Ana Sayfa Blog Sayfa 2712

AB’de bir yıl içinde üçüncü gazeteci cinayeti: Bulgar gazeteci Victoria Marinova öldürüldü

Bulgaristan’da AB fonlarının yerel yöneticiler tarafından rüşvet için kullanıldığı iddialarını araştıran gazeteci Victoria Marinova, Cumartesi günü Ruse kentinde öldürüldü.

Işın Eliçin’in Medyascope’ta yer alan haberine göre polis, 30 yaşındaki Marinova’nın tecavüz edildikten sonra boğularak öldürüldüğünü duyurdu.

Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’nın medya özgürlüğü temsilcisi Harlem Desir sorumluların bir an önce adalet önüne çıkarılması için Bulgar makamlarına tam ve etkin bir soruşturma yürütmeleri çağrısı yaptı.

Marinova, son bir yıl içinde AB ülkelerinde öldürülen üçüncü gazeteci.

Maltalı gazeteci Daphne Caruana Galiza 2017’nin Ekim ayında otomobiline düzenlenen bombalı saldırı sonucu öldürülmüş, Slovak gazeteci Jan Kuciak ise 2018’in Şubat ayında evinde ölü bulunmuştu.

Bu iki gazeteci de ülkelerindeki politikacılarla iş insanları ve mafya üyeleri arasındaki şaibeli ilişkileri ve yolsuzluk iddialarını araştırıyordu.

 

(Medyascope)

Küresel Isınma Bir Buçuk Derece Özel Raporu: Hızlı ve benzeri görülmemiş değişiklikler gerekli

“Küresel Isınma Bir Buçuk Derece Özel Raporu” geçen hafta Güney Kore’nin Incheon kentinde başlayan Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nde (IPCC) tartışıldı.

Paris Anlaşması çerçevesinde taahhüt edilen ilk çalışmalarından biri olan rapor, küresel ısınmanın nasıl 1,5°C derece ile sınırlanabileceğine dair kamuoyuna ve hükümetlere yol gösteriyor.

Bugün (8 Ekim) yapılan açıklamaya göre, 1-5 Ekim 2018 tarihleri arasında hükümetler tarafından tartışılan “Küresel Isınma 1,5ºC Özel Raporu Politikacılar Özeti” raporu Cumartesi günü onaylandı.

“Tarım, enerji, sanayi, bina, ulaşım ve şehirlerde “hızlı ve geniş kapsamlı” dönüşümler gerekiyor”

Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) tarafından yapılan değerlendirmeye göre, küresel ısınmanın 1,5ºC derecede sınırlandırılması toplumun her alanında hızlı, geniş kapsamlı ve benzeri görülmemiş değişiklikler gerektiriyor.

IPCC’nin bugün yaptığı basın toplantısında, küresel ısınmanın 2ºC derece yerine 1,5ºC derecede tutulmasının insanlara ve doğal ekosistemlere sağladığı açık faydaların yanı sıra, daha sürdürülebilir ve adil bir toplum anlamına geldiği ifade edildi.

6 bini aşkın bilimsel referans ve uzmanların katkısı var

Rapor, Aralık ayında Polonya’da hükümetlerin Paris Anlaşması’nı değerlendirmek üzere bir araya gelecekleri Katowice İklim Değişliği Konferansı için temel bir bilimsel veri niteliğini taşıyacak.

IPCC Başkanı Hoesung Lee, yaptığı açıklamada “6.000’i aşkın bilimsel referans ve dünyanın her yerinden binlerce uzman ve hükümet yetkilisinin değerli katkılarını içeren bu önemli rapor, IPCC’nin kapsama alanın ne kadar geniş olduğunu ve önerdiği politikaların ne kadar geçerli olduğunu ortaya koyuyor” diye konuştu.

IPCC raporu, Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin (UNFCCC) 2015’te Paris Anlaşması’nın kabul edilmesinin ardından yaptığı davet üzerine, 40 ülkeden 91 yazar ve editör tarafından hazırlandı.

Çalışma, tam adıyla, 1,5°C Küresel Isınma; iklim değişikliği tehdidini önlemek ve sürdürülebilir kalkınma ve yoksulluğun ortadan kaldırılmak için ortaya konan küresel çabaların güçlendirilmesi kapsamında, sanayi öncesi seviyelerin 1,5°C üzerindeki küresel ısınmanın etkilerine ve ilişkili küresel sera gazı emisyon patikalarına dair bir IPCC Özel Raporu olarak adlandırıldı.

IPCC 1. Çalışma Grubu Eşbaşkanı Panmao Zhai, “Bu raporun ortaya koyduğu çok belirgin kilit mesajlardan biri, hâlihazırdaki 1°C derecelik küresel ısınmanın sonuçlarını daha fazla aşırı hava olayları, yükselen deniz seviyeleri ve Arktik deniz buzlarının erimesi ve diğer değişimler olarak şimdiden görüyor olduğumuz” dedi.

Küresel ısınma 1,5°C’de tutularak iklim değişikliği etkisi önlenebilir mi?

Rapor, küresel ısınmayı 1,5°C’de tutarak, 2°C ve üzeri sıcaklık artışlarına göre birçok önemli iklim değişikliği etkisinin önlenebileceğini vurguluyor. Örneğin, 2100 itibarıyla 1,5°C derecelik bir küresel ısınmada küresel deniz seviyelerindeki yükselme, 2°C derecelik bir küresel ısınmayla karşılaştırıldığında, 10 santim daha az olacak.

1,5°C derecelik bir küresel ısınmada, Arktik Okyanusu’nun yaz aylarında buzsuz olma ihtimali 100 yılda birken, 2°C derecelik bir küresel ısınmada bu durum 10 yılda en az bir kere gerçekleşecek.

Mercan resifleri 1,5°C derecelik bir küresel ısınmada %70-90 oranında azalacakken, 2°C derecede resiflerin hemen hemen tamamı (%99) yok olacak.

IPCC İkinci Çalışma Grubu Eşbaşkanı Hans Otto-Pörtner ise “En ufak bir ısınmanın bile çok büyük önemi var. 1,5°C sınırı, 1,5°C derece ve üzerindeki ısınma ise bazı ekosistemlerin yok olması gibi uzun süreli ve geri döndürülemez değişikliklerle ilişkilendirilen riskleri arttırdığı için özellikle büyük önem taşıyor” dedi.

“Eylemlerin bazılarının dünya genelinde hızlanması gerekiyor”

Pörtner’e göre, “Küresel ısınmanın sınırlanması aynı zamanda insanlara ve ekosistemlere uyum sağlamaları ve ilişkili risk eşiklerinin altından kalkabilmeleri için daha fazla imkan tanıyacak”.

Ayrıca rapor, küresel ısınmanın 1,5°C derecede tutulması için uygun patikaları, bunların gerçekleştirilmesi için yapılması gerekenleri ve sonuçlarının ne olacağını da inceliyor.

1. Çalışma Grubu Eşbaşkanı Valerie Masson-Delmotte konu ile ilgili yaptığı açıklamada “Buradaki iyi haber, küresel ısınmayı 1,5°C derecede tutmak için yapılması gereken eylemlerin bazılarının dünya genelinde hâlihazırda yapılmaya başlanmış olması, ancak bunların hızlandırılması gerekiyor” diye konuştu.

Rapor, küresel ısınmanın 1,5°C dereceyle sınırlanmasının toprak, enerji, sanayi, bina, ulaşım ve şehirlerde “hızlı ve geniş kapsamlı” dönüşümler gerektireceği sonucuna varıyor.

İnsan kaynaklı küresel net karbondioksit (CO2) emisyonlarının 2030 yılı itibarıyla, 2010 seviyeleri üzerinden %45 azaltılmış olması ve 2050’de emisyonların sıfırlanmış olması gerekiyor.

Bu, her ekstra emisyonun havadan CO2 yakalama dengelemesi gerektiği anlamına geliyor.

IPCC 3. Çalışma Grubu Eşbaşkanı Jim Skea, “Küresel ısınmanın 1,5°C derecede tutulması kimya ve fizik kanunları çerçevesinde mümkün ancak bunun gerçekleştirilmesi için eşi benzeri görülmemiş değişiklikler gerekiyor” dedi.

Sürdürülebilir kalkınma tehlikede mi?

Küresel ısınmanın geçici olarak 1,5°C derecenin üzerine çıkmasına müsaade etmek ya da hedefi tamamen kaçırmak, 2100 yılına kadar küresel ısınmayı 1,5°C derecenin altına geri çekmek için havadan CO2 tutan tekniklere daha fazla bel bağlanması anlamına gelecek. Ancak rapor, bu tür tekniklerin büyük ölçekteki etkililiğinin henüz kanıtlanmamış olduğunu ve sürdürülebilir kalkınma açısından önemli riskler oluşturabileceğini de belirtiyor.

IPCC 3. Çalışma Grubu Eşbaşkanı Priyardarshi Shukla “Küresel ısınmayı 2°C yerine 1,5°C derecede tutmak iklim değişikliğinin ekosistemler, insan sağlığı ve refahı üzerinde zorlu etkilerini azaltacak ve Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri’nin gerçekleştirilmesini kolaylaştıracaktır” diyor.

IPCC 2. Çalışma Grubu Eşbaşkanı Debra Roberts ise “Bugün alacağımız kararlar hem bugün hem de gelecekte, herkes için güvenli ve sürdürülebilir bir dünya sağlanabilmesi açısından kritik önem taşıyor” diye konuştu.

Roberts sözlerine şöyle devam ediyor:

“Bu rapor, yerel bağlam ve kişilerin ihtiyaçlarını da göz önünde bulundurarak, politika yapıcılar ve uygulayıcılara iklim değişikliğinin üstesinden gelecek kararlar almak için ihtiyaç duydukları bilgileri sağlıyor”

Rapor her üç IPCC çalışma grubunun bilimsel öncülüğünde hazırlandı. 1. çalışma grubu, iklim değişikliğinin fiziksel bilim temelini değerlendirirken 2. çalışma grubu etkiler, uyum ve kırılganlık konularını irdeledi. 3. çalışma grubu ise iklim değişikliği azaltımını ele aldı.

IPCC 2019’da İklim Değişikliği Toprak Özel Raporu’nu yayınlayacak

Aralık 2015’te UNFCCC 21. Taraflar Konferansı’nda (COP 21) 195 ülke tarafından kabul edilen Paris Anlaşması, “küresel ısınmanın sanayi öncesi döneme göre 2°C derecenin oldukça altında tutulması ve artışın 1,5°C dereceyle sınırlandırılmasına dair çalışmalar sürdürülerek” iklim değişikliği tehdidine karşı küresel çabaların güçlendirilmesi hedefini de içeriyordu.

Paris Anlaşması’nın kabul edilmesi kararı kapsamında IPCC, sanayi öncesi döneme göre 1,5°C derecelik küresel ısınma ve ilişkili seragazı emisyon patikaları hakkında 2018 yılında yayınlanmak üzere Özel Rapor hazırlamaya davet edilmişti. IPCC daveti kabul etmiş ve Özel Rapor’un bu konuları iklim değişikliği tehdidi, sürdürülebilir kalkınma ve yoksulluğun ortadan kaldırılması kapsamında ele alacağını eklemişti.

1,5°C Küresel Isınma, IPCC Altıncı Değerlendirme Dönemi tarafından hazırlanacak Özel Raporlar serisinin ilkini oluşturuyor. IPCC gelecek yıl, Değişen İklimde Denizler ve Kriyosfer Özel Raporu ve İklim değişikliğinin arazi kullanımı üzerindeki etkilerini inceleyen İklim Değişikliği Toprak Özel Raporu’nu yayınlayacak.

Politikacılar için Özet Raporu (SPM), 1,5°C derecelik küresel ısınmayla ilişkili mevcut bilimsel, teknik ve sosyo-ekonomik literatür değerlendirmesini temel alan Özel Rapor’un kilit bulgularını içeriyor.

1,5°C Küresel Isınma Özel Raporu (SR 15) Politikacılar Özeti’ne buraya tıklayarak ulaşabilirsiniz.

1.5ºC özel raporu ile ilgili daha detaylı bilgiye ise Bir Buçuk Derece adlı web sitesinden ulaşabilirsiniz 

“1,5 Derece Küresel Isınma Özel Raporu” Güney Kore’deki IPCC Paneli’nde tartışılıyor

 

(Yeşil Gazete)

Elveda İnsanlık – Ragıp Duran

Bu yazı artigercek.com sitesinden alındı

Benim izlediğim yayınlarda, sadece solcu, alternatif dergilerde değil, Batı’nın egemen medyasında da son dönemlerde ciddi ve nispeten sıkı bir kapitalizm eleştirisi dikkat çekiyor.

Fransa’da 10-15 yıldır aylık olarak yayınlanan ‘’La Décroissance’’ (BüyümeKarşıtı) dergisinin son sayısının kapak konusu ‘’İlerlemeyi durduralım!’’. Reklamkırıcılar tarafından çıkarılan bu ‘’Yaşam Sevinci Dergisi’’, politik ekolojinin ve ‘’zihinsel çevrenin’’ yayın organı olarak tanıtıyor kendini. Büyümenin, gelişmenin sıkı muhalifi. Doğal yaşamın taraftarı.

Artık neo-liberal dünyanın sosyal-demokrat görünümlü gazetesi haline düşen Le Monde’da bile zaman zaman kapitalizmin güncel çıkmazları üzerine yazılar çıkıyor. Neo-liberal düzene muhalefet eden aylık Le Monde Diplomatique ise ‘’Büyümeyi Yargılayan’’ inceleme ve makalelere yer vermeye devam ediyor.

Akademik dünya ise bu konuda medyadan çok daha ileride. Ekonomide, siyasal bilgilerde, sosyolojide, antropolojide, kültürel çalışmalarda, ekolojide ‘’kapitalist medeniyetin’’(?) olumsuzluklarını, çelişkilerini ve karanlık geleceğini araştıran, yorumlayan, deşen çok sayıda kitap yayınlanıyor.

Bunlardan, benim gözüme takılan sonuncusu, iktisat profesörü Daniel Cohen’in çalışması: ‘’Zamanın değiştiğini söylemek lazım/ Kaygı verici bir değişimin (ateşli) kroniği’’ (Albin Michel, 270 s.).

Libération gazetesi, Cohen’le kitabı hakkında yaptığı söyleşiye şu başlığı koymuş: ‘’Bizim için hazırlanan bu insansızlaştırmaya yönelik algortimalı topluma karşı mücadele etmek gerek!’’.

Cohen, özellikle Batı’da kapitalizmin son 50 yılını irdelerken, 68 Mayıs’ıyla gündeme gelen sol ütopyanın da, buna karşı tepki olarak doğan muhafazakar sağcı neo-liberal zihniyetin de amaçlarına ulaşamadığını, her iki düş kırıklığının da bugünkü Trump-Putin-Erdoğan türü ırkçı popülist akımlara zemin hazırladığını saptıyor. İlginçtir, yukarıda elitlere ve aşağıda yoksullara, özellikle de yabancı işçilere ve mültecilere karşı tepki hatta nefret temelinde gelişen bu popülist akım, 70lerin anti-kapitalist solu ile 80’lerin neo-liberal sağının ‘’aldattığı’’ kesimlerde kendine kitle buluyor.

ABD’de Trump, işte bu sağcı popülizmin tipik bir örneği: ‘’Önce Amerika!’’ sloganıyla sınırlara duvar örecek kadar mültecilere karşı. Yabancı ülkelerle ticari ilişkilerde vergi oranlarını yükseltirken içeride kendi zenginlerini sevindirmek için bazı vergilerde indirim yapıyor. Ama ABD’de çoğunluğun mutlu ve müreffeh olabilmesi için eski ve mevcut sistemi hiç sorgulamıyor hatta gerici uygulamalarını de bu sistem sayesinde gerçekleştirebiliyor.

İtalya bu konuda ilginç bir örnek. Çünkü soldan gelen Beş Yıldız Hareketi ile aşırı sağdan gelen Liga, iktidara konmak için hükümet koalisyonu kurdu. Beş Yıldızcılar, kamu harcamalarını artırmak istiyor ayrıca yoksullar ve dar gelirler için ‘’Evrensel Gelir’’ uygulamasına geçmek niyetinde. Ligacılar ise vergi indirimi tasarlıyor ve mültecileri engellemek niyetinde. Her iki kanat da kendi politikalarını hangi mali kaynaklarla hayata geçirebileceklerini açıklayamayacak durumda.

Almanya’da da tehlikeli bir gelişme: Sol Partinin (Die Linke) kurucularından, eski başkanı şimdiki Parlamento grup başkanı Sahra Wagenknecht, 4 Eylül günü Aufstehen (Ayağa Kalkalım) adlı yeni bir ‘’sol’’ hareketin kuruluşunu ilan etti. Wagenknecht, yeni hareketin Almanya’da sol partilerin genelde olumlu mülteci politikalarının değişmesi gerektiğini bildirdi. Sağ söylemle ‘’sol’’ politika! Bir yerden kulağınıza çalındı mı?

Türkiye’de de bugünkü sağcı popülist iktidar, eski elitlere (Kemalistlere ve onların politikalarına) karşı hınca dayanarak yükseldi. AKP iktidarının yabancı düşmanlığı ise kendi yurttaşı olan Kürtler, Ermeniler, Rumlar ve Yahudilere karşı kendini gösteriyor. Bizde İnsansızlaştırma girişimleri ise, siyasetçilere siyaseti, gazetecilere gazeteciliği, akademisyenlere akademiyi, işçilere işçiliği, avukatlara avukatlığı nihayet insanlara insanlığı yasaklamaya çalışmakla uygulanıyor.

İktisat profesörü Cohen, tarım toplumundan sanayi toplumuna geçişin özellikleri ile bugünkü sanayi sonrası toplumdan dijital medeniyete geçişin özelliklerini incelerken, toplumu bir arada tutabilecek parametrelerin eksikliği nedeniyle kutuplaşmanın yoğunlaştığını yazıyor.

Cohen, Yapay Zeka’nın da önümüzdeki dönemde gerek toplumsal ve kültürel gerekse siyasal yaşamda tayin edici bir konuma geleceğini öngörüyor. Aslında daha şimdiden yurttaşların İnternet’le ilişkilerinde, zaten en çok hangi siteye girmelerinin gerektiği, en çok hangi reklamları görmesinin yararlı olacağı, genelde en çok ne tür mesajlara muhatap olmasının lazım geldiğini algoritmalar saptıyor. Bir yerde yavaş yavaş teknolojinin köleleri olmaya başladı yurttaşlar. Orwell’in 1984’ü ile Huxley’in Cesur Yeni Dünyası arasındaki farklar inceldikçe inceliyor. Robotların insanların yerine geçip geçemeyeceği tartışmaları, aslında insanların giderek robotlaştırılmaya başladığı gerçeğini gölgeliyor. Post-modern, post-truth’dan sonra şimdi dolaşıma sık giren kavram post-human! Modernliği geçtik, gerçeği atladık, sıra insanı ortadan kaldırmakta!

Durum pek içaçıcı değil. Fransa’da yapılan bir kamuoyu araştırmasına göre, gençlerin sadece %13’ü geleceğe umutla bakmaya hevesli! Oysa ki 1968’den bu yana kişi başına düşen milli gelir neredeyse iki misline çıktı.

Artık, 68 Mayıs’ı sanayi toplumuna nasıl esaslı bir alternatif yaratma girişiminde bulunmuşsa, bugün de bu algoritmalı insan sonrası, bir başka deyişle insansızlaştırılmaya çalışılan topluma bir seçenek, insani bir yanıt aramak bulmak zorunlu hale geldi.

Biz tabi memlekette arkadaşlarımızı, meslekdaşlarımızı cezaevlerinden, baskıdan, sansürden kurtarmakla, iktidar medyasının yalanlarıyla meşgul olduğumuz için, bu aslında güncel ve devasa sorunla henüz ilgilenemiyoruz.

Kapitalizm, sanayi, üretim, büyüme… çoğunluğu mutlu edememişse, artık ırkçılığa dayanmış ve reformla düzelemeyecek aşamaya gelmişse, neden hala bu sistemi, bu medeniyeti savunalım ki?

Ragıp Duran – Artı Gerçek

İklim değişikliğiyle mücadele Nobel’e de yansıdı: William D. Nordhaus’a Ekonomi dalında ödül

İklim değişikliğiyle mücadele Nobel’e de yansıdı.

İsveç Bilimler Akademisi tarafından verilen 2018 Nobel Ekonomi Ödülü iki bilim insanına gitti.

William D. Nordhaus, iklim değişikliğinin sonuçlarını uzun dönemli makro-ekonomik analizlerle birleştirdiği için, Paul M. Romer da teknolojik gelişmeleri uzun dönemli makro ekonomik analizlerle birleştirdiği için 2018 Nobel Ekonomi Ödülü’ne layık görüldü.

Geçtiğimiz yıl Nobel Ekonomi Ödülü’nü ABD’li ekonomist Richard H. Thaler kazanmıştı.

Nobel Ekonomi Ödülü 1969’dan beri veriliyor.

İsveç Merkez Bankası tarafından vakfedilen ödül ekonomiyle ilgili konuların giderek önem kazanmasından ötürü öncelikle bilim dünyasını yakından ilgilendiriyor.

 

(The Nobel Prize, Yeşil Gazete)

Yeşil Yol projesinde dinamitin yasak olduğu bölgeye Milli Park’tan izin

Karadeniz Bölgesi’nde 8 ilin yaylalarını birbirine bağlayacak 2 bin 600 kilometre uzunluğundaki Yeşil Yol projesi çalışmaları sırasında kullanılmak istenen patlayıcıya bölgeyi korumakla yükümlü Milli Park’ın izin verdiği ortaya çıktı.

Hazal Ocak’ın Cumhuriyet’te çıkan haberine göre, Yeşil Yol proje güzergâhındaki Rize Çamlıhemşin, Samistal – Yukarı Kavron – Aşağı Kavron ve Ayder Yaylaları, Kaçkar Dağları Milli Parkı sınırları içerisinde yer alıyor. Aynı zamanda da 1. derece doğal sit alanı ve mera vasfında.

Bu bölgede patlatma yöntemiyle çalışma yapmak yasak, sadece yol yapımında doğaya en az zarar veren ekskavatör (kazı makinesi) kullanılmasına izin veriliyor. Ancak bölge sakinleri projenin Yukarı Kavron, Samistal Yaylaları arası kısmında yapılan çalışmalarda patlayıcı kullanıldığını belgelemişti.

Avukat İbrahim Demirci bu işlemin sorumluları hakkında tüm yetkili kurumlara başvurarak suç duyurusunda bulunmuştu ve yetkili kurumlara hangi izne dayanarak bu işlemin yapıldığını sormuştu.

“İzin verilemez”

Demirci’ye geçen günlerde yanıt veren Kaçkar Dağları Milli Park Müdürlüğü Yukarı Kavron, Samistal Yaylaları arasında yeni yapılması planlanan yolların geçeceği sahaların önemli bir kısmının yüksek eğimli, dağlık ve blok halinde çok sert kayalık içerdiğini belirterek kazı makinesi kullanılarak yeni yol yapmanın imkânsız olduğunu ifade etti.

Müdürlük çok sert kayalık alanlarda patlayıcı madde kullanılmasına izin verdiğini açıkladı. Demirci bölgenin Milli Parklar sınırında yer aldığını anımsatarak “Böyle bir izin hangi gerekçeyle olursa olsun verilemez” dedi.

Karadeniz yaylaları beton ve asfalta gömülüyor: Yeşil Yol çalışmaları yeniden başladı!

Yeşil Yol projesinde Sayıştay’ın itirazı ihmali ortaya çıkardı!

Karadeniz yaylalarını yok edecek Yeşil Yol karşıtı 24 kişi hakim karşısındaydı

 

(Cumhuriyet)

Kolombiya’da bir doğa savunucusu ile iki çocuğu işkence edilerek öldürüldü

Doğa savunucularını hedef alan son şiddet haberi Kolombiya’dan geldi.

Ülkenin kuzeyindeki Bolivar’da bir doğa savunucusu ve iki oğlu evlerinde işkence edilerek öldürüldü.

Öldürülenlerin, 52 yaşındaki Jaime Rivera, 23 yaşındaki Jeison Mauricio Rivera ve 20 yaşındaki Jaime Reinel olduğu duyuruldu.

Telesur’un haberine göre Jaime Rivera ve Jeison Mauricio Rivera, devletin koka ekimini sonlandırmaya yönelik politikalarına karşı birden fazla kez protesto düzenlemiş topluluğun önemli isimlerindendi.

Resmi verilere göre bu ölümlerle birlikte 2018 senesi içerisinde Kolombiya’da öldürülen sosyal liderlerin sayısı 160’ın üzerine çıkmış oldu.

Haberde, yıl içerisinde saldırı sonucu hayatını kaybeden sosyal liderlerin sayısının daha yüksek olabileceği belirtildi.

Ne oluyor?

Kolombiya’da tarım alanlarına yönelik askeri müdahaleler onlarca kişinin yaralanması ve hayatını kaybetmesiyle sonuçlanıyor.

Kolombiya-Avrupa-ABD Koordinasyonu (CCEEU) temsilcisi Oscar Zapata, ülkedeki insan hakları kampanyalarına karşı şiddet politikaları yürütüldüğünü vurguluyor.

Zapata’ya göre yüzde 100’ün üzerinde artış gösteren tehditler nedeniyle yalnızca Baixo Cauca’da yerinden edilen sosyal liderlerin sayısı 100’ün üzerinde.

 

(Gazete Karınca)

Avrupa Kuş Gözlem Günü’nde buluşan Türkiye’deki kuş gözlemcileri 216 farklı kuş türünü inceledi

Doğa Derneği’nin Türkiye ortağı olduğu Dünya Kuşları Koruma Kurumu’nun (BirdLife International) 1993 yılından beri gerçekleştirdiği Avrupa Kuş Gözlem Günü etkinliğinde, 25 yıl boyunca bir milyondan fazla insan yetmiş üç milyondan fazla kuşu gözlemleme imkânı buldu.

Kuş Gözlem Günü’nün amacı kuşları yaşam alanlarının bir parçası olarak görmek ve doğayı doğadan öğrenme kültürünü yaygınlaştırmak. Öte yandan, kuşların yılda iki kere gerçekleştirdiği uzun ve zorlu göç yolculuğuna dikkat çekmek ve yol boyunca karşılaştıkları zorluklara ayna tutmak.

Avrupa Kuş Gözlem Günü’ne bu yıl Avrupa’dan 33 ülke katıldı. Gerçekleştirilen etkinliklere 25,066 kişi katıldı ve toplam 5,266,930 kuş gözlemlendi. Türkiye ve Kıbrıs’taki etkinlikler, Doğa Derneği ortaklığıyla 21 farklı noktada gönüllü topluluklar tarafından gerçekleştirildi. Yapılan etkinliklere 521 kişi katıldı. Bu etkinliklerde 216 farklı kuş türü ve toplam 30,670 kuş gözlemlendi. Kuş Gözlem Günü’ne en yüksek katılım 103 kişiyle İstanbul’da oldu. Gözlemlenen türler arasında dağ horozu, kara iskete, sakallı akbaba ve turna gibi pek çok nadir kuş türü de yer aldı.

Ölüm nedenleri ise tamamen insan kaynaklı”

Konu hakkında açıklama yapan Doğa Derneği Genel Koordinatörü Dicle Tuba Kılıç şunları söyledi:

“Bu sene Kuş Gözlem Günü’nde 521 gönüllü insanını emeğiyle Türkiye ve Kıbrıs’ta 21 farklı noktada etkinlik düzenlendi. Türkiye gibi göçmen kuşların göç yolu üzerinde önemli bir yere sahip bir coğrafyada böyle bir etkinlik düzenlemek hepimizi çok mutlu etti. Türkiye barındırdığı biyolojik çeşitlilik dışında göçmen kuşların göç yolu üzerinde olması sebebiyle küresel ölçekte önemli bir konuma sahip. Bu etkinliklerde, katılan yüzlerce insanla beraber kuşları ve göç yolları üzerinde karşılaştıkları sorunları da anlamaya çalıştık. Göçmen kuşlar hepimizin ortak değeri. Ölüm nedenleri ise tamamen insan kaynaklı. Doğa Derneği, yaşadığımız dünyanın ayrılmaz bir parçası olan kuşların daha yakından anlaşılması ve doğal yaşam alanlarının korunması için yürüttüğü çalışmalara devam edecek. 25. Avrupa Kuş Gözlem Günü’ne katılan ve bir kuş gözlemcisi olarak doğanın korunmasına katkı veren herkese çok teşekkür ederiz. ”

 

(Yeşil Gazete)

Balina tutsaklığının en hazin öyküsü: Orka Morgan doğurmuş! – Özgür Keşaplı Didrickson

Deniz memelilerinin tutsaklığına karşı savaşanlar için 22 Eylül önemli bir tarihti. En “uygar” ülkelerdeki gösteri parklarının bile kâr hırsıyla her şeyi yapabileceklerinin en çarpıcı örneği olan orka Morgan o gün doğum yaptı.

Foto: Jno Didrickson

2010’da Hollanda’da, yalnız ve aç bir halde bulunmuştu Morgan. Harderwijk  parkı yetkilileri tarafından “rehabilitasyon ve salma” izniyle yakalanarak küçücük bir havuza kapatılmıştı. Çok zayıflamış olsa da herhangi bir hastalığı bulunmayan Morgan, birkaç ay içinde iyileştiği halde salınmadı. Ardından “araştırma” için verilen taşıma izniyle Loro Parque (İspanya) gösteri merkezine gönderildi (2011) ve gösteri programına dahil edildi.

O dönem bu park Amerika’nın ünlü gösteri parkları zinciri SeaWorld ile ortaktı. Morgan bu parkta SeaWorld’den ödünç alınmış diğer orkalarla birlikte, onların “malı” olarak yaşamaya başladı. Seaworld 2016 yılında tutsaklıkta üreme programını durdurma kararı almıştı. Öyleyse  SeaWorld ile ortaklığı olan bu parkta Morgan’ın çiftleşmesine nasıl izin verildi?  Üstelik Morgan Loro Parque’a “araştırma” izni ile getirilmişti. Kurallar ihlal edildi ve dahası Loro Parque yetkilileri üremenin hayvanların hakkı olduğunu ve iyilikleri için bunun engellenmemesi gerektiğini açıkladı. SeaWorld’ün bu parkla ortaklığını Morgan’ın hamile olduğunun bildirilmesinden (Aralık 2017) sadece birkaç hafta sonra, kuralların ihlalinden kaçınma gereğinin bile duyulmadığına işaret eder gibi sonlandırması, bu hamileliğinin planlandığının ve büyük ticari öneme sahip olduğunun kanıtı gibiydi. Tüm bunlar ışığında SeaWorld’ün üreme programını sonlandırma kararına, kendilerinin aldığı bir karardan çok, tutsaklık karşıtı seslerin güçlenmesi karşısında müşteri kaybını en aza indirme çabası olarak da bakmak gerek.

Orkaların çok güçlü aile bağları var. Aküstik eşleştirmeler ve DNA analizleri sayesinde Morgan’ın bir Norveç popülasyonuna ait olduğu tespit edilmiş, akrabası olma ihtimali yüksek bir aile grubu belirlenmişti. Yalnızca özgürlüğüne değil güçlü bağları olan ailesine döndürülebilirdi. Morgan, Loro Parque gösteri merkezine, kural ihlalleri bir yana 30’dan fazla bilimcinin bu verilerin ışığında hazırladığı plan da görmezden gelinerek gönderildi. Bu öyküsüyle Morgan, tutsaklık konusunun ötesinde,  “bilimi üstte tutan uygar Batı” imajını yerle bir etti. Bilimciler, akustik eşleştirmeler ve DNA analizleriyle bir balinanın hangi popülasyonuna ait olduğunu belirleyebildiler ama bu bilgiyi umursayan olmadı! En az 3 ülkenin yer aldığı bu utanç verici süreçte kural ihlalleri de gizlenme gereği olmaksızın yapılabildi! Bu durum “gelişmiş” ve “gelişmekte olan” ülkeler arasındaki farkın, konu kâr olduğunda yok olduğunun kanıtı. Bu durumda hayvanların üzerinden kâr etmeyi meşrulaştırmak ve bilimle samimiyetsiz bir ilişi kurmak açısından birincisinin ikincisine örnek ve destek olduğu söylenebilir pekâla.

Dünyadaki tutsak orkaların çoğu tutsaklıkta doğmuş, kısıtlı sayıda bireyden gelen spermle döllenmiş. “Akraba evliliği” denilecek bu durumun uç örnekleri dahi yaşanmış, örneğin bir orka oğlu tarafından hamile bırakılmış. Morgan’ın yavrusuyla “akraba evliliği” nedeniyle hastalıklara, erken ölümlere açık olan gen havuzuna yeni kan gelmiş oldu. Yavrunun yaşaması parkın orka programının daha uzun ömürlü olmasına, daha çok kâr yapmasına katkı sağlayacak.

Ancak Morgan’ın yavrusu yaşayamayabilir çünkü tutsaklıkta doğan pek çok deniz memelisi ölüyor. Birkaç örnek üzerinden bu korkunç tabloya bakarsak…Tahminen 4 yaşındayken (1969) Kanada sularında yakalanan dişi orka Corky’nin 1977’de doğurduğu yavrusu tutsaklığa doğan ilk orka yavrusuydu. Anne yavruyu sağlıklı bir şekilde emziremediği için yetkililer yavruyu zorla beslediler. Buna rağmen kilo kaybetmeye devam eden yavru sonunda zatürreden öldü. Ancak 16 gün yaşayabilmişti. Corky sonra 6 kez daha doğurdu ama en yaşlı yavrusu 46 gün yaşayabildi! Halâ yaşayan Corky, gösteri havuzlarının en yaşlı bireyi. Korkunç acılarla dolu uzun yaşamı, tutsaklığın zalim yüzünün en çok anne ve yavrularının yaşamlarında görünür olduğunun en çarpıcı kanıtı olsa gerek.

1978’de, 2 yaşındayken İzlanda sularında yakalanan Kiska isimli orka ise 38 yıllık tutsaklık boyunca 5 kez doğurmuş. En uzun yaşayan yavrusu bile ancak 6 yaşına dek dayanabilmiş tutsaklığa.

Son orka yavrusu ölümü ise geçtiğimiz yıl temmuz ayında SeaWorld’ün San Antonio’daki parkında yaşandı. Kyara isimli yavru daha 3 aylıktı. SeaWorld tutsaklıkta üremeyi yasakladığında annesinin zaten hamile olduğu söylendi.

Kyara’nın zatürre nedeniyle öldüğü bildirildi ancak ölümlerle ilgili raporlar şeffaf değildi. Çok sayıda tutsak orkanın enfeksiyondan öldüğü biliniyor. Patojenler, yaralanmalar, stres, depresyon hatta sıkıntı, tutsak bireyleri hastalıklara karşı hassas hale getiriyor.

Foto: Jno Didrickson

Morgan’ın 11 yaşlarında olduğu tahmin ediliyor (doğada 14-15 yaşta ürüyorlar). Bilim insanlarına göre genç yaştaki hamilelik anne ve yavru için tehlike taşıyor.  Orkalar bireyler arasında çok güçlü bağ olan anaerkil gruplarlarda yaşarlar. Dişiler anneliği,  kardeşlerine ablalık, diğer akrabalarının ve annesinin arkadaşlarının çocuklarına teyzelik yaparak öğrenirler. Morgan çok küçükken tutsak edildiği için bu yaşamsal öğrenme süreciyle ilgili deneyim kazanamadı. Kimi tutsak orkalar, bu eğitimi almadıkları için ve mutlaka stres gibi diğer sağlık sorunlarının da etkisiyle yavrularıyla ilgilenmeyebiliyor ve onları reddedebiliyorlar. Yunus ve balinalar yavruları doğduğunda ilk nefeslerini almaları için onları su yüzeyine doğru ittirirler. Kohana isimli bir orkanın 2010’da Loro Parque’ta doğum yaptığında Adan isimli yavrusuyla hiç ilgilenmediği, yavrunun su yüzeyine kendi başına gittiği ve sonra kendi başına yüzmeye başladığı videoya kaydedilmiş (bağlantısını kaynaklarda bulabilirsiniz). İlk yavrusunu reddetmesine rağmen Kohana’nın yeniden hamile kalması sağlandı (yapay döllenme ile) ya da hamile kalması engellenmedi. Tahmin etmesi zor olmasa gerek, Kohana ikinci yavrusunu da reddetti. Vicky isimli yavru henüz 10 aylıkken öldü (2013).

Bu üzücü reddetme ve ölüm durumları dışında farklı gösteri parklarına transfer edildikleri için de birbirinden ayrı kalan anne ve yavrular var. Bu sonuncusu, orkaların aile bağları çok güçlü hayvanlar olduğunu elbette bilen park yetkililerinin kâr hırsıyla ne denli insanlıktan çıkmış olduklarının kanıtı.

Tutsaklığın sona ermesi için yunus ve balinaların canlı yakalanmasının, ticaretinin ve üremelerinin sona ermesi gerek. Ne yazık ki tüm bunlar devam ediyor. Rusya 2012’den beri    (bu yıl dahil) Ohotsk Denizi’nde en az 20 orka yakaladı. Akraba genlerden oluşan havuza sağlık aşılayan Morgan’ın bebeği ölmez de yaşarsa, özgür orkaların avlanmasının, ortaklıklar öne sürülerek parktan parka transferinin ve üreme programlarının güçlenmesinin önü açılır mı? Tüm bunların sonlanması için neler yapabiliriz? Tutsak deniz memelilerinin olduğu gösteri parklarına olan ilgiyi önlemek için elimizden neler gelebilir?

Geçen yıl orkaların tutsaklığıyla ilgili Inside the Tanks isimli kısa bir belgesel yayımlandı. Morgan’la ve genel olarak orkalarla ilgili çalışmalarıyla ünlü Ingrid Visser belgeselde, çektiği fotoğraflar üzerinden tutsak orkaların türlü yaralanmaları ve havuz ortamındaki doğal olmayan davranışları hakkında ayrıntılı bilgi verdi.

Foto: Andreas Ahrens

Belgeselde, tarafsızlık konusuna, iki tarafın da görüşünün alınması konusuna çaba gösterildiği söyleniyordu. Bir parkın üst düzey yöneticisi, kendisiyle yapılan görüşme sırasında lafı ağzında gevelemeden, hemen ilk sözlerinde “açık konuşalım, bu bir işletme” dedi ve para kazanma amacı ve gereğinden söz etti.

Daha sonra, parka gelen izleyicilerin değiştiğini, artık gösteri sırasında yunusların ağızlarında gül ve başlarında şapka taşımak gibi “numaralar” yapmalarını istemediklerini belirtti. İzleyicilerin eski gösterilerden sıkıldığını, onların ilgisini diri tutmak için ilerlemeleri, daha “modern” gösteriler ve tesisler inşa etmeleri gerektiğini söyledi. “İnsanların isteklerine yanıt vermezsek para kazanamayız, işletmemiz ölür” dedi.

İşletmeyi temsil eden bu kişinin sözleri ve tavırları çok uyarıcı geldi bana.  En “uygar” saydığımız ülkelerde bile halâ devam eden tutsaklığı sonlandırmanın çok kolay olmadığını kaygıyla anlamamı sağladı. Son yıllarda tutsaklığa yönelik artan isyana, çeşitli filmlere – The Cove ve Blackfish’e rağmen Seaworld’e hala yılda 20 milyon ziyaretçinin geldiği söyleniyor ki bu da uyarıcı.

O park yöneticisinin parkların geleceği için müşterilerin değişen isteklerini önemsemesi gibi bizlerin de insanları bu parklara neyin yönlendirdiğini çok iyi anlamamız gerek. Pek çok ülkede yunus parklarının yanı sıra hayvanat bahçeleri de halâ şehir gezme broşürlerinde yer alıyor.  Orada hayvanlar gösteri yapmıyor ama sıklıkla çok kötü koşullarda, tutsak bir hayat sürüyorlar. Bunca eğitici projelere, filmlere rağmen neden hala insanlar tutsak hayvanları görmek için bu işletmelere para veriyor?

Bu durum hayvanlara olan ilgimiz ve merakımızla da ilgili olsa gerek. Pek çok insan belgeselleri büyük ilgiyle izler.Yalnızca şimdi değil, 20 yıl kadar önce de yaban hayatla ilgili çalışmalarımızdan ne zaman söz etsek çevremizdeki hemen herkes bize soru sorar, belgesellerde gördüklerinden söz ederdi. Bu doğal ve güçlü ilgiyi doğru anlamak ve doğru kanala aktarmak gerek.

Yaban hayata ilgi duyan insanların en azından bir kısmı hayvanları doğada görmeyi tercih eder aslında ancak bu konuda bilgili, deneyimli olmayanlar için pek çok türü doğal ortamda görmek çok zor. Ve her şey bir yana insanlar yalnızca çevresinde yaşayanları değil, nerdeyse doğduklarından beri televizyon ekranında gördükleri aslan, fil, köpekbalığı gibi çok karizmatik hayvanları da görmek istiyor. İnsanların hayvanlara yakın olma isteği çok güçlü olduğu için bu konuda öyle büyük bir pazar oluşmuş durumda ki artık  hayvanlar özgür ortamlarında da ciddi şekilde rahatsız ediliyor. Herkesin safariye veya balina köpekbalığıyla yüzme turlarına vereceği parası olmadığı için görece ucuz olan ve ulaşması daha kolay olan gösteri parkları ve hayvanat bahçeleri de müşterisiz kalmıyor.

İnsanların çoğu bu yerleri çocukları için de geziyorlar çünkü yakından zürafa,yunus görmek çocukları elbette çok heyecanlandırıyor. Aslında çocuklar hayvanlara zarar gelmesini, onların doğal ortamlarından koparılmasını istemez. Bu nedenle hayvanların tutsak edildikleri yerlere gitmemek gerektiğini doğallıkla benimseyebilirler. Ailelere düşen, tutsaklıkla savaşırken çocukların yaban hayvanlarıyla özgür ortamlarında karşılaşmaları için de emek harcamaları olsa gerek. Şnorkel, dürbün, rehber kitaplar aracılığıyla balık, kuş gözlemek; deniz kaplumbağalarıyla ilgili araştırmalara, kuş halkalama gibi çalışmalara katılmak, çocukların yaban hayatla ilgili bilgilenmelerini ve özgür hayvanları da karşı karşıya oldukları tehditlerden korumak gerektiği bilincine kavuşmalarını sağlayacaktır.

Foto: Chung-tung-yeh

Morgan’ın stres nedeniyle kafasını sık sık betona çarptığı, betonu dişlemekten dişlerinin aşındığı, havuzdaki diğer orkaların saldırısına uğradığı gibi bilgiler fotoğraflı kanıtlarla ortaya konmuştu. 2016 yılında ise 2 kez havuz platformuna çıktığı videoyla belgelendi. Doğal olmayan bu davranışı bilinçli olarak, havuzdaki diğer orkaların saldırısından kaçmak için yaptığı düşünüldü. Morgan’ın bu stresli yaşamı ve anneliği aile bireylerinden öğrenmemiş olması nedeniyle bebeğini terk edebileceği, onunla ilgilenmeyebileceği düşünülüyordu. Park yetkililerinin verdiği ilk bilgilere göre Morgan birlikte oldukları her an yavrusunun yanında yüzmüş ancak alınan diğer bilgiler korkuları haklı çıkarır gibiydi. Yetkililer Morgan’ın sütünün yetersiz olduğuna karar vererek daha 2. gününde yavruyu tıbbi havuza almışlar. Yavruyu biberonla, Morgan’ın sütünü içine karıştırdıkları mamayla beslemişler. Bu sürecin sonlandığı ve anne ve yavrunun yeninden birlikte olduğu söylense de tam olarak ne yaşandığını nasıl bilebiliriz?  Morgan yavruyu ihmal etse bile park yetkililerinin değerli genlere sahip bu yavrunun “sağlıklı” yaşaması için ellerinden gelen her şeyi yapacaklarına şüphe yok. Acaba Morgan bu koşullarda yavrusuna iyi bakabilecek mi? Morgan’ın yavrusu “sağlıklı” olarak büyürse ne olacak? Morgan bir daha ne zaman hamile kalacak? Morgan ve yavrusunu farklı parklarda gösteriye çıkmaları için ayıracaklar mı? Daha pek çok soru geliyor akla.

Geçtiğimiz aylarda bir anne orkanın ölen yavrusunu tam 17 gün boyunca suya bırakmaması ve başının üzerinde gezdirmesi haklı olarak insanları çok etkiledi. Yunuslarda da gözlemlenen, araştırmacıların temkinli de olsa “yas” davranışına benzettiği bu olay, deniz memelilerinin sosyal yapılarının ve zekâlarının ne denli gelişmiş olduğunun çok çarpıcı bir kanıtı. Bu davranış sırasında “yas tutan” bireyi grup üyeleri de yalnız bırakmıyor.

Özgürlük, yaşamın yalnızca güzel yanlarının değil kötü yanlarının da özgürce yaşanması demek değil midir? Bir orkanın yaşama dair tüm deneyimlerini ait olduğu sularda ve ait olduğun ailenin bireyleriyle birlikte öğrenmesi değil midir? Son nefesini vermiş yavrusunu günlerce suyun derinliklerine bırakmayan anne orkaları, doğurduğu yavrusunu ilk nefesinde bile yalnız bırakan bireylere dönüştüren bu zalimliğe, insanlık ayıbına son vermek için hep birlikte savaşmalıyız.

Kaynaklar

Ölmüş yavrusunu günlerce başının üzerinde taşıyan deniz memelileriyle ilgili yazıma bu bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz;

Kohana isimli orkanın doğum anında yavrusuyla ilgilenmediğini gösteren videoya bu bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz;

freemorgan.org

https://www.thedodo.com/in-the-wild/kyara-orca-dies

https://news.nationalgeographic.com/2017/07/sea-world-killer-whale-orca-calf-dies-spd/

https://www.theodysseyonline.com/why-seaworld-shouldnt-be-world-we-live-in

https://www.thedodo.com/in-the-wild/morgan-loro-parque-new-calf

http://blog.loroparque.com/?lang=en

https://us.whales.org/news/2018/09/norwegian-orca-morgan-gives-birth-at-loro-parque

https://www.telegraph.co.uk/travel/news/loro-parque-ends-killer-whale-orca-breeding/

https://www.theodysseyonline.com/seaworld-breeding-orcas-again

https://uk.whales.org/news/2018/06/wild-orcas-to-be-captured-in-russia-again

https://www.independent.co.uk/news/world/americas/orca-killer-whale-mother-tahlequa-dead-baby-southern-resident-washington-a8488486.html

***

Yazar Hakkında:

Biyolog, yazar. ODTÜ Biyoloji Bölümü’nü bitirdi. Yunus tutsaklığı konusunda öncü çalışmalar yaptı, Sualtı Araştırmaları Derneği Deniz Memelileri Araştırma Grubu Koordinatörü olarak kamuoyunu bilgilendirici yazılar yazdı, hükümeti uyaran basın duyurularına imza attı. Savaş Karakaş’ın “Flipper’ın Kabusu” belgeselinin danışmanlarından biridir. 2011’de yunus ve balinalarla ilgili bilim, sanat ve kültür topluluğu Kanatlı Balina’yı kurmuştur (kanatlibalina.org).

Y.lisansını kuş göçü üzerine yaptı. Türkiye’nin ilk kuş halkacılarından biridir. Ulusal Halkalama Programı’nı (UHP)  kuran ekipte yer aldı, UHP  koordinatör yardımcılığı yaptı.

Cumhuriyet, Sol Gazete ve Sol Portal’da köşe yazarlığı yaptı, yaban hayatla ilgili yazılar yazdı. Halen yayın kurulu üyesi olduğu Azizm Sanat Örgütü’nde yazmaktadır. Dirimbilim (Biyoloji) Günlüğü isimli köşenin kurucusudur.

 

 

Özgür Keşaplı Didrickson

[email protected]

 

 

Belçika yerel seçimleri ve Türkiye – Hakan Ozan Erzincanlı

Geçen hafta bahsettiğim gibi Belçika yerel seçimleri 14 Ekim’ de yapılacak ve seçim heyecanı her yeri kaplamış durumda. Bu yazımda, kendisi de Türkiye’ de seçme ve seçilme haklarını kullanmış birisi olarak size Türkiye’ deki yerel seçimlerden farkları yazmaya çalışacağım.

Bir kere sanırım en önemli fark, seçilme hakkının da en az seçme hakkı kadar destekleniyor olması. Aday olma yetisine sahip herkese uygun zamanda kalın bir zarfın içerisinde bir başvuru kılavuzu ve adaylık başvuru formu gönderiliyor. İsteyen herkes siyasi partilerle ilişkide olmak zorunda kalmaksızın aday olabiliyor. Sanırım Türkiye’de de bu şekilde bağımsız aday olunabiliyor ancak her vatandaşın evine detaylı açıklama ile birlikte başvuru formu gelmesi insanın demokrasiye inancını arttırıyor. Çoğu konuda inanılmaz bürokratik olan Belçika’nın seçim konusunda farklı davranıyor olması da ayrıca şaşırtıcı ve sevindirici.

Büyük farklardan biri de “kimin oy verebileceği” konusunda. Eğer son beş yıldır o bölgede ikâmet ediyorsanız, resmi olarak oturumunuz varsa Belçika vatandaşı olmasanız da seçimlere 6 ay kala belediyeye başvurup yerel seçimlerde oy kullanma hakkı elde ediyorsunuz ki bence çok mantıklı.

 

Seçim çalışmalarında gördüğüm büyük farklılık belediye meclis üyelerinin kendi seçim çalışmalarını da yoğun bir şekilde yapıyor olmaları. Ve Türkiye’de olduğu gibi burada kalabalık maiyeti ile dolaşan göbekli ve takım elbiseli amcalar pek yok. İlk seçmenliğimden beri Türkiye’de seçim zamanları kalabalık yerlerde maiyeti ile dolaşan, kendisinden hiç memnun olmasanız da suratına yapıştırılmış kocaman yapay gülümsemesi ile elinizi sıkıp ezberlenmiş lafları sıralayan bu amcalardan kaçmaya çalışırdım. Burada adaylar daha ziyade anketör gibiler. Parkta çocuğunuzu izlerken çıtı pıtı bir kadın günlük normal kıyafetleri ile yanınıza gelip “Nerede oturuyorsunuz? Oy verecek misiniz? Yönetimden memnun musunuz?” gibi soruları hızla sorup belediye meclis üyesi adayı olduğunu ve harika şeyler yapmayı planladığını size hızlıca anlatıp elinize bir broşür tutuşturuyor. Tabii bazı pazar yerlerinde takım elbiseli amcaları görmedim değil ama en azından maiyetleri onlarla beraber maç taraftarı gibi kortej eşliğinde yürümüyor. Gruptaki herkes vatandaşlarla birebir görüşmeye ve tanıtım yapmaya çalışıyor.

Burada belediye başkanımın kim olduğunu seçimler yaklaşana kadar bilmiyordum. Zaten genel eleştiri seçimle gelen belediye yöneticilerinin sadece seçim dönemi çalıştığı, diğer zamanlarda görünmez oldukları yönünde. Meclis üyeliği de oldukça kârlı bir işmiş sanırım. Bir kez seçildikten sonra 6 yıl boyunca ayda 8.000 euro maaş alıp hayatınızı yaşıyormuşsunuz. Sanırım bu cazibe sebebiyle (en azından kendi bölgemde) adaylar arası iftira, karalama, dedikodu ve çamur atma faaliyetleri yoğun. Bu konuda hiç yabancılık çekmedim.

Belçika’ da seçim afişlerini kafanıza göre istediğiniz yere yapıştıramıyorsunuz. Kimseye sormadan balkondan balkona tutuşturulan ve kimi yerlerde gökyüzünü görünmez kılan parti bayrakları yok. Belediye parklara her parti veya bağımsız liste adayları için panolar koyuyor. Afişler buralara yapıştırılıyor. Bir de isteyen özel arabasına, dükkanına, evinin camına aday afişleri yapıştırabiliyor. Evlerde, arabalarda genelde tek aday veya aynı partiden bir kaç aday afişi olurken bölgedeki bazı dükkanların camları neredeyse tüm adayları içerebiliyor. E bu durum şahsen vatandaş olarak tek bir afiş asmış olan dükkan sahibine saygı duymama, onlarca farklı afişle herkese eyvallah diyen dükkan sahiplerine ise mesafeli durmama yol açıyor.

Siyasi gruplar olarak bence görünürde 5 temel grup var. Yerel sağ ve ırkçı partiler, yerel sağcı ama dindar ve liberal partiler, liberal partiler, solcu partiler ve yeşiller. Bulunduğum konum dolayısı ile de olabilir emin değilim ancak vatandaş olarak sadece solcular ve yeşillerin çalıştığını ve her kesime ulaşan hizmetler verdiğini görüyorum. Bence en uzak durulması gereken yerel ırkçı sağcı partiler ve yağlı lokmayı nerede bulursa oraya dönebilen liberaller. Dindar partilerin de sağ olmalarına rağmen temel bir ahlak ve vicdana sahip olduklarını görüyorum.

Yeşiller ve solcular çalışıyor. Hem vicdanlı hem de gelecek odaklılar. Kendi adıma bölgemde başta yollarda araçlara 30 km/h hız sınırı uygulaması, kent saksılarında sosyal gıda üretimi, pestisit kullanım yasağı gibi projelerle yeşillerin evime dek ulaştığını hissediyorum. Ama açık söylemek gerekirse aslında hep olduğu gibi temel iki grup var. Birinci grup kendini, ailesini, ırkını, ülkesini ön plana koyan sağ kesim. İkinci grup ise büyük resmi görebilen, dünyayı bir bütün olarak ele alabilen sol kesim. Bu sol kesim içinde de gelecek öngörülerinin mevcut durumda çok karanlık olduğunu görüp, dünya çapında iyi organize olarak globalden yerele tüm politikaları modern ve işlerlikli, vicdanlı ve ahlâklı yeşiller ön plana çıkıyor.

Yeşilller öyle ağır bir yükün altında ki onlara sadece oy vermek yetmez. Üye olmak ve/veya faaliyetlerine katılmaya çalışmak ve özellikle sesinin duyulmadığı yerlerde sesleri olmak lâzım. Yoksa açıkçası öyle veya böyle bu seçim de atlatılır. Ama dünya daha kaç “hep bana”cı seçim kaldırır bilemem…

 

Hakan Ozan Erzincanlı

Bozcaada’nın BIFED günleri başlıyor

Bozcaada Uluslararası Ekolojik Belgesel Festivali (BIFED) izleyicilerinin festival boyunca ellerinden düşürmeyecekleri, hangi filmlere gideceklerine defalarca okuyarak karar verecekleri, cümlelerin altını çizdikçe, yanına işaret koydukları filmle çakışan diğer salondaki gösterimi merak ettikçe, yeni tanıştıkları insanların kartvizitlerini içinde biriktirdikçe, filmde duydukları bir cümleyi not düştükçe açılacak sayfalarıyla festivalin beşinci yılına dair tüm detayları kütüphanelerinde özenle saklayacakları BIFED 2018 festival kataloğu yayınlandı.

Onun kadar merakla beklenen festival çantasıyla birlikte adaya adım atar atmaz festival ofisinden temin edilebilecek kitapçığın kapağında bu kez bir kuş var, açmış gökyüzünden kanatlarını…

Birbirlerinden uzaklarda ama aynı gökyüzü altında yaşanan çevre sorunlarının, alternatif yaşam ve temiz gıda arayışlarının, her şeye rağmen umutla devam etmenin yada küçük bir değişimin mucize gibi genişleyen halkalarıyla ilham olmasının ekoloji temalı belgesellerle perdeye yansıdığı festival beş yaşında. İlk yılından bu yana çevre belgeselleri konusunda uluslararası bir ağ olan Green Film Network ağına dahil olan BIFED, ekoloji temalı belgesel filmlerin üretimi, gösterimi ve ödüllendirilmesine bağımsız bir alan açmak amacıyla doğdu.

Bozcaada’nın yerel, küçük, yavaş, bağımsız festivali BIFED

Festival Yönetmeni Petra Holzer Özgüven, Yönetmen Yardımcısı Ergi İşbilen, Festival Koordinatörü Ethem Özgüven, Festival Başkanı Bozcaada Belediye Başkanı Hakan Can Yılmaz, çoğunluğu gönüllü ve kadınlardan oluşan genç ekibinin emeği ve özeniyle, ada halkının desteğiyle büyüyen BIFED, ‘yerel, küçük ve yavaş’ olarak anılmayı, tüketim değil üretim odaklı olmayı, dayanışmayı, paylaşımı, film başvurularının ve gösterimlerinin ücretsiz olmasını, küçücük bir adada dolu salonlarda yan yana gelen hikayelerin ve insanların değdiği hayatlardaki izini önemsiyor.

10 – 14 Ekim BIFED zamanı

10-14 Ekim tarihleri arasında gerçekleşecek festival için Bozcaada’ya gelecekler hem adanın üzerinden yaz kalabalığının çekildiği sokaklarıyla, yıl boyu festivali sabırsızlıkla bekleyen ada halkıyla, beş günde gösterilecek 50’ye yakın filmi Halk Eğitim Merkezi ve Salhane’de yönetmeniyle yan yana oturup izleme ve ardından sohbet etme ayrıcalığıyla ve adadaki destekçi işletmelerde indirimli konaklama imkanlarıyla karşılanacaklar.

Film gösterimleri ve etkinliklerle ‘yaşayan’ bir festival programı

İlginin her geçen yıl büyüdüğü Bozcaada Uluslararası Ekolojik Belgesel Festivali’ne 56 ülkeden 250’yi aşkın film başvurusu geldi.  BIFED 2018 jürisi, aralarından 11 filmi Uluslararası Yarışma Ödülü ve 7 filmi Gaia Öğrenci Ödülü finalisti olarak seçti. Bu yıl da finalist filmlerin yanı sıra doğa, endüstriyel ve organik tarım, tohum, iklim değişikliği, çöp, gıda, enerji, su, yerel halklar, kentleşme, mülteciler gibi konularda çekilen belgeseller, Panaroma kısmında gösterilecek.

Festival programında yer alan zeytinyağı tadım atölyesi, keçe atölyesi,deniz eriştelerinin toplanıp kağıt hamuruna dönüştürülmesiyle ada için yapılacak ekolojik kağıt üretimi, güvenli gıda konusunda söyleşi, Anka Atamer Çocuk Programı, Sinek Sekiz Kitapevi’nin ve Paraşüt Yayınları’nın kitap standı ve anlatacaklarıyla yine buluşturan, deneyim aktaran, gelenleri BIFED ruhunun parçası kılan bir festival yaşanacak.

Yeşil Gazete BIFED’te

BIFED‘i ilk yılından bu yana yakından takip eden Yeşil Gazete, geçen yıl olduğu gibi bu yıl da basın sponsorlarından biri. Yeşil Gazete’den Alper Tolga AkkuşMerve Damcı, Güneş Dermenci ve Ercüment Gürçay, söyleşiler, izlenimler ve BIFED programından canlı aktarımlarla festival boyunda Bozcaada’da olacaklar.

BIFED’te buluşmak dileğiyle

BIFED 2018’in finalist filmlerinin konularını sizin için derledik ki nasıl bir festival yaşanacağının, hangi ülkeleri ve hikayeleri adada buluşturacağının fotoğrafı canlanırken, en yalnız hissettiğimiz anlarda bile aslında yalnız olmadığımızı hatırlatsın. Uzak yaşamlardan haberdar olmanın, benzer his ve niyetteki farklı insanlarla bir adada karşılaşmanın, adalı bir festivalin beşinci yaşını kutlamanın, ruhunu anlamanın, sonbaharda adayı ve zamanı başka türlü yaşamanın ihtimali,
yolları umutla adaya çıkarsın.

BIFED Uluslararası Yarışma ile Gaia Öğrenci Ödülü finalistleri

Bu yıl beşincisi düzenlenen Bozcaada Uluslararası Ekolojik Belgesel Festivali (BIFED) jürisi belli oldu

BIFED (Bozcaada Uluslararası Ekolojik Belgesel Festival) finalistleri belirlendi

5. BIFED başvuruları uzatıldı: Son gün 20 Mayıs 2018

[Yeşil Gazete BIFED’de] “Glocal” bir festivalin ardından: Kalbimizde mutluluk ve umut var

[Yeşil Gazete BIFED’de] Bozcaada’nın en güzel mevsiminde festival zamanı

Kalimera! “Thalatta” ile Ege’nin derinliklerine yolculuk

[Yeşil Gazete BIFED’de] Pakize nerede?

[Yeşil Gazete BIFED’de] Bozcaada’nın yerel, küçük, yavaş festivali başladı

[Yeşil Gazete BIFED’de] Bozcaada’ya gidecekler için 20 belgesel film tavsiyesi

Bozcaada’ya dünyadan umut toplayan belgesel festival: BIFED

 

Haber: Güneş Dermenci

(Yeşil Gazete)