’ arzu ve inancı içinde, huzurlu bir hayat talebine hakları bulunduğu…” yazar.*

Ayrıca Türkiye’nin de taraf olduğu BM Medeni ve Siyasi Haklar Uluslararası Sözleşmesi’nin 20/1 maddesi savaş propagandası ve düşmanlığı savunma yasağına ilişkindir ve her türlü savaş propagandasının hukuk tarafından yasaklandığını kayda geçirir.

Birleşmiş Milletler (BM)  bu düzenleme ile yetinmemiş, 1978 yılında barış içinde yaşamayı “temel insan hakkı” kabul etmiş, 1984 yılında da tüm insanların barış içinde yaşama hakkının “kutsal bir hak” olduğunu BM  kararı olarak ilan etmiştir.

BM Siyasi Haklar Sözleşmesi’ni biz 2000 yılında imzaladık, 2003 yılnda da onayladık. Yani AKP iktidarının ilk yıllarında Meclis’teki  AKP çoğunluğunca onaylandı bu sözleşme…

2004 yılında ise yine AKP’nin girişimleri ile değiştirilen Anayasa’nın 90. maddesi ile, tarafı olduğumuz temel haklara ilişkin sözleşme hükümlerinin yerel yasalarımızdan üstün olacağı hükmünü Anayasa’ya koyduk.

Buna rağmen bugün barış talep eden herkes tedirginlik içinde. Afrin Harekatı’na tam destek veren CHP Genel Başkanı dahi iktidar mensuplarının hedefinde. En ufak bir eleştiri ya da soru iktidarın kaşlarının kalkmasına yol açıyor.

Cuma Namazı esnasında imamın siyasi söylemine itiraz edenlerden bir belediye otobüsünde yanındaki arkadaşı ile sohbet eden kadına kadar, her kesimden her yaştan insan gözaltına alınıyor.

Ağzında zeytin dalı taşıyan güvercin barışı çağrıştırır oysa…Bugün ise “zeytin dalı” barış güvercinleri için tedirginlik ve korku içinde yaşamak anlamına geliyor.

John Donne, bir katedralde başrahip olduğu dönemlerdeki vaazlarından birinde;

Bir ada değildir insan, bütün hiç değildir bir başına;
anakaranın bir parçasıdır, bir damladır okyanusta;

Ölünce bir insan eksilirim ben, çünkü insanoğlunun bir parçasıyım;
işte bundandır ki çanlar kimin için çalıyor diye sorma; çanlar senin için çalıyor.” der.

Öyle zamanlar ki… iktidar, ne biat etmeye ne tam itaate, ne sessizliğe ne de ses çıkarmaya tahammül ediyor. Hep daha çok daha çok istiyor. Ta ki duymak istediği sözler ağzınızdan çıkana kadar…

Çanlar, çocuklar ölmesin diye ses çıkaranlar için de, Cuma Namazı’na gidenler için de, Belediye otobüsündeki vatandaş için de, kanaatini açıklamayanlar için de çalıyor.

İktidarın siyasi tercihinden yana olanların uyguladığı, şimdilik sözlü ama her an fiziksel olabilecek saldırıların zamanla daha da artacağını öngörmek için ileri görüşlü olmaya gerek yok. Hele 696 Sayılı KHK ile getirilen cezasızlık güvencesi hükmü yürürlükteyken…

Türkiye’yi yönetenler gerçekten iç ve dış düşmanlarla kuşatılmış olduklarına inanıyorlar. Dünyadaki değişimi izleyen ve Türkiye’nin imkanlarını ve sınırlarını gerçekçi bir yaklaşımla değerlendirenlerin yaptığı her uyarıyı, her eleştiriyi, her itirazı büyük bir öfkeyle karşılıyorlar.

İçeriden ve dışarıdan yapılan uyarıları Türkiye’nin büyük devlet olmasını hazmedemeyenlerin, büyük düşünemeyen küçük beyinlerin ve hainlerin uyarısı olarak yaftaladıkları için, attıkları adımların ve ağızlarından çıkan sözlerin toplumsal barışı ve uluslararası ilişkileri nasıl zehirlediğini dahi göremiyorlar.

Shakespeare’in ölümsüz eseri “Kral Lear”da Edmund şöyle seslenir:

“İnsanoğlunun ne budala olduğunun resmidir bu.
İşler biraz ters gitmeye başladı mı,
İhtimal ki kendi hatamızın bedelidir bu.
Oysa biz güneşi, ayı ve yıldızları suçlarız,
Onlardır felaketimizin sorumlusu.”

Nesrin Nas – Ahval

* Murat Sevinç: ‘Barış’ sözcüğü ve bazı ‘anayasal’ haklar…Diken 27/01/2018

Sinop NGS için ÇED başvurusu bir muamma, proje ise Fukuşima ile iştigal

Türkiye henüz bir nükleer santral kurma ve işletme deneyimine sahip değilken, ikinci nükleer santral için Çevre Etki Değerlendirme(ÇED) başvurusu Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na yapıldı. Böylece 2013 yılının Mayıs ayında Türkiye ve Japonya arasında imzalanan hükümetlerarası anlaşma ile  kurulması planlanan her biri 1140 Megawatt  kapasiteli  4 reaktörüyle toplam  4560 Megawatt gücündeki santralin 2025 yılında devreye alınması öngörülüyor. İlk plana göre  2023 yerine 2 yıllık bir gecikme meydana gelmişken bu gecikmenin santralin kurulum maliyetinde artışa neden olup olmayacağı ise henüz bilinmiyor.

Başvuru Dosyasında soru işaretleri

Öncelikle “Başvuru ve başvuru  dosyası” ifadelerinin altını çizmek gerekiyor zira,  eski uygulamada ÇED raporununun sunulmasıyla halkın katılımı toplantıları gerçekleştirilirken yönetmelikte 26 Mayıs 2017 tarihinde yapılan değişiklikle “başvuru ve inşaat öncesi” süreç ÇED kapsamına alınmış bulunuyor.  Dolayısıyla halkın katılımı toplantılarında değerlendirilecek  metinde  özellikle projenin çevreye ve ekosisteme etkilerine istinaden   “ÇED Raporu’nda detaylı şekilde sunulacak ve değerlendirilecektir” şeklinde “-ecekli,-acaklı ifadeler” karşımıza çıkıyor. Sonuç olarak bu dosya bu haliyle ne bir konuya açıklık getiriyor ne de soru işaretlerine cevap oluyor.

Yeni yönetmeliğe göre başvuru dosyasının sunulmasının ardından Halkın Katılımı Toplantısı/Toplantılarının tamamlanmasından itibaren başvuruyu yapan şirket “Format Bedelini 1 ay içinde yatıracak ve on iki (12) ay içinde ÇED Raporunu Bakanlığa sunmakla yükümlü” olacak. Bu noktada akla gelen soru,  sivil toplumun itirazlarının başvuru süreciyle mi sınırlı olacağı yoksa ÇED raporunun içeriğine dair mi olacağı iken  bu “ -ecekli,-acaklı rapor” çevre üzerindeki etkiye dair bir şey söylemediği  için neye nasıl  itiraz edilebileceğini yaşayarak göreceğimiz anlaşılıyor.

Areva mı Framatom mu? 

ÇED başvuru dosyası sunulan bilgiler açısından  yeterli olmadığı gibi  şekil itibariyle de soru işaretleri barındırıyor.  Bunlardan biri nükleer santralin inşasında ve operasyonunda yetkili olacak Mitsubishi Şirketi’nin  Atmea 1 reaktörlerini kurmak için yaptığı konsorsiyumun tarafı olan  Areva Şirketi ile ilgili. Zira geçen haftalarda Areva’nın yurt dışı nükleer santral projelerini daha önceki yazımızda okuduğunuz  gibi Framatom’un üstlenmiş olduğu açıklandığı üzere, başvuru dosyasında geçen “Areva”şirket adının geçerliliği de tartışma konusu olabilir.

Bir diğer ilginç nokta  finansal anlaşmasının Akkuyu NGS’den farklı olarak yap-sahip ol-işlet/built-own-operate değil  devlet- özel şirket ortaklığında yapılarak  en fazla %49 hisseyle ortak olabileceği ve Elektrik Üretim A.Ş (EUAŞ)’ın adresinin vergiden muaf olunması için açıkça  Jersey Kanal Adaları Türkiye Merkez şubesi olarak gösterilmesi. Belki vergi kaçırmak suretiyle 2 yıllık gecikmenin ve uzayan fizibilite çalışmalarının 20 Milyar Dolar olarak öngörülen maliyeti arttırmasından etkilenmemeye çalışılıyordur…

Fukuşimadan ders alınmış(!)

ÇED başvuru dosyasında dikkat çeken  bir ibare ise “Sinop nükleer santral projesinin Fukuşima’dan alınan derslerle hazırlandığı” şeklinde. Açıkça Fukushima Daichi Nükleer Güç Santrali Kazası ve sonrası alınan derslerin de göz önüne alınmasıyla nükleer güvenlikte en yüksek seviyeye ulaşacak biçimde inşa edilecek ve daha sonrasında işletilecektir”  denmiş  fakat ders alındığı iddia edilen hususlar aynı Akkuyu Bilirkişi raporunda olduğu gibi  ölçülebilirlik ve bilimsellikten uzak, yüksek oranda/özenle/hassas şekilde olarak ifade edilmiş.

Örneğin başvuru dosyası içinde sayfa 14/173’te  “ATMEA 1 tasarımında yukarıda anlatılan özellikler sayesinde olası büyük kazaların olma olasılığının yüksek oranda önüne geçilmiştir ”denmiş . Ayrıca, “Yenilikçi özellikler, muhafaza yapısının özelliklerini bozabilecek enerjiyle ilgili senaryoların neredeyse tamamını elimine etmektedir” gibi bir açıklama bulunuyor. Sinop NGS’de kurulmasına karar verilen Atmea 1 reaktörü için  bu afaki ifadeyle  güvenlik taahhütünde bulunulmuş.

Bir diğer  taahhüt örneği ise,  başvuru dökümanı sayfa 17/173’te “Türkiye nükleer enerji üretimi konusunda bütün gerekli önlemleri özenle almaktadır ”şeklinde dikkat çekiyor.

Bununla birlikte  Fukuşima’da 3 rekatörde meydana gelen çekirdek erimesinin yer altı sularına karıştığı haberlerini anımsayarak okuduğumuzda hiç de özenli bir hazırlık yapılmadığını görüyoruz. Zira,  yer altı sularının kontaminasyon riski için: “Mevcut durumun belirlenmesine yönelik çalışma sonuçları ÇED Raporu’nda verilecektir”  notunun  düşülmüş bulunuyor.

Doğruluğu şüphe uyandıran bilgiler

Diğer taraftan bazı veriler de soru işaretine neden oluyor. Örneğin Nükleer santrallerin  denizden alacağı suyu devir daim ederek soğutma suyu olarak kullandıkları belirtilmiş. 1000 Megawatt’lık bir reaktör için kullanılan soğutma suyunun 7-10 milyon metreküp olduğu bilinmekte iken 4 reaktör için toplam  30 bin metreküp  olarak yazıldığı dikkat çekiyor.

Nükleer santral mevusunda hep değinidiğimiz bir konu da bu santrallerin uçak düşmesine maruz kalması halinde yaratacağı bomba etkisidir. Başvuru dosyasında da aynı tartışmayı doğuracak şekilde  santralin uçak çarpmalarına karşı zırhlı koruma kabı ve binaları ile ciddi kazaların etkilerini azaltabilmek için eriyik kor tutma sistemi gibi güvenlik özelliklerine sahip olduğundan bahsedilmiş. Lakin bu uçağın tipine dair bir tanım bulunmuyor.  Her ikisi de “uçak” olduğu üzere planör mü Trabzonda düşen Boeing 737 tipi uçak mı bu tanıma giriyor emin olamıyoruz.

“Nükleer yakıt Sinop NGS rıhtımına indirilecek…”

ÇED başvuru dosyasının 166/173 no’lu sayfasında Nükleer yakıt ve atıklarla ilgili yapılmış olan açıklama ise “Nükleer yakıt, proje sahibinin anlaşma yapacağı yakıt tedarikçisinden sağlanacaktır. NGS’ye gelecek yeni yakıt santral sahasına deniz taşımacılığı ile ulaştırılacak ve Sinop NGS’ye ait rıhtıma indirilecektir” şeklinde.   Peki bu yakıt nereden hangi yolla ve rotadan getirilecek?Bu yakıtlar İstanbul Boğazı’ndan mı geçecek yoksa kuruldu diyelim Kanal İstanbul’dan mı geçecek? Buna dair bir açıklama bulunmuyor kaldı ki bu ifade neredeyse yakıtlar zembille indirilecekmiş hissini uyandırıyor.

Ayrıca bu başvuru dosyasında nükleer atıklara dair de  bir açıklamaya yer verilmemiş, yakıt çubuklarının kullanıldıktan sonra 10 yıl soğutma havuzunda dinlendirileceği ifade edilmiş ama sonrasındaki sürecin etki değerlendirmesine değinilmemiş.Yani atıkların içinden plutonyumu kim alacak, nihai atıklar nereye gömülecek ?

Japonya’daki Hükümet bile Fukuşima’dan ders almış değil!

Sonuç olarak Fukuşima’dan ders alınarak hazırlandığı iddia edilen proje adına sunulan başvuru dosyası tatminkar olmaktan çok uzak. Kaldı ki projeyi gerçekleştirmekle yükümlü olan Japonya tarafının Fukuşima’dan ders aldığını söylemek de mümkün değil. Zira nükleer felaketinin başlamasının üstünden 7 yıla yakın bir zaman geçerken 2015 yılı itibariyle geçen hafta  üçüncü defa ziyaret etme imkanı bulduğum Fukuşima’da şimdiye kadar yazılarımla sizlere aktardıklarıma ek olarak diyebilirim ki  Sinop NGS için hükümetlerarası anlaşmayla önayak olan Japon Hükümeti bile  hatasını kabul etmekten çok uzak ve yoğun bir inkar politikası uygulamakta.

Bu inkar politikasını  en somut olarak 2016 Temmuz ayında kurulmuş bulunan Fukuşima İletişim Ofisinde  görüyoruz.  Fukuşima’da yaşanan nükleer felaketi anlatmaktansa 20 Milyon Dolar maliyeti göze alarak dünyada yalnız iki tane bulunan dev bir tiyatro sahnesi inşa ederek  nükleer fizik ve doğadaki radyasyon hakkında çocuklara bilgi vermeyi tercih eden devlet destekli eyalet yönetimi okul gezilerinin ana durağı olma çabası gösteriyor.

Şüphesiz bu inkar politikasının temeli ise Japon Hükümeti’nin 2012 yılında radyoaktif doz limitlerini dünyaca kabul edilen yıllık  1 milisievert sınırından  20 milisieverte geçirmesi  oluştururyor. Buna göre Hükümet, 1 milyon 9 yüz bin  nüfuslu Fukuşima eyaletinden tahliye edilen 160 bin kişinin üçte biri olan 55 bin kişiyi evlerine dönmesi için  ikna etmeye uğraşıyor.

Alınan tek ders yenilenebilir enerjiye geçiş!

Fukusima’ya bagli Okuma kasabasinda 600 bin hanenin elektrigini karşılayan güneş enerjisi yatırımı

Fukuşimada ders alınmış denebilecek tek nokta var, o da Fukuşima için gelecek enerji kaynağının artık nükleerden üretilmeyecek olması.  Nitekim Fukuşima İletişim Merkezinde ziyaretçilere şu öneri yapılmış bulunuyor:

“ ….nükleere bağımlı olmadan temiz, güvenli ve sonsuz enerji kaynağı ile yaşamı zenginleştirelim”. Buna en büyük örnek ise nükleer felakete maruz kalan Okuma kentinin 200 Megawatt kapasiteli elektrik üretecek bir güneş kenti haline getirilmesi ve Fukuşima’ya gelenlere barkovizyonlarla  tanıtımının yapılıyor olması.

Kısacası karşımızda, Fukuşima’da hatalı olduğunun yüzüne vurulmasını istemeyen  fakat gelecekte ilave enerji kaynakları için yenilenebilir enerjiye yüzünü dönen  bir Japonya profili bulunuyor. Lakin aynı Japonya önceki  alışkanlıklarıyla kurduğu yatırımların ziyan olmaması için kurmuş olduğu nükleer santralleri yeniden devreye almaya ve yeni projeleri yurt dışına kurma çabası gösteriyor.

Türkiye ise Japonya’nın refleksini doğru okumayı başarabilirse nükleer santral kurarak Japonya gibi gelişmiş bir ülkenin yaptığı hataları tekrarlamadan direkt yenilenebilir enerjilere yüzünü dönmek suretiyle enerji kaynağı için yeni bir rejim belirleyebilir. Çünkü en güvenli santral hiç kurulmamış olandır!

(Yeşil Gazete) 

Pınar Demircan 

Afganistan’da patlama: 95 can kaybı

Afganistan’ın başkenti Kabil’de, kent merkezinde meydana gelen bombalı saldırıda en az 95 kişi hayatını kaybetti, yaklaşık 158 kişi de yaralandı.

BBC’nin yerel bir yetkilinin açıklamasına dayandırarak yaptığı habere göre, saldırı patlayıcı yüklü bir ambulansla yapıldı.

Ambulansın, trafiğe kapalı olan kalabalık bir bölgede bulunan ilk polis noktasını geçtiği ve patlamanın ikinci polis kontrol noktasında gerçekleştiği bildilrildi.

Saldırıyı Taliban üstlendi.

İçişleri Bakanlığı yetkilileri ambulansın, yakınlardaki Jamhuriat Hastanesi’ne hasta getirdiğini söyleyerek kontrol noktasını geçmeyi başardığını ekledi.

Eski İçişleri Bakanlığı ve bazı Avrupa Birliği ofisleri ve büyükelçilikler, saldırının yaşandığı yerin yakınında bulunuyor.

Görgü tanıkları bölgenin patlama sırasında çok kalabalık olduğunu söyledi.

Taliban geçen hafta da kent merkezindeki iki lüks otelden biri olan Intercontinental Hotel’e saldırmış, saldırıda çoğunluğu yabancı uyruklu olmak üzere 20’den fazla kişi hayatını kaybetmişti.

 

(BBC Türkçe)

Türkiye Kıbrıs’ta bindiği dalı kesti… – Kutlay Erk

Bu yazı yeniduzen.com sitesinden alındı

“Türkiye Kıbrıs’ta çözüm ister mi?” diye hep sorulur; konu Türkiye’nin çözüm istemesi ile ilgili değil, Türkiye’nin Kıbrıs’ta çözüme ihtiyacı var…

Elbette mevcut statüko Türkiye’nin işine geliyor ama bunun sürdürülebilirliği yok… Uluslararası toplumun kayıtlarında, Kıbrıs’ta bir sorun olduğu, mevcut statükonun ne kabul edilebilir ve ne de sürdürülebilir olduğu yazılı; kendileri bu sorunun çözümüne ölçütler de koydu, çözüm için sessiz ama üçüncü taraf oldu. Kıbrıs sorunu çözülmedikçe, Türkiye bu sorun nedeniyle hep uluslararası toplumun ve siyasetin baskısı altında kalacak, kimi zaman da bunaltılacak. Türkiye bu sorunla çok uzun süre daha yaşayamaz. Ve çözülmesine hem katılımcı, hem de katkı koyucu olacak; Türkiye buna mecbur kalacak… Kaldı ki, Kıbrıs sorununun çözümüne katkı koyması diğer uluslararası sorunlarda kendisini biraz rahatlatacak.

Türkiye’nin Kıbrıs’taki çözümden beklentisi kendi güneyinde güvenliğinin, Doğu Akdeniz’de de ekonomik çıkarlarının sürdürülebilirliğinin sağlanmasıdır. Bunu Türkiye’nin ‘enim – benim’ siyasetçileri hep söyledi, son söyleyen de Tuğrul Türkeş’ti… Bu beklenti içinde Kıbrıslı Türklerin yeri yoktur ama bu beklentiyi elde etmesini sağlayacak ‘meşru’ unsur Kıbrıslı Türklerdir. Türkiye’nin ihtiyacı olan çözüm, beklentilerinin uluslararası hukuk içinde geçerliliği kesin olarak sağlanmış bir modeldir; kendisinin Kıbrıs’ta doğrudan bir askeri varlığa, dolaylı yöntemlerle de olsa etki altında tutabileceği bir toplumsal varlığa sahip olduğu bir modeldir. Yani kendi etki alanı içinde tutabileceği bir Kıbrıs Türk varlığı ve onların adada varoluşunu koruyan bir Türk askeri varlığı…

Crans-Montana’da görüşmelerin çöktüğü nokta da burası idi; Türkiye’nin garantörlüğünü toptan reddeden Kıbrıslı Rumlara karşı, Türkiye’nin garantörlük statüsünün bir yöntemle sağlanmasını isteyen Kıbrıs Türk tarafı… Türkiye’nin garantörlük talebindeki nedenler malum; Kıbrıslı Türklerin bu talebe katılmasındaki nedenlerden biri Türkiye’nin çıkarlarını elde etmesine yardımcı olmaktır ama daha önemlisi de Kıbrıslı Türklerin çok büyük çoğunluğunun Kıbrıslı Rumlara karşı güven duygusunun yerlerde sürünmesidir. Kıbrıslı Türklerin yakın tarihte yaşadıkları ve aşırı milliyetçi Kıbrıslı Rumların münferit olayları diye lanse edilen güncel tacizler ve saldırılar Kıbrıslı Türkler için Kıbrıslı Rumlara karşı yaşam hakkı tehdidi algısı var. Bu zamanda, AB üyesi bir ülkede bunu gereksiz bulanlar olabilir, gereksizliğine Kıbrıslı Türkleri ikna edecek bir geçici sürenin yaşanması gerek ve geçici sürede de Türkiye’nin bir şekilde garantör olmasına ihtiyaç var.

Crans-Montana bu odaktaki anlaşmazlıkla çöktü; Kıbrıslı Türklerin Türkiye’nin garantörlükteki ısrarı Türkiye için rahatlatıcı bir durumdu, beklentisini elde edebileceği tek meşru yöntemdi…

Artık, ‘İDİ’ denilebilecek bir sürece girilmiştir… Erdoğan’nın Türkiye’de bir meydan mitinginde verdiği talimatla Kuzey Kıbrıs’ta estirilen linç kültürlü saldırı Kıbrıslı Türklerde şok etkisi yarattı. 15 Temmuz 1974’de garantör Yunanistan, Kıbrıs’taki askeri varlığı ve Kıbrıslı Rum milliyetçilerle işbirliği içinde askeri darbe yaptı, faşist Yunan cuntasına karşı olan Kıbrıslı Rum unsurları fiilen ve siyaseten etkisiz hale getirmeye kalkıştı. 22 Ocak 2018’de garantör Türkiye, Kuzey Kıbrıs’ta yaşayan Türkiye kökenli ve Kıbrıslı Türk milliyetçilerle kendine karşı olduğuna inandığı Kıbrıslı Türk unsurları fiilen ve siyaseten etkisiz hale getirmeye kalkıştı… Yaşadıklarından ötürü Kıbrıslı Rumlar kesinlikle garantör istemiyor… Korkularından ötürü Kıbrıslı Türkler garantör istiyordu ama şimdi artık garantörden de korkmaya başladı…

Kıbrıslı Türklerin Kıbrıslı Rumlara karşı güvenlik sorunu devam ediyor ve buna karşı Türkiye’nin ‘etkin ve fiili garantörlük statüsü’ olması talep ediliyordu ama son hafta içinde yaşananlar ‘güvenlik sağlanması ihtiyacı’ olgusunun Türkiye odaklı olması zeminini kaybetti… Türkiye, Kıbrıslı Türkler için çözümden sonra garantör olma arzusunu son haftada tüketti; Türkiye, Kıbrıslı Türklerin hiç bilmediği ve yaşamadığı bir linç kültürü ile Kıbrıslı Türkleri ‘etkisiz ‘hale getirmeyi sınadığında bindiği dalı kesmiş oldu. Kıbrıslı Türklerin büyük çoğunluğu, Kıbrıs sorunu çözümünde, Kıbrıslı Rumlara karşı güvenliğinin sağlanacağı önlemlerin alındığı bir sürece ihtiyaç duyuyor ama bu ihtiyacın giderilmesinin Türkiye odaklı olmasında şimdi ve artık isteksiz…

Kıbrıs sorunu görüşme süreci Güney’deki seçimler nedeniyle parka alındı; Nisan 2020’de Kuzey’de Cumhurbaşkanlığı seçimleri var… Arada pek bir hareketlilik olacağa benzemiyor. Ancak, Nisan 2020’de yapılacak olan seçimde cumhurbaşkanı adaylarının projesi Kıbrıs sorunu çözümünde Crans-Montana’dan sonra ilerlemek olacak ve orada takıntıya neden olan garantiler üzerinde durulacak. Türkiye’nin ‘etkin ve fiili garantör’ olmasında ısrarcı olacak olan aday kaybedecek; Türkiye geçen hafta o dalı kesti attı…

Türkiye’nin güneyi şu anda askeri güvenlik altında, Doğu Akdeniz’deki çıkarları tartışma altında… Çözümden sonra Kıbrıslı Türkler sorumlu davranacak; ne Türkiye’nin güneyinde bir askeri tehdide olanak verecek, ne de Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki çıkarlarının heba olmasına katkıda bulunacak. Büyüklük Kıbrıslı Türklerde kalacak…

Ama Kıbrıs sorununun önemli başlığı olan ‘Güvenlik ve Garantiler’, Nisan 2020’den sonra yapılacak görüşmelerde çözümü zorlaştırma niteliğini kaybedecek. “Türkiye’nin bu statüsü,  Kıbrıs Cumhuriyeti’nin uluslararası kuruluş anlaşmalarının bir parçasıdır ve tek taraflı kaldırılamaz” diyenler olabilir; o anlaşmanın tarafları Türkiye’yi tek başına bırakırsa, olabilir; BM Güvenlik Konseyi yeni bir kararla o statüyü anlamsızlaştırabilir, sonlandırabilir.

Türkiye, saldırttığı adamlarına Afrika gazetesini tarümar ettirdi, KKTC Meclisi’nin damına Kayı (ve İYİ Parti) bayrağı diktirdi; ortada iftihar edeceği bir sonuç yok ama çünkü Kıbrıslı Türkler marifetiyle elde edeceği kendi çıkarlarını tarumar etti, tüy dikti…

Kutlay Erk – Yeni Düzen