Damian Carrington imzasıyla The Guardian’dayayınlanan makaleyi Yeşil Gazete gönüllü çevirmeni Karya Ayyıldız’nun çevirisi ile paylaşıyoruz.
***
Mariana Çukuru’nda karşılaşılan yüksek oranda plastik kirliliği, gezegenimizin ne derece kirletildiğini gözler önüne seriyor.
Yaklaşık 3 mm boyunda mavi plastik yemiş Plantonik ok solucanı – Sagitta setosa Fotoğraf: Dr. Richard Kirby
Bilim insanları Dünya’nın en derin noktasında plastik kirliliği ile karşılaştılar. Bu da, dünyanın ne kadar yaygın bir şekilde kirletildiğini gözler önüne seriyor.
Araştırmacılar, dünyanın en derin noktası olan Challenger Deep yakınında, Pasifik Okyanusu’nun batısındaki Mariana Çukuru’nun derinliklerine indiler. Burada, Pasifik, Atlas ve Arktik Okyanuslarından elde edilen verilerle karşılaştırıldığında, şimdiye dek açık denizlerde görülmüş en yüksek oranda mikro plastikle karşılaştılar.
Çinli araştırmacılar, “Plastikler gezegendeki en derin ve ücra yerleri bile kirletmiş durumda,” diyor. “Hadal kuşağın, mikro plastik atıklarının Dünya’daki en büyük bataklığı haline gelmiş olabileceği söz konusu. Bu durumun, narin ekosistemimizin üzerinde bilinmeyen ama zararlı olabilecek etkileri de olabilir.”
Her yıl milyonlarca tonda plastik okyanuslara dökülüyor ancak tüm bu kirliliğin nerede sonuçlandığı bilinmemekte. Hainan’da bulunan Institute of Deep Sea Science and Engineering (Derin Deniz Bilimi ve Teknolojisi Enstitüsü) araştırmacıları deniz seviyesinin 2.500 ve 11.000 metre altından taban suyu ve tortu örnekleri topladılar. Karşılaştırma niteliğinde, Everest Dağı’nın yüksekliği su seviyesinin 8.850m üstündedir.
Geochemical Perspective Letters dergisinde yayınlanan sonuçlarda ise, çukurda örneklerin alındığı bölgeler derinleştikçe mikro plastiklerin yoğunluğunun arttığı görülüyor. Diplerde, tortu örneklerinde litre başına 2200 ve su örneklerinde litre başına 13 parça mikro plastikle karşılaşıldığı görülmekte.
Araştırmacılar, çukurdaki mikro plastiklerin Çin ve Japonya gibi, Doğu Asya’daki endüstrileştirilmiş ülkelerden kaynaklandığını düşünüyorlar. Çukur V şeklinde dar bir boşluk olduğundan partikülleri içine hapsetmekte. Araştırmacılara göre, çukurda depremlerin oldukça sık görülmesi tortuların derinlere yerleşmesine neden oluyor olabilir.
Karşılaşılan mikro plastiklerin birçoğunu, muhtemelen giysiler, plastik şişeler, paketlemeler ve balıkçı malzemelerinde oluşmuş, milimetrelik büyüklükte lifler oluşturmakta. Tortularda en sık görülen plastik türü polyesterken, su örneklerinde karşılaşılan tür su şişeleri ve giysilerde kullanılan polietilen tereftalat (PET).
Aşırı avcılık ve iklim değişikliği nedeniyle hali hazırda zarar görmüş olan su altı dünyasına mikro plastiklerin zararı oldukça açık. Araştırmacılar, mikro plastiklerin bu narin, hadal ekosistemler üzerindeki etiklerini ölçecek ileriki çalışmaların yürütülmesinin acil olduğunu söylüyorlar.
2 Ocak 2019’da Science Daily‘de yayınlanan makaleyi Yeşil Gazete gönüllü çevirmeni Aslıhan Ulu’nun çevirisi ile paylaşıyoruz.
***
Sera gazı sorunlarımızın bir cevabı ayaklarımızın altında olabilir: toprak bilimci (pedolojist) UC Santa Barbara Üniversitesi’nden Oliver Chadwick ve Washington Eyalet Üniversitesi’nden Marc Kramer topraktaki minerallerin atmosferden çekilen karbonun önemli bir kısmını tutabildiğini keşfetti. Bu, Dünya karbon ekonomisini değiştirmeye çalışırken potansiyel olarak sömürülebilecek bir mekanizma.
Nature Climate Change dergisinde yayınlanan “Küresel ölçekte toprak karbonunun reaktif mineral alıkoymasında iklim kaynaklı eşikler”1 makalesinin eş yazarı olan Chadwick şöyle diyor: Uzun bir süredir mineraller üzerindeki karbonun etrafta uzun zaman asılı kalan karbon olduğunu biliyoruz. Toprağın ne kadar karbon alabildiği ve tutabildiği hava sıcaklığı ve nem gibi faktörlere bağlıdır.
“Bitkiler fotosentez yaptığı zaman atmosferden karbon çekerler, sonra ölürler ve organik maddeleri toprağa karışır”. Chadwick bu durumu şöyle açıklıyor: bakteri, organik maddeleri ayrıştırır, karbonu serbest bırakır ki tekrardan atmosfere karbondioksit olarak döner ya da toprak minerallerinin üzerinde kalır.
Araştırmacılar, toprağın karbonu alıkoymasında suyun önemli bir role sahip olduğunu belirtiyor. Chadwick ve Kramer, toprağın çözünmüş organik madde üretiminde ve minerallerde depolanmasında oynadığı rolü gösterebilmek için küresel çapta ilk kez yapılan bu değerlendirme sonuçlarını elde etmek için Ulusal Ekolojik Gözlem Ağı (NEON)2 ve küresel olarak temsil edilmiş arşivlenmiş bir veri setinden toprak profillerine başvurdu. Nemli iklimler, karbon depolanmasında etkili olan minerallerin oluşumuna daha elverişlidir, bu nedenle Dünya’nın tahmini 600 milyar metrik tonluk toprak temelli karbonun çoğu nemli ve tropik bölgelerde bulunur.
Kurak alanlar ise “negatif su dengesi” eğilimi gösterir bu sebeple çok daha az organik karbon depolayabilir. Chadwick’ e göre, bulgular su dengesindeki küçük bir stratejik değişimin bile daha fazla karbon depolanmasına neden olabileceğini gösteriyor.
Chadwick şöyle devam ediyor; “bu aslında o kadar kolay bir şey değil çünkü su kıymetlidir”, ve toprak neminde bir kaymanın su dengesini negatiften pozitife – çöl gibi- düşürebildiği yerlerde, başlamak için yeterli su yoktur. Ve şunları ekliyor, “Bu nedenle, arazi üzerine çok fazla su yaymak hiç mantıklı gelmiyor çünkü su çok değerli”.
İklim değişikliği ise göz önünde bulundurulması gereken başka bir faktördür. Dünyanın ısınmasıyla birlikte mikrobiyal aktiviteler sonucu karbonun atmosfere fotosentezden daha fazla oranda geri salınması potansiyeli de artar. Daha sıcak bir iklime bağlı olarak artan buharlaşma, karbonu yüzeyin derinliklerindeki minerallere taşımak ve çözmek için topraktaki su miktarını da azaltır.
Araştırılması gereken hala çok fazla şey ve üstesinden gelinmesi gereken birçok engel var ancak birçok yerdeki toprak bilimciler yeryüzündeki toprağın karbon kaynağını karbon yutağıyla dengeleyecek bir yol arayışındalar fakat bu araştırmacılara göre, nispeten az bilinen ama çok önemli bir karbon depolama yolunu anlamak için bir başlangıçtır.
Kramer’in deyişiyle; “ Dünya’daki toprak hakkında bildiklerimiz Mars’ın yüzeyi hakkında bilinenlerden daha az.” “Yeryüzündeki karbonu düşünmeye başlamadan önce onun oraya gerçekten nasıl geldiğini ve etrafta nasıl asılı kaldığını anlamamız gerekir. Bu bulgu, anlayışımızda önemli bir dönüm noktasını vurgulamaktadır.”
Chadwick’ e göre bilim insanları için bir sonraki adım, topraktaki mineral temelli karbon deposunu daha iyi anlamak için bu reaktif minerallerin (tipik olarak demir ve alüminyum) havayla temas etmeden karbonu ne kadar süre tutabildiğini tespit etmek. “Toprakta karbon depolamaya çalışmak için çaba sarf edeceksek, bu gerçekten önemli.” Dikkate değer bir mesele haline gelene kadar uzun kalabilecek mi? Eğer şimdi görmezden gelirsek ve beş yıl sonra ortaya çıkarsa, bu sorunumuzu çözmez ve farklı bir ağaca havlıyor oluruz.”
1 “Climate-driven thresholds in reactive mineral retention of soil carbon at the global scale”
Mesleğin duayeni sayılmam; ama yıllardır üniversitelerde ders veriyorum. Evvelinde 20 yılı aşan bir öğrencilik hayatım oldu, ömrümün yarısı… Vardığım sonuç şu: Bugünkü öğretim sistemi büyük ölçüde israf kapısı ve telafisi olmayan bir vakit kaybı. Okuyucuların bir kısmının şimdiden “bunu zaten biliyoruz” dediğini tahmin ediyorum. Malûm, ilkokuldan üniversiteye, neresinden tutsak elimizde kalan bir sistem var önümüzde. Müfredatlar taraflı, öğretilenler yetersiz, sınav sistemi (anlıyoruz ki) güvenilir değil… Ancak ben arızaları bir kenara, ideal hâlinde dahi yanlış bir tasarımla karşı karşıya olduğumuzu ve bunun sonucunda kamu kaynaklarının (enerji, emek, para…) heba edildiğini iddia edeceğim.
Buna karşılık diğer bir kısım ise “o kadar da değil, okulların pek çok faydası var” diyor olmalı. Ne de olsa okullar meslekî beceri kazandırır, düşünmeyi öğretir, geleceğe hazırlar, başka koşullarda önü kapalı insanlara yükselme imkânı sağlar, bilgi verir, oyun alanını eşitler vs. Bu yazıdaki amacım, yukarda sunulan argümanları elekten bir daha geçirmek. Şunu da baştan belirteyim: Okulların tümüyle faydasız olduğunu iddia etmiyorum. Ancak okulları eleştirirken de savunurken de bazı meseleleri atladığımızı, yanlış varsayımlara dayanarak çıkarımlar yaptığımızı düşünüyorum. Amacım, bu varsayımlar üstüne düşünürken bazı olası çözüm yollarına da işaret etmek. Okulları kapatmak değil, bambaşka bir hâle getirmek.
Aşağıda okulları savunmak adına ileri sürülen argümanları sırayla tartışıyorum. Ele alacağım iddiaların hemen hepsi, tartışılması dahi gereksiz hakikatler gibi sunuluyor; ama öyle değiller. Hattâ başka ihtimaller hayal etmeyi engelleyen klişelerden ibaret olduklarını düşünüyorum.
Okullar Oyun Alanını Eşitler mi?
[Babam beni ilkokuldan sonra okuldan aldı. O yüzden] okul arkadaşlarımla bile buluşamıyorum. Üstüme yapıştı. Buluştuklarında yok zamanında okuldan nasıl kaçmışlar, yok o hoca kendisine nasıl takmış, bunları konuşup duruyorlar. Bir şey diyemiyorum, susuyorum mecburen. Bu da beni üzüyor. Eksik hissediyorum … O yüzden kızlarımız okusun diye çok uğraştık.
F.D. kişisel mülakat, Tekirdağ, 2008 Okulların, imkânı olmayan çocukların önünü açıp mevki sahibi olabilmelerini sağladığı, yani bir yükselme imkânı sunduğu söylenir. Oran zannedildiği kadar çok olmasa da, bu doğru. Ancak birilerinin sınıf atlaması, sınıflı toplumun yok olduğu anlamına gelmiyor. Yani hiyerarşi kurmanın yolu değişse de hiyerarşi sabit kalıyor. Daha ziyade mücadele edilen alan genişliyor, koordinatlar değişiyor. Biraz açayım.
Pierre Bourdieu, modern toplumlarda kabaca iki çeşit mücadele olduğunu söyler. Biri, maddî zenginliğin dağılımıyla ilgilidir der. Bugün miras hukukundan faize, kiraya, işçi sömürüsüne, toprak gaspına kadar pek çok mücadele bu paylaşım savaşıyla ilgilidir. Diğer mücadele ise kültürel sermaye üzerinedir: Amiyane tabirle, kimin diploması, kültürü, zevkleri, beğenileri kiminkini döver, diye özetlenebilir. Bunlar birbirinden tamamen bağımsız değil elbette. Para kültürel araçlara, kültür paraya çevrilebiliyor. Ancak arada yine de farklar var. Bu şekilde bakınca sınıfsal anlamda toplum sadece zengin-fakir diye ayrılmıyor, hikâyeye bir boyut daha ekleniyor. Eli çok para tutmasa da yazarlar, akademisyenler, üst düzey bürokratlar yahut seçkin meslek grupları, kültürel sermayeleri sayesinde toplumda öne çıkabiliyor (bkz. Bourdieu ve Passeron 1979; Swartz 1998’in özellikle 8. bölümü ve Thomson 2008). Bu mevkiler liyakat belgeleri ve yaşam tarzlarıyla tescilleniyor. Gidilen tatil beldeleri, giyilen kıyafetler, belagat yeteneği, dünya ahvaline karşı takınılan tutum vs. kişinin koordinatlarını ele veriyor. Örneğin Şahan Gökbakar’dan değil de Yeşim Ustaoğlu’nun filmlerinden tat almak, çok zengin olmayı gerektirmese de kişinin sınıfsal pozisyonuna dair ister istemez bir mesaj veriyor.
Biraz basitleştirmek adına toplumsal sınıfların oyun alanını şöyle gösterebiliriz.
Sınıfsal farkları bu şekilde görselleştirmenin birtakım tehlikeleri var elbette. Bir kere sunduğum ayrım, bir araştırmanın verilerine değil kendi gözlemlerime (ve değer yargılarıma) dayanıyor. Farklı grupların toplumsal mevkilere dair farklı varsayımları olabilir. Daha önemlisi, diğer faktörler (mesela aile serveti, yaş…) aynı işi yapan kişiler arasında muazzam farklar yaratabilir. Yine de böyle bir görseli kullanmaktaki maksadım, sınıf atlamanın salt aşağı-yukarı ekseninde gerçekleşmediğini göstermek. Alınan diplomalar (ve yaşam tarzı), özellikle sağ-sol eksenindeki ayrışmanın en önemli göstergesi olarak iş görüyor.
İlk tanışmalar, bu eksendeki koordinatların en süzülmüş hâli. Biriyle yeni tanıştığınızda dikkat edin. Örneğin benim çevremde ilk beş dakikada çalışılan kurumun ismi, gidilen üniversite (bilinen bir yerse lise), yabancı dil bilinip bilinmediği, yaşam tarzı ve estetik zevklere dair doneler ve hattâ aile şeceresine dair bilgiler ortaya dökülüyor. Bu elbette sohbet edasında oluyor. Yani konu hasbelkader prestijli unvanlara, başka ülkelerdeki deneyimlere ya da irtibatta olunan meşhur insanlara geliveriyor. Bunu göstere göstere yapmak yahut paradan çokça bahsetmek görgüsüzlük addediliyor. Her ne kadar ortak bir zeminden bahsetmek mümkün olsa da yine de gruplar arasında prestijin işaretleri farklılaşabiliyor. Bazı gruplarda danışman adına yahut alınan burslara, diğerlerinde araba modeline yahut saatin markasına önem veriliyor. Fakat her durumda, kişiler birbirini belirli etiketler ve doneler yoluyla tartmış oluyor.
Dolayısıyla diploma, aynı zamanda bir pozisyon gösterme aracı. Oyun alanını eşitlemek şöyle dursun, eşit olması istenmeyen bir oyun alanı varsayıyor. Tam da o yüzden okulların sayısı artsa dahi, belli okulların (Boğaziçi, ODTÜ, Bilkent, Sabancı, Robert, Galatasaray, Oxford, Yale vs.) hiyerarşisi devam ediyor. Bu sadece Türkiye’de değil, her ülkede böyle.
Yine de diplomanın hak edilmiş, diğer ayrımların ise keyfî olduğu ileri sürülebilir. Tam olarak doğru değil. Aşağıda, öğrenilenlerin içeriği ile neyin hak edildiği arasında çok ciddi kopukluk olduğunu anlatacağım. Ancak oraya gelmeden daha önemlisi, hak etmek iddiasının kendisi. İmtiyaz sahipleri her dönem öyle ya da böyle ellerindekini hak ettiklerini iddia etmiş. Bu iddialar statükoyu meşrulaştırmaya, dünyaya dair bir düzen sunmaya yaramış. Hattâ çoğu durumda kabul görmüş. Bugünün insanları olarak biz de, bize tuhaf gelmeyen tuhaf yapılar içinde, yaşadığımız topluma dair bir sürü ön kabulle hareket ediyoruz. İçinde yaşadığımız koşullardan bu derece emin olmanın kör bırakan bir tarafı var.
Fakat bana göre asıl mesele, imtiyazlar ne usûlle dağıtılırsa keyfî yahut meşru olur sorusundan ziyade (sonuçta hepsi birer kurgu); nasıl olabildiğince dengeli dağıtılacağı olmalı. (Hattâ imtiyazsız bir toplum neden olmasın?) Kimin kimle arkadaşlık edeceğini, kimin kaç ay askerlik yapacağını yahut kimin ne kadar konfora sahip olacağını deri rengiyle değil de diplomayla belirleyince, bunun adı eşitlik olmuyor. Hattâ en alt ve üsttekiler arasındaki makasın aklın sınırlarını zorlayacak kadar açık olduğu toplumlarda, örgün öğretim en oturmuş kurumlardan biri olarak karşımızda duruyor. O hâlde eşitsizlik belki de okullara rağmen değil, onun sayesinde devam ediyor. Bu yazıda çok değinmedim; ama malûm, zenginlik ve fakirlik sonraki nesle miras kalıyor. Öğretim sistemi de bunun en önemli araçlarından biri. Özel okullar, dershaneler, daha iyi imkânlar, uyaranların çokluğu ve çeşitliliği varlıklı ailelerin çocuklarının liyakat belgelerine erişimini kolaylaştırıyor. Biraz iddialı olacak ama, parası olanın diploma alamaması neredeyse mümkün değil.
Bu bahsi toparlayayım: Bugün okulların sosyal adalete dair bir vaadi olduğunu söylemek zor. Belirgin hiyerarşilerin olduğu bir toplumda, yüksek meblağların döndüğü bir sektörde okullar daha ziyade toplumdaki statü ve ayrıcalıklardan kimlerin faydalanacağını belirlemeye yarıyor. Diğer bir deyişle kapı tutmaya hizmet ediyor. Fırsat eşitliğinden bolca bahsedilse de (sanki herkes aynı yerden başlıyormuş gibi) işin sonunda okul sisteminin aşırı zenginleşmeye (ve yoksunlaştırmaya) karşı herhangi bir vaadi yok. “Çalış, senin de olsun” gibi dünya ölçeğinde imkânsız bir hayali pazarlıyor.
Peki hiyerarşi kursun kurmasın, yine de okullar insanların ufkunu açmaz mı, faydalı bilgiler öğretmez mi? Bir miktar; ama zannedildiği kadar çok değil. Bir sonraki bölümde bu argümanı ele alıyorum.
KAYNAKLAR
Bourdieu, Pierre ve Jean-Claude Passeron 1979 The Inheritors: French Students and Their Relation to Culture.
Swartz, David 1998 Culture and Power: The Sociology of Pierre Bourdieu.
Thomson, Patricia 2008 Field. Pierre Bourdieu: Key Concepts kitabında. (der.) Michael Greenfell,. s. 67–81. Stocksfield: Acumen.
Manisa’nın Salihli ilçesi ve yöresinde yapılması planlanan Jeotermal Enerji tesisine dair yöre halkını bilgilendirme iddiası ile Jeotermal Elektrik Santral Yatırımcıları Derneği (JESDER) tarafından düzenen toplantı sırasında yöre halkı otel önünde ellerindeki düdükleri çalarak eylem gerçekleştirdi.
Salihli Gazetesi’nde yer alan habere göre Lidya Sardes Otel önünde toplanan Alaşehir, Sarıgöl ve Salihli bölgelerinden gelen yaklaşık 350 kişilik grup, otel içerisinde Jeotermal Elektrik Santral Yatırımcıları Derneği tarafından düzenlenen toplantıya tepki gösterdi. Ellerinde pankartlarla, düdük çalarak toplantıyı ve Jeotermal Enerji Sistemlerine tepki gösteren vatandaşlar yaptıkları basın açıklamasının ardından sessizce dağıldılar.
Basın açıklamasını Salihli Çevre Derneği yönetim kurulu üyesi Hakkı Uysal okudu
Ortaklaşa yapılan basın açıklamasını okuyan Salihli Çevre Derneği yönetim kurulu üyesi Hakkı Uysal, “Ege Bölgesinin üç önemli havzası Gediz, Küçük Menderes ve Büyük Menderes enerji şirketlerinin plansız ve arsızca saldırısı altında. Aydın Ovası’nın bir bölümü bitik durumda, Küçük Menderes kan ağlıyor. Alaşehir Ovası’nı Alaşehir Ticaret Odası başkanının deyişiyle kaybettik. Yaşadığımız havzada Sarıgöl, Alaşehir, Salihli JES kuyularıyla çepeçevre sarılmış durumda. nefes alacak yer yok Ahmetli’de yerel çalışmalar var.” dedi.
2017 Ağustos ayında Orman ve Su İşleri Bakanlığı’nın İzmir, Manisa ve çevresinde madencilik ve jeotermal faaliyetleri nedeniyle yer altı sularında arsenik seviyelerinin yükseldiğini belirten Uysal, “Jeotermal ve madencilik faaliyetlerine izin verilmemesi gerekmektedir” kararına rağmen Valilik ve Çevre Şehircilik İl Müdürlüğü tarafından kuyuların açılış izinleri ve ÇED gerekli değildir kararlarının hızla verilmekte olduğunu belirtti.
İlçe Emniyet Müdürlüğü tarafından güvenlik önlemlerinin de alındığı düdüklü protesto eyleminde vatandaşlar basın açıklamasının ardından sessizce dağılırken Otel içerisinde yapılan bilgilendirme toplantısı ise devam etti.
Geçen yıl (29 Temmuz) Aliağa-Nemrut Körfezi Tavşan Adası açıklarında, Palau bayraklı Harrier adlı kuru yük gemisinden kaynaklanan ham petrol sızıntısı nedeniyle bölgede yaşanan çevre felaketinde bilirkişiler davacıları haklı buldu.
Ham petrol sızıntısına müdahalenin eksik ve geç gerçekleştirildiği, Harrier gemisinin sahibi ve acentesinin yaşanan olayda müşterek kusurlu olduğu belirtildi.
“Temizlik çalışmaları geç başlamış, ekosistemin tüm unsurlarında telafi edilemeyecek zararlar meydana gelmiştir”
Bilirkişi raporunda, “Temizlik çalışmaları geç başlamış, ekosistemin tüm unsurlarında telafi edilemeyecek zararlar meydana gelmiştir. Olaya müdahale eden kamu kurumlarımızın raporlarından çelişkiler vardır. Olayın sorumluluğunu üstlenen İzmir Valiliği Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü’nce yapılan konuya yönelik çalışmaların yeterli olduğunu gösterebilecek resmi bir belgeye ulaşılamamıştır. Kıyı Emniyet Genel Müdürlüğü’nün 15.10.2018 tarihli yazılarında ve idarece hazırlanan 08.10.2018 tarihli tutanakta ‘gözle görülebilir kirlilik tespit edilemediği’ ibaresi bulunmaktadır. Böyle bir durumda su ve sediment örnekleri alınıp nicel analizlerin yapılması gerekirdi. Analiz sonuçlarına göre eğer değerler düşük ise böyle bir ibare bilimsel bir temele oturmuş olurdu” açıklamalarına yer verildi.
“Herkes ‘deniz temizlenmiş’ diyor ama rapora göre bunun yıllarca süreceği çok net, bilimsel olarak da ortaya konulmuş”
Gelişmeleri Yeşil Gazete’ye değerlendiren Foça Çevre ve Kültür Derneği Platformu sözcüsü Bahadır Doğutürk bilirkişi raporunun çok net olarak haklılıklarını ortaya çıkardığını söyledi.
“Bu bir tespit davasıydı. Bu kirletici bölge halkına, deniz canlılarına, her yere zarar verdi. Buna istinaden tazminat davası açma hakkının yolu açılıyor. Şimdi avukat arkadaşlar bu olaydan dolayı bölgede gördükleri zararları beyan etmek üzere bir tazminat davasına gidebilecek, o da karşı taraftan talep edilecek. Çünkü uluslararası taşımacılıkla ilgili ‘Bunker 2001’ adlı bir sözleşme var, orada çok ağır koşullar var. Bu tür durumlarda bölge sakinlerinin tazminat alma hakkını doğuruyor. Bazen güzel şeyler yapıyoruz ama burada yaşayan insanlar bunun değerini bilmiyorlar. Halbuki yüzlerce, binlerce kişi toplu olarak bir dava açsa Türkiye’nin, dünyanın gündemine oturacak bir durumdu. Herkes ‘deniz temizlenmiş’ diyor ama rapora göre bunun yıllarca süreceği çok net, bilimsel olarak da ortaya konulmuş.”
“Petrol ürünleri bulaşmış balık ve su ürünlerinin tüketilmesi hayvan ve insanlarda kansere yol açabilir”
Bilirkişi raporu Dokuz Eylül Üniversitesi Mühendislik Fakültesi Çevre Mühendisliği Bölümü’nden emekli öğretim üyesi Enver Yaser Küçükgül, Ege Üniversitesi Su Ürünleri Fakültesi’nden öğretim üyesi Prof. Dr. Hasan Baha Büyükışık ve Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Dahili Tıp Bilimleri Bölümü’nden emekli öğretim üyesi Ali Osman Karababa’nın katılımıyla hazırlandı. Raporda gemi sökümü için Aliağa’ya gelen kuru yük gemisinden kaynaklanan ham petrol sızıntısının sağlık etkileriyle ilgili olarak petrol ürünleri bulaşmış balık ve su ürünlerinin tüketilmesinin hayvan ve insanlarda kansere yol açabileceğine dikkat çekildi.
Ne olmuştu?
1989 yapımı Harrier adlı kuru yük gemisinden sızan ham petrol İzmir’i alarma geçirmişti. Yeni Foça ve Gencelli mevki arasındaki sahile yayılmış olan petrol tabakası büyük bir çevre kirliliğine yol açmış, balık ölümleri gerçekleşmişti. Aliağa Sahil Güvenlik Komutanlığı’nca bölgede 2. derece kirliliğe neden olduğu tespit edilen gemiye 1,644,742,40 TL idari para cezası uygulanmıştı.
Bunker 2001 Sözleşmesi nedir?
Tam ismi “2001 Gemi Yakıtlarından Kaynaklanan Petrol Kirliliği Zararının Hukuki Sorumluluğu Hakkında Uluslararası Sözleşme” olan Bunker, gemilerde yakıt olarak taşınan petrole verilen isimdir. Bunker Sözleşmesi, petrolün denize dökülmesinin verdiği zarardan doğan hukuki sorumluluğu düzenlemektedir ve bu sorumluluk için zorunlu sigorta öngörmektedir. 19-23 Mart 2001 tarihlerinde Uluslararası Denizcilik Örgütü (IMO) merkezinde toplanan diplomatik konferansta son halini alarak kabul edilmiş, birkaç yıl imzaya açık kaldıktan sonra, konvansiyon 21 Kasım 2008 tarihinde yürürlüğe girmiştir. IMO ve IHS-Fairplay verilerine göre 31 Aralık 2013 tarihi itibariyle Bunker Sözleşmesi’ne dünya tonajının %90,72’sini oluşturan Türkiye dahil 75 ülke taraftır.
Her toplumun mitolojisi o toplumun kültürel ve zihinsel yapısına ayna tutar.
Batılı ülkelerin çeşitli sanat kolları ile bize tanıtmış olduğu Zeus’u, Afrodit’i çok iyi biliriz ama Türk mitosları ve Anadolu efsaneleri pek bilinmez. Biz de her ayın ikinci haftası yayımlayacağımız [Çocuklar İçin Türk Mitosları, Anadolu Efsaneleri] dizisi ile çocuklarımızı unutulmaya yüz tutmuş bu öykülerle buluşturmak istiyoruz.
Yunanca kökenli birkelime olan mitos (mythos) söz, öykü anlamına gelir. İlk insanlar mitoslar anlatarak evreni, tabiat olaylarını ve yaşamla ilgili sırrını çözemedikleri durumları açıklamaya çalışmışlar.
Mitoslar, tüm efsanelerin, destanların, masalların, hatta bugün okuduğumuz edebi türlerin de kökenlerini oluşturur. Bilinçaltı üzerine çalışan bilim insanları, mitosların evrensel geçerliliğe sahip yaşam kalıpları olduğunu ve her insan için anlamlı mesajlar taşıdığını söyler.
Bu ay, uçsuz bucaksız suların derinlerine dalacağız; suyu koruyan iyeler ile tanışacağız.
***
11 – Su İyesi
Her şey su ile başladı. Ülgen süzülürken göklerde, Akana’dan gelen ilham ile Yarattı dünyayı. Su, sonla başlangıç arasındaki sınırdı.
Erlik Mandeşire’ye yenildiğinde Hizmetkarları gökten yağmur gibi döküldüğünde Suya da düştü iye… Nehirler, göller, pınarlar… Denizler, okyanuslar… Sular saklar iyeleri içinde. Yaşarlar ihtişamlı saraylarda suların derinlerinde.
Derler ki su iyesi, Yılda bir kez çıkar karaya, Oturur durgun ve sessiz suların kıyısında, Tarar saçlarını altın tarağıyla. Söylenir su gibi güzel olduğu. Berrak sular gibi aydınlık ve iyi. Saçının tek bir telini bulana kurşun işlemez ömür boyu, Öyle uğurlu…
Oysa bulandığında sular, Tıpkı derinlikler gibi kararmaya başlar ruhu. Kirletmişse yuvasını insanlar, Kurutulmuşsa göller, Ölmeye başlamışsa beslediği balıklar Kudurur öfkeden, taşırır suları, yutar toprakları ve belki de içiden çıkar bir ejder. İşte o zaman sakının ondan. Kimse istemez yuvasına zarar gelmesini.
İstanbul Kültür Sanat Vakfı‘nın kültür-sanat üretimini desteklemek ve geleceğin sanatçılarının yetişmesine katkıda bulunmak amacıyla 2012 yılında başlattığı Aydın Gün Teşvik Ödülü’nün 2018 yılındaki sahibi, 22 yaşındaki piyanist Can Çakmur oldu. Can Çakmur’a ödülü 47. İstanbul Müzik Festivali açılış töreninde sunulacak.
1997 yılında Ankara’da doğan Can Çakmur, piyano eğitimine Leyla Bekensir ve Ayşe Kaptan ile başladı. 2009-2015 yılları arasında Emre Şen, Jun Kanno ve Paris’te Schola Cantorum’da Marcella Crudeli ile çalıştı. Çakmur, 2012 yılından itibaren aralarında Alan Weiss, Arie Vardi, Ewa Kupiec, Leslie Howard ve Robert Levin’in de bulunduğu pek çok değerli sanatçıyla Mendelssohn-Akademie, The Holland International Music Sessions, Liszt-Akademie Schillingsfürst ve burs da aldığı Liechtenstein Uluslararası Müzik Akademisi gibi akademilerde çalışma imkânı buldu. Halen eğitimine Hochschule für Musik Franz Liszt Weimar’da Grigory Gruzman ve Belçika’da Diane Andersen ile devam etmektedir.
2018 yılı 10. Hamamatsu Uluslararası Piyano Yarışması finali.
2018 yılı 10. Hamamatsu Uluslararası Piyano Yarışması ve 2017 İskoç Uluslararası Piyano Yarışması birincisi Can Çakmur, 43. İstanbul Müzik Festivali’nde Sascha Goetzel yönetiminde Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası ile açılış konserinde ve 46.İstanbul Müzik Festivali’nde Festival Buluşması konserlerinde de yer aldı. Ulusal ve uluslararası yarışmalarda birçok ödülün sahibi olan genç piyanist,2012 yılında XXII. Roma Uluslararası Piyano Yarışması’nda birinci oldu. Sonraki yıl Güher ve Süher Pekinel’in Dünya Sahnelerinde Genç Müzisyenler projesine kabul edilen Çakmur, 2014 yılında Pianale Junior Akademi ve Yarışması’nda gösterdiği performans nedeniyle akademi için burs ve EMCY (Avrupa Gençlik Müzik Yarışmaları) Ödülü’nü kazandı. Bu ödül ona Eindhoven Muziekgebouw’da bir resital verme imkânı sundu. Aynı yıl Weimar’da düzenlenen 4. Franz Liszt Genç Piyanistler Yarışması’nda üçüncülük ödülü ve Bartók Özel Ödülü’nü kazandı. 2014 yılındaki başarıları sebebiyle Çakmur, 5. Donizetti Klasik Müzik Ödülleri’nde “Yılın Genç Müzisyeni” ödülüne layık görüldü. 2016 yılında X. Balys Dvarionas Yarışması’nda ilk üç katılımcı arasında yer alarak “Laureate” ödülü ve ayrıca 2 özel ödül kazandı.
Aydın Gün Teşvik Ödülü, klasik müzik alanında halen eğitimini sürdürmekte ya da tamamlamış, önemli başarılara imza atmış ve gelecek vadeden genç müzisyenlere veriliyor. Ödülün seçici kurulu, İKSV Genel Müdürü Görgün Taner başkanlığında, şef Rengim Gökmen,rejisör Yekta Kara, keman sanatçısı Cihat Aşkın, Borusan Sanat Genel Müdürü Ahmet Erenli ile İKSV Genel Müdür Yardımcısı Yeşim Gürer Oymak‘tan oluşuyor.
Aydın Gün Teşvik Ödüllü sanatçılar dünya sahnelerinde
İKSV tarafından her yıl klasik müzik alanında verilen Aydın Gün Teşvik Ödülü’nü geçtiğimiz yıllarda kazanan genç sanatçılar kariyerlerine yeni başarılar ekleyerek devam ediyorlar.
2012 yılında verilen ilk Aydın Gün Teşvik Ödülü’nün sahibi 1992 doğumlu Hande Küden, 2016 yılından beri başkemancı yardımcısı olduğu Deutsches Symphonie-Orchester Berlin ile Avrupa’da konserler vermeye devam ediyor. Hande Küden, Haziran 2015’te Berlin Filarmoni Orkestrası’nın gençlik programı kapsamında orkestra kadrosuna dâhil olmuş ve orkestra ile 40’a yakın konser vermişti.
Ödülün 2013 yılı sahibi, 1995 doğumlu viyolonselci Cansın Kara, eğitimine Danimarka’da The Royal Danish Academy of Music’de Morten Zeuthen’in öğrencisi olarak devam ediyor. Cansın Kara 2013 yılında 41. İstanbul Müzik Festivali’nin genç solisti seçilmiş ve 44.İstanbul Müzik Festivali’nde Müzik Rotası’nda bir konser vermişti.
Aydın Gün Teşvik Ödülü’nü 2014 yılında kazanan kontrbasçı Salih Emre Erşahin Londra Senfoni Orkestrası, Philharmonia Orkestrası ve Doğu-Batı Divanı Orkestrası ile konserler veriyor. Emre Erşahin ayrıca, Londra’daki Kraliyet Müzik Akademisi’nde burslu olarak yüksek lisans eğitimine devam ediyor. 2015’in kazananı 1991 doğumlu Emre Engin ise, başkemancısı olduğu New Manhattan Sinfonietta ile geçtiğimiz günlerde New York Carnegie Hall’da konser verdi. İstanbul Müzik Festivali’nin “Festival Genç Solistini Sunar” projesinin de ilk genç solisti olan Emre Engin, New York Manhattan School of Music’de Pinchas Zukerman’ın öğrencisi olarak doktora eğitimine devam ediyor. Engin, İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın 45. yıl filminde de yer almıştı.
2016 yılında Aydın Gün Teşvik Ödülünü kazanan Elman Mecid lisans eğitimine Hamburg Müzik ve Tiyatro Üniversitesi’nde Cornelia Monske ile devam ediyor. Öğrencilik hayatı boyunca yurt içi ve yurt dışında pek çok konserde yer alan Elman Mecid, 2015 yılından buyana Hamburg Senfoni Orkestrası’nın konserlerine takviye sanatçı olarak davet edilmekte.
2017 yılının kazananı ise 21 yaşındaki Veriko Tchumburidze İsviçre, Polonya, Gürcistan, Almanya, Finlandiya, Avustralya gibi birçok ülkede konserler vermeye devam ediyor. 2016 yılında en prestijli yarışmalardan biri olan 15. Uluslararası Henryk Wieniawski Keman Yarışması’nı kazanarak dikkatleri üzerine çeken genç kemancı, birçok uluslararası festivale davet edildi. Tchumburidze, 41. İstanbul Müzik Festivali’nin açılış konserinde yer almış ve 44. İstanbul Müzik Festivali’nde Trio Arte grubunun üyesi olarak Özkan Manav’ın İstanbul Müzik Festivali’nin siparişi üzerine bestelediği Ludus Modalis eserinin dünya prömiyerini de yapmıştı.
Yeni yıla girerken en büyük dileğim gezegenimizde olumlu dönüşümlerin olmasıdır. İklim için eylemleri destekleyenler ister siyasetçiler, örgütler ya da bireyler olsun, dünyamıza son derece faydalı bir şeyler yapmaktadırlar. BM’ye göre gelmiş geçmiş en sıcak 18 yılın 17’si 2001’den bu yana ölçüldü. Bu durum elbette normal değil. Her gün 200 kadar canlı türü ya insanlar tarafından ya da insanların yol açtığı sorunlardan dolayı yok edilmekte. Dahası iklim tamamı ile kaotik bir hâlde ve gelecekte de bu sürecek gibi görünüyor.
2100 yılına gelindiğinde, eğer karbon salımını düşüremezsek, deniz seviyesi 0,77 metre kadar yükselecek. Buzullar o kadar hızla eriyor ki, yüzyıl bitmeden kutuplarda yaşayan kutup ayıları ve balinalar yok olabilir. Tüm dünyada kuraklıklar, orman yangınları, fırtınalar, hortumlar, seller ve toprak kaymaları gibi pek çok doğal afetle daha sık ve artan bir şiddette karşılaşmaktayız. Tüm bunlara rağmen, hâlâ tüm uyarıları gözardı edip, ağaçları keserek ve mercan kayalıklarını kömür madenleri için yok ederek dünyamızı kirletmeye ve ısınmasına yol açmaya devam ediyoruz. Bu apaçık bir kötülük ve görünürde hiçbir siyasetçi bu durumu umursamıyor.
Eğer çevreyi ve iklimi etkileyen tercihlerimizde daha dikkatli olmaya başlamazsak, 2075 yılına gelindiğinde sıcaklık 2,7 derece artmış olacak. Tüm dünya milletlerinin siyasetçileri karbon salımlarını düşürmeyi ciddi bir şekilde ele alması son derece olumlu bir adım olacaktır. Ama eğer siyasetçiler liderlik etmek için adım atmazlarsa biz siviller, dünyanın daha sıcak, kaotik ve daha kirli olmasını durdurmak için harekete geçmek ve liderlik etmek zorundayız. Devletleri iklim için hareket etmeye zorlayan eylemlere katılarak son derece iyi adımlar atıyoruz. Ulaşım için tren ya da tramvaylara binerek, bisiklet sürerek çevreye daha az zarar veriyoruz. Ya da büyükbaş hayvan üreten çiftlikler büyük otlaklar açmak için orman arazilerini yok ettiğinden, bu tür çiftliklere olan ihtiyacı azaltmak için daha az et tüketebiliriz. Bu tür çiftlikler çevredeki diğer hayvanların ölmesine, beslenememesine ya da yuvasız kalmalarına yol açmaktadır.
Başka insanlara nasıl zarar vermek istemezseniz, başka hayvanlara ve gezegenimize de zarar vermeyin. Haydi gelin bizim ve gelecek kuşakların güven ve huzur içinde yaşayabileceği bir dünya yaratalım…
Yeşil Gazete Avustralya muhabirlerimizden Dilan Baycan ile iletişimimizi sağlayan Ülkem Baycan‘a teşekkür ederiz
Yeşil Gazete için çeviren: Savaş Yazıcı
.
.
Dilan Baycan
.
.
.
***
New Year’s resolutuion for the people of earth
My greatest wish going into the new year is for positive change to take place for our planet. Whether it be politicians, organizations or civilians who encourage climate action, it would be helping the world a lot. According to the UN, since 2001, 17 of the 18 hottest years on record have occurred. This is clearly not normal. Also, 200 species of animals are becoming extinct every single day! This is either mainly, or all because of humans. In addition, our climate is in chaos now and that is on track to continue into the future.
The sea level will rise by up to 0.77 meters by 2100, if we don’t start reducing carbon emissions. Ice caps and glaciers are melting so fast, that polar bears and whales that live in polar regions may become extinct at the turn of the century as well. Thousands of weather events ranging from droughts, bushfires, severe hurricanes, tornadoes, flooding and landslides all across the globe have become more frequent and intense, killing humans and animals. Yet, we continue to ignore all of the warning signs, polluting and heating our world while cutting down trees for farms and destroying coral reefs for coal! It is just purely evil and it seems virtually no politician cares about this.
By 2075, the temperature could rise by 2.7 degrees if we’re not careful with the choices we make that affect our environment and climate. What would be positive is if politicians of all nations actually took lowering and working towards eliminating their carbon emissions seriously. But, if politicians don’t decide to lead, we as civilians have to lead, in order to stop the world becoming too hot, too unstable and too polluted. By attending protests which push for climate action, you will be doing Earth a great deal of good. Taking a train or tram, riding a bike or just walking, you will not harm the environment. Or, by not eating a lot of meat, since cattle take up lots of space to graze in and deforestation is required to create these farms. This kills animals of the region or leaves them without a home or food.
As you would never want to hurt another person, don’t hurt our animals and planet. Let us create a world where we and future generations can feel safe and comfortable living.
Elektronik aletlere binlerce lira harcadığımız, buna rağmen bozulduğunda tamir edemediğimiz bir dünyada yaşıyoruz. Bilgimizin veya aletlerimizin yetersiz oluşu, ustalarına ulaşamamız gibi sebepler de olabilir fakat en büyük etken bu aletlerin açılmamak üzere tasarlanmış olmaları. Onarma çabalarının engellenmesinin, kaynaklarının hızla tükendiği gezegenimiz için (finansal etkileri bir yana) çevresel etkileri geri dönülmez bir noktaya doğru ilerliyor.
Tamir, oldukça çevreci bir eylem. Bir şey bozulduğunda çöpe atarak kimyasal ve/ya ağır metal sızıntısına sebep olmaktansa, onararak ömrünü uzatabiliriz. Tamir etmek hem kaynakları korumak, hem maddi tasarruf anlamına geliyor. Kaliteli üretimi teşvik ediyor, tamircilikle geçimini sağlayan küçük esnafa destek oluyor.
Tamir edemiyoruz, uygun fiyata tamir edebilecek birini bulamıyoruz ve çöp dağlarına bir katkı daha yapıyoruz. Yenisini alıyoruz, üretim sürecinde salınan sera gazları ile iklim değişikliğini körüklüyoruz.
Bu durumun değişmesinin vakti geldi.
Avrupa çevre bakanlıklarının üreticiler üzerinde daha sağlam ve onarıma izin veren ürünler üretmeleri için baskı kurması gündemde. Bu yasalar şu an için aydınlatma, televizyon ve büyük ev aletlerini kapsıyor. ABD’de ise 18 eyalette benzer kanunlar üzerinde çalışılıyor.
Yeşil gruplar Avrupa ve ABD’nin gündeme aldığı mevzuatların karbon salınımını düşürmek ve kaynakları daha verimli kullanmak açısından önemli adımlar olduğunu belirtiyor.
Green Alliance’tan Libby Peake BBC’ye yaptığı değerlendirmede, “Yeni kanunlar önemli bir adım. Daha iyi düzenlemelerin yapılabileceğini düşünüyoruz, yine de politikacıların toplumun çok uzun bir zaman önce problem olarak görmeye başladığı bir konuda uyanıyor olmaları iyi bir haber. Yeni kanunlar çevrenin ve kaynakların korunmasına destek olacak.” diyor.
Mevzuatlar, dikkat çekici istatistiklerden etkilenerek gündeme geldi.
Bir araştırmaya göre 2004-2012 yılları arasında, 5 yıl içinde kullanım dışı kalan ev aletlerinin oranı %3.5’tan %8.3’e çıktı.
Bir geri dönüşüm merkezinde hurdaya çıkmış çamaşır makinelerinin %10’undan fazlasının 5 yaşın altında olduğu tespit edildi.
Bir başka araştırma, üretim aşamasında çıkan CO2 miktarı düşünüldüğünde, uzun ömürlü bir çamaşır makinesinin kısa ömürlü bir çamaşır makinesinden 1.1 ton daha az karbon salınımına sebep olacağını gösterdi.
Avrupa’da satılan çoğu lamba, kendine özel, değiştirilemez ampule sahip. Yani ampulü patladığında, lamba işe yaramaz hale geliyor ve atılıyor.
“Eski bir aleti hurdaya çıkarıp, daha verimli bir alet almak daha iyi değil mi?” sorusunun cevabı basit değil. Eski ve enerji tasarrufu düşük olan aletler A veya AA sınıfı aletlerle değiştirildiğinde tüm ömrü düşünüldüğünde daha az karbon salınımına sebep olabileceği söylenebilir. Ama çoğu durumda, eskisini kullanmaya devam etmek daha düşük ayak izine sebep oluyor.
Diğer bir tartışma, tüketicilerin aletlerini tamir edebilmesi üzerine. Tamir Hakkı hareketi ürünlerin parçalarının tamamen ayrıştırılabilmesini, üreticilerin yedek parça ve tamir ile ilgili gerekli bilgiyi sağlamasını talep ediyor.
Bazı üreticiler, acemi tamircilerin onarmaya çalıştıkları makinelere zarar vererek tehlike arz edebileceklerini dile getiriyor. Bir sanayi grubu olan Digital Europe, şöyle değerlendiriyor: “Enerji ve kaynak verimliliği konularında düzenleme getirilmesindeki politik hırsı anlıyoruz. Ama bazı maddelerin gerçek dışı veya katkı sağlamayacak olmalarından endişe duyuyoruz. Taslak düzenlemeler pazar erişimini limitliyor, uluslararası tanınmış pratikleri saptırıyor ve fikir haklarını tehlikeye atıyor.”
Biz ne yapabiliriz?
Kendimiz tamir edemiyorsak, yetiştirecek çırak bulamasalar dahi işlerini sürdürmeye çalışan ustalarımız olduğunu unutmayalım. Makinelerimizi, cihazlarımızı hemen atıp yenisini almak yerine onlara bir şans daha verelim.
Her ayın ilk pazar günü 12:00-15:00 arasında Kadıköy’de bulunan Yeryüzü Repair Cafe’yi ziyarete gidebilirsiniz. “Atma, dönüştür, onar, yeniden kullan” sloganı ile, gönüllülerin desteği ile ücretsiz olarak tamir desteği sunan Repair Cafe dayanışma ruhunu yaşatıyor.
Amerikalı doğabilimci John Burroughs, “Sevgi olmadan bilgi kalıcı olmaz. Fakat sevgi önce gelirse bilgi kesinlikle arkasından gelecektir,” diyor. Çocuklarımızı üzerinde yaşadığımız gezegene saygı duyan bireyler olarak yetiştirebilmek için biz ebeveynlerin öncelikli görevi, erken dönemde doğa sevgisi verebilmek. Onların minik omuzlarına taşıyabileceklerinden fazla yük ve korku bindirmeden, doğayla oyun arkadaşı olmalarını sağlamak, bu yolda atacağımız ilk adım. İkinci adım ise doğayla ve yaşadığımız çevreyle uyumlu, sürdürülebilir yaşam tarzı benimsemeleri için doğru rol modelleri sunan çocuk kitapları seçmek.
Yeşil Gazete, “Çocuklar için Yeşil Kitaplar” yazı dizisi illüstrasyonu için Gonca Mine Çelik’e teşekkür ederiz
Bu amaçla biz [Çocuklar için Yeşil Kitaplar] adını verdiğimiz bir diziye başladık. Çocuklara çevre bilinci aşılayan, farklılıklarımızla bir arada yaşamanın mümkün olduğunu gösteren kitapları derlemeye karar verdik. Bildiğimiz kitapları anımsamaya, bilmediklerimizle tanışmaya, tanıtmaya niyet ettik.
***
Laika Astronot Köpek: Uzak Yıldızlara Bir Selâm
Laika, Astronot Köpek, SSCB tarafından 3 Kasım 1957’de Sputnik 2 uzay aracıyla uzaya fırlatılıp Dünya’nın yörüngesi etrafında dönen ilk hayvan olan köpek Laika’nın öyküsünü anlatıyor.
Ancak bu mutlu bir öykü değil. Laika aslında insanlığın uzay macerasına kurban ediliyor. Roketin uzaya fırlatılışından birkaç saat sonra araçtan haber alınamıyor ve Laika’nın uzayda kaybolduğuna hükmediliyor. Esasen bu hikâye ölümle sonlanacağı bilinen bir hikâye. Çünkü çok maliyetli olacağı düşünülerek Laika’nın dünyaya geri getirilmesi için hiçbir plan yapılmıyor. Sputnik 2 misyonunda çalışan bilim insanlarından Dimitri Malaşenkov’un 2002 yılında, Laika’nın yolculuğundan tam 45 yıl sonra açıkladığı üzere, Laika, kalkıştan 5 ilâ 7 saat sonra içinde bulunduğu kapsülün aşırı ısınmasından dolayı hayatını kaybediyor. Üstelik, yine misyonda görevli doktorlardan Oleg Gazenko’nun 1998 yılında deyim yerindeyse itiraf ettiği üzere bu deneyden Laika’nın ölümünü meşrulaştıracak kadar bilgi edinilemiyor.[1]
Peki, ya yeteri kadar bilgi edinilmiş olsaydı? Laika’nın ölümü meşrulaşmış olur muydu? Laika kurban edilmemiş olur muydu? Kitabın bu sorulara benim de hararetle katıldığım yanıtı net bir hayır. İstediğimiz kadar Laika adına pullar basalım, heykeller dikelim, onu kahraman olarak analım, bu uzay macerasını haklı çıkartamayız diyor kitap. Üstelik bu yanıtı öyle yüksek sesle, kulağımıza bağırarak değil, ruhumuza dokunan, yüreklerimizi burkan, alçak gönüllü bir üslupla ve Laika ile empati kurmamızın yolunu açan, içimize işleyen çizimlerle yapıyor. Tavrını net koyuyor koymasına ama bunu didaktik ve kulak tırmalayan bir üslupla değil, Laika’nın öyküsünün içine girmemizi sağlayarak yaşamdan ve yaşatmaktan yana aldığı tavırla yapıyor. Hem de umudu dürten, hayal gücüne yol açan bir sonla içimizi ısıtıyor.
Laika’yı içten bir sevgi ve umutla anan bu kitap benim hem gözlerimi doldurdu, hem de gülümsetti. Siz de çocuklarınızla beraber bu kitabı okuyun; uzaya, yıldızlara, Laika’ya bir selâm gönderin derim ben!
***
Yazan: Owen Davey Resimleyen: Owen Davey Çeviren: Gökçe Gökçeer Yayınevi: MEAV, Bir Kitap Yolla Yayın Yılı: 2017 Yaş Grubu: 5 yaş ve üzeri