Ana Sayfa Blog Sayfa 2654

[Katowice’den Notlar-3] COP için küçük sözlük: Ne diyorlar, aslında ne söylüyorlar, neyi söylemiyorlar?

Bugün COP’un siyasetçiler haftası başladı. Bakanlar geliyor, basının ilgisi arttı, hafta sonuna kadar Katowice’den olumlu bir sonuç çıkıp çıkmayacağı merakla bekleniyor. Bu arada kavramlar ve kısaltmalar havada uçuşmaya devam ediyor. İster plenary (büyük toplantı) salonlarında, isterse basın toplantılarında olsun jargona aşina değilseniz ikinci dakikada kim neden bahsediyor, kaybolabilirsiniz. Bunun için kavramların neye işaret ettiğini bilmek önemli.

Ama bana sorarsanız COP’ların (İklim Değişikliği Taraflar Konferansı) popüler kavramlarının anlamları ve bu kavramları kullananların ne dedikleri kadar önemli olan şey, ne demedikleri veya bu kavramları kullanmayarak ne demek istedikleri. Bu nedenle sizler için küçük bir sözlük hazırladım. Katowice’de havada uçuşan kimi kavramlar ne anlama geliyor ve neler söylenmiyor?

Ambition

Türkçe’de tek kelimeyle net bir karşılığı olmayan bu önemli kelimeyi belki “ihtiras” diye çevirebiliriz. Ancak “ihtirası artırılmış iklim eylemi” tam olmuyor gibi. Her konuşmada mutlaka birkaç kez kullanılan ambition sözcüğü, tam olarak “yaptığınız şeyin bir işe yaraması” anlamına geliyor. Eğer mesela taahhüt ettiğiniz emisyon azaltımı, atmosferin farkına varamayacağı kadar düşükse ve küresel ısınmayı durdurma (yavaşlatma) yolunda bir önem taşımıyorsa, ambitous (ambition’un sıfat hâli) değil demektir. IPCC’nin son 1,5 derece özel raporu sayesinde artık ambition bayağı net bir anlam da kazandı. Artık ancak iklim değişikliğiyle mücadele için yapmayı vaat ettiğiniz bir şeyin küresel ısınmayı 1,5 dereceden önce durdurmaya hizmet etmesi halinde yeterince ambition gösteriyorsunuz demektir. Yani raporun verdiği rakamı tekrarlarsak küresel emisyonları 2030’a kadar yarı yarıya indirmeye hizmet ediyorsanız. İşte bu yüzden petrol ihraç eden ülkeler ambition kelimesine doğrudan itiraz ediyorlar. Yani ambition diyen ne kadar samimi ona bakmak, ama ambition kelimesini sevmeyene de özellikle dikkat etmek lazım.

Implementation

Bunun Türkçesi kolay: uygulama. COP dilinde Paris Anlaşması’nın nasıl uygulanacağına dair tartışmalarda bu kavramı bol miktarda bulabilirsiniz. Rulebook (Kural Kitabı) denen ve Katowice’nin en önemli gündem maddesini teşkil eden metin de bir implementation meselesi. Paris Anlaşması’nın giriş bölümünden maddelerine kadar bir sürü ilke var, hak temelli bir anlaşma hazırlanmış durumda, bir sürü şey yapılacak, edilecek deniyor. Ancak bu ilkeleri kim göz önüne alacak, bu işleri kim, nasıl yapacak, ülkelerin verdikleri sözleri tutup tutmadıklarını kim nasıl denetleyecek, ülkelerin birbirini denetlemesini sağlayacak şeffaflık nasıl sağlanacak, bunlar biraz ortada. “Paris Anlaşması iyi oldu, ama uygulanırsa kötü olur” diye düşünen ülkeler, (sayıları düşünebileceğimizden daha fazla), Kural Kitabı’nı mümkün olduğu kadar esnek bırakarak, ülkeler uygulamada da kendi istedikleri gibi davranabilsin istiyorlar. Tabii implemantation ile ambition’ın ikiz kardeş olduklarını da unutmamak gerek. Küresel iklim hareketi sürekli bunu tekrarlıyor: İşe yaramaz hedeflerle dolu mükemmel bir kural kitabı da, doğru düzgün bir kural kitabı olmadan müthiş hedefler belirlenmesi de bir işe yaramaz. İkisini birden, aynı sağlamlıkta elde etmek gerekiyor. Bakalım Katowice bunu başarabilecek mi?

Collective action (effort)

Ortak eylemler veya çabalar. İklim değişikliğiyle mücadele etmenin tek yolu küresel emisyonları, küresel ortak eylemler veya ortak çabalar yoluyla azaltmak. Tabii sera gazı emisyonlarını azaltmak dışında yapılması gereken diğer işler de var, doğayı korumak gibi ve onları da herkesin birlikte yapması gerekiyor. İşte bu yüzden UNFCCC denen bir mekanizma, Paris isminde bir anlaşma var ve on binlerce insan bu yüzden her yıl dünyanın çeşitli yerlerinde toplanıp eylemleri ortaklaştırmaya çalışıyor. Çünkü bütün devletler ve bütün diğer aktörler aynı yönde ortak bir çaba içine girmezlerse emisyonlar bugün olduğu gibi artmaya devam ediyor. Olması gereken ortak çabanın ortak hedefi de küresel ısınmayı 1,5 dereceye gelmeden durdurmak. Paris Anlaşması’yla bütün ülkeler bu hedefin altına imza atmış durumalar. Ama maalesef bu kadar basit bir şey birçok ülke delegasyonu tarafından anlaşılabilmiş değil. Kendi ülkelerinde yaptıkları ilgili ilgisiz, irili ufaklı işleri sayıp döken, şu kadar ağaç diktik, şöyle müthiş projeler yürüttük, böyle doğayı koruduk demeyi çok seven devletler, iş bu çabaların ortaklaştırılmasına ve aynı yönde işe yarar bir bütün haline getirilmesine gelince yan çizmeye başlıyorlar. Bu nedenle bulabildiğiniz her resmi delegeye burada collective action için bulunduklarını, bunun da ambition ve düzgün bir implementation olmadan bir işe yaramayacağını anlatmanız gerekiyor. Aksi takdirde boşuna buraya kadar yorulmanıza gerek yoktu diye de ekleyebilirsiniz.

Emission

Türkçesi salım. Ama tabii bu da pek açıklayıcı değil. Öte yandan fazla açıklama gerektirmeyecek kadar da açık. İnsanların yapıp ettikleriyle, fosil yakıtlardan enerji elde ederek, ormanları yakarak, endüstriyel tarım ve hayvancılık yoluyla vb. her yıl havaya boca ettiği 50 küsur milyar ton sera gazını (başta karbon dioksit ve metan olmak üzere) ifade eden bir kelime. Bu gazları “havaya salmak” anlamına geliyor. Bütün bir iklim değişikliği mücadelesi ve özellikle de uluslararası politikalar bu kelime çevresinde biçimleniyor. İklim değişikliğini yavaşlatmanın bu emisyonları azaltmak dışında bir yolu da yok. Ancak bu kadar önemli bir kavram, bir yandan da tıpkı sera gazlarının yeryüzünü bir battaniye gibi örtüp ısıtması gibi, bazı önemli gerçeklerin üzerine örtmek için de kullanılıyor. Emisyon (salım) gibi teknik bir kavram sayesinde çeyrek yüzyıldır müzakere eden devletler COP koridorlarında fosil yakıt, kömür, petrol, doğal gaz dememeyi başarıyorlar. Çerçeve Sözleşme’ye veya Paris Anlaşması’na bakarsanız bir kelime fosil yakıt veya kömür göremezsiniz. COP’lara katılan sivil toplum örgütleri ve üniversiteler de olmasa, delegeler bir kelime kömür veya fosil yakıt demeden müzakereleri başlar ve bitirirler. (Ev sahibi Polonya’nın buradaki pavilyonuda sergilenen gerçek kömürler ve COP Başkanı’nın konuşmalarındaki kömür reklamları dışında tabii.) Nasıl oluyor da emisyonların artışı bir türlü düşmüyor sanıyorsunuz? Uluslararası müzakere salonlarında emisyon, emisyon demek yerine fosil yakıtları yerine altında bırakalım denmeye başladığı gün çok şey değişebilir.

Forests

Bundan kolay ne var? Ormanlar demek. Fakat ormanlardan COP’larda bu kadar çok söz edilmesi ormanların da başka bir şeyleri örtmesiyle daha çok ilgili olabilir. Bu nedenle orman kavramı sadece orman anlamına gelmeyebilir. Klasik bilgilerimiz ne diyor? Atmosferdeki karbon dioksit en çok vejetasyon, yani bitkilerin büyümesi ve fotosentez yapması sayesinde tutulur. Bunun içinde toprakta tutulan karbonun, toprak içindeki yosunun, bakterinin; otların ve çayırların toprak altında mantar tutan köklerinin katkısı da çok büyük. Ama tabii ağaçlar daha çok göze görünüyor. Bundan daha önemli olan, ormanların karbon tutma kapasitesinin abartılması ve sanki fosil yakıt kullanımı ve karbon salımı durdurulmasa bile yeni ağaç dikerek saldığımız karbonu atmosferden emmenin mümkün olduğu izleniminin yaratılması. Oysa biliyoruz ki yeni dikilen ağaçların karbon tutma kapasitesi zengin bir biyoçeşitliliğe ev sahipliği yapan kadim ormanların yanına bile yaklaşamıyor. Eski ormanları kesip yeni fidanlar dikmenin iklim değişikliğiyle mücadeleye katkısı sanıldığı kadar fazla değil, hatta tam tersine. Zaten böyle olsaydı atmosferdeki karbon dioksit miktarı sanayi devrimiyle birlikte birden artmaya başlamazdı. Çünkü karbon tutan ekosistemler (yutaklar) ne yaparsanız yapın fosil yakıt yakarak saldığınız karbonu tutmaya yetişemiyor. Ama ne çare? Fosil yakıt çıkarmaya ve yakmaya devam etmeye kararlı devletler COP’larda ormanları da kendilerine suç ortağı yapmaktan çekinmiyorlar. Polonya ormanlarının ruhu, neredesin?

Dialog

Diyalog. Güzel bir kavram. Hele monolog ve kakafoniyle karşılaştırıldığında harika. Ama buralarda görürseniz fazla güvenmeyin. Arka sıralara atılmak istenen gündemler, sözü pek edilmek istenmeyen konular, diyalog yoluyla yavaş yavaş soğutulup öldürülüyor olabilir. Bundan da öte facilitative dialog (kolaylaştırıcı diyalog) gibi ortamlar devlet büyüklerinin boş konuştukları yerlere ve sonuç almadan çok iş yapıyor görünmenin bir aracına kolaylıkla dönüşebiliyor. Zira Talanoa diyaloğu da denen kolaylaştırıcı diyalog azaltım hedeflerini güçlendirme gibi bir sonuç vermiş gibi görünmüyor. İstişareler, diyaloglar, informal consultation’lar (gayrı resmi danışmalar) falan uzadıkça uzayan COP’larda sonuç çıkmamasını sağlamak için kullanılabiliyor. Okul grevcisi genç iklim eylemcisi Greta’nın “umuttan önce eylem gelir” dediği gibi, diyalogdan önce de sonra da eylemin gelmesi gerekiyor. Yoksa konuş konuş, nereye kadar?

Negotiation

İşte burada yapılan işi özü bu: Müzakere. Devletler, taraflar, çeyrek yüzyıldır iklim değeişikliğiyle mücadele etmek için müzakere ediyorlar ve müzakereyi sürdürmek ve daha iyiyi aramak, devletleri doğru yönde zorlamaktan başka bir yolumuz yok. En azından uluslararası politika zemininde doğru, yaratıcı, işe yarar ilkeler yönünde müzakereye devam etmek tek yol. Müzakere etmek için de elbette işi bilmek, olan biteni iyi takip etmek gerekiyor. Her sene COP’lar başladığında ana akım medya “İki yüze yakın ülke iklim değişikliği tehlikesine dikkat çekmek için toplandı” diye tutturur. Oysa bu toplantıların iklim değişikliğine dikkat çekmekle ilgilisi yok. Amaç iklim değişikliğini durdurmak. Bunun için “ihtiraslı” olmak, ortak çabaları geliştirmek ve bu yönde yapıcı bir şekilde müzakere etmek gerekiyor. Kolay değil, ama kolay olan ne zaman bir işe yaramış ki?

Müzakereye ve müzakereleri izlemeye devam…

.

.

Ümit Şahin

İnsan hakları düzeni mi, “Kahrolsun İnsan Hakları!” düzeni mi?

Bu sene 10 Aralık İnsan Hakları Günü’nün benim için farklı bir anlamı var. Gençlik yıllarımdan bu yana insan hakları her zaman ilgi alanım içinde oldu. 2000’lerin başından bu yana da özellikle gençlere yönelik insan hakları eğitimlerinde görev alıyorum. Sivil toplum ve örgütlenmeler ile doğrudan ve akademik ilgim nedeniyle özellikle ifade ve örgütlenme özgürlüğü üzerine çalışıyorum, insan haklarının dünya üzerindeki gelişimini ve güncel ve akademik tartışmaları yakından izlemeye çalışıyorum ve her 10 Aralık haftası mutlaka insan haklarıyla ilgili bir etkinliğe ya da eyleme katılmaya ve derslerimde değinmeye çalışıyorum. Ancak 1980 darbesi sonrasındaki cunta yönetiminden bu yana hak ihlallerinin doğrudan yakıcılığına en yakından ve birinci elden tanıştığım sene 2018 oldu.

Öncelikle işlerin ne dünyada, ne de Türkiye’de bir süredir yolunda gitmediği zaten ortadaydı. 1990’lar Türkiye’de hakların kendisi açısından karanlık dönemler olsa da aynı zamanda 1980 darbesinin ertesinde insan hakları mücadelesi adım adım da olsa mevzi kazanıyordu ve 1999 sonrası özellikle AB sürecinin iki tarafça da tanınan bir resmiyet kazanmasıyla görece özgürlükçü ve umutlu bir dönem yaşadık, insan hakları üzerine eğitimler ve projeler düzenledik, bir çoğumuz kariyerini bu alanlarda kurdu. Aynı dönem dünyada da benzeri rüzgarlar esiyordu. Ancak 2010’lar ile birlikte bütün dünyada bir gerilemenin başladığına ve Türkiye’nin de bu gerilemenin ön cephelerinden birisi olmasına tanık oluyoruz. Çeşitli analistler içinde yaşadığımız dönemi ve kitlelerin anlayış ve tutumlarını (ve bunun iktidarların söylem ve uygulamalarına yansımasını) iki dünya savaşı arasındaki otoriter ve faşist yönetimlerin hakim olduğu çalkantılı döneme benzetiyorlar. Küreselleşme ve iletişim teknolojilerinin sağladığı olanaklar ise bu derde derman olmadığı gibi nefret söylemlerinin, uydurulmuş hakikatlerin ve tetikçi trollerin boy gösterdiği, üstüne yoz ve otoriter yönetimlerin etkili bir izleme için kullandığı ortamlar olarak beklenenin tam tersi bir amaca hizmet eder haldeler.

Türkiye’deki rejimin geldiği hali bugün yazılan ve yazılacak bir çok değerlendirme yazısında okuyacaksınız (ana akım medyadan olmasa da). Ben ise bu kez birinci el tanıklıklarımı anlatarak katkıda bulunmaya çalışacağım. Bu sene 16 Kasım sabahına aralarında çalıştığım üniversitenin Hukuk Fakültesi dekanı ve uluslararası insan hakları hukukunun önde gelen uzmanlarından Turgut Tarhanlı’nın olduğu bir gözaltı dalgasıyla uyandık. Alışılageldiği üzere bir cuma sabahı hava aydınlanmadan eve gelen polis ekiplerince evlerde arama da yapılarak alınmışlardı. Çok geçmeden göz altına alınanlar arasında 1990’lardan bu yana 20 yıldan uzun süredir arkadaşım olan, bir dönem birlikte de çalıştığımız Yiğit Aksakoğlu’nun da olduğunu öğrendik. Oldukça şaşırtıcıydı. Diğerlerinin isimlerini duydukça şaşkınlığım daha da arttı; sivil toplum ve ekoloji camiasından bir çoğunu uzaktan tanıyor ya da yaptıkları işlerin neler olduğunu biliyordum ve göz altına alınmalarını gerektirecek bir şeyler yapmaları olası gelmiyordu. Standart cuma gözaltıları uygulamasında olduğu gibi bütün haftasonu nezarette tutularak pazartesi veya salı günü savcılık tarafından ifadelerinin alınmasını ve tutuklanmalarını bekliyorduk. Gün içerisinde beklenmedik şekilde ifadelerin alınmasına başlandığını haber aldık. Gözaltına alınan 13 kişinin çoğunun ifadeleri o gün alındı ve akşama doğru önce Turgut hocanın, sonra da teker teker başkalarının serbest bırakıldığını öğrendik ve umutlandık. Yiğit’in sorgusu sekiz buçuk saat sürdü; avukatından öğrendiğimiz kadarıyla sorulan soruların tamamı toplam 99 sayfa tutan ve 2013 yılı Haziran-Aralık döneminde telefon dinlemesi yoluyla edinilen tapelerle ilgiliydi. Bütün gün İl Emniyet Müdürlüğünün kapısında bekledikten sonra Yiğit ve bir kaç kişinin adliyeye sevk edileceği haberi geldi; bunun anlamı hakkında tutuklanma isteneceğiydi.

Ertesi gün ise yine önce savcının sevk kararını gözden geçireceğini öğrenerek umutlansak da akşama doğru Yiğit ile başka 3 kişinin Çağlayan Adliyesine sevk edileceğini duyunca haftasonu olduğu için kapalı olsa da kapısına gittik. Hem hiç bir şey yapmamaktan daha iyiydi, hem de belki serbest bırakılırsa kendisini hemen orada karşılayabilecektik. Bu arada sevk edileceği söylenenlerden birisi Çağlayan’a hiç getirilmeden, başka bir tanesi Çağlayan’da ama ne savcı ne de hakimle görüşmeden serbest kaldı. Olağan dışı bir şeyler oluyordu. Sulh Ceza Hakiminin karşısına çıkan iki kişiden diğeri de serbest bırakıldı ve operasyonda göz altına alınanlardan sadece Yiğit Aksakoğlu tutuklandı ve önce Metris, sonra da Silivri Cezaevine gönderildi. İki haftayı aşkın süredir tek kişilik hücresinde ve avukatları ve haftada bir eşi dışında kimseyle görüşmeden orada tutuluyor.

Avukatının yardım isteğiyle ifade fezlekesinin tamamını ve sulh ceza hakiminin cumartesi geceyarısı verdiği tutuklama kararını okudum. Dinlemeye takılan tapelerin hiç birisi suç ya da suç şüphesi oluşturacak bir eylem barındırmıyor. Özetle Gezi protestoları dindikten sonra bu deneyim hakkında konuşmak üzere düzenlenen (ve gizli de olmayan) çok sayıda değerlendirme toplantısından birisinde “kolaylaştırıcılık” yapmış olması, yine yasal kurumlar tarafından bazıları AB fonları tarafından finanse edilen resmi projelerdeki toplantılarda eğitmen ya da moderatör olarak görev alması ve halen Türkiye temsilciliğini sürdürdüğü ve 0-3 yaş çocukların iyilik hali ve erken çocukluk gelişimi üzerine projelere fon sağlayan bir Hollanda vakfına o sıralarda sağladığı danışmanlık işleri hakkında sorular sorulmuştu. Tutuklama kararına göre de “(…) gezi olayları bittikten sonra gerçekleştirilen çeşitli toplantıların organizasyonunda moderatör ve kolaylaştırıcı adı altında görev aldığı, her ne kadar toplantıların içeriğine ulaşılamamış ve karanlıkta kalan yönleri olsa da iletişimin tespiti tutanaklarında bu toplantıların geziden sonra sivil itaatsizlik, şiddetsiz eylem adı altında yeniden çeşitli gösteri ve eylemlerin yapılmasına yönelik birtakım eğitimler ve konuşmalar düzenlendiği kanaatine ulaşıldığı” belirtiliyordu. Ne var ki herhangi bir toplantının organizasyonunu yapmak ya da şiddetsiz eylemin kendisi bir suç değilken bu toplantılar da moderatör ve kolaylaştırıcı olmanın, ya da sivil itaatsizlik ya da şiddetsiz eylem hakkında eğitim ve konuşmaların düzenlenmesinin nesinin suç ve tutuklanma gerekçesi olabildiğini sadece kerameti kendinden menkul bu kanaatin sahibi savcı ve onun içeriğine ulaşamadığı (dolayısıyla 5 yıl sonunda elinde bir kanıtı da olmayan) toplantı hakkındaki kanaatini ikiletmeden karara dönüştüren hakim biliyor. Tutuklanma kararının hemen sonrasında yapılan itiraz ise savcılıkta karar verecek sulh ceza hakimine gönderilmeden bekletilip ancak 10 gün sonunda matbu ve “tutuklama kararının yasaya uygun ol[ması]” dışında herhangi bir açıklama içermeyen gerekçeyle reddedildi. Şimdi ancak tutukluluğun rutin aylık incelemesi için 20 Aralık günü bekleniyor.

Süreçteki bütün karanlık noktalar ve soru işaretleri yanında savcı ve hakimlerin tutumu hakkında bizim de yürütmeye çalıştığımız çeşitli tahminler ve spekülasyonlar bulunsa da açık ve mantıklı bir gerekçe olmadığı için neden Yiğit’in kurban seçildiğini ve tutulduğunu bilemiyoruz. Kendisinin morali avukatlarının ve eşinin gördüğü kadarıyla iyi olsa da bu uygulama kendisi ve yakın çevresi için bir tür işkence ve sivil toplum çalışanları ve hak savunucularına yönelik yeni bir gözdağı niteliğinde. Öte yandan daha da tehlikeli olan sürecin tahmin edilemezliği ve keyfiliğinde gizli. Eğer Yiğit’in ifade ve sorgusunda belirtilenler suçlamaya konu edilebiliyorsa Türkiye’de örneğin sivil toplum alanında, özel sektörde ve hatta kamuda toplantı “kolaylaştırıcılığı” ya da “moderatörlük” yapan, araştırması için “odak grup” yöntemini kullanan ya da savcıların anlayamadığı ya da anlamlarını çarpıtarak kullandığı roller ya da ünvanlar üstlenen ya da çalışmalarda bulunan her kes aradan 5 yıl geçtikten sonra dahi tutuklanabilir ve bu durumdaki hiç kimse kendisini güvende hissedemez. Yine başka iki kişinin sizin içinde yer almadığınız ve haberiniz dahi olmayan konuşmaları size suçlama sorusu olarak yöneltilebilir. Bu ceberrut ve yoz iktidarların ve muktedirlerin elini çok rahatlatabilir ve her birimiz başka hesaplar ve mücadelelerin nesneleri haline gelip araçsallaşabiliriz; ancak ceremesini şimdiden sadece muhalif kesimler değil, bu kuralsızlık, belirsizlik ve güvensizlik ortamı içinde yaşayan bütün toplum olarak çekmekteyiz.

Birinci elden muhataplığımın ikinci vakası ise daha uzun süredir, yaklaşık üç senedir başımda. Barış İçin Akademisyenler tarafından hazırlanan “Bu Suça Ortak Olmayacağız” bildirisine imza atmamla birlikte başka kentler ve üniversitelerdeki arkadaşlarımıza göre (göz altına alınmadığımız, bire bir tehdit edilmediğimiz, işten atılmadığımız, KHK ile ihraç edilmediğimiz için) şanslı olsak da aradan 2,5 sene geçtikten sonra hakkımda dava açıldı ve 20 Aralık’ta duruşmada savunma yapacağım. Haziran’da dava açıldığından bu yana kafamda çevirmeme rağmen nasıl bir savunma hazırlayacağımı son on güne girmişken hala kestirebilmiş değilim, çünkü iddianame bana özel değil, imzalamış olan herkese aynı eylem olmasına rağmen teker teker bireysel dava açılsa da iddianamelerimiz aynı, içinde var olan yasalara göre bile suç oluşturabilecek bir eylem yok (çünkü eylem sadece internet üzerinden imza atmak), isnat edilen suçlamalarla ilgili somut herhangi bir delil yok, ancak yine savcının kerameti kendinden menkul kanaat ve çıkarsamaları var. Ancak bu sayıklamalar da yine bizi yargılayacak mahkeme tarafından kabul edilmiş, üstelik daha önce açılan davalarda başka mahkemelerde yaklaşık 40 arkadaşımız mahkum edilmiş durumda. 20’sinde duruşmaya girdiğimde neyle karşılaşabileceğimi, savunmamı tam olarak hakim heyetinin yüzüne okumama izin verilip verilmeyeceğini, bir çok örnekte olduğu gibi savcının ve heyetin savunmamı gerçekten dinleyip dinlemeyeceğini, savcının savunmamı önceden bilmeden elinde hazır esas hakkında mütalaasıyla gelip gelmeyeceğini, hatta o gün hemen karar verilip verilmeyeceğini bilmiyorum. Yine önceki duruşmada bana söylendiği üzere bir ihtimal cezası daha ağır bir suçlamayla karşılaşıp karşılaşmayacağımı ve eğer karşılaşacaksam, bana bu suçlamayla ilgili olarak belirtilen herhangi bir kanıt da olmadığından, ek savunmamı nasıl yapacağımı da bilemiyorum. Çok değil, 10 gün kaldı, yaşayarak göreceğiz.

Ancak her iki vakanın birleştiği bir kaç nokta var. Öncelikle bütün bu sürekli kriz ortamında kendi ritmiyle ilerleyen bir iş ve özel hayatım ve sorumluluklarım da var, aynı diğer yakınlarım, Yiğit’in yakınları ve diğer hapsedilmemiş mağdurlar gibi. Fiziksel olarak sınırlarımı, sosyal ve profesyonel olanaklarımı ve entelektüel birikimlerimi kullanarak biraz daha fazla çabayla, yine de amaçladığım üretkenlikte olamadan idare etsem de haksızca ve gereksizce içeride tutulanlar için bu bile mümkün değil. Onlar bir yandan da bizim adımıza içerdeler ve bizler de ancak onlar özgür kaldığı ölçüde özgür olacağız.

Öte yandan yaşadıklarımız bugün 70. yıldönümünü kutladığımız İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinin görece daha az üzerinde durulan, ancak yine Turgut Tarhanlı sayesinde farkına vardığım bir maddesinin öneminin altını çiziyor. Bildirgenin 28.maddesine göre “herkesin bu Bildirgede öngörülen hak ve özgürlüklerin gerçekleşeceği bir toplumsal ve uluslararası düzene hakkı vardır.” Bu hak ise ancak yasaları ve usulleri belirli, açık ve anlaşılır olan ve keyfiyete olanak sağlamayan bir hukuk düzeni yoluyla yaşama geçebilir. Yazının başında 1990’lar sonrası gelişmeden ve 2000’lerin sonlarından itibaren bütün dünyada bir gerileme halinden bahsetmiştim. Yine de bu gerilemenin ön cephesinde olunca günümüzde insan hakları kavramının ve rejiminin yetersiz kaldığı noktalar ve toplum, ekoloji ve teknolojideki güncel gelişmeler sonrası güncelleme gereği üzerine yürüyen tartışmaya katılmak ve geleceğe hazırlanmak yerine 1990’larda polislerin sokakta “Kahrolsun İnsan Hakları!” diye slogan attıkları yıllara geri dönmek ve 70 sene öncesinin temel gereklerini savunma durumunda kalmak, en azından yarattığı insan olarak kendi potansiyelimizi gerçekleştirememe hissiyatı nedeniyle bile insanlık onurumuzu zedeliyor.

.

.

Alper Akyüz

görüşmek üzere…- ayşe düzkan

Bu yazı yeninyasamgzetesi.com sitesinden alındı

duymuşsunuzdur, istinaf mahkemesi benim de aralarında olduğum gazeteciler hakkında açılan davada çıkan kararı onayladı. böylece özgür gündem gazetesiyle dayanışmak amacıyla bir gün nöbetçi genel yayın yönetmenliği yaptığımız için bana, ragıp duran’a 18’er ay, haberlerinden dolayı hüseyin bektaş ve mehmet ali çelebi’ye yine 18 ay, hüseyin aykol’a iki yıl hapis cezası verilmiş oldu.

çok yakın bir zamanda, bu cezayı yatmak üzere teslim olacağım. cezaevinde yazma ve yazıyı ulaştırma koşulları nasıl olur bilemiyorum. o yüzden bu, bir süreliğine bile olsa bir veda yazısı.

mehmet ali çelebi’nin zaten cezaevinde olduğunu, türkiye genelinde siyasi sebeplerle cezaevinde olanların sayısının 50 bine dayandığını ve disk basın-iş’in kayıtlarına göre bunların arasında 150 civarında (civarında diyorum çünkü sayı sürekli değişiyor) gazeteci bulunduğunu düşününce, “geçmiş olsun”ları kabul ederken bile mahcup oluyorum.

özgür gündem’in ve onu önceleyen gazetelerin bürolarında, bu gazetelerde çalıştıkları için canlarından olanların fotoğrafları asılıydı ve bu fotoğraflar bir duvarı kaplayacak kadar çoktu. onları düşününce konudan bahsetmek dahi zoruma gidiyor.

son dönemde birçok gazeteci sürgüne gitmek zorunda kaldı çünkü aldıkları ya da alma riski taşıdıkları cezalar ömürlerinin ciddi bir kısmını oluşturuyor. insanın yakınlarından, yurdundan, -hele de gazetecilik gibi dille yapılan bir mesleği varsa- anadilinden uzak olması, avrupa’da adım başı ırkçılığa maruz kalmak nasıl zor bir iş, bilen bilir. ben de, ege’nin sahillerini, denizi, istanbul’un sokaklarını,vapurları, istiklâl caddesi’ni, müziğin iyi, içkinin ucuz olduğu barları, pazar yerlerini, buralara mahsus yemekleri, pul biberi seviyorum, insanı uykusundan uyandıran ezana, gündüzleri ona karışan çan seslerine, hiç dinlemesem de sözlerini bildiğim alaturka şarkılara, 15 yaşıma kadar varlıklarından bihaber olduğum alevilerin deyişlerine, kürtçeye, çocukken kulağıma çalınan rumcaya, çok sonra tanıştığım ermeniceye, şimdilerde duyduğum arapçaya aşinayım, bütün bunlardan ve anadilim türkçeden kopmak çok zor geliyor bana çünkü bütün bunlar yurdum, yoksulluğa ve savaşa mahkum edilmesi karşısında kahroluyorum ve sürgündeki arkadaşlarımı düşününce…

selahattin demirtaş’a yönelik aihm kararına karşı ışık hızıyla sonlandırılan davada mahkum edilen sırrı süreyya önder’in yine ışık hızıyla hapse atıldığını gördükçe…

gezi’ye yönelik soruşturmalara baktığımda ve barıştan söz edenlerin yaşadıklarını hatırlayınca, şu 18 aydan bahsetmek bile ayıp geliyor.

ama en basitinden bir gazeteci dayanışmasına dava açılmış olması bir yana, hapis cezası verilmesi birçok şeyi gösteriyor tabii. en başta bu mesleğin ve dolayısıyla halkın haber alma hakkının nasıl bir tehlike altında olduğunu…

çünkü özgür gündem nöbetçi genel yayın yönetmenliği, her şeyden önce gazeteciliği korumaya yönelik bir dayanışma eylemiydi.ama aynı zamanda, -en azından benim için-  bir türk olarak, bu topraklarda barış talebine sahip çıkmak anlamına geliyordu.

böyle durumlarda cesaret kavramının çok fazla dolaşıma sokulduğuna şahidim. kendi adıma söyleyeyim, cesur değilim. sadece, tarihin her aşamasında farklı bir biçim almış olan eşitlik, özgürlük ve adalet davasına, kendimi bildim bileli ucundan tutmaya çalıştığım davaya yararlı olmaya çalışıyorum. zaten mesele cesaret de değil. günde on saat, on iki saat çalışan, işinden olduğu anda çocukları, ailesi ve kendisi aç kalma tehlikesiyle karşı karşıya bulunan bir emekçinin bu kadarını bile yapma lüksünün olmadığının farkındayım. bu, kelimenin her anlamıyla bir “nöbet”, sıra bize gelmişti, tuttuk, devam ediyoruz.

bu gazetenin okuruyla kurduğu ilişki başka mecralardan çok farklı, sokakta, pazarda karşılaşınca selamı esirgemeyen okurların yanımızda olduğunu biliyorum. bu yazının, biraz fazla öznel ve kişisel olmasını da bu seferlik bağışlayacaklarına güveniyorum. gidiyoruz ama bir gün döneceğiz. şimdilik, meşrebinize göre, yol arkadaşlığınıza, iyi dileklerinize, dualarınıza talibim.

ayşe düzkan – Yeni Yaşam Gazetesi

HEAL: Türkiye hava kirliliğine karşı linyit tüketiminden tamamen vazgeçip termik santralleri kapatmalı!

Birleşmiş Milletler 24. İklim Değişikliği Konferansı (COP24) ikinci haftasına girerken Sağlık ve Çevre Birliği HEAL yeni araştırmasında Türkiye’nin dünyada en çok linyit tüketen dördüncü ülke olduğunu açıkladı. HEAL, yayımlanan bu yeni raporunda halk sağlığının korunması ve hava kirliliğinin önlenmesi için bütün termik santrallerin kapatılması ve Türkiye’nin linyit tüketiminden vazgeçmesi çağrısında bulundu.

ARCHIV – Die Sonne geht am 27.03.2013 bei Grevenbroich (Nordrhein-Westfalen) hinter dem Braunkohlekraftwerk Neurath unter. Foto: Federico Gambarini/dpa (zu dpa vom 23.07.2013) +++(c) dpa – Bildfunk+++

Dünyda 4., Avrupa’da 2. linyit tüketicisi Türkiye

Linyit kömürü: Sağlık etkileri ve sağlık sektöründen tavsiyeler” isimli rapora göre, Türkiye’de 2016 yılında 70,2 milyon ton linyit üretildi ve üretilen linyitin yarısından fazlası kömürlü termik santrallerde kullanıldı. Türkiye’de işletmedeki 27 kömürlü termik santralin 11’inde linyit kullanılıyor, başka bir deyişle 19,9 GW kömürlü termik santral kapasitesinin %52’si linyit kömürüne dayanıyor. Ülke, bu linyit üretimiyle dünyada dördüncü, Avrupa’da ise ikinci sıraya oturuyor.

‘Kömürlü termik santraller hastalık oranlarını yukarı çekiyor’

Çiğdem Çağlayan

İklim değişikliğinin en temel nedenlerinden olan kömürün sağlığa etkilerinin altını çizen Halk Sağlığı Uzmanları Derneği (HASUDER) üyesi Doç. Dr. Çiğdem Çağlayan, “HEAL’in linyit özelinde hazırladığı yeni rapor, kömür kullanımının sağlık etkileri konusunda politika yapıcılara güçlü kanıtlar sunan önemli bir çalışma” dedi.

Bugüne kadar yapılmış birçok araştırmada kömürlü termik santrallerin mevcut olduğu bölgelerde astım, kanser, KOAH gibi hastalıklarda artışa neden olduğu yadsınamaz bir biçimde ortaya konulmuştur da diyen 
Çağlayan sözlerini, “Ayrıca Türkiye’de kömürlü termik santrallerin, yarattıkları hava kirliliği sebebiyle yılda yaklaşık 3 bin erken ölüme sebep olduğu tahmin edilmektedir”” şeklinde sürdürdü.

‘Temiz kömür diye bir şey yoktur’

Temiz kömür diye bir şeyin olmadığının altını çizen HEAL Türkiye Danışmanı Funda Gacal ise “Zonguldak’ta taş kömürünün nasıl bir hava kirliliğine sebep olduğunu görüyoruz. Resmi rakamlar, hava kirliliğinin hem Türkiye’nin hem Dünya Sağlık Örgütü’nün limitlerinin çok üstünde olduğunu ortaya koyuyor. Yeni raporumuz, Türkiye’de aynı miktarda elektrik üretmek için taş kömüründen üç kat daha fazla linyit kullanıldığını ortaya koydu. Bunun daha fazla kirlilik ve olumsuz sağlık etkisi anlamına geldiğini tahmin etmek zor değil” dedi.

Geçtiğimiz Cumartesi günü COP24 kapsamında düzenlenen İklim ve Sağlık Zirvesi hakkında da konuşan Gacal “Linyit özelindeki veriler, linyitin iklim üzerinde son derece yıkıcı bir etkisi olduğunun altını çiziyor. Ancak buna rağmen Avrupa’da ve Türkiye’de 2010’dan bu yana linyit üretiminde belirgin düşüş gözlenmedi, bu da iklim değişikliği mücadelesine gölge düşürüyor. Gerçek anlamda insan sağlığını korumak ve iklim değişikliğiyle mücadele etmek için enerji sistemimizi acilen dönüştürmemiz gerekiyor. Ancak ne yazık ki binlerce politikacının bir araya geldiği iklim zirvelerinde insan ve diğer canlıların sağlığının ana konu olmadığını görüyoruz” diye konuştu.

‘Türkiye enerji üretim modellerinde değişiklik yapmalı’

Gamze Varol

Türkiye yenilenebilir enerji potansiyelini kullanarak gelişen ülkelere iyi bir rol model olabileceği halde, Paris Anlaşması ve iklim mücadelesinden gittikçe uzaklaşıyor. Türk Tabipleri Birliği Halk Sağlığı Kolu Yürütme Kurulu Üyesi Halk Sağlığı Uzmanı Gamze Varol, “Geçtiğimiz hafta Dünya Sağlık Örgütü’nün COP24 kapsamında duyurduğu yeni rapor incelendiğinde görülüyor ki, iklim değişikliği ile mücadele etmenin sağlık faydaları maliyetinden çok daha yüksek; iki katı kadar. HEAL’in bu raporu da benzer bulguları bize sunuyor. Buradan Türkiye’ye, halk sağlığını korumak ve geliştirmek amacıyla, başta enerji üretim modellerinde değişiklik yapmak olmak üzere çok görev düşüyor” diyerek sözlerini noktaladı.

Türkiye’nin tehlikeli linyit hedefi!

Türkiye’deki en büyük ve kirli kömürlü termik santrallere bakıldığında yine linyit ana yakıt kaynağı olarak ortaya çıkıyor. Afşin Elbistan A ve B linyit santralleri ve Yatağan başta olmak üzere Muğla’daki linyit yakıtlı santraller buna örnek gösterilebilir. Son yıllarda yeni kömürlü termik santral planları ile gündeme gelen Eskişehir, Çanakkale ve Tekirdağ gibi şehirlere yapılmak istenen santrallerin neredeyse hepsinde linyit kullanılması hedefleniyor.

HEAL tarafından yayınlanan rapora bu bağlantı üzerinden erişim mümkün.

(Yeşil Gazete)

Voleybolda dünyanın en büyüğü bir kez daha Vakıfbank

VakıfBank Kadın Voleybol Takımı, FIVB Dünya Kulüpler Şampiyonası finalinde Brezilya ekibi Minas’ı 3-0 yenerek şampiyon oldu. VakıfBank bu sonuçla üst üste ikinci, toplamda da üçüncü kez dünyanın en büyüğü oldu.

VakıfBank Voleybol Takımı, Kadınlar FIVB Dünya Kulüpler Şampiyonası’nda şampiyonluğa ulaştı. Çin’in Shaoxing kentinde düzenlenen turnuvada tüm maçlarını kazanarak grubunu lider tamamlayan sarı-siyahlı ekip, yarı final ve finalde de etkili oyununu sürdürdü.

Yarı finalde Brezilya temsilcisi Praia’yı 3-1 mağlup eden VakıfBank, finalde ise aynı ülkeden Minas’a 3-0 üstünlük kurarak üst üste ikinci kez bu başarıyı elde etti.

VakıfBank, üst üste ikinci, toplamda da üçüncü kez dünyanın en büyüğü oldu. Son altı Dünya Şampiyonası’nda üç kez (2013, 2017, 2018) şampiyon olan sarı-siyahlılar, bu kupayı en çok kazanan Türk takımı unvanını aldı.

VakıfBank, son 2 dünya ve Avrupa şampiyonu olarak uluslararası alanda voleybola damgasını vurdu.

VakıfBank, ayrıca geçen sezon Vestel Venus Sultanlar Ligi ve Kupa Voley (Türkiye Kupası) şampiyonluğunu da elde etmişti.

.

(HaberTürk)

Biga’da trafik kazası: 4 ölü 16 yaralı

Çanakkale’nin Biga ilçesinde, işçileri taşıyan minibüs ile TIR’ın çarpışması sonucu meydana gelen kazada, ilk belirlemelere göre 4 kişi öldü, 16 kişi yaralandı.

Kaza bu sabah 810 Aralık Pazartesi) saat 07.30 sıralarında, Biga ilçesi Yeniceköy mevkisinde meydana geldi. Balıkesir’in Gönen ilçesindeki fabrikanın işçilerini taşıyan 17 KP 111 plakalı minibüs ile 16 BM 893 plakalı TIR, kafa kafaya çarpıştı. Kazada, ilk belirlemelere göre 4 kişi hayatını kaybetti, 16 kişi ise yaralandı. Kaza yerine çok sayıda ambulans, itfaiye ve polis ekipleri sevk edildi. Yaralılar, ilk müdahelelerinin ardından hastanelere kaldırılıp, tedaviye alındı.

.

(CNN Türk)

CHP ve İYİ Parti’den yerel seçim zirvesi

İYİ Parti ve CHP liderleri cumartesi gecesi sürpriz bir toplantı gerçekleştirdi. Ankara, Mersin, Balıkesir dahil 11 belediye masaya yatırıldı.

Ankara adayı konusunda uzlaşmaya varamayan CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu ile İYİ Parti Genel Başkanı Akşener, cumartesi gecesi bir araya geldi. Parti ofisi dışında bir araya gelen liderlerin gündeminde Mansur Yavaş vardı.

CHP Lideri gösterecekleri adayın, İYİ Parti tarafından desteklenmesini istedi. İYİ Parti ise bazı iller karşılığında Ankara’da aday gösterme konusunda ısrarcı olmadı. Meral Akşener “Eğer Ankara bizde kalacaksa adayımız Mansur Yavaş olacak. Ankara CHP’de kalacaksa tavsiyemiz Yavaş’ı aday göstermeniz.” dedi.

.

(Gazete Duvar, Sözcü)

Küresel yatırımcılar Polonya’da hükümetlere seslendi: Paris’te hedeflenen emisyon azaltımları için katkı beyanlarını netleştirin

Polonya’nın Katowice kentinde devam eden BM İklim Zirvesi’nde bugün (10 Aralık Pazartesi) küresel yatırımcılar hükümetlere iklim değişikliğine karşı iklim eylemlerini güçlendirmeleri çağrısında bulundu. Toplam 32 trilyon ABD doları değerinde varlık yöneten 415 yatırımcı, Hükümetlere Yönelik İklim Değişikliği Küresel Yatırımcılar Bildirisi’ne imza attı.

Polonya’daki Birleşmiş Milletler COP24 küresel iklim değişikliği toplantısı ikinci haftasına girerken küresel liderlere iletilen “Küresel Yatırımcılar Bildirisi” isimli bu bildiri, yatırımcılar tarafından iklim değişikliği konusunda bugüne kadar yapılmış en büyük çağrı. Bildiri’de hükümetlerin Paris Anlaşması hedeflerini tutturmak için katkı beyanlarını (NDC) güçlendirmeleri ve düşük karbonlu bir ekonomiye geçişi kolaylaştıracak politikaları uygulamaya geçirmeleri talep ediliyor.

Bildiride küresel liderlerin ele alması gereken üç öncelikli ana başlık şu şekilde tanımlanıyor:

  1. Paris Anlaşması hedeflerinin tutturulması
  2. Düşük karbonlu ekonomiye geçiş için yapılan özel sektör yatırımlarının hızlandırılması
  3. İklim değişikliğiyle bağlantılı finansal bildirimlerin iyileştirilmesi taahhüdü.

Liderlerle paylaşılan bilgilendirme notu da bu ana başlıkları ayrıntılarıyla ele alıyor.

Politikalar kısmına bakıldığında ise yatırımcılar hükümetlerden “kömürlü termik santrallere dayalı enerji üretiminin kademeli olarak sonlandırılmasını, “karbona anlamlı bir fiyat biçilmesini” ve fosil yakıt teşviklerinin durdurulmasını” talep ediyor.

Yatırımcılar özellikle iki konunun altını çiziyor: BM tarafından hükümetlerin taahhütleri ile Paris Anlaşması’nın küresel ısınmayı 2C derecenin oldukça altında tutma hedefini gerçekleştirmek için yapılması gerekenler arasındaki fark olarak tanımlanan “emisyon açığı” ve düşük karbon ekonomisine geçişin sağlanması.

İklim zirvesinde ikinci hafta: Gündem, ‘Paris Kurallar Kitabı’ ile iklim finansmanı

İklim Zirvesi’nde ikinci hafta bugün başlıyor. 200 ülkeden bakan ve müzakerecinin önünde, IPCC 1.5 derece raporunun vurguladığı acil duruma cevap vermek için sadece beş gün kalmış durumda. Bunun sağlanabilmesi için karar alıcıların Paris Kural Kitabı’nı bu hafta sonuna kadar bitirmeleri gerekiyor.  Liderlerin Paris Anlaşması hedefine ulaşmak konusunda kararlı olduklarını göstermeleri için Cuma günü itibari ile net ve somut kararların çıkması bekleniyor. Cumartesi günkü kapanış oturumu sırasında Suudi Arabistan, Kuveyt, Rusya ve tabii ki ABD, tüm diğer ülkelerin IPCC 1.5C Raporu’nun resmi olarak metne girmesi talebine itiraz etmişlerdi.

Birleşmiş Milletler İklim Zirvesi’nde özellikle Paris Kural Kitabı’nın birçok önemli unsuru bakanlara sunulacak biçimde son halini aldı. Hafta başında farklı görüşler ve pozisyonlar yüzünden 300 sayfa uzunluğunda olan bu metnin de 2/3 oranında kısalmış durumda olduğu gelen bilgiler arasında. Yine de sonuç metnin çok güçlü olmayacağına dair çekinceler mevcut. Özellikle şeffalık ve raporlaama konularında önemli noktalar halen netleşmedi.

Sarı yelekliler

Tüm dünyanın yakından takip ettiği Sarı Yelekliler protestoları ise burada adil dönüşüm ve başarılı iklim eylemi için sosyal politikaların önemine dair önemli tartışmalar başlattı. Bu arada, zirveye gelen birçok sivil toplum temsilcisinin Polonya’ya alınmaması gibi olaylar, katılım hakkı ve ifade özgürlüğünün, Paris Kural Kitabı tartışmaları gibi konular da dahil olmak üzere, ne kadar önemli olduğunu gözler önüne seriyor.

BM tarafından yapılan açıklamada bugün, 125 bakanın zirveye katılacağı belirtildi. Listede, Türkiye Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum da bulunuyor. Bakanların, farklılaştırma, finans ve hedef yükseltme gibi zorlu başlıklarda kilit açan ve sorun çözen adımlar atmaları bekleniyor.

Zirvede öne çıkan üç kritik konu ise şöyle:

1 – Kural Kitabı

Kural Kitabı’nda kritik konular, şeffaflık, finansal raporlama (Paris Anlaşması Madde 9.5 ve 9.7) ve ülkelerin kuralları uyarlama takvimi olacak. Ayrıca genel olarak, zengin, fakir ve gelişmekte olan ülkelerin taahhütlerinin neler olacağı da tartışmaların önemli meseleleri arasında.

2 – İklim Finansmanı

Finans iklim eylemini hızlandırmanın temel konularından birini oluşturuyor. Bu başlıkta 2023 Küresel Envanter Sayımına tüm finansman takibi süreçlerinin dahil edilmesi, Yeşil İklim Fonu’nun takvimi, Adaptasyon Fonu’nun geleceği, finansal raporlama ve 2025 sonrası finans hedefleri gibi meseleler var. Bakan diyalogları sırasında ülkelerden finans konusunda duyurular da gelebilir.

3 – Hedef Yükseltme

Hedef konusu büyük bir konu. COP24’ün, durumun aciliyetine cevap vererek somut iklim eyleminde çıtayı yükseltip yükseltmeyeceği bu hafta yapılan tartışmalar ile belli olacak. Özellikle Salı ve Çarşamba günü düzenlenecek Talanoa Diyalogu’nda ülkeler yeni 2020 hedefleri ve/veya 2050 yılı için net sıfır emisyon hedefleri vererek bunu yapabilirler. Ayrıca, COP sonuç kararına 1.5C raporunun girmesi de bu anlamda güçlü bir politik sinyal olabilir.

BM İklim Zirvesinin ikinci haftasının ilk gününde uluslararası gündem finans ve Kural Kitabı teknik tartışmaları olacak. Salı ve Çarşamba Talanoa Diyalogu günleri iken Perşembe ise Climate Vulnerable Forum toplanacak ve COP24 sonuçlarından ne beklediklerini açıklayacak. 

İlk Haftadan Gelişmeler

  • Almanya, Yeşil İklim Fonu’na katkısını 1.5 milyar Euro olarak iki katına çıkardı.
  • Fransa, Çin ve BM Genel Sekreteri beraber, iklim eylemini arttırmak için zirveye geldikleri ifade ettiler.
  • Katowice Çağrısı: Beş BM İklim Zirvesi eski Başkanı ülkeleri, ulusal niyet beyanlarını 2020’ye kadar hazırlamaya çağırdı.
  • Dünya Bankası 2021-2025 arasında 200 milyar dolar ile iklim eylemine yatırımlarını iki katına çıkaracağını duyurdu.
  • Beş banka (ING, BBVA, BNP Paribas, Standard Chartered and Société Générale) porfolyölerindeki kredilerin iki derece ile uyumunu denetleyeceğini taahhüt etti. Bu bankalar toplamda 2.4 Trilyon Euro krediyi yönetiyorlar.
  • Dünyanın en büyük gemicilik şirketi Maerks 2050’de sıfır emisyon dedi.
  • Küresel Karbon Projesi Raporu 2018’de fosil yakıtlar ve sanayi kaynaklı emisyonların artarak rekor kıracağını açıkladı.

.

Sarı yeleklilerden iklim hareketine dersler 

İklim zirvesini takip etmek isteyen STK temsilcilerinin Polonya’ya girişi engellendi

[Katowice’den Notlar-2] Birinci hafta biterken müzakerelerde son durum: Suudiler ve Kuveyt 3,5 derece için kararlı

.

(Yeşil Gazete)

CAN-Europe Direktörü Wendel Trio: “Türkiye müzakerelerin bütününe katkıda bulunursa, statüyle ilgili talepleri ele aldıkları meselelerin bir parçası olabilir.”

Avrupa’da iklim değişikliğiyle mücadele eden 35 ülkeden 140 sivil toplum örgütünün üyesi olduğu Avrupa İklim Eylem Ağı’nın (CAN-Europe) Direktörü Wendel Trio, Katowice’de devam eden COP24 İklim Zirvesi’nde Türkiye’nin Ek-1’den çıkma talebi hakkında açıklamalarda bulundu.

Wendel Trio ile yaptığım ve Açık Radyo’da bu sabah yayınlanan mülakatta Türkiye’nin müzakerelerin geneli söz konusu olduğunda sessiz kalması ve sadece kendi meselesiyle uğraşması konusu ön plana çıktı. Türkiye’nin kural kitabı, finansman, hedeflerin güçlendirilmesi gibi konularda iklim değişikliğiyle mücadeleye hizmet edecek yönde katkıda bulunmasının statüsünü değiştirme taleplerine destek bulmasını kolaylaştıracağını vurgulayan Trio, Türkiye’nin Paris Anlaşması’na da bir an önce taraf olması gerektiğini söylüyor.  (Açık Radyo’da yayınlanan röportajı bu bağlantının 109. dakikasından itibaren dinleyebilirsiniz.)


Türkiye’nin Paris’i onaylaması halinde çözüme varmasının daha kolay olacağını vurgulayan Trio, şu anda Katowice’den Türkiye’nin istediği doğrultuda bir statü değişikliği kararı çıkmasının mümkün olmadığı görüşünde.

Avrupa’daki iklim hareketinin Türkiye meselesine bakışını ortaya koyan mülakatın tamamı şöyle:

Ümit ŞahinKatowice’de, COP 24’teyiz ve Avrupa İklim Eylem Ağı’nın direktörü Wendel Trio ile birlikteyiz. Açık Radyo’da bizimle birlikte olduğunuz için teşekkürler.

Wendel Trio: Benim için zevk.

İlk olarak COP 24’te Türkiye’nin durumu ile ilgili bazı sorular sormak istiyorum. Siz müzakereleri çok yakından izliyorsunuz. Türkiye’nin kural kitabı hakkındaki pozisyonu hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bu çok iyi bir soru, çünkü aslında Türk hükümetinin kural kitabı hakkındaki pozisyonunu bilmiyorum, zira Türk hükümetinin pozisyonuyla ilgili bildiğimiz başlıca şey, spesifik konular hakkındaki pozisyonlarından ziyade müzakerelerdeki statülerini değiştirmeye yönelik talepleri.

Yani Türkiye’nin pozisyonuyla ilgili bir şey duymadınız mı, mesela ortak zaman çerçevesi hakkında veya…

Ben tabii bütün kapalı müzakereleri izliyor değilim, çünkü pek çok müzakere kapalı kapılar arkasında yapılıyor. Ama farklı konulardaki bütün çalışma gruplarında iş birliği yaptığımız kişiler var, onlardan raporlar alıyoruz ve Türkiye’den hiçbir zaman müzakerelerdeki bir aktör olarak söz edilmiyor.

Herhangi bir olumlu açıklama veya bir bloke etme çabası…

Hayır, hayır.

Türkiye sadece kendi talebiyle meşgul

Türkiye’nin Ek 1 listesinden silinme talebi hakkında ne düşünüyorsunuz?

Türkiye’nin farklı pozisyonlandırılması gerektiği bir şekilde anlaşılabilir bir argüman. Sivil toplum örgütlerinin de Türkiye’nin Yeşil İklim Fonu’na erişiminin olması konusunda bir sorunları olacağını sanmıyorum. Ancak bu müzakereler aslında tehlikeli iklim değişikliğini nasıl önleyeceğimizle, bu soruna ne gibi çözümler bulacağımızla ilgiliyken, Türkiye’nin ilgilendiği tek konunun bu gibi görünüyor olması biraz tuhaf. Türkiye bütün her şey bir yana, en çok kendi statüsünün durumuyla meşgulmüş gibi görünüyor.

Diğer tarafların, özellikle gelişmekte olan ülkelerin pozisyonlarıyla ilgili bir bilginiz var mı?

Çoğu gelişmekte olan ülke Türkiye’nin kendi gruplarına katılmasını rekabetin artması olarak görür. Yeşil İklim Fonu’ndaki fonlar oldukça sınırlı ve büyük bir ekonomiye sahip olan Türkiye’nin de bu fonlara erişimin olması diğer ülkelerin erişimini sınırlar, dolayısıyla gelişmekte olan herhangi bir ülkenin Türkiye’nin bu özel isteğinin kuvvetli bir destekçisi olması çok küçük ihtimal.

Buradan olumlu bir sonuç çıkma şansı yok

Sanırım Fransa bu konudaki diyaloğu kolaylaştırıyor.

Evet, Türkiye konuyu bu toplantının gündemine resmi bir madde olarak koydu, bu da o ya da bu şekilde ele alınmasını gerektiriyordu. Tabii bu konu COP’un bu seneki Polonyalı başkanının ilgisini çekmiyordu ve konunun bütün tarafların olduğu bir yerde büyük bir tartışmaya dönüşmesini istemedi. İki ülkeden konuyla ilgili gayrı resmi görüşmeler yürüterek mümkün olanın ne olduğuna bakmalarını istedi ve bu iki ülke hafta sonunda COP biterken görüşmeleri tamamlayıp bir rapor sunacaklar. Bu rapor büyük ihtimalle bir çözüm içermeyecek. Bence sonuçta olacak olan bu.

Türkiye için olumlu bir karar çıkması için herhangi bir şans görüyor musunuz?

Şu anda bu konuyla ilgili olumlu bir sonuç çıkması için bir şans görmüyorum. Statüsünü değiştirmeden Türkiye’nin fonlara ekstra erişimini sağlayacak bazı öneriler getirilebilir. Ama bence şu anda Türkiye süreçte kendisine yardımcı olacak yeterli sayıda dostlar veya destekçiler yaratabilmiş değil.

Türkiye Paris’i onaylarsa çözüme varmak daha kolay

Yani sizce Türkiye Ek 1’de kalacak…

Bence şu anda, dediğim gibi, Türkiye’nin pek fazla bir ülkeden destek alması olası değil. Bildiğiniz gibi Türkiye Paris Anlaşması’nı henüz onaylamadı. Bu nedenle pek çok ülke Türkiye’nin aslında kulübün bir üyesi olmayı pek de istemediği hissine kapılacaktır. Böyleyse neden istisnai bir fayda sağlasınlar ki? Bence Türkiye önce Paris Anlaşması’nı onaylamalı. Böyle olursa bu konuda bir çözüme varmak daha kolay olabilir.

Küresel iklim hareketinin Türkiye’nin önerisi hakkındaki pozisyonu nedir? Herhangi bir koşulda bu öneriyi destekler miydiniz?

Türkiye’nin gelişmiş ülkelerin mi yoksa gelişmekte olan ülkelerin mi bir parçası olduğunun, küresel iklim hareketinin muhtemelen pek de ilgilendiği bir konu olmadığını söylemeliyim. Bence küresel iklim hareketi asıl Türkiye’nin sera gazı emisyonlarını azaltmak için ne yaptığıyla ilgilenir. Türkiye’nin özellikle elektrik üretiminde kömür kullanması gibi bir sorun var. Tam da Birleşmiş Milletler’in bilimsel komitesi, Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli, en son raporunda kömüre görece kısa bir süre içinde son verileceğini net bir şekilde ortaya koymuşken, Türkiye’nin yeni kömürlü termik santrallarla ilgili bir dizi planı olduğunu görüyoruz. Türkiye’nin bu tür konularda ne gibi planları olduğunu görmek isteriz. Gelişmiş ülke mi gelişmekte olan ülke mi tartışmasından ziyade bizi bu ilgilendiriyor.

Türkiye’nin Paris Anlaşması’na taraf olmaması hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bundan son derece üzüntü duyuyoruz ve Türkiye’nin bu durumu hızla değiştirdiğini görmek istiyoruz. Böylece iklim değişikliğini ciddiye aldıklarını ve konuyu gerçekten önemsediklerini gösterebilirler. Bence Türk halkı sorunu önemsiyor. Türk halkı iklim değişikliğinin sonuçlarını görüyor. Türk halkı termik santrallardan kaynaklanan hava kirliliğinin sağlık etkilerini yaşıyor. Dolayısıyla evet, bu düzeyde bir şey çok faydalı olurdu.

Katowice’de bazı tartışmalar gelecek yıllar öteleniyor

Müzakerelerle ilgili bugünkü genel beklentiniz nedir? Taahhütlerin güçlenmesi hakkında, kural kitabı halkında ve finans konularında tatmin edici sonuçlar bekliyor musunuz?

Büyük ihtimalle bu COP’un sonunda kural kitabı hakkında bir tür anlaşma olacak. Bu anlaşma birkaç tartışmayı gelecek yıla ya da gelecek yıllara öteleyebilir. Tam bizim istediğimiz niteliklerde de olmayabilir. Biz çevresel bütünlüğü sağlayacak bir kural kitabı istiyoruz, ama bunun olacağından emin değiliz. Yine de bir şekilde olumlu bir sonuç bekliyoruz.

Taahhütlerin güçlenmesi konusu bence daha problemli. Bir şekilde dünyadaki bütün ülkeler Paris Anlaşması’ndaki uzun vadeli amacın başarılması için bugün planlanmış olandan çok daha fazlasına ihtiyacımız olduğunu biliyorlar. Ama ülkeler buraya yeni planlar, yeni hedefler için potansiyellerinin ne olduğu konusunda hazırlanmış gelmediler. Bu nedenle bu COP’ta ülkelerden en azından eve döndüklerinde hedeflerimizi nasıl arttırabiliriz, Paris’te taahhüt ettiğimizden daha fazlasını nasıl yapabiliriz diye bakmaya başlayacakları konusunda taahhüt almamız gerekiyor. Bu tür bir söz almamız son derece hayati, ama bundan yüzde yüz emin değiliz, zira birtakım ülkeler bunu pek destekler görünmüyor.

Finansman konusuna gelince, tabii bu konu her yıl müzakerelere gelmeye devam ediyor. Gelişmekte olan ülkelerin hem emisyonlarını düşürecek eylemler için hem de iklim değişikliğinin etkilerine karşı hazırlık yapmak için devasa bir finansmana ihtiyaçları olduğu çok açık. Özellikle ikinci tipteki eylemler için finansman hâlâ çok az ve bu COP‘tan bunun için daha fazla taahhüt çıkması lazım. Gelişmekte olan ülkelerin önümüzdeki yıllarda ve on yıllarda para geleceğinden emin olmaları gerekiyor. Bu konuda da biraz ilerleme var, ancak gelişmiş ülkelerin ne kadar istekli olduklarını görmemiz lazım. Ama biraz ilerleme bekliyoruz.

Türkiye delegasyonunun masaya neler koymak istediğini duymak iyi olurdu

Son olarak Türkiye delegasyonuna ve Türkiye’nin iklim hareketine mesajınız nedir?

Mesajım şu: Türkiye delegasyonunun diğer konularda masaya neler koymak istediğini, iklim tartışmasına ve buradaki müzakerelere nasıl katkıda bulunmak istediklerini duymak iyi olurdu. Böylece hangi diğer konularda ortaklaştığımızı ve nerelerde birlikte mücadele edebileceğimizi görebiliriz. Böyle olursa bence Türkiye’nin statüsü konusu işaret etmek istedikleri meseleler bütününün bir parçası olabilir. Sivil topluma gelince, Avrupa Birliği’ndeki hareketler olarak Türkiye’deki sivil topluma çok saygı duyduğumuzu söylemek isterim. Bence iklim değişikliğini Türk toplumunda bir mesele olarak ortaya koyma konusunda, özellikle kömür meselesiyle uğraşma anlamında ve çözümün diğer unsurları açsından önlerinde pek çok zorluk var. Türkiye dışından Türkiye’deki sivil topluma, yaptıkları işlerde nasıl destek olabileceğimizi görmekten mutlu oluruz.

Çok teşekkür ederiz.

.

Röportaj: Ümit Şahin – Yeşil Gazete