Ana Sayfa Blog Sayfa 2655

Fransa’daki isyan 4. haftasında: Macron, Sarı Yelekliler ile görüşeceğini açıkladı

Fransa’daki “Sarı Yelekler” protestosunun dördüncü haftasında başkent Paris’te polis göstericilere biber gazıyla müdahale etti. Kent merkezinde toplanan 5 bine yakın protestocudan en az 272’sinin gözaltına alındığı bildirildi.

Öte yandan France 2 televizyon kanalına konuşan Fransa İçişlerinden Sorumlu Devlet Bakanı Laurent Lunez, ülke genelinde eyleme 31 bin kişinin katıldığını, gözaltına alınan kişi sayısının 700’e yükseldiğini açıkladı. 

Sarı Yelekliler protestolarının ülke çapında hükümet karşıtı gösterilere dönüşmesinin ardından, Cumhurbaşkanı Macron’un ise Pazartesi günü sendika ve işçi temsilcilerinin taleplerini dinleyeceği açıklandı.

Ülkede 17 Kasım’da akaryakıt zamlarına tepkiyle başlayan gösteriler ülke genelinde hükümet karşıtı “Sarı Yelekliler” protestolarına dönüşmüştü. Araçlarda bulundurulması zorunlu olan reflektörlü sarı yelekleri giyerek eylem yaptıkları için “Sarı Yelekliler” adını alan göstericiler, işçi, emekli ve öğrenci hakları gibi konularda taleplerini duyurmaya çalışıyor.

Geçen haftasonu ve Cumartesi günü düzenlenen eylemlerde gösteriler şiddete dönüşmüş polisle eylemciler çatışmıştı. Cumartesi günkü gösterilerde 17’si polis 135 kişi yaralanmıştı.

“Sarı yelekliler”in protesto ettiği akaryakıt zamlarının 2019 yılı için iptal edildiği açıklanmış ancak eylemciler bunun yeterli olmadığını savunarak gösterileri sürdüreceklerini duyurmuştu.

(Bianet, DW Türkçe, T24)

İklim zirvesini takip etmek isteyen STK temsilcilerinin Polonya’ya girişi engellendi

Climate Action Network (CAN-İklim Eylem Ağı) ve ortakları, Birleşmiş Milletler İklim Müzakerelerine (COP24) katılmak için Polonya’ya gelen en az 12 sivil toplum örgütü (STK) üyesinin ülkeye giremediğini duyurdu. Yapılan açıklamada STK temsilcilerinin Polonyalı yetkililer tarafından ülkeye giriş yapmalarının engellediği ve/veya sınır dışı edildikleri ifade edildi.

350.org bu duruma karşı harekete geçilmesi için, “Polonya sivil toplumu susturmaktan vazgeç” başlıklı bir imza kampanya da başlattı. Kampanyaya 350.org resmi sitesi üzerinden katılabilirsiniz. 

Birleşmiş Milletler İklim Zirvesine (COP24) katılmak için Polonya’ya gelen en az 12 STK temsilcisinin ülkeye girişine izin verilmedi. Aralarında 350.org, Greenpeace ve CAN Europe’un da bulunduğu 17 STK tarafından yapılan açıklamada STK’ların süreci endişe ile takip ettikleri belirtildi.

CAN Yöneticisi Dr. Stephan Singer konu ile ilgili yaptığı açıklamada “Bunların yalıtılmış örnekler olmaması son derece endişe verici ve bizler Polonya sınır yetkililerinin eylemlerini son derece ciddi bir şekilde ele alıyoruz” diyor ve şöyle devam ediyor: “Sivil toplumun tam ve etkin katılımı anlaşmada yer alıyor ve aslında, yeni bir iklim rejimine acilen geçişte katkı vermemiz bir zorunluluk”.

BM konferansının başlangıcından bu yana meydana gelen olaylara birçok sivil toplum örgütü itirazda bulundu.

350.org’un yöneticisi May Boeve ise “COP24’e katılmak için Polonya’ya gelen meslektaşlarımızın ülkeye girişlerinin reddedilmesini ve sınır dışı edilmelerini kınıyoruz. Bizim anladığımız, bu arkadaşlarımızın ülkeye girişlerinin engellenmesinin arkasında “ulusal güvenliğe tehdit” oluşturmaları gibi bir neden bulunuyor. Bu üyeler ve gönüllüler, sürdürülebilir çözümlerle kampanya yürüterek dünyanın karşı karşıya olduğu iklim kriziyle başa çıkmaya kendini adamış kişilerdir” diyor.

(Yeşil Gazete, İklim Haber)

Adanalılar valiliğin Kebap ve Şalgam Festivali’ne getirdiği yasağı tanımadı

Adana Valiliği tarafından türlü gerekçelerle engellenmeye çalışılan Kebap ve Şalgam Festivali bu yıl da yasak dinlemeyen Adanalılar tarafından coşkuyla gerçekleştirildi.

Adana’da 2010 yılından bu yana tarihi Büyük Saat çevresinde her yıl düzenlenen Rakı ve Kebap Festivali geçen sene adı bahane edilerek yasaklanmış, sonra “Şalgam ve Kebap Festivali” adı altında gerçekleştirilebilmişti.

Bu sene ise festival, can ve mal güvenliği gerekçesiyle yasaklanmaya çalışıldı. Güvenlik bahanesi ile festival alanı sabah saatlerinden itibaren polisler ve zabıta tarafından abluka altına alındı.

Polis ve zabıta ekipleri festivalin yapıldığı alandaki işletmeleri gezip sokağa atılan masalar toplanmadığı takdirde ceza kesileceği tehdidinde bulundu.

Adana yasak dinlemedi

Ancak valiliğin yasak kararı Adana halkı tarafından kaldırıldı. Gece saatlerinden itibaren Adanalılar küçük gruplar halinde festival alana çevresinde bir araya geldi. Adanalılar halay çekerek ve şarkı söyleyerek Büyük Saat çevresini festival alanına çevirdi.

(Sendika.org)

İklim için Kadınlar

Aşağıdaki fotoğraf 2014’ün Eylül ayında New York’ta gerçekleştirilen Halkın İklim Yürüyüşü’nden. 

İklim değişikliği ile mücadele aynı zamanda bir sosyal adalet mücadelesi; çünkü sonuçlarından en çok etkilenen topluluklar, iklim değişikliğine etkisi en az olanlar. Bu yüzden, halkların iklim yürüyüşlerinde eylemciler, iklim değişikliğinden en fazla etkilenenleri en öne alarak sıralanıyorlar:  Yerli halklar, mülteci ve göçmenler, sendika ve çevreci örgütler… 400.000’nin üzerinde iklim eylemcisi, o yıl dünya liderlerine “Laf değil; Eylem”çağrısında bulunmuştu.  Yürüyüşe katılan Ömer Madra,Türkiye’ye döndüğünde yazdığı İlginç Zamanlar yazısında uluslararası iklim hareketinin doğuşuna şahitlik ettiğimizi yazmış, “Halkların İklim Yürüyüşü, kritik kitleyi bulur ve büyük bir iklim hareketine dönüşmeyi başarırsa, o zaman, söz konusu dev enerji, silah, kimya şirketlerinin muazzam para ve gücüne karşı koyacak momentumu yakalamış olacağız” demişti. 

Bugünden geriye doğru bakarsak, halkların iklim yürüyüşlerine katılan bütün topluluklar,Madra’nın ifade ettiği anlamda iklim hareketinin kritik kitleye ulaşmasına dair ciddi mesajlar verdiler, veriyorlar. Sadece bu yıl içerisinde,

  • Fransa’daki işçiler akaryakıt zammına yaptıkları protestolarla karbon vergisinin sorumluluğunun gerçek kirleticilerden ezilenlere transfer edilemeyeceğini gösterdi.
  • Avusturalya’da ilk gençlik çağlarını yaşayan çocuklar, İsveç’li iklim aktivisti Greta Thunberg’in çağrısıyla, iklim değişikliğini durdurmak için hiçbir şey yapmayan yetişkinlerin sorumsuzluklarının bedelini ödemeye niyetli olmadıklarını bütün dünyaya duyurdular.

İklim değişikliğinden etkilenen yerli halklardan; şehirli, çalışan sınıflara kadar hareketin her kademesinde kadınlar var. Çünkü kadınlar, iklim değişikliğinin sonuçlarından gezegenin farklı yerlerinde farklı biçimlerde etkilenirken, toplumsal cinsiyet rollerinden dolayı bu etkilerle başa çıkma konusunda erkeklere göre dezavantajlı durumdalar. Bununla beraber, Birleşmiş Milletler’in geçen yıl yayınladığı raporda gösterdiği üzere bütün seviyelerde erkeklerin karbon ayak izi daha yüksek.

Kadınlar iklim değişikliğinin sonuçlarından her adımda etkileniyor ve hareketin her alanında mücadele ediyorlar. Dolayısıyla karar alma süreçlerinde de her alanda ve her adımda yer almaları gerekir.

Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Taraflar Konferansı’ndaki kadınların katılım oranları nelere işaret ediyor?

Şu anda Polonya’nın Katowice kentinde devam etmekte olan Taraflar Konferansı’na katılan tüm ülkelerin toplam delegelerinin cinsiyet oranı %63 erkek – %37 kadın oranında dağılıyor.

Geçen yıl Bonn’daki Taraflar Konferası’nda Yeşil Gazete muhabirlerinden Elif Cansu İlhan’ın Dünya Kaynakları Enstitüsü (WRI) cinsiyet çalışmaları danışmanı Natalie Elwell ile yaptığı söyleşide Elwell, kadın katılımının nasıl olmaması gerektiğini örneklendirerek anlatmış,

“Kadınlara gelip burada kadınlar adına konuşun diyorlar, bu mantıksız. Kadınların tüm süreçlere dahil edilmesi gerekiyor. Mesela toplu taşıma üzerine çalışırken… Bir kadına gidip kalabalık bir durakta hiç toplu taşımada tacize uğradın mı diye soramazsınız ya da bir ülkeden bir kadını getirip o ülkedeki bütün kadınlar adına konuşmasını isteyemezsiniz.”

Elwell’in rapora dayanarak verdiği somut öneri, kadın katılımının karar alım süreçlerinin bütün aşamalarında en az yüzde otuz olması.Bunu gerçekleştirmeye yaklaşan bir ülke olup olmadığını bilmiyoruz ama Elwell şöyle söylüyor, “Ben yaşarken bu olur mu bilmem ama bir gün olacak.”

COP24’teki Türkiye delegasyonunda kadınların oranı %28. Elwell’in dikkat çektiği her aşamaya Türkiye’nin iklim alanında çalışan resmi kurumlarında baktığınızda, kadınların görünürlüğü açısından aşılacak daha çok engel olduğunu söyleyebiliriz, söylüyoruz.  

Geçtiğimiz ay Menekşe Kızıldere, Yeşil Gazete’deki makalesinde kadınların tarih boyunca ekolojik mücadelelerin aktörü olduğunu yazdı. Yaşam savunucusu kadınların başarı hikayelerini anlattı. Ve gezegeni kurtarma görevi de mi kadınlara verildi, diye sordu. Menekşe’nin sorusu meşru bir soru çünkü iklim değişikliği ile mücadele, bir sosyal adalet mücadelesi. Yani neden olmadığı bir sorunun sonuçlarını kadınlar, hayatlarının her alanında üstleniyorlar:  Güney Afrika’da su taşıma yolu 10 km. daha fazla uzuyor. Bangladeş’te göç etmek zorunda kalıyor. Katrina kasırgasından sonra New Orleans’da kadınların geliri %7 düşerken, çalışanları daha çok erkek olan inşaat ve satış sektöründeki gelirler %23 oranında artıyor.

Bu günlerde gerçekleşen iklim zirvesinden Ümit Şahin’in aktardığına göre, felaketlere uğrayan toplumlara destek aşamasında toplumsal cinsiyet eşitliğinin gözetilmesi maddesi engellenmek istenebiliyor. Acaba kaç kadın vardı bu madde görüşülürken? Gördüğünüz gibi iklim değişikliğiyle mücadele, patriarkiyle – erkek egemenliği –  mücadeleye de dönüşüyor kendiliğinden.

Kadınların iklim hareketine verdiği mesaj da buradan geliyor, haklılıklarından. Kadınlar iklim değişikliğiyle mücadele biçimlerini, taleplerini ve eylemlerini; Menekşe’nin dediği gibi eşit haklar, eşit liderlik ve eşit üstlenilmiş yükümlülükle anlatmaları gerekir. İklim politikalarının değişmesine yönelik bu kritik kitlenin haklılığına karşı politikacılar, iklim meselesinde kadınların taleplerini geçiştiren ya da itibarsızlaştıran tutumlarından vazgeçmek zorunda kalacaklardır.  Ve buna ömrü yetmesi için harekete geçen kadınlar biliyorum, tanıyorum.

***

İlginç Zamanlar makalesine geri dönüyorum tekrar. Hint kökenli politikacı Kshama Sawant’tan alıntı yapmış Ömer Madra. “Şiddete başvurmayan radikal militan bir iklim hareketine ihtiyacımız var ve onu kuracağız” demiş Sawant. 

Amerikan halkı, kadınları meclise taşıyarak Washington’da gerçekleşen büyük kadın yürüyüşleri, #metoo ve #timeisup hareketlerine şimdiye kadar ne yapıyorsanız iyi yapıyorsunuz, yapmaya devam edin dedi. Meclise seçilen en genç kadın vekil Alexandria Ocasia – Cortez, iklim değişikliğiyle mücadelenin bizim kuşağımızın sivil haklar hareketi olduğunu söyledi.

YeşilGazete’den de okuduğunuz gibi Greta COP24’te muhteşem bir konuşma yaptı. Dünyakurallarına göre oynayarak kurtarılacak aşamayı çoktan geçti, dedi.

Sawant hareketin bugünü için ne derdi bilemiyoruz ama şöyle bariz bir durum olduğunu onaylar sanıyorum: daha fazla Alexandra, Kshama, daha fazla Greta…

Kaynaklar:

http://climatetracker.org/gender-and-climate-change-all-over-the-world/
https://yesilgazete.org/blog/2018/11/25/gezegeni-kurtarma-gorevi-de-mi-kadinlara-verildi/
https://yesilgazete.org/blog/2017/05/21/bonnda-iklim-degisikligi-ve-kadin-oturumu-bu-iklimi-biz-bozmadik-duzeltecek-olan-biziz/
https://yesilgazete.org/blog/2018/12/04/turkiyenin-erkek-egemen-iklim-muzakereleri/
https://yesilgazete.org/blog/2018/12/08/katowiceden-notlar-2-birinci-hafta-biterken-muzakerelerde-son-durum-suudiler-ve-kuveyt-35-derece-icin-kararli/
https://yesilgazete.org/blog/2014/10/03/ilginc-zamanlar-omer-madra/

.

Bahar Topçu

Kassandra laneti ve iktisatçılar – Mahfi Eğilmez

Bu yazı Mahfi Eğilmez’in kişisel blogundan alınmıştır

Yunan mitolojisinin en ilginç öykülerinden birisidir Kassandra’nın öyküsü.
Kassandra, Troya kralı Priamos ve kraliçe Hekabe’nin kızı, Hektor ve Paris’in kız kardeşidir. Tek isteği geleceği görebilen bakire bir rahibe olmaktır.

Zeus ile Leto’nun çocukları olan Apollon, mitoloji kaynaklarında tüm sanatların, müziğin, güneşin, şiirin ve ateşin tanrısı olarak geçer. Ayrıca kâhin özelliği taşıyan Apollon, geleceği görme yetisine ve bu yetiyi insanlara geçirebilme gücüne sahiptir. Homeros’un İlyada’sında Apollon, Troya’nın koruyucu tanrısı olarak yer alır ve Troya’da adına inşa edilmiş bir tapınak vardır.

Apollon, bir gün Kassandra’yı görür ve çok beğenir. Konuşurlarken kızın isteğini öğrenir ve kendisiyle birlikte olursa ona geleceği görme yeteneğini vereceğini söyler. Kassandra rahibe olmak istediği için bu teklifi kabul etmesi mümkün olmasa da Apollon’a bu yeteneği ona verirse onunla birlikte olacağı yalanını söyler. Apollon,Kassandra’nın ağzına tükürür ve geleceği görme yeteneği böylece kıza geçer. Kassandra,rahibe olmak istediği için verdiği sözü tutamayacağını öne sürerek Apollon’la birlikte olmaz. Buna çok kızan Apollon kızı lanetler, geleceği görse de buna kimseyi inandıramamasını ve bir kadın olarak aşağılanarak rahibe olamamasını diler.

Troya savaşı öncesinde Kassandra bu savaşı ve savaşın varacağı sonuçları görür, babasını ve ağabeylerini buna inandırmaya çalışır ama Apollon’un laneti buna engel olduğu için kimseyi böyle bir şeye inandıramaz. Ve bir köşede geleceğin getireceği bütün kötülükleri bilerek, hissederek savaşın gidişini ve sonunu izlemek durumunda kalır.

Troyalılar aslında savaşı kazanırlar, Sparta kralı ve Yunan ordusunun komutanı Agamemnon ve Akalılar geri çekilip gözden kaybolunca Kassandra yanılmış olabileceğini ve kehanetin tutmamış olabileceğini düşünür. Ama Achilleaus ve askerleri tahta bir atın içinde girdikleri Troya kentinin kapılarını gece açarak Yunanlıların Troya’yı ele geçirmesini sağlar ve kehanet gerçek olur. Aias adında bir Yunan askeri Kassandra’yı Athena tapınağında kıstırır ve tecavüz eder. Apollon’un bütün lanetleri bir bir tutar.

Troya’nın bu duruma düşeceğini görmüş ama kimseyi inandıramamış olan Kassandra, kadın olarak aşağılanmış ve rahibe olma umudunu tamamen kaybetmiş olur. Troya savaşında Yunan güçlerine komuta eden Sparta kralı Agamemnon, Kassandra’yı savaş esiri olarak Sparta’ya götürür ve kendisine cariye yapar. İkisinin yakınlığını kıskanan Agamemnon’un karısı bir süre sonra Kassandra’yı öldürür.  

Bazı gerçekler vardır ki kâhin olmayı gerektirmeyecek kadar açık ve seçik olarak ortadadır. Mesela yapısal reformları yapmadan Türkiye’nin ve benzeri ülkelerin gelişmiş ülkeler arasına giremeyeceği gerçeği bunlardan birisidir. Güçler ayrımına dayalı bir hukuk sistemi kurulmadan, yargı bağımsızlığı sağlanmadan, tümüyle bilimsel bir eğitimdüzeyine geçilmeden, teşvik sistemi siyasal amaç yerine ekonomik amaçlı kullanılmaya başlanmadan, vergi sistemi düzeltilmeden ne orta gelir tuzağından çıkmak ne de gelişmiş ülkeler arasına girmek mümkün.

Ben bunları söylemeye başlayalı yirmi yıldan fazla olmuş. Ben yalnız değilim bu konuda. Bunları söyleyen bir çok iktisatçı, sosyal bilimci var. Ne söylersek söyleyelim siyasetçiler, yapısalr eformları yapmadan durumu devam ettireceklerini ve hatta iyiye götüreceklerine inanmaya devam ediyorlar.

Kassandra laneti, günümüzde iktisatçıların üzerine yapışmış gibi duruyor.

Mahfi Eğilmez – MahfiEğilmez.com

Başka bir gezegen yok / There is no planet B – Dilan Baycan

Avustralya’nın dört bir yanında iklim için şehir parlamentolarının önünü işgal eden 5 ila 18 yaşındaki çocukların eylemini duymayan kalmadı diye tahmin ediyoruz.

30 Kasım’da gerçekleşen eylemin aktörlerinden 11 yaşındaki iklim aktivistleri Dilan Baycan ve Deniz Yazıcı ise Açık Radyo’nun hemen ardından Yeşil Gazete’ye de kendi deneyimlerini yaptıkları röportajlar üzerinden aktarmışlardı.

Dilan Baycan ve Deniz Yazıcı

Dilan, Melbourne’da katıldığı eyleme dair, annesi Ülkem Baycan aracılığı ile İngilizce bir mektup da ulaştırdı bize. Dilan’ın mektubunu hem Türkçe çevirisi hem de İngilizce orjinalinden paylaşıyoruz.

***

Türkçe

Başka bir gezegen yok

“30 Kasım Cuma günü Melbourne şehrinde düzenlenen iklim için okul kırma eylemi çok başarılı geçti, miting de olağanüstüydü. Beş ve on sekiz yaşları arasında yaklaşık 3.000 öğrenci Avustralya hükümetinin icraatlarını protesto etmek için Melbourne Eyalet Parlamentosu’nun önünde toplandı. Hükümetin icraatları nasıl yaşayacağımızı etkileyecek – bu hiç de adil değil! O güzel Set Mercan Resifi’mizi çokuluslu Adani şirketine ait bir kömür madenine kaybetme riski ile karşı karşıyayız.

Ama, ertesi gün okula gittiğimde 650 öğrenciden sadece dördünün eyleme katıldığının farkına vardım. Çoğu arkadaşımız ve öğretmenimiz bize destek veriyordu ama destek vermeyen az sayıda insan da vardı. Bir arkadaşım, “Böyle bir eylem için neden okulu kırıyorsun ki?” diye sordu.

Çünkü ben gezegenimizi önemsiyorum ve bir fark yaratabileceğimize inanıyorum. Bu konuda çok yoğun destek olduğunu da gördük. Cuma günü Avustralya’nın her yerinde eylemler yapıldı ve bazı kaynaklara göre bu eylemlere 15000’in üzerinde öğrenci katıldı.

Ama öğrenciler bununla da yetinmiyor. Dün (5 Aralık), bir grup öğrenci Başbakan’la görüşmek üzere Canberra’ya gitti ama Başbakan onlarla görüşmeyi red etti. Başbakan, hafta başında öğrencilerin okulda olması gerektiğini ve eylemlere katılmamaları gerektiğini söylemişti. Ama, iklim değişikliği şiddetli fırtınalara, şiddetli kuraklıklara ve deniz seviyesinde yükselmeye yol açtığı zaman okul diye bir şey kalmayacak. Bu doğal afetleri ölmeden atlatamama ihtimalimiz var.

Yani, Başbakanımız kendi işini yapsaydı, belki de bizim okul kırmamıza lüzum kalmazdı!”

Yeşil Gazete için çeviren: Ayşe Bereket

11 yaşındaki iklim aktivistleri Deniz ve Dilan Avustralya’dan bildiriyor!

.

.

Dilan Baycan

.

.

.

***

English

There is no planet B

“On Friday, 30th November, the school strike for climate action in the city of Melbourne was a huge success and the atmosphere at the rally was amazing. Approximately 3000 students aged between 5-18 years old gathered in front of the State Parliament to protest against the actions of the Australian government. The government’s actions will impact how we live-it is simply not fair! We are at risk of losing our beautiful Great Barrier Reef to a coalmine owned by the multinational company, Adani.

However, when I went back to school the following day we realized that only 4 people out of 650 students had attended the strike. Many of our friends and teachers were supportive but there were also a small number of people who were not. One friend said, “ Why would you skip school for such a protest?”

Well, I care about our planet and I believe we can make a difference. We saw that there is very strong support for this issue. The protests on Friday were held all over Australia and some reports say that 15,000 students took part nationally.

But students haven’t stopped yet. Yesterday (5th December) a group of students went to Canberra to meet with the Prime Minister but he refused to meet with them. Earlier in the week the Prime Minister said that students should be in school and not attend protests. However, there will be no schools when climate change causes massive storms, severe droughts and sea levels to rise. We may not be able to survive these natural disasters.

So, if our Prime Minister did his job, maybe we wouldn’t need to skip school!”

.

.

Dilan Baycan

[Katowice’den Notlar-2] Birinci hafta biterken müzakerelerde son durum: Suudiler ve Kuveyt 3,5 derece için kararlı

Katowice’de iklim değişikliği müzakerelerinde birinci hafta biterken, görüşmelerin yapıldığı salonlardan sızan bilgilere bir göz atmakta fayda var. Zira bugün siyasi düzeydeki tartışmaların başlayacağı ikinci haftadan önceki son gün. Metinlerdeki parantezlerin azalması gerekiyor.

COP24’ü dışarıdan göründüğünden daha önemli hale getiren şey, Paris Anlaşması’nı uygulanamaz bir kâğıt parçası haline getirmek isteyenlerle IPCC’nin son 1,5 derece özel raporunda ortaya koyduğu gerçeklere göre daha da güçlendirmek isteyenler arasındaki mücadelenin iyice gün yüzüne çıkması. Teknik dilden uzak durarak anlatmak gerekirse durum şöyle:

Hak temelli Paris Anlaşması’nın 8 temel ilkesi

Paris Anlaşması’nın en önemli özelliklerinden biri hak temelli olması. İnsan hakları, yerli toplulukların hakları, halkın katılımı, toplumsal cinsiyet eşitliği, adil dönüşüm, gıda güvenliği, ekosistem bütünlüğü, biyoçeşitliliğin korunması ve kuşaklar arası hakkaniyet. Burada, iklimin korunmasından ve iklim eyleminden yana bir müzakereci iseniz, bu 8 temel ilkeyi bir solukta, ezberden saymanız, ama bunun da ötesinde uygulamanın her aşamasında bu ilkeleri gözetmeniz gerekiyor.

Örneğin Kuveyt delegelerinin yaptığı gibi cinsiyet eşitliği Paris Anlaşması’nın önsözünde dururken sesinizi çıkarmıyor, ama iklim felaketine uğrayan bir topluma destek olunduğunda “cinsiyet eşitliğinin” gözetileceğine dair bir cümle yazılacağı zaman bloke ediyorsanız, sadece kadın haklarına karşı olmakla kalmıyor, Paris Anlaşması’nın ruhunu da baltalıyorsunuz demektir. Aynı şekilde iklim değişikliğinden en çok etkilenen, hakları devletler tarafından en fazla ayaklar altına alınan yerel halkların hakları adaptasyonla veya kayıp-zarar mekanizmasıyla ilgili metinlerde anılmasın diye egemenlik sorununu gündeme getiriyorsanız, derdiniz iklim değil başka bir şey demektir.

İşte anlaşmanın uygulama kılavuzu olan kurallar kitabını hazırlarken gerekli her noktada bu temel meselelerin dile getirilmesi mücadelenin önemli noktalarından bir tanesi. Ancak özellikle gıda güvenliği, kuşaklar arası hakkaniyet ve ekosistem bütünlüğünün kural kitabında yer almasına karşı bir direnç var. Bunun nedeni de tahmin edilebilir. Ekosistem bütünlüğü ilkesi biyoçeşitliliğin korunmasından da öte, bütün doğa düşmanı uygulamaların önündeki önemli bir engel. Kuşaklar arası hakkaniyetin özü ise iklim eylemini güçlendirmek. Buradaki en önemli mücadelelerden biri ise tam da bu konuda.

Daha güçlü, daha kararlı bir iklim eylemi

Ambition denen, Türkçeye herhalde tek kelimeyle çevirmenin zor olduğu kavram, daha güçlü, daha kararlı bir iklim eylemi anlamında kullanılıyor. IPCC’nin son 1,5 derece özel raporunu yeni hazırlanacak katkı beyanlarına (NDC) kılavuz yapmaya çalışmak bir ambition mücadelesi. Bu da temelde kuşaklar arası hakkaniyet ilkesine dayanıyor. İklim değişikliğinin sadece bugünkü etkileriyle ilgilenmiyor, asıl gelecekteki yıkıcı etkilerini durdurmak istiyorsanız emisyonlarınızı gezegenin ısınmasını 1,5 dereceye gelmeden durduracak kadar fazla ve hızlı azaltmanız, bunun için de örneğin kömürü enerji kaynaklarınız arasından 2030’a kadar tamamen çıkarmanız gerekiyor.

Bütün bu müzakere jargonunun, kısaltmaların ve madde numaralarının arkasında gizli olan mücadele bu kadar basit. İşte bu yüzden Suudi Arabistan, Arap Grubu adına konuşurken ambition kelimesine itiraz ediyor. Kuveyt, Suudi Arabistan gibi ülkeler daha güçlü bir Paris uygulaması istemiyorlar, yani gezegenin en az 3-3,5 derece ısınmasını garanti altına almaya çalışıyorlar. Üstelik bunun için de bayağı bastırıyorlar. Örneğin önceki gün Kuveyt’in IPCC’nin 1,5 derece raporuna gönderme yapılmasına itiraz etmesi, gerekçe olarak da neredeyse “biz rapordan hoşlanmadık” demesi inanılır gibi değildi. Üstelik Kuveyt 50 derece sıcaklıkta kavrulurken ve yüzyıl ortasına kadar muhtemelen üzerinde yaşam kalmayacak bir toprak parçası haline gelirken. Herhalde müzakereciler klimalı mekanlardan dışarıya başlarını bile uzatmıyorlar.

5 yıl mı, 10 yıl mı?

Katowice’de birinci haftanın önemli tartışma noktalarından biri de bundan böyle emisyon azaltımı için verilecek süreyi ortaklaştırma meselesiydi. Buranın jargonunda common timeframe (CTF) denen bu konudaki tartışma biraz tuhaf. İlk katkı beyanları (NDCler) Paris Konferansı’na gitmeden verildiği için ülkeler istedikleri bir zaman aralığı için azaltım hedefi belirlemişlerdi. Kimisi 2025’e kadar, yani 5 yıl için, kimisi 2030’a kadar, yani 10 yıl için. Tabii bu durum kolektif azaltımı ve gidişatı izlemeyi zorlaştırıyor.

Kural kitabına bütün ülkeler için 5 yıl kuralı konması isteniyor, buna göre örneğin ikinci NDC’lerin 2025-2030 için olması gerekecek. Bu pozisyonu Güney Afrika, Afrika Grubu, Norveç, Japonya ve bütün az gelişmiş ülkeler savunuyor. Üstelik 10 yıl isteyen de yok. Ancak başta AB olmak üzere en önemli aktörler sessiz kalmaya devam ettiği için konu henüz çözüme kavuşmuş değil. Hatta birileri taslağa ortak süre sınırı 2041’den sonra geçerli olur diye ekletmiş! Oysa bu konu hem iklim eylemini güçlendirme hem de izleme ve şeffaflığı artırma meselesi. Ortak bir süre kuralı koymadığınız veya bunu geciktirdiğiniz zaman anlaşmanın uygulanmasını karmaşıklaştırmış ve işi sulandırmış oluyorsunuz.

Hibe yerine kredi verelim!

Tabii her sene olduğu gibi tartışmalar sadece azaltım hedefleri çevresinde dönmüyor, iklim finansmanı hâlâ en önemli başlık. Bu kez 2025 sonrası iklim finansmanı için kuralların belirlenmesi tartışılıyor, ama bir yandan da Yeşil İklim Fonu’nda her yıl 100 milyar dolar toplanabilecek mi ve daha önemlisi bu para yetecek mi, bu da soru işareti. Salı günü izlediğim bir yan etkinlikte bir grup Alman araştırmacı koşullu NDC’leri incelemişler ve bu hedeflerin yapılabilmesi için gereken finansmanı hesaplamışlardı. Hepsi gelişmekte olan 134 ülke, NDC’sinin, yani katkı beyanının tamamını veya bir bölümünü finansman ve teknoloji transferi koşuluna bağlamış durumda. Ancak hesaplara göre bu koşullu hedeflerin gerçekleşmesi için gelişmiş ülkelerin gelişmekte olan ülkelere aktarması gereken para yılda 100 milyar doları da geçiyor. Ortada henüz 100 milyar dolar bile yokken ve ABD de para vermeyi tamamen kesmeye niyetliyken bu iş nasıl olacak belli değil.

Ancak finansmanla ilgili asıl sorun gelişmiş ülkelerin el çabukluğu marifet diyerek iklim finansmanını hibeden krediye dönüştürmeye başlamış olmaları. Normalde iklim finansmanın iklim borcunun ödenmesi ilkesiyle ilgili olması gerekiyor. Zamanında kalkınırken iklimi değiştiren gazları atmosfere boca eden gelişmiş Batı ülkelerinin şimdi gelişmekte olan ülkeler aynı yolu izlemesin diye para vermesi borcunu ödemek anlamına geliyor. Tabii iklim borcu kavramının Paris Anlaşması’na girmesini engellediler. Şimdi de dikkat ederseniz Katowice zirvesinin açılışında Yeşil İklim Fonu Başkanı değil Dünya Bankası CEO’su konuştu. Üstelik 250 milyon doları düşük karbonlu kalkınmaya ayırdıklarını “müjdeleyerek”. Neden acaba? Çünkü iklim finansmanı zaten borç yükü altındaki gelişmekte olan ülkeleri daha da borçlandırma hamlesine dönüşüyor. Hibe yerine kredi verelim, idare edin!
Bazı gelişmiş ülkeler ve Arap Grubu bir yandan da adaptasyondan tamamen farklı bir şey olan, yani iklim değişikliğinin etkilerine uyum sağlamakla değil iklim değişikliğine bağlı afetlerin yarattığı yıkıcı etkilerle başa çıkmakla ilgili olan Kayıp ve Zarar Mekanizması’nı uyum başlığı altına almaya, böylece sulandırmaya çalışıyor ve üstelik bunun için bir finansman mekanizması oluşturulmasına da karşı çıkıyorlar. Az gelişmiş ülkeler finansman yardımı olmadan iklim felaketleriyle nasıl başa çıkacaklar, belli değil. Bari onun için de kredi versinler! Tayfun oldu, topraklarınız sular altında mı kaldı, buyurun size düşük faizli kredi, 20 yılda yavaş yavaş ödersiniz! Yıkılan evleri yeniden yapmak için müteahhitlik şirketlerimizi de yönlendiriyoruz! Verdiğimiz krediler yabancıya gitmesin!

Katowice’den ne çıkmalı?

Kısaca Katowice’de eski tartışmalar pek değişmeden devam ediyor. Taraflar da aşağı yukarı aynı. Bir yandan gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arasında kural kitabında aynı şartlara mı tabi olacağız tartışması sürerken, bir yandan petrol üreten ülkeler her gelişmenin önüne taş koymaya devam ediyor. Peki biz ne istiyoruz? İklim değişikliğiyle gerçek anlamda mücadele için iklim hareketi Katowice’de hangi talepleri öne çıkarmalı? Uluslararası İklim Eylem Ağı müzakerecilere hitaben neleri vurgulamamız gerektiğine dair güzel bir özet yapmış, onlardan aktarıyorum:

  • 1- Sera gazı azaltım hedeflerinizi hem 2020 öncesinde, hem de ulusal katkılarınızda (NDC) güçlendirin.
  • 2- 2025 sonrası finansman hedefi üzerinde 2020’ye gelmeden önce anlaşın.
  • 3- Küresel ısınmayı 1,5 derecenin altında tutacak bir azaltım rotası çizin. (IPCC raporuna göre bu hâlâ artmaya devam eden küresel emisyonları hemen azaltmaya başlayarak 2030’a kadar yarıya indirmek, 2050’ye kadar sıfırlamak anlamına geliyor.)
  • 4- Ülkelerin ulusal katkılarını (NDC) güçlendirmelerini destekleyecek bir süreç başlatın. (Daha güçlü NDC’lerin 2020’ye kadar verilmesi gerekiyor.)
  • 5- Kendi ülkeniz içinde ulusal katkılarınızı (NDC) güçlendirecek süreç üzerinde çalışmaya hemen başlayın.
  • 6- En geç 2020’ye kadar emisyonlarınızı 2050’de sıfırlayacak bir uzun dönemli plan hazırlayın.

Katowice’den notlarım devam edecek.

Ümit Şahin

Buen Vivir’e giriş 101 – Rana Göksu

Başlıktan anlaşılacağı gibi bu bir giriş, diğer bir ifadeyle, başlangıç yazısı olacak ve umarım devamının getirilmesinde başkalarının da katkısını göreceğiz. Nedir “Buen Vivir”? Şemsiye bir kavram olan “Buen Vivir”; kültürel, tarihsel, hukuki ve ekolojik çeşitliliğe göre yorumlanabilmektedir.


Mónica Chuji Gualinga

Etimolojik olarak; İspanyolca “Buen Vivir”, “Vivir Bien”, Ekvador’daki Quechua halkının dilindeki (Kichwa) kullanımıyla “Sumak Kawsay” veya Bolivya’da yaşayan Aymara halkının kullanımıyla “Suma Qamaña”. Tüm bu kavramlar neredeyse anlamını kaybedecek şekilde Türkçe’ye “iyi yaşam” (İngilizce’ye ise well living) olarak çevrilmektedir. Ancak burada mühim bir nüans vardır ki o da model olarak “Buen Vivir”i alternatif kılmaktadır. Bilhassa Batı’nın ilerlemeci ve daimi gelişmeye dayalı “iyi” hedefinin aksine “Buen Vivir”le sadece “iyi” bir yaşam hedeflenmektedir. Amazon Quechua lideri Mónica Chuji Gualinga, “Buen Vivir”i doğrudan üretim gücü ve ekonomiyle ilişkilendirmemektedir. Aksine toplumun içkin bir parçası olarak, verimli ve sağlıklı topraklara sahip olma ve gerekli ölçüde toprağı kullanma üzerine bir düşünüş olduğunu belirtmiştir . Dahası, nehirleri, ormanları, havayı, dağları ve tümüyle doğayı koruma, değer verme ve bakma yükümlülüğü de aynı kapsamda değerlendirilmiştir.

Buen Vivir dediğimizde yerli geleneklerin yaratımı, alternatif bir modelden bahsediyoruz. Öyle ki bu model, anayasal bir unsur olarak hem Ekvador hem de Bolivya Anayasalarında hukuki manada tanınmaktadır. Belirtilmeli ki her iki anayasa da “Buen Vivir”e farklı yaklaşmaktadır. Ancak iki anayasanın bir konsepte farklı yaklaşması sadece “Buen Vivir” özelinde değildir ve daha kapsamlı değerlendirmeyi gerektirir. Bunların bazısını tezimde detaylarıyla değerlendirdim ve bu yazının içeriğinde bu konuya değinmeyeceğim.

“Buen Vivir”e döndüğümüzde, bu konseptteki iyi yaşamın bireylere indirgenmesi mümkün değildir, bireylerin mensup oldukları sosyal durum, topluluk ve yaşadıkları bölgedeki doğanın özgün durumu göz önünde bulundurulmaktadır. Bu anlamda Batı merkezli anlayıştan farklı olarak, insan ile doğa arasındaki uyum, eşitlik, adalet ve dayanışma ilkeleri temelinde çeşitliliğe imkan tanıyan bir kalkınma modelidir söz konusu olan ve bu model, ne zenginliğin ne de sınırsız ekonomik büyümenin peşindedir . [2]

Kalkınma modeli olarak “Buen Vivir”, neoliberal üretim biçimlerinden vazgeçip sorumlu bir kaynak kullanımıyla uzun vadeli kullanıma müsait ürünlerin üretilmesini hedefler. Buna ilaveten modern tüketim anlayışının terk edilerek maddi-manevi her şeyin paylaşımına imkan sağlayan bir yaşamın arayışını da ifade eder. Bu durum, sabit bir kalkınma modelinden ziyade her kültüre adapte edilebilen özgün “Buen Vivir”lerin, bir diğer ifadeyle, kalkınma modellerinin yaratılması demektir. Küreselleşmiş neoliberalizm karşısında böylesi yerel bir mekanizmanın yaratılması süregiden düzen için kırılma noktası olması bakımından önemlidir ve ayrıca ulusal ölçekte daha işlevseldir.

Peki, neden “Buen Vivir”? Hukuktan ekonomiye neredeyse toplumsal yapıların tümünde küresel ölçekte krizler yaşanmakta ve bu krizlere yönelik sürdürülebilir, kalıcı çözümler üretilememektedir. Bugünden tecrübe ederek içinde yaşadığımız ekolojik krizler hukuk sistemlerini yeniden düşünmeye ittiği gibi benimsenen kalkınma politikalarını da sorgulatır hale gelmiştir. Modern Batı görüşünün aksine yeryüzü gerçeğine paralel ve sosyal düzenin de doğanın bir parçası olduğunun kabulüne dayanan “Buen Vivir”, mevcut koşullar altında belki de en çok tartışmamız gereken alternatif bir kalkınma modelidir. Kökleri Latin Amerika’dadır, ancak neoliberal kalkınma politikalarının dünyanın dört bir yanına yayıldığı düzende, bu politikalara karşı küresel çapta yerel bir çözülme niteliğindedir.


[1] Rickard Lalander, “Rights of Nature and the Indigenous People in Bolivia and Ecuador: A Straitjacket for Progressive Development Politics?”, Revista Iberoamerican Journal of Development Studies, Vol. 3, No. 2, 2014, s. 154.

[2] Rana Göksu, “Yeni Bir Hukuk Paradigmasıİçin Küresel Yeryüzü Anayasacılığı”, İstanbul Bilgi Üniversitesi SosyalBilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, 2018, s. 74.

Rana Göksu

[Kedi-Siz] Oya & Bora: Bütün türlerin yaşam hakkı var!

Bir İrlanda Atasözü diyor ki; “Kedilerden hoşlanmayan insanlardan uzak durun.” Oysa yazar da konukları da İrlandalı değil. Onlar sadece kedilere gönül vermişler. Tolga Öztorun her hafta kendi sevdiği kedicileri sizin için misafir ediyor.

[Kedi-Sizkedisiz yaşayamayanların toplanma noktası. Her cumartesi sizinle…

***

Kırk sayıyı çok oldu geçeli, iki seneyi devirdik. Bunca zamandır yaptığım tüm projelerin içinde beni en heyecanlandıran Kedi-Siz galiba.

Nasıl heyecan yapmam ki? Bu köşede en sevdiğim sanatçılar ile kediler üzerine konuşuyorum. Daha ne isteyeyim?

Onlar ile röportaj yapacağım kesinleşince bilinçaltımdan anlamsız bir anı çıktı, sebebini anlayamadım.Gencim, televizyonda onları izliyorum, evlerinin terasında küçük domatesler ile konuşuyorlar.

Eğer bugün kaliteli müziği seçebilecek bir dinleyici olabildiysem kesinlikle onların payı var.

Çok heyecanlıyım.

Çünkü o Oya & Bora

***

43 – Oya & Bora: Bütün türlerin yaşam hakkı var!

Tolga Öztorun: Beraber yaşadığınız sizde en iz bırakmış kedileri dinlemek istiyorum. Şuan ev halkında kimler var?

Oya& Bora: Birlikte bu dünyayı paylaştığımız kedilerin ömrü, ne yazık, bir gün hastalıkla ya da yaşlılıktan, aramızdan ayrıldıklarında yaşamımızda da birşeyler götürüyorlar. Birlikte çok anı paylaşıp, kalbimizde pati izleri bırakan 7 kedimiz oldu ve her biri kucağımızda son nefesini verdi. 

Hüsnü, ilk göz ağrımızdı. Cemşit ise son kaybettiğimiz… Fip denen korkunç hastalık geçen yaz iki kedimizi birden bizden aldı. 10 gün arayla… Bu çok acıydı. Önce Osman, sonra Cemşit. 

Ama onlarsız olmuyor. Şimdi Oya’nın yolda bir börekçi kutusunun içinde minnacıkken bulduğu Korsan ve bir sahipli köpeğin ağzından kurtarılıp ameliyatlarla sağlığına kavuşan Kütük Hamdi var, bir de evin anneannesi 16 yaşındaki sağır kedimiz Mecbure. 

Tolga Öztorun:  Bu köşede en merak ettiğim sorulardan biri “ kısırlaştırma”. Sokak kedilerinin ve hatta ev kedilerinin kısırlaştırılması hakkında ne düşünüyorsunuz?

Oya& Bora:Kısırlaştırma elbette doğal yaşama müdahale, ama nerede o doğal yaşam? Her yer betona dönüşüyor, değil bahçeli ev, mahalleler bile yok oluyor, Kedi ve köpekler ya kötü insanların işkencelerine maruz kalıyor ya da son sürat üstlerinden geçen bir arabanın altında can veriyor. 

Kısırlaştırma yaparken şuna çok dikkat ediyoruz; tekir ırkında azalma varsa 2 nesil bırakıyoruz, bu siyah sarı ve diğer ırklar için de aynı oluyor. Dişi kedileri ameliyat sonrası yaraları iyileşmeden asla sokağa geri bırakmıyoruz. 

Tolga Öztorun:  Kapı önü besleyiciliği, mahalle kediciliği ile aranız nasıl? Sanki elinizde kap sokakta gezdiğinizi hayal etmek hiç zor değil.

Oya & Bora: Yaşadığımız daire giriş üstü, balkona bir kedi merdiveni yaptık. Ve su geçirmez tahtadan bir kedi evi (otel de diyebiliriz) Kışın geliyorlar, yemek yiyip uyuyorlar. Ayrıca yanımızda kedi maması taşıyoruz, bir ihtiyaç sahibiyle karşılaşıp, mahcup olmamak için:))

Bu dünyanın tek sahibi doğaya hükmetme mücadelesini sürdüren insanoğlu değil elbet, bütün türlerin yaşam hakkı olan bir gezegen. Bunu unutmayalım.

Tolga Öztorun: Teşekkür ediyorum, iyi ki varsınız.

Oya& Bora: Sevgiler.

Röportaj: Tolga Öztorun

(Yeşil Gazete)

Hayvan deneyleri yerel ve merkezi etik kurulları

Hayvanlar üzerinde yapılan bilimsel ve deneysel çalışmalarla ilgili kanun-yönetmelik gibi yasal düzenlemesi olan her ülkede, deneyleri ve deney yapan kurumları denetleyen bir üst kurul vardır. Bu kurullar, o ülkede hayvan deneyleri konusunun bağlı olduğu bakanlığın bünyesindedirler. Deney yapan kamu ya da özel kuruluşlarda da bu kurulun küçük bir benzeri bulunur ve kurumun kendi içinde yaptığı deneysel çalışmaları denetler. Bu yerel kurulların hepsi, bakanlığa bağlı olan üst kurul tarafından denetlenir ve onaylanır. Hemen her ülkede, sistem bu şekildedir.

Ülkemizdeki bu üst kurul, Hayvan Deneyleri Merkezi Etik Kurulu, yani HADMEK’tir. Deney yapan özel ya da kamu kuruluşlarındaki kurullarda Hayvan Deneyleri Yerel Etik Kurulu, yani HADYEK. Hadmek direkt olarak bakanlığa (eski Orman ve Su İşleri, şimdiki Tarım ve Orman Bakanlığı) bağlıdır ve 21 üyeden oluşur. Hadyekler ise 4 üyeden.

ABD’de IACUC (Institutional Animal Care and Use Committee) bizdeki Hadyek’tir. Hayvan Refahı Yasası’nın 1986’daki düzenlemesiyle birlikte ortaya çıkmıştır ve hayvan çalışması yapılan her üniversite ya da özel kuruluşta buluması şarttır. Enstitü yetkilisi, hayvan deneyleriyle ilgili deneyimi olan bir veteriner hekimi ve bir araştırmacı, enstitüyle ve hayvan deneyleriyle hiçbir ilişkisi olmayan bir kişi ve araştırmayla ilişkisi olmayan bir kişi olmak üzere 5 kişiden oluşur. Bir projenin uygulanması için öncelikle IACUC’nin etik incelemesinden geçmesi gerekir. IACUC’ler birden çok kurum tarafından denetlenirler: Tarım Bakanlığı’na bağlı APHIS (Hayvan ve Bitki Sağlığı Denetim Dairesi) şubeleri tarafından her 6 ayda bir haber verilmeksizin, Sağlık Bakanlığı’na bağlı PHS (Halk Sağlığı Servisi) yetkilileri tarafından zaman sınırlama ve kısıtlaması olmaksızın her an, AAALAC tarafından akreditasyonların yenilenmesi için her 3 yılda bir.

Kanada’daki Hadyek ise; IACC (Instituonal Animal Care Committee)’dir ve tüm projeler bu kurulun etik onayından geçer. Tüm IACC’ler, CCAC (The Canadian Council on Animal Care) tarafından yılda en az 1 kez olmak üzere denetlenirler. 1968’de kurulmuş olan CCAC, ülkemizdeki Hadmek’in işlevini görmesine rağmen yapı açısından çok büyük farklar vardır: CCAC bağımsız bir kuruluştur ve ayrıca altında Satndartlar, Değerlendirme ve Sertifika, Halkla İlişkiler, Yönetim ve Atama gibi dört ayrı komite barındırır. IACC şu üyelerden oluşur: hayvan deneyleriyle ilgili deneyimi olan bir veteriner hekimi, bir araştırmacı, bir gözlemci veteriner hekim, hayvan deneyleriyle hiçbir ilişkisi olmayan bir çalışan, enstitü veya hayvan deneyleriyle hiçbir ilişkisi olmayan bir kişi, enstitü sorumlusu, bir veteriner teknikeri, etik kurul koordinatörü.

Almanya’da ise her üretici, kullanıcı ya da tedarikçinin kurması zorunlu olan yerel etik kurul Tierschutzgremium’dur ve bu kurullar ve bağlı oldukları kuruluşlar her 3 yılda bir denetlenirler. İnsandışı primat kullanan kuruluşlar ise her yıl. Biyomedikal araştırmalar, Almanya’da en sıkı mevzuata sahip konulardan biri olduğu için, kurumların denetiminin de diğer ülkelerdeki kadar sık olmasına gerek yoktur.

Birleşik Krallık’taki Hadyek benzeri kurul AWERB (Animal Welfare and Ethical Review Body), Home Office’e bağlı Animal in Science Regulation Unit tarafından haberli ya da habersiz olarak sürekli denetlenir. AWERB, hayvan refahı birimi sorumlusu ya da sorumluları, sorumlu veteriner hekimi, araştırmacı ve dışarıdan bir gözlemciden oluşur. AWERB, her yıl bir rapor hazırlayıp göndermekle yükümlüdür. Yerel etik kurullardan gelen yıllık ayrıntılı faaliyet raporları, Home Office tarafından istatistik dosyaları halinde web sitesinde kamuya açık olarak yayınlanırlar.

Yukarıda değindiğim bazı ülkelerdeki istisna uygulamalar dışında, genel olarak yerel etik kurul kavramı sorunludur çünkü kurumun çalışanı olan, maaşını oradan alan kişilerin hayvan aleyhine bir durum gördüğünde ya da misal, projenin canlı hayvan kullanılmadan da gerçekleştirilebileceğini düşündüğünde herhangi bir kaygı taşımaksızın bağımsız hareket edebileceğini ve onay vermeyeceğini düşünmek hayli zor. Bu kurulların başkanlarının kurum sorumlusu/sahibi olduğunu da hatırlatalım. Oysa ki özel ya da kamu kuruluşlarının yerel etik kurulları, kurum sorumlu veteriner hekimi dışında tamamı dışarıdan ve bağımsız üyelerden oluşabilir -başkan da dahil-, buna örnek olarak Cambridge Üniversitesi’ni gösterebiliriz. Ya da merkezi etik kurulun bölgesel/yerel temsilcilikleri oluşturularak yerel etik kurul yerine onay ve izin verebilirler.

Merkezi etik kurul, yani Hadmek’e gelecek olursak: ülkemizde hayvanlar üzerinde gerçekleştirilen deneysel ve bilimsel prosedürlerle ilgili kaygı ve sorunların temelinde bu kurulun teşekkülü ve işleyişindeki yanlışlıklar yatar. Yönetmeliğe göre, 21 kişiden oluşan kurulda 1 kişinin hayvan koruma konusunda çalışan bir sivil toplum örgütü temsilcisi olması gerekiyor. Oysa ki kurulduğundan beri bu koltuk, amacı deneyleri geliştirmek ve deney kalitesini arttırmak olan bir derneğe verilmiş durumda. Hayvan Hakları ve Etiği derneği bununla ilgili bir dava açtı. 21 kişilik kurulda, hayvanların temsilcisi olarak en az 3 kişi olmalıdır. İkinci sorun; 3 ayda bir, yani 365 günde sadece 4 gün birkaç saat için toplanan bir kurulun yüzlerce yerel etik kuruldan hangisini nasıl ve ne zaman denetleyebileceği. Hadmek’in bölgesel olarak alt kurullara ayrılması kaçınılmaz. Zaten yayınlanması gereken yıllık raporların çok geç yayınlanması, Hadyek’lerin her yıl düzenli denetlenmemesi gibi sorunlar da Hadmek’in işlevsel olup olmadığı hakkında yeterli bilgi veriyor…

Daha detaylı bilgiler için: www.deneyehayir.org adresini ziyaret edebilirsiniz.

Yağmur Özgür Güven