Ana Sayfa Blog Sayfa 2911

Almanya Yeşillerinde eş başkan değişimi

Almanya Yeşiller Partisinin (Bündnis 90/ Die Grünen) haftasonu Hannover’de yapılan kongresinde eski eş başkanlar Cem Özdemir ve Katrin Göring-Eckardt’ın yeniden aday olmadığı eş başkanlık seçimini Robert Habeck ve Annalena Baerbock kazandı.

Seçilen her iki adayın da partinin reel politikalarını savunan realos kanadından olmasıyla eş başkanlıkların partideki iki siyasi kanat arasında paylaştırılması geleneği bozuldu.

Daha köktenci/sol politikaları savunan Fundi kanadın kadın adayı Anja Piel oyların sadece 34.8’ini alarak seçilemediği seçimleri 37 yaşındaki Federal Milletvekili Annalena Baerbock oyların %64’ün alarak önde bitirdi.

Schleswig-Holstein Eyaleti Çevre Bakanı ve reel kanattan Robert Habeck oyların 83,3’ünü alarak  diğer eş başkanlık görevini üstlendi.

İklim değişikliğiyle mücadele konusunda uzman

İklim değişikliğiyle mücadele konusunda uzman olan Baerbock, seçilmesi öncesinde yaptığı konuşmada, Avrupa politikası, yoksullukla mücadele ve iklim değişikliğiyle mücadelenin siyasi öncelikleri arasında olduğunu dile getirdi.

Baerbock, iklimin korunması için “radikal” bir tutum izlenmesi gerektiğini vurgulayarak, kömür enerjisinden vazgeçilmemesi yönündeki gecikme konusunda uyarıda bulundu.

Habeck için tüzük değiştirildi

Hannover’de Cuma günü başlayan kongrede Habeck’in eş başkanlığa seçilebilmesi için parti tüzüğünde değişiklik yapıldı. Böylelikle, eş başkanlığa seçilen kişinin eyalet ve federal hükümet veya parlamentolarındaki görevini bırakma zorunluluğu kaldırıldı. Delegelerin yüzde 77’si konuyla ilgili önerinin lehinde oy kullandı. Görevler ayrılığı Yeşiller Partisi’nin temel ilkeleri arasında bulunuyordu.

Habeck, eş başkanlığa aday olmadan önce seçildiği takdirde bir süre daha Schleswig-Holstein Eyaleti Çevre Bakanlığı “başladığı önemli işleri bitirmek”  için görevini 8  ay daha sürdürme şartı koymuştu.

 

(Deutsche Welle , Yeşil Gazete)

Savaş ve medeniyet kaybı – Ahmet İnsel

Bu yazı cumhuriyet.com.tr sitesinden alındı

Savaş çığlıkları atılmakla yetinilmeyip kanlı ve canlı biçimde savaşa girildiği bir ortamda, savaş politikasını eleştirmek bütün ülkelerde zordur. Kitle psikolojisi savaş ortamında kendi bulunduğu safı mutlaklaştırır. Hele ülkenin yürüttüğü savaş, denizaşırı diyarlarda değil, sınırın öbür yakasında ise, iktidarın milliyetçi dayanışma hislerini kışkırtarak, kitle mobilizasyonu sağlaması daha kolaydır. Temel hak ve özgürlüklerin askıya alındığı, dikey iktidarın zirvesinin yegâne meşru ve sorgulanamaz karar verme mercii olduğu otokratik rejimlerde savaş politikasının sorgulanması, eleştirilmesi çok daha büyük bir baskıya maruz kalır.

Son bir hafta içinde Türkiye’de egemen dinci-milliyetçi ittifakın Suriye’de yeni bir savaş cephesi açmasını sosyal medyada eleştirdiği, gerekçelerini sorguladığı için gözaltına alınan, tutuklanan insan sayısı ortada. Hükümetin yürüttüğü HDP’yi resmen kapatmadan, kapatılmış hale düşürme politikası bunu tamamlıyor. AKMHP iktidarı karşıtı muhalefetin önemli bir bölümünün de milliyetçi duygu kabarması veya hain olarak yaftalanma endişesi içinde katıldığı, en azından sessiz kalarak izlediği bu susturma politikası, Erdoğan rejiminin geldiği son aşamayı yansıtıyor. Tek millet, tek bayrak, tek vatan ve tek devletin yanına ilave edilmiş olan tek adam ilkesini, artık altıncısı tamamlıyor: tek ses. Bundan sonra AKP’nin Reisi’nin, Arapçada dördüncü demek olan “rabia” yerine, altıncıyı ifade eden “sâdis” işareti yapması içinde bulunduğumuz gerçeği daha doğru yansıtıyor olacaktır. Milli ve yerli Yeni Türkiye’ye yeni altı ok yaraşır.

***

Bir ülke dışarıdan bir askeri saldırıya maruz kaldığında, bu saldırı gerçek ve yakın bir tehlike oluşturuyorsa, hükümetin buna askeri yöntemlerle yanıt vermesi doğaldır. Bu durumda bile, eğer o toplumda özgürlükler rejimi bir nebze yürürlükteyse, yürütülen politikayı eleştirmek hakkına yurttaşlar sahip olmaya devam eder. Söz konusu olan, kendi ülkesinin ordusunun başka bir ülkenin topraklarına girerek başlattığı bir savaşsa, bunun gerekçelerini sorgulamak, sonuçlarından duyulan endişeyi ifade etmek, temel bir yurttaşlık hakkıdır. Bu hakkı kullanmayan veya bu hakkı kullanması şiddet yoluyla engellenen birçok toplumun yakın tarihte girdikleri savaş maceralarının sadece çevrelerine değil, kendilerine getirdiği acı sonuçları bilenlerin, bunu dile getirmeleri de bir yurttaşlık görevidir. Savaş yerine barışçıl yöntemlerle, müzakereyle, ikna ederek sorunların çözülmesi talebini dile getirme hakkıdır bu ve temel bir yurttaşlık hakkıdır.

Otokrasilerde, diktatörlüklerde böyle bir hakkın varlığı reddedilir. Otokrasilerde, bütün kişi ve kurumlar ve en başta yargı, basın, eğitim, Şef’in tespit ettiği ve plebisitle onaylattığı milli olduğu iddia edilen hedeflere hizmet etmekle yükümlü addedilirler. Ordunun da, iktidardaki güce bütünüyle tabi, tam anlamıyla Şef’in ordusu olmasına çalışılır. Türkiye’de menfur darbe girişimi sonrası ordudan atılan dokuz bine yakın subay, astsubay, uzman veya sözleşmeli erbaş yerine, 2017 ve 2018’de altmış bine yakın yeni personel alınıyor olmasını bu gözle değerlendirmek gerekiyor.

Otoriter zihniyet siyasette “benim yanımda yer almayan, düşmandır” ilkesinden hareket eder. Muhalif değil düşman vardır. Muhalif ses, komplocudur. Yabancıların ajanıdır. Haindir. Dolayısıyla savaş politikasına muhalefet etmek, mutlakıyetçi iktidarın ve onun destekçilerinin nezdinde hıyanetin, iç düşmanın cisimleşmiş halidir. Kendi içinde düşman barındırdığına inanılan topluluk, toplum olma niteliğini yitirmiş demektir. Bu, bir medeniyet kaybıdır. Bugün Türkiye’de iktidarın ve onun tetiklediği, kışkırttığı, yönlendirdiği çevrelerin sergiledikleri manzara, başka ülkelerde geçmişte veya günümüzde benzer durumlarda görüldüğü gibi, bir aşırı şiddet yöntemi olarak savaşın medeniyet kaybının yoğunlaşmış bir tezahürü olduğunu bir kez daha gösteriyor.

Ahmet İnsel – Cumhuriyet

Ona gözün gibi bak sevgili ejderha

Onu güzel yerlere götür, ona gözün gibi bak sevgili ejderha.

İllüstrasyon: Gonca Mine Çelik

Çünkü o hepimizin kalbine dokunan muhteşem kadın

Çünkü o bizim Ursula teyzemiz 

 

Gonca Mine Çelik

Kendince bir Ursula K. Le Guin Öyküsü: Parıltının yansımasının parıltısı – Ebru Bingöl

Alper, Ursula K. Le Guin ile ilgili bir yazı yazmamı istediğinde önce çok heyecanlandım. Ancak tam da şehir değiştirme arefesinde böyle bir yazıyı yazabileceğime emin olamadım. Aynı günün akşamında bir arkadaşıma şu sözleri söylerken buldum kendimi: “Ursula LeGuin, ailemden sonra hayatımda en uzun süre kalmış olan tek insan”. Bu yazıyı yazmam için arzu tohumları atılmıştı bile – kendimi tutamayacağım belli idi.

Evet, Le Guin hayatımda en uzun süre kalmış insanlardan biri. Şimdi bakıyorum da ergenliğimden bugünüme kadar hep başucumda bir Le Guin kitabı oldu. Ben nasıl değiştiysem kitaplar değişti; hayat yolculuğumda bana eşlik ettiler. Bana, hayatın bir soru sorma sanatı olduğunu, her sorunun cevabının bir başka yolculuğa çıkmak demek olduğunu ve aslolanın yolculuğu ve değişimi başlatacak soruyu sormak olduğunu gösterdiler. Ursula, kabiledeki bilge kadındı. Hayata karşı sorduğum her sorunun cevabını yine benim bulmama yardım edecek hikayeler anlatan, kabilenin yaşlısıydı.

Ergenliğimde başka bir dünyanın mümkün olup olmadığını sorgularken Le Guin okuyordum. Mülksüzler’i okuduğumda lisedeydim ve özgürlükçü ve adaletçi yanım çok aktifti. Dünyayı anlamaya çalıştığım, politize olduğum, bu dünyada kendime bir yer aradığım bir dönemde Anarres başka dünyalar açmıştı önümde.

Üniversitede yıllarımda yine onun kitapları vardı yanımda. Hayatın anlamını sorgularken “Yerdeniz” serisi başucumdaydı. Kendi kaderinin efendisi olmaya karar vermiş, kaderini ararken yollara düşen Ged’in çocukluktan yaşlı bilge bir büyücüye dönüşmesinin yolculuğu.  Kendi gerçeğini ancak kendinin bulabildiği yolculuklar… Seriyi bitirdiğimde ben de Ged ile birlikte büyümüştüm. Ardından “Güçler”, “Sesler”, “Marifetler” serisi ile bir kadın kahramanın yolculuğunun peşine takıldım. Dengeyi bulmanın yolunun durgunluk değil,  bu yola çıkma eylemiyle başlayan ebedi bir oluş hali olduğunu farkettim. Tüm bu yolculuklar, asıl yolculuk olan, geriye dönüş içindi; kendine dönüş için.

Taş yerden kaldırıldığında, yer hafifler; onu tutan el de ağırlaşır. Fırlatıldığında, yıldızların dolanımları tepki verir ve vurduğu veya düştüğü yerde evren değişmiş olur. Her eylem, bütünün dengesine dayanır. Rüzgarlar ve denizler, suyun, yerin, ışığın gücü ve bunların hepsinin yaptıkları; tüm hayvanlar ve yeşilliklerin yaptıkları iyi ve doğru olarak yapılmaktadır.. Tayfunlardan, büyük balinaların seslerinden kuru bir dalın düşmesine ve sivrisineğin uçmasına kadar şey bütünün dengesi içinde yapılmaktadır. Fakat bizim, dünya ve birbirimiz üzerinde gücümüz olduğuna göre, yaprağın, balinanın ve rüzgarın kendiliğinden yaptığı şeyi öğrenmemiz gerekir… Denge bir durgunluk değildir. Harekettir- ebedi bir oluştur”.  –En Uzak Sahil’den.

Üniversite yıllarımda, Mimarlık okuyan bir arkadaşım okuldaki ödevi gereği Ursula’yı seçerek, e-posta aracılığıyla nasıl bir yerde yaşamak istediğini sorduğunda biz ejderhalar, kırmızı çimenler, mor-lacivert bulutların arasındaki hayal ülkesi cevabını beklerken, O, mutfakta yemek yaparken dışarıdaki ağaçları görebileceği bir pencere isteyebilecek kadar dünyadaki yaşama aitti. Ama aynı zamanda, belli bir kilometre içerisinde yaşayan tüm insanların ve  hayvanların birbirinin rüyasını görebildiği bir kent hayal edebilecek kadar da bilinç ve dünya dışıydı. Ejderhaların, kendim kadar gerçek olduğuna beni inandırmıştı. Onlar da insanlar gibi karakter sahibiydiler.  Yaşam kırmızı ve kara ejderhaların zıtlıkları üzerine kuruluydu. Sayesinde rüyalarımda, meditasyonlarımda kendimi bir ejderha gibi gördüğüm, kanatlarımı sırtımda hissettiğim çok olmuştur.

Ursula LeGuin kitaplarının illüstrasyonlarını yapan Charles Vess’in Yerdeniz Büyücüsü için yaptığı eskizlerden biri. Kaynak: https://www.facebook.com/charles.vess.71/photos?pnref=lhc

Ergenlik döneminin heyecanı geçtikten sonra nasıl da sakin, savaşçı olmayan, idealist hırslara sahip olmayan bir karakter olduğumu kabul ettiğimde, kendime bir yer ararken yine Ursula koştu yardımıma. O’nun devrimi toplumsal değil bireyseldi. “Akdeniz Balıkçısı”ndaki bir öyküsünde, sömürülen bir ırkın yer döşemelerinde yaşattığı sanatın, gizli bir dil olabileceğini hayal eden ve bunun nasıl da sessiz bir isyan, pasif bir direniş olabileceğini varsayabilecek kadar devrimciydi Ursula.  işte bu tam da bana göre bir yer göstermişti.

isyan insanın ruhunda olmalı. Benim işim kabullenmek. Rıza dolu bir ruhu barındırmak. Yetişirken bunu öğrendim ben. Dünyayı değiştirmemeyi. Sadece ruhta bir değişim. Öyle olsun ki dünyada bir değişim olabilsin. Dünyada hakkıyla bir değişim olabilsin.- Bağışlanmanın Dört Yolu’ndan

Kadınlığı, erkekliği, eşitliği, eşitsizliği sorgularken Kış gezegeniyle çıktı karşıma. Cinsel kimliğin yaşam içinde özgürce seçilebilir ve değişebilir olduğu,  dolayısıyla toplumsal kimlik rollerinin olmadığı bir gezegendi Kış gezegeni. “Karanlığın Sol Eli” kitabında, hepimizi, başta kadın/erkek dualizminin sonra da güçlü/zayıf, koruyucu/korunan, hükmeden/hükmedilen, sahip olan/sahip olunan, aktif/pasif dualizmlerinin olmadığı bir toplumu hayal etmeye davet ederken devrelerimi yakmama sebep oldu. Devreler yanınca, seçimlere bağlı olmayan ben, sen, diğeri, öteki, beriki sınırlarım ortadan kalkmıştı artık.

“Toplumsal cinsel etkileşim kalıplarımızın hiçbiri yok burada. Onlar bu oyunu oynamazlar. Onlar birbirlerini kadın ya da erkek olarak görmezler. Bizler için tahayyül edilemez bir şey bu. Yeni doğmuş bir bebek hakkında ilk sorduğumuz nedir? –Karanlığın Sol Eli’nden

Dünyaya Orman Denir” kitabı, tesadüf eseri Gezi eylemleri başlamadan hemen önce okumaya başladığım, sonrasında benim için geziyle özdeşleşen bir kitap oldu. Ormanları yok edilen, hayvansı olarak atfedilen bir ırkın yaşam mücadelesi vardı. Can damarı, yaşam enerjisi ormanın kendisiyle hemhal olmuş bir toplum söz konusuydu. Her sayfada ülkede olan bitenlerin benzerliği karşısında heyecandan şaşırıp kalıyordum.

Bambaşka diyarlara yola çıkıp yurtdışında  yaşama-gezme deneyimlerimde, Ursula’nın en az bilinen, benim en çok sevdiğim öykü kitabı, “Uçuştan Uçuşa” da benimle birlikte nice ülke gezdi. Havaalanında uçak beklerken şu paragrafı okuduğunuzu hayal edebiliyor musunuz?

“Havaalanları insanın başka bir yere gidemediği bir yer; bir yolculuğun başlangıcı, bağlantı noktası değil de durak noktası. Bir tıkanma, bir kabızlık. Zamanın geçmediği, anlamlı bir varoluş ümidinin kalmadığı mevcudiyetsiz bir yer. Bir sınır: son. Böyleyken havaalanları insanlara boyutlar arasındaki aralığa girişten başka bir şey sunamıyor”.Uçuştan Uçuşa’dan.

Tabi ki son cümleden sonra hangi boyuta seyahat edeceğimi düşünen meraklı ve muzip bakışlarla kaldırmıştım başımı kitaptan. Sonunda, bunca boyutlar arası yolculuğa dayanamayıp, Polonya’da bir arkadaşın yanında kalmaya karar verdi kitap.

Yıllar geçip giderken, bağışlamaya en çok ihtiyaç duyduğum zamanlardan birinde “Bağışlanmanın Dört Yolu” bana yaverlik etti. Cahit Sıtkı’nın ömrün ortası dediği yaşlarımda, zihnin sınırsızlığını gördüğüm, aklı bulmanın ve kaybetmenin ne kadar ince bir çizgi olduğunu farkettiğim bu dönemimde bilinçaltını sorgularken ”Rüyanın Öte Yakası” yanımdaydı. Uykunun Bilimi/Science of Sleep filmiyle birlikte bir kit olarak alınmasını önerdiğim kitap, meditasyon pratiğinin sakin ve huzurlu dünyasına adım atmama vesile oldu.

Geçtiğimiz yıl, yaşadığım, benimsediğim İzmir şehrinden ayrılırken, kütüphanemi dağıttığımda en çok üzüldüğüm Le Guin kitaplarından ayrılmak olmuştu. En son “Yanılsamalar Kenti” kitabı ile yeni kitaplığımın ilk adımını atarken yalan söylenemeyen bir kentin hayallerine ortak oldum Le Guin’le. Masallar ve masalcılıkla ilgili “Anlatış” kitabını okumaya niyetlenip henüz fırsat bulamamışken vefat haberini duydum yaşlı ejderhanın. İşte bu yüzden Le Guin hakkında yazmak, hayatım hakkında yazmak benim için; kendi tarihimi yazmak gibi. O yaşlı bilge ejderhanın benim ben olmasına katkısı büyüktür. Kendi öyküm ile Le Guin öykülerinin içiçe geçtiği bu yazıyı, bu şekilde yazmayı tercih etmemin sebebini benden daha iyi anlatacak Le Guin kelimeleriyle bitirmek istiyorum. Işıkla olsun.

“Öykünü anlatmak için içinden seçim yaptığın şeyler, her şeyden az değil. İnsanın dünyasını, yerel, anlaşılır, makul, tutarlı dünyasını kurduğu malzeme, her şeyden daha az bir şey değil. Yani tüm seçimler keyfidir. Bütün bilgi kısmidir- neredeyse hiçbir şeymiş kadar. Muhakeme yeteneği okyanusa atılmış bir ağdır. Çekip çıkardığı gerçekler sadece bir parçadır, bir anlık görüntü, tüm gerçeğin bir parıltısıdır. Bütün insan bilgileri yereldir, kendincedir, hemen hemen hiç denecek parıltısının yansımasının parıltısı gibidir”.  – Bağışlanmanın Dört Yolu’ndan

 

Ebru Bingöl

Ursula K. Le Guin: Uzaylı Kocakarı* – İnan Mayıs Aru

Sözün büyüsüyle bizim için hakikate çevirdiği başka diyarlardan birine göçmüş uzaylı kocakarı*.

İlk gençliğimden beri yazdığı her şeyle en büyük ilham kaynaklarımdan biri oldu.

Bu minik çeviri de benden sevenlerine yas şarkısı niyetine…

#ursulakleguin #uzaylıkocakarı

YALIN TEPE

Yalın Tepenin üstüne çıktığımda
Dans eden bir kadın gördüm
Ver gitsin, gitsin, gitsin
Ver gitsin batı rüzgârına

Rüzgâr denizden eserek geldi
ve dişbudakları dans ettirdi
Ver gitsin, gitsin, gitsin
Ver gitsin karaçayıra

Çayır taşa doğru eğildi
rüzgârın altında ve fısıldadı
Ver gitsin, gitsin, gitsin
Dans eden kadınların ayaklarına

Yalın Tepenin dibine indiğimde
Gördüm dans eden kızlarımı

Ursula K. LeGuin
Çeviren: İnan Mayıs Aru

 

*Uzaylı Kocakarı: Yanlış hatırlamıyorsam, “Kadınlar, Rüyalar, Ejderhalar” kitabında kendinden bahsederken kullanmıştı bu sözleri

Şiir nedircikler.com/ dan alınmıştır

 

İnan Mayıs Aru

Ursula, ejderhaların arasından göz kırpmaya devam ediyor… – Oya Ayman

Bugünün doğrularının yarının yanlışları olabileceğini, devrimin köklerinin ruhumuzda olduğunu, tamahkârlığın güneşi söndürdüğünü, içimdeki kötülükle yüzleşmeyi, gölgemi keşfetmeyi, kayaların da toprak gibi, ağaç gibi, su gibi kadim sırları barındırdığını, hikâyelerin hayatı değiştirme gücü olduğunu ve daha bir çok şeyi onunla keşfettim. Kitaplarının sayfalarını açıp okumak, başka dünyalara, farklı bakış açılarına fantastik yolculuklar yapmaktan öte, değer yargılarını, kimlikleri, meseleleri yeniden yeniden sorgulamama vesileydi aynı zamanda…

Ölümünü duyduğumda keder ya da üzüntü değildi hissettiğim… ”Yolculuğa çıktı” gibi bir duyguydu. Bize yeni diyarlar, marifetler, şiirler, farklı yaşantılar hediye ederek, düşlerimize yepyeni pencereler açarak, yaşlı bir ejderhanın sırtında En Uzak Sahil’e gittiğini düşündüm.

Bir ejderha gibi kocaman bir iz bıraktı ardında. Onu, yaşlı ve bilge ejderha Kalessin’in, insanlar tarafından ölüme terk edilmiş yarı insan yarı ejderha kızı, Tehanu ile özdeşleştirdim hep. Ama bu ona yakıştırdığım tek kimlik değil…

Kahramanı Tehanu, büyücülük okulu Roke’un ilk kadın büyücüsüyse Ursula da bilimkurgu, fantastik yazının ilk kadın büyücüsüydü. Kadın ve erkek kimliğinin yıkıldığı cinsiyetsiz bir toplumla, mülksüzlerle, marifetlerinin bedelini ödeyen insanlarla, kendi başlarına olmayı becerebilen ”yerli” kadınlarla, güçlerini kötüye kullanarak karanlık tarafın cazibesinde kaybolmuş büyücülerle, büyü olmadan da karanlık tarafla savaşabilenlerle, başarı ve maddi zenginliğin yüceltildiği bir dünyada sıradanlığı yaşayarak mutlu olabilen kahramanlarla dolu büyülü dünyalarla tanıştırdı bizi.

Gölgemizle yüzleşmek

Bugünlerde içimdeki kötülükle -Ursula’nın lisanında gölgemle- iyiden iyiye yüzleşiyor olduğumdan mıdır bilmiyorum; onun gidişinin ardından zihnimin derinliklerinden ilk çıkan şey, mutlak iyiliğin beyhudeliğine işaret ederek, bizi içimizdeki karanlık tarafla yüzleştirmesi oluyor. İçimizdeki kötülüğü görmezden gelerek iyiliği var etmemiz mümkün olabilir mi? Karanlık olmadan aydınlığı bilmek mümkün mü?

Yerdeniz Büyücüsü adlı kitabında gücünü yanlış yerde kullanıp, gölgeyle savaşarak karanlık dünyanın kapılarını aralayan büyücü Ged’e, ustası şöyle der: ”Senin içinde doğuştan çok büyük bir güç var ve sen o gücü, denetim altında tutamadığın, sonucunda aydınlık ile karanlığın, ölüm ile yaşamın, iyi ile kötünün dengesinin nasıl etkileneceğini bilmediğin bir büyüde uygulayarak, yanlış yerde kullandın. Ve bunu da nefret ve gurur yüzünden yaptın. Sonucun kötü olduğuna şaşmamak gerek. Sen ölüler arasından bir ruh çağırdın ama onunla beraber Yaşamsızlık Güçleri’nden biri de çıkıp geldi. İsimlerin bulunmadığı bir yerden, çağrılmadan geldi. Kötülük, senin aracılığınla kötülük yapmak istiyor. Onu çağırmakta kullandığın güç, onun yararına seni etkiliyor; artık birbirinize bağlandınız. O senin kibirinin gölgesi, senin yarattığın bir gölge…

 

Hikâyelerinde gölgelerimize bakmaya, onlarla hesaplaşmamıza zemin hazırlar. Gölgemiz görmek istemediğimiz yanımızdır; gözlerden ırak yerlerde tutmaya çalıştığımız bencilliğimiz, ihtiraslarımız, kendimize kondurmamak için bahaneler uydurduğumuz kötülüklerdir. İyilik gibi kötülüğe dair inanılmaz potansiyelimizin farkına vardığımız zaman, karşılaştığımız adaletsizliklere, acılara, kayıplara teslim olmaya veya yaşadıklarımızı inkâr etmeye daha az meyilli olabiliriz.

İçimizdeki kötüye karşı körleşmenin yol açtığı meseleler, yabancılaşmaya, düşmanlığa, savaşlara, yol açan en temel meselelerdir aslında. Ursula Kadınlar, Rüyalar, Ejderhalar kitabında bu ilişkiyi şöyle açıklar: ”Bilince kabul edilmeyen gölge, dışarı, ötekilere yansıtılır. Benim bir kusurum yok, sorun onlar. Ben canavar değilim, diğerleri canavar. Tüm yabancılar kötüdür. Tüm komünistler kötüdür. Tüm kapitalistler kötüdür. Ama kedi tekmeyi hak etmişti annecim… Eğer gerçek dünyada yaşamak istiyorsam, bu yansıtmalarımdan vazgeçmek zorundayım; nefret edilesi olanın, kötünün içimde olduğunu kabul etmeliyim. Bu kolay değildir. Suçu başkalarına atmamak çok zor. Ama buna değer… Kötülükle ilgili derin ilişkimi inkâr edersem, kendi gerçekliğimi de inkâr etmiş olurum. Hiçbirşey yapamam, edemem; yalnızca yapılanı ve edileni bozabilirim.

Geleceğin arkeolojisi

Ursula’nın verdiği en güzel hediyelerden biri kötü yanımla yüzleşmekse, diğeri de kavramları ve değer yargılarını sorgulayarak, onlara farklı açılardan bakmama aracı olmasıydı. Ama bunu yaparken hiçbir zaman yukarıdan bakmadı, öğreten kadın olmadı; dili mütevazı ve bir o kadar da bilgeydi. Belki de bu yüzden öldüğü günün hemen ertesinde, cümleleri, antik çağ tabletleri üzerindeki tanrıça sözleri gibi bilgisayarların masaüstlerinde boy göstermeye başladı.

Yıllar önce okuduğum, ”geleceğin arkeolojisi” olarak nitelendirdiği Hep Yuvaya Dönmek kitabı sayesinde, hazıra konduğum kavramları ve değer yargılarını tekrar tekrar sorguladığımı hatırlıyorum. Kitapta geçmişin kabile kültürleri ile geleceğin yeni kabile anlayışı içiçe geçer. Günlük yaşam alışkanlıklarından, sosyal yapıya, müştereklerin kullanımından doğum, evlilik ve cenaze törenlerine, kadın erkek ilişkilerinden zanaatkârlığa, teknoloji kullanımından suç karşısında uygulanan yaptırımlara kadar bütün ayrıntılarıyla ortaya koyduğu barışçı Keş halkının kabile yaşamını okurken, geçmiş ve gelecek birbirine girmiş, zaman algım altüst olmuştu.

Kabilenin bilgi ve teknoloji ile ilişkisini anlatırken, bilginin kuşaktan kuşağa geçişinin hikâyeler, masallar, gelenekler, ritüeller, şarkılar yoluyla aktarılışının bilgisayarlar yoluyla aktarılışından çok daha uzun süreli olduğunu düşündürür. Keş insanlarının müşterekleri vardır, herkesin kullanımına açık olan malzemeler; enstrümanlar, tören giysileri, şifa malzemeleri… İnsanlar birbirlerine şarkılar hediye eder, kendi yaşantılarından bir deneyimi, mutluluklarını ya da hüzünlerini dile getirdikleri şarkılar… Döngüsel bir seyir izleyen zaman, mevsimsel danslarla belirlenir… Ursula adeta bir antropolog titizliğiyle o kadar derine iner ki, okur, Keş halkının mutfakta kullandığı kapkacaklardan konuştuğu dilin yapısına, döngüsel zaman tasvirinden cenazelerde söylenen şarkılara kadar, özgürleştirici ve imrendirici kabile yaşantısına dair hemen hemen bütün ayrıntıları öğrenir. Öğrendikçe, Na Vadisi halkının arasında olmak istersiniz.

Bütünün parçası olarak ölüm

Ursula okurunu sadece uzak gezegenlere, başka boyutlara götürmekle kalmaz, yaşam ve ölüm hakkında yolculuklara çıkarır. Yerdeniz serisinin üçüncü kitabı En Uzak Sahil ölüm hakkındadır. ”Onun diğerlerinden daha zayıf kurgulu, daha tutarsız ve eksik olması da bu yüzden” der, kitapla ilgili bir söyleşisinde… ”İlk iki kitap yaşadığım ve atlattığım şeyler hakkındaydı. En Uzak Sahil’de konu edilen şeyi ise yaşayıp atlatamazsınız.

Zamanı yenerek sonsuz kadar yaşama isteğinin, yaşamın kendisine ne denli ters olduğunu; insanın sonsuzluk ve ölümsüzlük arayışının neden olduğu tamahkârlıkla, kutsal dengeye yaptıklarının yaşamın nasıl sonunu getirdiğini; ölümle yaşam arasına (ejderhalarla insanlar arasına) duvar örerek çorak bir dünya yaratan kötücül büyücülerin yaptıkları hatayı fark etmelerini, kızılağaç ve Tehanu’nun, Roke büyücüleri ve Orm İrialı’nın yardımıyla duvarı yıkarak ölümle yaşamın dengesini yeniden kurduğunu anlatır, Yerdeniz serisinin beşinci kitabı Öteki Rüzgar’da… Kitabın sonunda büyücü Ged, hayat arkadaşı Tenar’a duvarı ”Dünyayı bütünleştirmek için yıktık,” der.

Son yolculuğuna, varlığını kutlayarak uğurladığım Ursula, Öteki Rüzgâr’da, nefesini bu dünyada bırakmanın yaşamın devam edebilmesi için gerekli olduğunu, Tehanu’nun dilinden anlatır: ”…Bence,” dedi Tehanu yumuşak, garip sesiyle, ”öldüğüm zaman ben, beni var eden nefesi geri teneffüs edeceğim. Yapamadığım şeyleri dünyaya iade edebileceğim. Olmuş olabileceğim ve olamadığım şeyleri. Yapamadığım tüm seçimleri. Kaybettiğim, harcadığım, savurduğum her şeyi. Tüm bunları dünyaya geri verebileceğim. Henüz yaşamamış olan yaşamlara. Bu bana yaşadığım hayatı, sevdiğim sevgiyi, aldığım nefesi dünyaya veren hediyem olacak.

O şimdi ölümü anlattığı ve yaşamadığı için eksik bıraktığını söylediği En Uzak Sahil’de. Ejderha Kalessin’in sırtında öteki rüzgârlara yol alırken, sadece yapamadığı seçimleri, olamadığı şeyleri değil; yazdıklarını, söylediklerini, yaptıklarını, hayal ettiklerini hediye etti, biz hâlâ nefes alanlara…

Ursula K.Le Guin, geride bıraktığı hikâyelerle ejderhalar, gölgeler ve rüyalar arasından göz kırpmaya devam ediyor. Bedeni artık bizimle değil ama yarattığı dünyalar, kurduğu hayallerle her okunduğunda yeniden var olmaya devam edecek.

 

Oya Ayman
Marmariç, Ocak 2018

Ursula’nın kadınları

1929 yılında Amerika’da doğan Ursula Kroeber Le Guin fantezi ve bilim kurgu edebiyatının yaşayan en büyük efsane yazarı sayılıyordu. Ömrü hiç de umursamadığı edebiyat ödülleri ile geçti.

Bugün özgürce yazabilen birçok kadın yazarın zihin gelişimindeki yoluna ışık tutmuştur. İşte bu sebep ile sevdiğim bazı kadın yazarlara sizin için Ursula’nın gidişini sordum.

Mülksüzler’de “Ölüm, hikâyeleri bitirdiğini zanneder” demişti, şimdi ondan geriye sadece teknolojik gelişmelerin değil, politika, toplumbilim ve psikolojinin öne çıktığı ve alternatif toplum biçimlerinin sorgulandığı bilimkurgu yaklaşımının en önemli eserleri kaldı.

Buket Uzuner

Ursula Le Guin, benim yazarlığımı, kadın ve birey olarak insanlığımı derinden ve olumlu etkilemiş kadın yazarlardan biridir.

Vefat haberinin ardından Filipinler’den İzlanda’ya Kanada’dan Hindistan’a ve Türkiye’ye binlerce kadın ona teşekkür mesajlarıyla sosyal medyayı şükran yağmuruna tuttular; tuttuk. Bir tek yazarın dünyada bu kadar çok sayıda kadının yüreğine dokunmuş ve zihninde iz bırakmış olması hem edebiyatın gücü hem de Le Guin’in sihirli yazı sanatının bir eseri olmalı.

Hayal gücünün müthiş zenginliği, haksızlığa karşı direnişi, tabiat ve kadınlar üzerine yazdığı zihin ve iç açıcı denemeleriyle adeta bir modern zamanlar şifacısı, bilge Şamanı da olan Ursula Le Guin, şiirleriyle de hayatımızda iz bıraktı.

Gözünü budaktan sakınmayan cesaretinin mütevazı ve nazik üslubunu hiç eksiltmeyişi de bize önemli bir mirastır. Bu dünyadan iyi ki Ursula Le Guin geçti. Teşekkürler “Mülksüzler”’in en güzeli!

Elif Sofya

 

Ursula Le Guin benim ufkumu açan yazarların başında gelir. Uygarlık karşıtı tavrı ve anti-hümanist yaklaşımları beni adeta büyülemiştir.

Özellikle türcülük karşıtı bir bakışla doğayı ve insanı ortaya koyma biçimi çok önemlidir. Anarşist feminizme yaptığı katkılar ve toplumsal cinsiyet eleştirisindeki öznellik, çok boyutlu yüzleşmelere yol açmıştır. Doğayı merkeze alarak yazan ender yazarlardan biriydi.

Tek tesellimiz, geride bıraktığı olağanüstü kıymetteki eserleridir.

Füsun Erbulak

Ursula K. Le Guin, fantastik bilim kurgu tarzındaki kitaplarında cinsiyetleri ve ırkları tersyüz ederek, bunları okura daima sorgulatan üstün bir yazardı.

Özgürlükçü ve anarşizan bir ruhu daha yitirdik. Onunla henüz tanışmamış yeni nesil genç kadınlar için büyük bir kayıp. Neyse ki hikayeleri Dünya döndükçe elden ele dolaşacak.

Ursula öldü artık hepimiz uyanabiliriz.

Esra Yalazan

Okuduğum bütün yorumlardaki ortak duygu, onu bir yazardan, edebiyatçıdan ziyade yakın bir dostlarını kaybetmiş gibi uğurlamaları. Bunun farklı sebepleri olabilir. Politik duruşuyla örtüşen yazın dünyası, insanı uzaydan izler gibi mesafeli, ayrıntıcı, eleştirel bir bakışla anlatması, hikayeciliğindeki samimiyet, modern hayata yabancılaşmayı iyimserlikle buluşturması, feminizmi yorumlama biçimi, sağlam mizah damarı, umut veren dürüstlüğü, farklı türlerde yazıya inancını yitirmeden dolaşması, yazan kadının iç aynasını yansıtması, kalabalığın uğultusuna direnci vs, onlarca neden sıralanabilir.

Bir de benim gibi fantastik edebiyata mesafeli yaklaşanlar için yazının ruhuna dair bilge bir öğretmen misali anlattıkları var. Onları ‘masalcı teyzeden’ dinlemek, edebiyat tarihinde bıraktığı iz kadar kıymetli.

“Dilin sesi, her şeyin başladığı yerdir. Bir cümleyi sınamanın yolu, kulağa düzgün geliyor mu diye sormaktır. Dilin temel unsurları fizikseldir: kelimelerin çıkardığı tınılar, aralarındaki ilişkiyi belirten ritimleri oluşturan sesler ve sessizlikler. Yazının anlamı ve güzelliği bu sesler ile ritimlerle bağlıdır. Bu durum şiirde olduğu kadar düzyazıda da geçerlidir”. #Ursula K. Le Guin – Dümeni Yaratıcılığa Kırmak @hep_kitap”

 

 

 

Derleyen: Tolga Öztorun

Ursula Le Guin: Yerlilerin gözünden bakmak – Özcan Yüksek

Ursula Le Guin, diyalektik düşünen bir yazardı, tıpkı, “yürüyüp duruyorum” diyen Orta Asya Türklerinin düşünme ve konuşma biçimindeki gibi, tıpkı yerli halkların evrene, zamana ve dünyaya bakışı gibi. Küçük yaştayken, babasının okuduğu Tao’nun kitabı dikkatini çekmişti. Zaten yazı hayatına da çok küçük yaşta girdi.

Düşünme biçimi ve mantığını, masalların bir varmış bir yokmuş diyalektiği biçimlendirdi Ursula’nın. Bir şey hem var hem yok mantığını benimsedi. Bir şey hem hayal hem gerçek mantığı da diyebiliriz. İnsan, doğa ve evren arasındaki ilişkilerin mantığında gezindi zihni hep.

Babası Alfred L. Kroeber, ABD’nin önde gelen antropologlarından biriydi. Amerika kıtasındaki yerliler üzerine çalışıyordu. Henüz küçük yaşta yerlilerin görkemli ruh dünyasıyla hem de beyazların onlara uyguladığı acımasız dehşetle tanıştı Ursula. Bir daha da hiç çıkmadı.

Ishi

Ütopya ve distopya diyalektiğiyle yaşadı ve düşündü. Annesi Theodora Kroeber de önemli bir antropologdu. Annesinin kaleme aldığı “Ishi in Two Worlds: A Biography of the Last Wild Indian in North America” kitabı büyük yankı yaratmıştı. Bir mezbahada perişan halde çalışırken bulunan son “yaban” Kızılderiliyi anlatıyordu. Bana kalırsa hayatın kendisi, her çeşit kurgu ve hayalden daha güçlüdür. Tıpkı İshi’nin öyküsünde olduğu gibi. Ursula bunu küçük yaşta öğrenmişti.

 

 

Özcan Yüksek

Elveda, Omelas’tan uzaklaşmayı öğreten Ursula K. Le Guin

İngilizce dersinde haftada bir saat kitap okuma yapardık. Güzel kısmı, istediğimiz kitabı seçebiliyorduk. Google daha hayatımızda yoktu, güzel bir kütüphanemiz vardı, ben de yazarları deneme-yanılma yöntemiyle keşfediyordum. İsmi, kapağı hoşuma giden kitabı alıyordum. Ursula K. Le Guin adıyla ilk bu şekilde karşılaştım. Kütüphanenin sevdiğim janrlarından biri olan bilim kurguda bir sürü kitabı vardı. “Planet of Exile”ın kapağı çekmişti dikkatimi, uzaylı kitap diyerek onu seçtim. Ancak dil seviyesi beni aşmıştı. Bir sayfayı 2 defa okuyordum anlayabilmek için. Bu durum fazla sıkıcı olduğu için kitabı rafına geri koydum. Birkaç sene sonra, bir arkadaşımla ilişkilerde sahiplenicilik üzerine konuşurken, “Mülksüzler”i okumamamı tavsiye etti. Ursula K. Le Guin ile gerçek tanışmamız da bu sayede oldu. Okuduktan sonra içine girmiş olduğum evrenin bana sorgulattıklarıyla farkettim ki kişiyi evrilten bir yazarla arkadaş olmuşum. Anarşizm nedir, kapitalizm nedir, hatta feminizm nedir hepsinin hatlarını çizmişti kafamda.

Ursula K. Le Guin, 1974’te yazmış olduğu “Mülksüzler” (Dispossessed) kitabının 2017 baskısı için, kitaba nasıl başladığını şöyle anlatıyor:

Mülksüzler, bitirmek için uğraşmadığım ama bir yandan da bırakamadığım kötü bir kısa öykü olarak başladı. İçinde bir kitap olduğunu biliyordum, ama kitabın benim ne hakkında yazdığımı ve nasıl yazacağımı öğrenmemi beklemesi gerekliydi. Bitmeyecekmiş gibi süren Vietnam savaşına karşı şiddetle karşı duruşumun, evde protesto edişimin sebebini anlamam gerekliydi. Eğer ülkemin hayatım boyunca agresif savaşlar yapmaya devam edeceğini o zaman bilseydim, o zamanki protestolara daha az enerji harcardım. Ama, daha fazla savaş üzerine çalışmak istemediğimi biliyordum. Barış üstüne çalışmak istiyordum. Ütopyalar hakkında durmadan okumaya başladım. Pasifizm ve Gandhi ve şiddetsiz direniş denen bir şeyler öğrenmeye başladım. Bu öğrenilerim beni Peter Kropotkin ve Paul Goodman gibi şiddet karşıtı anarşist yazarlarla tanıştırdı. Onlara karşı hemen büyük bir yakınlık hissettim. Bende Lao Tzu gibi etki bıraktılar. Savaş, barış, politika, birbirimizin üzerine kurduğumuz hakimiyet, yenilginin değeri ve güçsüz olanın gücü hakkında düşünmeme sebep oldular.

Sonuç olarak, o güne kadar kimsenin anarşist ütopya hakkında yazmamış olduğunu farkettiğimde, kitabımın neye benzeyeceğini görmeye başladım. Orijinal ve gayrimeşru olan hikayede bir anlık bakıştığım baş karakterin hayatta olduğunu ve Anarres’e doğru rehberim olduğunu farkettim.

(Tüm yazı için: https://www.tor.com/2017/08/30/introduction-from-ursula-k-le-guin-the-hainish-novels-stories-volume-one/)

Ursula K Le Guin 22 Ocak’ta 88 yaşında vefat etti. Sevenleri sosyal medyada övgüyle, minnetle alıntılarını paylaşarak veda etti.

1929 yılında antropolojist Alfred Kroeber’in kızı olarak dünyaya geldi. Dönemindeki bilim kurgu romanları genellikle beyaz adamların gidip evreni işgal etmesi temelindeydi. Onun amacı ise bambaşkaydı. Bir röportajında, ‘’Bir antropolojistin kızı olunca mazbutların açısından bakıyorsunuz.’’ diyor. Karakterleri hiçbir zaman dayatılan normlardan olmadı. The Left Hand of Darkness’taki karakterleri ne kadın ne erkek. Bu konuda ‘’Cinsiyeti dışarıda bırakınca neler olacağını görmek için karakterlere cinsiyet vermedim’’ diyor. Karakterlerini bilinçli biçimde beyaz ten renginde yaratmamış olması da yine algıda yaratılmak istenen normlardan uzaklaşmak istemesinden.

(https://www.theguardian.com/books/2005/dec/17/booksforchildrenandteenagers.shopping)

Çocukları hedefleyerek kaleme almamış olsa da, eserleri okullarda okutuldu. 1973’te yazmış olduğu ‘’The Ones Who Walked Away From Omelas’’ (Omelas’tan Uzaklaşanlar) da okullarda okutulan kısa öykülerinden biri. Yaz festivali havasında mutlulukla yaşayan insanların olduğu Omelas şehri (Omelas’ın tersten okunuşundan ötürü Salem’e gönderme olduğu söylenir) aslında hapsedilmiş, sevgisiz, aç bir çocuğun acılarından dolayı refah düzeyi yüksek bir yerdir. Herkes iyi yaşamlarının sebebinin bu olduğunu bilir, fakat anlaşmanın bu şekilde olduğunu kabullenip kimse çocuğu kurtarmak istemez. Ama bazen, bazı kişiler, çocuğu gördükten sonra onu bu şekilde tutsak eden şehirden uzaklaşırlar. Tüm refahı, mutluluğu geride bırakıp bilinmezliğe doğru terkederler.

Bizlere Omelas’tan uzaklaşma seçimimizin de varolduğunu öğreten (hatırlatan), eserleriyle yeni dünyalar yaratarak ölümsüz olan kelime ustasına teşekkürlerle, kafa açan sözlerinden bir kısmını paylaşarak veda edelim.

Kitaplar Üzerine 

“Kitabın kendisi meraklı bir eserdir, teknolojisi şatafatlı değil ancak karmaşık ve aşırı etkilidir: küçük, kompakt, genellikle bakması ve elde tutması keyifli, on hatta yüzyıllar boyunca yaşayabilen. Fişe takılması, aktive edilmesi, bir makine tarafından çalıştırılması gerekmez; sadece ışık, insan gözü ve insan aklı ister. Eşsizdir ve fani değildir. Güvenilirdir. Bir kitap size 15 yaşınızda bir şey dediyse, 50 yaşınızda size yine aynısını söyleyecektir. Ama o kadar farklı anlayabilirsiniz ki yepyeni bir kitap okuyor gibi olabilirsiniz.”  — Harper’s Magazine, Şubat 2008. (https://harpers.org/archive/2008/02/staying-awake/3/) 

“Kim olduğumuzu bulmak için kitap okuruz.” — The Language of the Night, 1979. 

Cinsiyetçilik Üzerine 

“Kendimi muhtemelen Brian Aldis’in benim işlerime dudak bükmesinin yer aldığı bir kitabın tanıtım yazısını yazarken hayal edebiliyorum, çünkü böylelikle kendime yücelikle çekidüzen verebilirim. Ama kendimi yeni bir serinin ilk ve tahminen emsal niteliğinde olan ve hiç kadın yazarı olmayan, kendini tatmin dolu ve klüp ya da soyunma odası gibi erkeklere has bir tona sahip bir kitabın tanıtım yazısını yazdığımı hayal edemiyorum. Bu yücelik değil, aptallık olurdu. Beyler, kısaca ben buraya ait değilim.” — Yayımcı John Radziewicz’e mektubundan, 1987, New Science Fiction, Volume 1’in tanıtım yazısını reddetmesi. 

“Buradaki beylerin, boş bir anlarında bir ihtimal kadınları dışarıda tutmak veya kadınların oldukları yerde kalmaları için duvar örüp örmediklerini, ve böyle yaparak neleri kaçırdıklarını düşünmelerini rica ederim.” — AussieCon,  33. Worldcon Bilimkurgu Toplantısı, Melbourne, Avusturalya, 1975. 

“Kadınlar içten konuştuklarında tahrip edici konuşurlar. Ellerinde değildir: eğer aşağıda bırakılmışsan, ezilmişsen patlarsın, sarsarsın. Bizler yanardağlar gibiyiz. Biz kadınlar deneyimimizi gerçeğimiz olarak, insanlığın gerçeği olarak sunarsak tüm haritalar değişir. Yeni dağlar olur. İstediğim bu. (Yanardağ gibi) patladığınızı duyuyorum. İçindeki gücün farkında olmayan siz gençler.. Sizi duymak istiyorum. — 1986 Bryn Mawr College mezuniyet konuşması, 1989 yılında denemeler koleksiyonu olan Dancing At The Edge of the World: Thoughts on Words, Women, Places ‘ta yayınlandı. 1989.

“Hey, bil bakalım ne oldu? Sen bir kadınsın. Bir kadın gibi yazabilirsin. Kadınların, erkeklerin yazdığı, düşündüğü, okumak istediği şeyler hakkında yazmaları gerekmediğini gördüm. Kadınların erkeklerin sahip olmadığı pek çok deneyime sahip olduğunu gördüm. Ve bunlar haklarında yazılmaya ve okunmaya değer şeyler.” 

Politika Üzerine 

“Devrimi satın alamazsın. Devrim yapamazsın. Sadece devrimin kendisi olabilirsin. Ya ruhundadır, ya da hiç yoktur.” — The Dispossessed, 1974

“Kötülüğün razı olmayan ruhu ele geçirmesi çok zordur.” — A Wizard of Earthsea, 1968

“Kapitalizmin içinde yaşıyoruz. Gücünden kaçmak imkansızmış gibi geliyor. Kralların yönetme hakkı da öyle geliyordu. Her insan gücü direnilebilir ve insanlar tarafından değiştirilebilir. Direniş ve değişim genellikle sanatla, ve genellikle bizim sanat dalımızda başlar: kelime sanatı.” — National Book Awards konuşmasından, 19 Kasım 2014 (http://www.sfcenter.ku.edu/LeGuin-NBA-Medalist-Speech.htm) 

“Tanrılar hakkında konuşuyorum, ateistim. Ama aynı zamanda bir sanatçıyım, yani yalancıyım. Söylediğim hiçbir şeye inanmayın. Doğru söylüyorum.” — The Left Hand of Darkness, 1969.

Aşk Üzerine

“Aşk orada öylece kaya gibi durmaz, yapılması gerekir adeta bir ekmek gibi; hep yeniden yenisinin yapılması gerekir.” — The Lathe of Heaven, 1971 

‘’İki kişi arasındaki derin aşk, derin acı yaratmanın gücünü ve ihtimalini barındırır.’’ – The Left Hand of Darkness 1969 

Ölüm üzerine

“Öleceksin. Sonsuza kadar yaşamayacaksın. Hiç kimse, hiçbir şey ölümsüz değildir. Ama ölmemiz gerektiğini bilmek sadece bize verilmiş. Ve bu harika bir armağan: kendilik. Sadece kaybedeceğimizi bildiğimiz şeye sahip olduğumuz için, kaybetmeyi göze alıyoruz… Kendilik bizim azabımız ve hazinemiz, ve insanlığımız sonsuza kadar devam etmeyecek. Denizde bir dalga. Tüm denizin durulmasını, dalgaların yok olmasını ister misin; sadece bir dalgayı, kendini kurtarmak için?” — The Farthest Shore, 1972

“Yolun sonunun olması iyidir; ama sonunda önemli olan yoldur.” — The Left Hand of Darkness, 1969. (Bu sözün Hemingway’e ait olduğu sanılısa da LeGuin’e aittir.) 

“Eğer yazılarınızın ciddiye alınmasını istiyorsanız evlenmeyin ve çocuk yapmayın, daha da önemlisi ölmeyin. Ama illa ölmeniz gerekiyorsa intihar edin. Onu onaylıyorlar.” — Kadın Yazarlardan Beklentiler konuşması, Portland, Oregon, 1986. 

Son Olarak

“Sana söylemiştim” diyen hiç kimse kahraman olmadı, asla da olmayacak. – The Language of the Night: Essays on Fantasy and Science Fiction

“Bir mum yaktığın zaman, aynı anda bir gölge yaratmış olursun.”

“Bizi bir araya getiren şey çektiğimiz acı. Aşk değil. Aşk zihne boyun eğmez, ya da zorlandığında kine dönmez. Bizi bir araya getiren bağlar seçim ötesi. Bizler kardeşiz. Paylaştıklarımızda kardeşiz. Acılarımızı tek başımıza çekmeliyiz, açlıkta, fakirlikte, umutta, kardeşliğimizi biliyoruz. Biliyoruz, çünkü öğrenmek zorunda kaldık. Biliyoruz ki birbirimizden başka alabileceğimiz bir yardım yok, elimizi uzatmazsak tutacak el yok. Uzattığın el boş, tıpkı benimki gibi. Hiçbir şeyin yok. Sahip olduğun hiçbir şey yok. Özgürsün. Sahip olduğun tek şey, olduğun ve verdiğin şeydir.   — The Dispossessed, 1974

Başarı bir başkasının yenilgisidir. — Dancing At The Edge Of The World

“Git ve işini yap. İyi yap. Yapabileceğin tek şey bu.”  —A Wizard of Earthsea, 1968

 

Kaynaklar:

The Guardian

Goodreads

 

Rana Söylemez

Bir insan ömrünü neye vermeli?

Bir ünlü öldüğünde sosyal medyada bir hareketlenmedir başlar. Peşpeşe resimleri, sözleri dizilir. O kişiyi en çok kendi sevdiğini, ilk kendi keşfettiğini, en büyük değişimi kendi hayatında yaptığını iddia edenler olur. ”Ah bilmem kim” yazılır, “çocukluğum öldü”, “öldüğüne inanamıyorum”  denilir. Denir de denir. Artık o kadar denir ki ben genelde bir süre sonra rahmetliden soğumaya başlarım. Mesela 90’larda bir şarkıyla çıkış yapmış kadın bu kadar mı  önemliymiş insanların hayatında şaşakalırım. Şaşa kalırdım. Taa ki Neşet Ertaş’a kadar, Ursula K Le Guin’e kadar.

Daha Ursula Le Guin ölmeden önce hakkında okuduğum her haberde şöyle düşünürdüm; bu kadın ne kadar çok üretti, ne kadar çok paylaştı, ne kadar çok yaşama dokundu ama ölmesinden de korkardım çünkü yaşadıkça ve ürettikçe insanların  hayatına tohumlar ekmeye devam ediyordu. Ektiği tohumların çoğu katı, kuralları belli, doğrusu yanlışı belirlenmiş bu toplumun içinde kendiliğinden kolaylıkla yetişebilecek tohumlar değillerdi. Bana da kitaplarını okumamış olsam hayatta kendi başıma  edinemeyeceğim şeyleri farkettirdi. Mesela bilgi meselesi. Ne tür bilginin, ne kadarının neden gerekli olduğu. Hep yuvaya dönmek kitabında insanın günlük yaşamına dair bilgiler hariç bizim ezber dediğimiz diğer bilgiler gereksiz görülüp bir arşivde toplanıyordu ve kimse bunlara ulaşma ihtiyacı duymuyordu. Bunu okuduğumda kendi kendime karşıt argümanlar üretmeye çalışmıştım ama sonra kendimi bilginin ne kadarının gerçekten gerekli ne kadarının bu sistemi çevirmek için bir araç olduğunu sorgularken  buldum. Bu küçük bir örnek daha fazlası;  kadın olmak, eşitlik, cinsiyet, büyümek, şifa, hak etmek, iyiyle kötünü dengesi, ölüm, yolculuk üzerine zihnimde ektiği tohumlardı.  O tohumlar büyüdü tüm yaşantıma yayıldı, hatta şimdi yaptığım resimlerin  bile bunlarla canlandığını görebiliyorum.

 

Bir insan ömrünü neye vermeli? Sürekli tekrarladığım, lafı everip çevirip getirdiğim bir düşünce var, hem kendi kendime hem de konuştuğum herkese dediğim; her şey yayılıyor. İşte insanın ömrünü neye vereceği sorusunun cevabı bu benim için; ömrünü yaşadığım her anın farkında olarak, değer vererek yaşamaya, kendi dünyamı doldurmaya, açık olmaya, üretmeye, paylaşmaya, başka bir yaşam umudunu yaymaya ve o umutları gerçek yapmaya vermek.  Tabi bunları yazarken gücün iyi tarafında olduğumuzu varsayıyorum. Vermek derken birşeyleri feda etmek, birşeylerden vazgeçmek değil. Derseniz ki parayı, kariyeri, mevkiyi feda edecek miyiz, o sizin bileceğiniz iş. Ursula Le Guin’de bunlar da ziyadesiyle vardı ama şu an hiçbiri yok, geriye nasıl yazdığı ve insanlara nasıl yol açtığı kaldı. Kendisinin de dediği gibi,

 “Hiçbir şeyiniz yok. Hiçbir şeye sahip değilsiniz. Hiçbir şey sizin malınız değil . Özgürsünüz. Sahip olduğunuz tek şey ne olduğunuz ve ne verdiğinizdir”

Bir insanın taocu, anarşist, feminist yazar olması değil ona değer katan.  Dünyada binlerce taocu, anarşist, feminist ve yazar var. Ursula da onlardan biriydi ama onu öne çıkaran  bunların ötesinde  barışcıl, yumuşak, masalsı, hayalperest, duygusal, anaç, hassas,adil, bilge olması ve umut vermesiydi.

Ursula’nın ölmesine üzülmüyorum, hepimiz birgün öleceğiz. Her gün bir sürü insan ölüyor, eminim onların arasından da barışcıl, yumuşak, masalsı, hayalperest,duygusal, anaç, hassas, bilge olanlar, etrafına umut veren, varlığıyla Bir’e katkıda bulunanlar var. Ursula onlardan daha değerli değil belki de bu yazıda sadece onları anmaya vesile. İyi ki dünyadan bu insanlar geçmiş, ölmelerine üzülmek ayrı ama var olmuş olmaları bu bana mutluluk veriyor.

Bunca lafı dedikten sonra bu rahmetli ünlüyü anma iletilerini biraz daha anlıyorum. Herkese ilham veren hayatına dokunan şey başka başka. Ben de haberi aldıktan sonra Ursula’yı anmak için  bir facebook iletisi yazmak istedim ve  aynen o kınadığım iletilerdeki gibi şöyle yazdım,

Sonsuza kadar bu dünyada kalmasını dilediğim 2 ilham kaynağından biri, hayatımın birçok noktasında desteğini aldığım, en en dediğim Ursula’yı kaybettik. Ölüm de yaşamın diğer ucu, bu kadar üretici olmak, bunca hayata ilham olmak insanı ölümsüz yapıyor ama yine de diğerini şimdilik Allah korusun

Umarım diğeri de 88 yaşını verimli bir şekilde görür.

bir insan ömrünü neye vermeli
   para mı onur mu taş dikenli yol
   ağacın köküne inmek mi yoksa
   çırpınıp duruyor yaprak dediğin

Zülfü Livaneli

 

Selma Hekim