Dünya prömiyerini yaptığı Locarno Film Festivali’nden üç ödülle birden dönen, kırktan fazla uluslararası festival gezen Sibel, festival yolculuğuna 30. PalmSprings Film Festival ile devam ediyor.
Oscar’da yarışacak yabancı filmleri Hollywood’la buluşturan etkinlik olarak bilinen PalmSprings Film Festivali, bu sene Oscar adaylığı alması beklenen Olivia Colman, Glenn Close ve Timothée Chalamet gibi oyunculara açılış töreninde özel ödüller takdim etti.
Birçok uluslararası festivalden ödüllerle dönen, yurt dışında hem eleştirmenlerin hem de izleyicilerin büyük beğenisiyle karşılanan Sibel, 27 Aralık’ta Almanya’da başladığı yurt dışı vizyon yolculuğuna Mart’ta Fransa’da devam edecek. Sibel, Türkiye’de 22 Şubat’ta vizyona giriyor.
“Bir kadının özgürleşme hikâyesi”
Gösterildiği festivallerde ilgiyle karşılanan SİBEL, dünyanın dört bir tarafındaki eleştirmenlerden olumlu eleştiriler almaya devam ediyor. Sinema sektörüne yön veren en önemli yayınlardan Screen’de çıkan eleştiri SİBEL’i şöyle tanıtıyor: “Damla Sönmez’in çarpıcı performansıyla dikkat çeken, Çağla Zencirci ve Guillaume Giovannetti’nin yeni filmi SİBEL, bir kadının özgürleşme hikâyesini tatmin edici bir şekilde anlatıyor”.
Cineuropaise SİBEL’i günümüzde geçen bir Jeanne d’Arc öyküsü olarak tanımladıktan sonra, filmin evrensel bir mesaja sahip olduğunun altını çiziyor.
ABD’deki ünlü TheFilm Stage sitesi ise SİBEL için şöyle diyor: “Sırtında tüfeği, kırmızı botları ve tülbenti ile kurt avlamaya çalışan Sibel, Kırmızı Başlıklı Kız’a benzer mitolojik bir karakteri anımsatsa da, film günümüze dair çarpıcı tespitlerde bulunuyor.”
Yıldız Moran, özellikle Anadolu’da çektiği fotoğraflarında insan sevgisi, sanatsal duyarlılık ve fotoğraf çekim sezgisini iç içe örerek, kendine özgü bir alan açtı. Yalnızca o günlerin fotoğraf yaklaşımlarını değil, içinde yaşadığımız dönemin yeni sanat görüşlerini de kapsayan, fotoğraflarını çektiği insanları yaşadıkları coğrafya ile birlikte ele alan, içi lirizmle örülmüş bu izlenimci estetik, Moran’ın fotoğraflarının en önemli özelliğini oluşturuyor. Günümüzün fotoğraf algısını yıllar öncesinden görmeyi başaran sanatçının fotoğrafları, bugün yalnızca fotoğraf otoritelerinden değil, ülkemizdeki ve dünyadaki sanat izleyicilerinden de büyük ilgi görüyor.
Merih Akoğul’un küratörlüğünde düzenlenen “Yıldız Moran: Bir Dağ Masalı”, doğa, soyut, portre, gündelik hayat, Anadolu, İstanbul, yurt dışı gibi farklı konularda 12 yılda çekilmiş, ilk defa gün ışığına çıkan fotoğraflarının da yer aldığı bir seçkiyi izleyiciye sunuyor. Sergide yer alan 86 fotoğraf, yaşasaydı bugün 86 yaşında olacak sanatçıya da bir selam duruşunda bulunuyor. Merih Akoğul, Yıldız Moran’ın Türkiye fotoğraf sanatı için önemini alttaki sözlerle tanımlıyor:
“Yıldız Moran, Cumhuriyet Dönemi Türkiye fotoğraf sanatında, yapıtlarıyla hepimizi etkileyen görkemli bir dağ gibidir. Yüceliğini anlamak, değerini kavramak için onun hayatına ve yapıtlarına uzun uzun ve dikkatlice bakmak gerekir. Moran’ın fotoğraflarında yansıttığı atmosfer, adeta sihirli bir dağ masalından kopup gelmiştir.
Dağ, insanların hayranlıkla baktığı,zirvesinde olmayı arzuladığı, ardına güvenle saklanabileceğini düşündüğü coğrafi bir oluşumdur ve tıpkı evrendeki tüm diğer nesneler gibi, bakanların niyetlerine göre kendine ait yüzlerinden birini göstermeyi seçer. Yıldız Moran’ın fotoğrafları, çekildikleri dönemden günümüze, ona ilgi ve merakla bakan fotoğraf tutkunları tarafından hayranlıkla izlenmektedir. Ülkemiz fotoğraf sanatı, Yıldız Moran’a, özünde insan sevgisinin yattığı bambaşka bir dili öğrettiği için teşekkür borçludur.”
“Yıldız Moran: Bir Dağ Masalı” fotoğraf sergisini 12 Mayıs 2019’a kadar, İstanbul Modern’in Asmalımescit, Meşrutiyet Caddesi 99 no.lu geçici mekanında ziyaret edebilirsiniz.
Talin Suciyan’ın “Modern Türkiye’de Ermeniler” kitabı Ayşe Günaysu’nun çevirisiyle Aras Yayıncılık tarafından yayımlandı.
Kapak tasarımı: Aret Gıcır
Suciyan’a göre Osmanlı İmparatorluğu’nun sonu ve Cumhuriyet’in kuruluşu yepyeni bir dönemi simgeliyordu, ancak bu geçiş süreci pek çok açıdan kopuşu değil, aksine sürekliliği beraberinde getirdi. İmparatorluğun miras bıraktığı “azınlık politikası”, Türkiye topraklarında hayatta kalan Ermenilerin devletle ve toplumla ilişkilerinde belirleyici unsur haline geldi. Büyük sarsıntıların ardından bir yandan yetimlerin bakımı ve Anadolu’daki Ermenilerin yaşam koşulları gibi meselelerle boğuşan Ermeni toplumu, öte yandan ana akım basının körüklediği Ermeni karşıtlığıyla mücadele etmeye çalışıyordu. Zaten kırılgan olan toplumsal yapı, hem devlet uygulamalarının hem de dünya siyasetindeki güç mücadelesinin etkilerini iliklerine kadar hissedecekti. Devlete bağlılığını sürekli olarak ispat etmek zorunda bırakılan Ermenilerin güvensizlik hissi,Varlık Vergisi ve Yirmi Kura Askerlik gibi uygulamalarla pekişecek, “Vatandaş Türkçe Konuş!” kampanyaları bir sessizleştirme projesi işlevi görecekti.
Bu kitap, Ermeni Soykırımı ve 1915 Öncesinde Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermeniler kitaplarının yazarı ünlü tarihçi Raymond Kevorkian’ın ifadesiyle “boş bırakılmış bir sayfa”yı dolduruyor. Cumhuriyet’in ilk on yıllarını merceğine alan ve inşa edilen toplumsal habitusu bileşenlerine ayıran Sucuyan, Ermenice kaynaklar üzerinden “bir Türkiye tarihi” sunuyor. Varlığı inkâr edilenin tanıklığına kulak vermek isteyenler için.
Bir süredir İstanbul başta olmak üzere birçok şehirde tarihi yapıların yeni kültür merkezlerine dönüştüğünü gözlemliyoruz. Bu aslında yeni bir şey değil. Kimse Amerika’yı yeniden keşfetmiyor. Tarihi binaların,post-endüstriyel yapıların kültür-sanat başta olmak üzere yaratıcı endüstriler için kullanılması dünyanın her yerinde sık görülen bir şey. Ancak Türkiye’nin dört bir yanında kültür-sanatın mesken tuttuğu bu tarihi yapılarda artık yenilikçi iş modelleri ve farklı çalışma ve üretim merkezlerine alan açan birkaç yeni örnek var. Hepsi de bu sonbaharda hayatımıza girdi. 2018 sonbaharı bu yıl bereketi ile geldi.
İstanbul’un yeni yaratıcı platformları
Bu alanların ilki, eylül ayında Kumbaracı Yokuşu’ndaki tarihi bir binada, mimarlık ve sanatı buluşturan bir mekân olarak hayatına başlayan The Circle. Avcı Architects öncülüğünde Selçuk Avcı, Sanja Jurca Avcı, Markus Lehto, Eda Çarmıklı, Yüksel Demir, Kemal Seyhan, Nurgül Türker, Dilara Tekin Gezginti ve Yunus Tonkuş tarafından kurulan The Circle, kendisini‘ mimarlık ve tasarım odaklı bir ortak çalışma alanı, iş birliği, öğrenme ve öğretme topluluğu’ olarak tanımlıyor. Oluşum aynı zamanda sergi mekânı, işbirliği merkezi, etkinlik mekânı, üretim atölyesi, araştırma ve öğretim için akademik bir platform, müzik mekânı, yaşam ve iş ilişkileri için bütünsel bir uygulama alanı gibi kapsamları bünyesinde barındırıyor. Platformun felsefesi ise samimiyet, açıklık ve kapsayıcılığa dayanıyor. Kurucular, platformun katılımcılarının hem kendilerini bireysel olarak daha iyi ifade etmeleri hem de profesyonel ve kişisel yaşamlarındaki potansiyelleri artırabilecekleri bir alana kavuşmaları için The Circle topluluğuna dahil olmaya davet ediyor. Platform, sadece mimarlığa değil, aynı zamanda mimarlığın özünde çok disiplinli bir sanat olduğunun farkında olarak kişisel ve profesyonel gelişime odaklanıyor. Platformun ilk etkinliklerinden biri, küratörlüğünü Sanja Jurca Avcı’nın gerçekleştirdiği ve Slovenyalı sanatçı Joni Zakonjšek’in “Kalp Olmak Ne Ola?” başlıklı İstanbul’daki ilk kişisel sergisi. 15 Eylül – 14 Ekim 2018 tarihleri arasında izlenen sergi, sanatçının zihin, doğa ve kozmos arasında şiirsel bir ahenk bulma ihtimallerine odaklanan eserlerine yer veriyordu.
Ekim ayında açılan Hamam Arts Hub (HAH) ise tarihi bir hamamdan dönüştürülen bir yaratıcı platform. Kuruçeşme’nin kömür deposu olduğu 17. yüzyıl döneminde çalışanların temizlenmesi, arınması, dinlenmesi ve sosyalleşmesi amacıyla inşa edilen tarihi Osmanlı hamamı; İstanbul Design Factory’nin mimari renovasyonu ile Hamam Arts Hub (HAH) olarak yeniden hayat buldu. Platform, geleneksel sanatlar, çağdaş sanat, dijital sanatlar gibi sanatın birçok alanını kapsamanın yanında sanat, teknoloji ve girişimciliğin bir arada yer aldığı ve yaratıcı genç sanatçıların birlikte çalışma ve üretme imkânı yakaladığı ortak çalışma alanları ile girişimcilik ve yaratıcılık ekseninde bir ekosistem yaratmayı da hedefliyor. Platformun kurucusu ve yönetim kurulu başkanı ise girişimcilik dünyasının yakından tanıdığı Ersin Pamuksüzer. Pamuksüzer, Başakşehir Living Lab ve Starters Hub gibi platformların yanında, The LifeCo ve SAF markalarının da kurucusu. Sergi ve performans alanlarının yanı sıra içinde ortak çalışma alanı da barındıracak platform, bu açıdan İstanbul’daki birçok ortak çalışma alanının ve yaratıcı platformun içinde, odağında doğrudan ‘sanat’ olan tek mekân olarak öne çıkıyor. Platformun ilk sergisi, Galeri Binyıl tarafından mekânda 28 Eylül – 4 Kasım 2018 tarihleri arasında 4. İstanbul Tasarım Bienali’ne paralel olarak gerçekleştirilen “Su Okulu” oldu. Sergide, Türkiye’den 23 ve Yunanistan’dan 6 sanatçı yer aldı.
Rezidans programıyla dikkat çekiyor
Ekim ayında İstanbul’un bir başka köşesinde, Şişhane’de açılan bir platform da Kıraathane 24 – İstanbul Edebiyat Evi oldu. Norveç Krallığı Ankara Büyükelçiliği ile The Reva&David Foundation destekleriyle, kâr amacı gütmeyen bir platform olarak kurulan mekân, odağına edebiyat ve sanatı alarak birçok kamusal etkinlik gerçekleştiriyor. Bağımsız internet gazetesi T24’ün kültür yayını olan K24’ün bir uzantısı olarak hayata geçen platform, sanatçılar ve edebiyatçılar için yeni bir buluşma noktası olmayı hedefliyor. Şişhane’deki altı katlı tarihi bir apartmanı mesken edinen Kıraathane 24’ün her katı kullanılıyor. Mekân, dört mevsime yayılan programı ile 12 ay boyunca güncel ve farklı içerik sunuyor. Sergilerden konuşmalara, şiir gecelerinden atölyelere, kitap stüdyosundan ‘Tatlı Perşembe’lere, kitap kulübünden film gösterimlerine, okuma tiyatrosundan kitap sohbetleri ve imza günlerine, çocuklar ve gençler için özel olarak oluşturulan programlara uzanan geniş bir etkinlik tablosu ortaya çıkıyor. İstanbul Edebiyat Evi’nin etkinliklerinin yanı sıra sektöre kazandırdığı bir diğer önemli konu da ‘Evdeki Misafir’ başlıklı rezidans programı. Türkiye’de daha çok güncel sanat alanında gördüğümüz rezidans programlarının yanında Kıraathane’nin edebiyat odağındaki rezidans programı, bu anlamda bir ilk niteliğinde ve büyük önem taşıyor. Türkiye’den ve dünyanın her yerinden yazar, düşünür ve sanatçılara açılan ‘Misafir Odası’, misafirlerine burada kaldığı süre içinde İstanbul’daki okurlarla, yazarlarla, sanatçılarla buluşup konuşması, öğretmesi ve öğrenmesi için bir alan açıyor.
İstanbul’da tarihi ve kültürel mirasın kültür-sanat odağında yaratıcı bir platforma dönüşmesi kuşkusuz büyük şirketleri ve farklı aktörleri de bu alandaki yatırımlarını tekrar gözden geçirmeye itti. Silahtarağa Elektrik Santrali’nin Santral İstanbul’a dönüşmesi ve Tarihi Bomonti Bira Fabrikası’nın Bomontiada’ya dönüşmesi gibi kültürel mirasımızda önemli yer tutan mekânlar, şehrin üretim ve çekim merkezi olmaya devam etmek için farklı niteliklerle tekrar işlevlendirildi. Bu noktada uzun süredir kendini film ve dizi çekimleri için bir alan olarak konumlandıran ve 1810 yılında bir tabakhane olarak kurulmuş Beykoz Kundura Fabrikası da bu dönüşümden farklı nitelikte ve çok disiplinli bir kültür-sanat platformu olarak çıkmaya hazırlanıyor. Sanayileşmenin tarihinde önemli bir rol üstlenmiş olan fabrika, İstanbul’da Osmanlı’dan Cumhuriyet’e kesintisiz olarak faaliyet göstermiş nadir endüstriyel kültür mirası örneklerinden biri. Fabrikada restorasyon projeleri devam ederken Beykoz Kundura Fabrikası da çekimlere ve etkinliklere ev sahipliği yapmaya devam ediyor. Fabrika, 2005 yılında özelleştirme sonrası Yıldırım Holding’e satıldı. Holding, mekânın yaratıcı endüstrilere hizmet eden bir platform olarak yapılandırılması için faaliyete geçti. O günden bu yana birçok çekime, konsere ve özel etkinliğe ev sahipliği yapan mekân, Kasım ayında kapılarını açan Kundura Sinema ile başka bir nitelik daha kazandı. Beykoz Kundura’nın fabrika geçmişinde önemli bir yer tutan sinema, tematik programları ve yan etkinlikleriyle tekrar hayata geçerek izleyiciyle buluşuyor. Kundura Sinema, mekânın tarihinden ve geçmişindeki bu gelenekten yola çıkarak fabrikanın kalbi olarak nitelendirilen Kazan Dairesi’nin bir bölümünü, Kundura’nın film izleme kültürünü devam ettirecek bir sinema salonuna dönüştürdü. Kundura Sinema küratöryel içerikleri, tematik programları ve yan etkinlikleriyle filmler üzerine düşünmek, konuşmak ve sinemaya dair alternatif bir perspektif sunmak için hayata geçirildi. Beykoz Kundura; Kundura Sinema’ya ek olarak 2019 sonunda açılacak olan Kundura Sahne ve mekânın kültürel mirasına sahip çıkma amacıyla Kundura Hafıza başlığı altında yürüttüğü sözlü tarih projesi ile birlikte, filmlerin ve hikayelerin sadece üretildiği değil aynı zamanda izleyicisiyle buluştuğu, İstanbul’un nitelikli kültür-sanat alanlarından birine dönüşmeyi hedefliyor.
Ege’de tarihin izinde, sanatın peşinde
İstanbul’dan biraz uzaklaşıp Ege kıyılarına gittiğimizde de benzer bir doku görüyoruz. Ekim ayında İzmir’de açılan Hayy Açık Alan, güncel sanatı odağına alan, farklı disiplinlerle kolektif düşünme yollarını araştıran bir mekân olarak konumlanıyor. Hayy Açık Alan, Türkiye’nin farklı şehirlerinden kolektifleri, inisiyatifleri, yaratıcı zihinleri İzmir’de bir araya getirmeyi amaçlıyor. Uzun yıllardır İstanbul sanat ortamında birçok etkinlik düzenleyen ve içerik geliştiren iki başarılı kadının birçok destekçiyle birlikte hayata geçirdiği bir platform Hayy. Sanat yöneticileri Saliha Yavuz ve Ayşe Gür’ün aylar süren çabaları neticesinde İzmir, Kemeraltı’ndaki tarihi bina; sergilerin, konuşmaların, atölyelerin ve araştırmanın odağa alındığı bir merkez haline getirildi. 19. yüzyıldan kalma bir han olan Piyaleoğlu Han içerisinde yer alan mekân, İzmirli sanatçıların üretimlerinden ilham alarak gerçekleşen bir birliktelik, bir alan olarak ortaya çıkıyor. İstanbul ve İstanbul’un periferileri olma potansiyelindeki başka şehirlerdeki sanat üretimini, mimari, bitki bilim, edebiyat ve daha birçok başka farklı disiplinlerle bir araya getirme eğiliminde olan alan, odağına tüketim yerine üretim, bilgilenmek yerine deneyimlemek ve anlatmak değil dinlemeyi alıyor.Varlık nedenlerinden birini İzmir’e ve İzmirli sanatçılara dokunan, ilişki kuran etkinlikler yaparak etkileşim sağlamak olarak belirten mekânın programı, her sezon değişen, farklı disiplinlerden temsilcilerin olduğu, kurucuların moderatörlüğündeki danışma grubu ile kurgulanıyor.
Sergi, konuşma, yayıncılık, pratik atölye çalışmaları ve eğitimler yapılması planlanan alan, yapılan etkinlikler yolu ile sanata dokunması koşulu ile her disipline açık. İstanbul, İzmir, Ankara, Diyarbakır, Hatay, Mardin, Batman, Adana, Mersin ve Eskişehir öncelikli olmak üzere bahsi geçen şehirlerde yaşayan ve üreten sanatçılardan, yazarlardan, küratörlerden, edebiyatçılardan, tasarımcılardan, finans uzmanlarından, sinemacılardan, sergi tasarımcılarından, sanat yöneticilerinden oluşan kolektif bir dostluk ve üretim sarmalından beslenen mekân, kâr amacı gütmeyen bir oluşum olarak kuruldu. Hayy Açık Alan, açılışını 18 Ekim – 23 Kasım 2018 tarihleri arasında, küratörlüğünü Monitor‘un üstlendiği ve Loading iş birliğinde gerçekleştirilen “Aynada Görülen Nesneler, Göründüğünden Daha Yakındır” başlıklı sergi ile yaptı.
İzmir’den Ege’nin daha küçük bir kasabasına uzanıyoruz. Eylül ayında, Balıkesir, Ayvalık’ta yer alan Mutluköy’de eski bir zeytin mengenesinde, Defne Koryürek ve Vasıf Kortun tarafından kurulan ‘bir misafirperverlik ve iş birliği projesi’ Mutluköy Konukevi, sakinlerine akademik ve kurumsal ortamların sınırlarının ötesinde ve günlük üretim döngüsünün dışında bir yer açan ve problem çözmeyi teşvik etmek için derin düşünme, çalışma ve iş birliği bağlamında destekleyici bir ortam sözü veriyor. Tarım, gastronomi ve ekoloji alanları ile bunlarla bütüncül ilişki kurarak,disiplinler arası çalışan felsefe, sosyoloji, antropoloji, hukuk, siyaset bilimi ve sanat insanlarına 2019 itibarı ile, bahar ve güz olmak üzere yılda iki dönem, iki haftadan dört aya uzanan sürelerle konut olmayı amaçlıyor. Misyonu tarım, gastronomi ve ekoloji alanlarında dönüştürücü düşüncenin gelişimi için yer, zaman ve iş birlikleri sağlamak olan Mutluköy Konukevi için 2019 yılı bahar ve güz dönemi başvuruları açıldı. Mutluköy Konukevi’nin seçici kurulunda ise Ali Akay, Aslıhan Demirtaş, Can Altay, Defne Koryürek, Emet Değirmenci, Eren Tapan, Ergem Şenyuva, Özge Samancı, Serhan Ada, Sezai Ozan Zeybek, Uygar Özesmi, Ümit Şahin ve Vasıf Kortun yer alıyor. Mutluköy Konukevi, bu noktada sakinlerine beraber yaşama, üretme ve çalışma için bir alan açıyor.
Kültürün diğer disiplinlerle ilişkisi, geldiğimiz noktada ve içinde bulunduğumuz yüzyılda değişen ihtiyaçlar ve öncelikler,kültür insanlarını yeni düşünce ve bir araya gelme yolları bulmaya itiyor.Odağına yaratıcılığı, birlikte üretmeyi, çalışmayı, düşünmeyi, bir araya gelmeyi alan bu mekanlar, kültür alanında yeni bir çalışma ve öğrenme umudunu da beraberinde getiriyor. Farklı disiplinlerin birbirine dokunduğu, ilham verdiği, alan açtığı, farklı kişilerin destek, birlik, iş birliği içerisinde çalıştığı, tarihi binaların nitelikli üretimler için yeniden işlev kazandığı bir dünya, belki de içinde bulunduğumuz dönemde en çok ihtiyacımız olan şeyi,umudu, bize tekrar getiriyor.
Bu yazı İstanbul Art News Aralık,2018 Sayı: 57 Piyasa eki için yazılmıştır.
Nisan 2017’den bu güne Açık Radyo (94.9)’da yayımlanan “Babil’den Sonra” programıma da adını veren Babil’i sanatçılar çoğu zaman ezilen halkaların bir simgesi olarak betimlediler. İnsanlar arası eşitsizliği yasalaştıran Babil’i, Bob Marley ve günümüzdeki pek çok Reggae sanatçısı da mısralarında lanetle anarlar. Reggae ile özdeşleştirilen “Rasta” da yine Babil’e karşı protest bir duruşun sembolüdür. Babil’in baskı ve köleliğe dayanan dünyasından kurtulmak için saçlarını uzatan ve taramayan “Rastafaryanlar”, bu şekilde Tanrıların kralı olarak gördükleri Jah’ın onları saçlarından tutarak kurtuluşun sembolü olan Zion şehrine götüreceğine inanırlar. Rastafaryan kültüründe Babil, mevcut kapitalist düzeninin ve sömürü sisteminin sembolüdür. Özellikle Jamaika’da Babil cümle içerisinde bir lanet kelimesi olarak kullanılırmış.
İnsanlığın Babil’le mücadelesi bitmeyecek gibi, ya dünya bir gün Babil olacak ya da Babil yıkılacak. Ama yıllardır Reggae dizelerinde bile yıkılamayan bir sistemi, bir fikri yıkmak nasıl mümkün olacak? New York, Roma, Paris, İstanbul, Tokyo belki çağlar sonra tarihte adı unutulan birçok şehir gibi yok olup gidecek, ancak Babil hep orada olacak. Çünkü Babil, duvarların ardına değil insanlığın en büyük mücadelesinin ardında saklı bir şehir.
https://youtu.be/KUYeKsZ4GzM
Bu hafta Açık Radyo- 94.9’da yayımlanan 2019’un ilk “Babil’den Sonra” programında, küresel bir barış ve müzik hareketi olan Playing for Change girişimiyle, dünyanın farklı ülkelerinden gelen müzisyenleri bir araya getiren “Playing for Change Band ”den şarkılar dinlettim.
Playing for Change
Playing for Change 2002’de başlayan küresel bir barış ve müzik projesi. Dünyanın çeşitli ülkelerinden müzisyenlerin, milyar dolarlık bir pazar endüstrisi haline gelen müzik sektörüne inat sadece sevdikleri ve tek yapabildikleri iş olduğu için müzik yapanların bir araya geldiği bir proje; Amerikalı yapımcı ve ses mühendisleri Mark Johnson ve Raan Williams’ın Timeless Media Group’u ile yarattığı, müzikle dünyaya ilham vermek, insanlar arasında müzik aracılığıyla bir köprü kurmak ve dünyaya barış getirmek isteyen bir multimedya müzik projesidir.
2002’de ortak kurucular Mark Johnson ve Raan Williams Amerika Birleşik Devletleri’nin sokaklarında bir mobil kayıt stüdyosu ve kamera ile kayıtlar yapmaya başlarlar. Ardından New Orleans, Barcelona, Güney Afrika, Hindistan, Nepal, Ortadoğu, İrlanda ve daha birçok ülkeyi dolaşıp, mobil kayıt cihazları ile aynı şarkıyı kendi tarzlarında yorumlayan yerel müzisyenleri kaydederler. Sonra bu kayıtları stüdyoda kurgulayıp, yayımlarlar.
Bir süre sonra yolculuk boyunca tanıştıkları en iyi müzisyenleri “Playing For Change Band” grubunda bir araya getirme fikri doğar.
Bugün de, grubun sevimli ihtiyar vokalisti ve ağız armonikası ustası Grandpa (Büyük baba) Elliot (ABD), Clarence Baker (Surinam-Hollanda), Mermans Masengo (Güney Afrika), Titi Tsiara (Güney Afrika), Keiko Komaki (Japonya), Jason Tamba (Demokratik Kongo Cumhuriyeti), Peter Buneta (ABD), Mathieu Aupitre (Fransa), Alidu (Gana), Oscar Cartaya (ABD) ve Pablo Correa’nın (Kolombiya) yer aldığı “Playing for Change Band” dünyayı dolaşıyor; sevgi, barış ve umut mesajlarını dünyanın her yerine, bütün insanlığa yaymaya gayret ediyorlar.
Playing for Change’in kurucuları, 2008 yılında dünyadaki çocuklar için müzik ve sanat okulları kurmaya ve gezegenimizin geleceği için umut ve ilham kaynağı olmaya adanmış, kar amacı gütmeyen bir organizasyon olan “Playing For Change Vakfı”nı da kurdular. Vakıf 2008’den beri Güney Afrika, Gana, Nepal, Mali, Ruanda, Tayland, Brezilya ve Bangladeş’te üç müzik okulu ve toplam on iki müzik programı gerçekleştirdi. Sizler de vakfın Web sitesinden maddi desteğinizi yapabilirsiniz: https://playingforchange.com/
2018 yılı bütün dünya için, bütün canlılar için zor bir yıl oldu. İklim yıkımıyla, ekonomik ve sosyal sorunlarla, savaşlarla, sonu hazin sonuçlanan göçmen hikâyeleriyle yüklü bir yıl olarak geride kaldı. Tabi geçtiğimiz yılın sonlarına doğru umudumuzu tazeleyen olaylara da şahit olduk. Bütün dünyada çocuklar kürsüleri, sokakları doldurdular. Geleceklerini sadece biz yetişkinlere bırakmadan cesaretle savunacaklarını da hepimize hissettirdiler…
“Playing for Change Band” müzisyenleri yaşadığımız gezegenin daha iyi, daha özgür ve daha adaletli bir yer olması için hepimizi şarkı söylemeye davet ediyorlar. Ancak el ele tutuşarak, şarkı söyleyerek, hangi renk ve dilden, kültürden olursak olalım, ortak dilimiz olan şarkılarla- müziklerle bu dünyayı daha iyi bir yer haline getirebileceğimizi söylüyorlar.
2019 yılı şarkılarla güzelleşen; hepimiz için, bütün canlılar için daha iyi, daha özgür ve daha adaletli bir yıl olsun.
Kendimi bildim bileli, yazıyor ve çiziyorum. Bu ihtiyacım çocuk yaşlarda başladı. Üniversite döneminde pekişti, olgunlaştı. Genellikle bir eylemin sürekli tekrarlanmasından beklenen sonuç, eylemin kolaylaşması, ezbere dayalı bir hal alması ve yoruculuğunun azalması şeklindedir.
Fakat tasarım ve düşünce üretiminde hal böyle değildir. Leke, malzeme veya alfabe, araçların farklılıkları sonucu değişmezler. Son birkaç senedir, sıklıkla karşılaştığım ve beni zorlayıcı bu farkındalık sanırım sadece belirli meslekler için geçerli. Kabaca düşünce üretiminin altında toplanabilecek bu kümedeki eylemler, süreç içerisinde eylem sahibini oldukça zorluyorlar.
Kalemimin ucundan çıkan her ne ise, gerekliliğini sorgulamak, faydasını tartmak, anlatım biçimini eleştirmek her geçen gün yazılmış ve yayınlanmamış bir sürü yazımın olmasına sebep olmakta. Çizimlerim için de durum farklı değil elbet. Orada konuya dâhil olan üçüncü kişilerin varlığı durumu daha da karmaşık hale getiriyor hatta.
Kırsalda neler yaptığımı anlatmak, bir günlük tutmaktan öteye geçmeyecek ise paylaşımın manasızlaşması tehlikesini aklıma getiriyor ve bu durumda her yazdığımı burada paylaşmamama sonucunu doğuruyor.
Son yazımda karda parçalanan araç zincirimin beni yolda bırakması, su borularımın yalıtımını kemirip sistemin donmasını sağlayan çatımdaki gelincikler, bir gün içinde defalarca arabayı kardan kurtarıp 3 km yolu 3 saatte kat etmek, hayatımda ilk kez beni hazırlıksız yakalayan tipi yüzünden ormanda yolumu kaybetmemden bahsetmiştim. Değerlendirme süzgecime takılı kaldığından yazıyı paylaşmadım.
Yine aynı son yazımda tüm bu olanlarla birlikte bana akıl verenlerden bıkkınlığımı yazdım. Malum akıl verenimiz bol bir ülkede yaşıyoruz. Benim toprağımda bir şeyin olmayacağından, arazimin sürülmesi gerekliliğine, sondaj ile su derdinden kurtulmam gerekliliğinden, arazimi butik otele çevirip parayı vurabileceğime, çocuğumu düşünüp bir ara şehre dönüş planı yapmamın zamanımın gelmesine, her iş toplantımda fantezileri üzerinden bana yapmam gerekenleri anlatanlara, danışmanlık için bana para ödeyip parasını veriyorum o zaman aklı da ben vermeliyim diyenlere kadar güzel bir seçki ile doldurduğum yakınma yazımın da bir faydası olmadığına karar verdim. O da sınavı geçemedi. Birilerinden yakınmak, sıkça önümüze konan temcit pilavlarından birini tekrar sofraya çıkarmak gibi geliyor çünkü.
Herhalde meslek hayatımda 18 yılı dolduruyorum şu sıralar. Bu 18 yıllık kişisel serüvende, konum ile genellikle alakalı ama bazen de alakasız birçok alanda çalışmışlığım var. Sahne dekor ve tasarımından sanat yönetmenliğine; restorasyonlardan dekorasyonlara; tasarım ve stratejiden danışmanlığa kadar yıllar geçtikçe benimle beraber şekillenen bir meslek hayatım olduğu için kendimi şanslı hissediyorum.
Bu süre zarfında meslek ve kariyer üzerine de oldukça deneyim sahibi olduğum su götürmez bir gerçek. Eğitim ve söyleşilerimde özellikle gençler ile bir araya geldiğimde sıklıkla üzerinde durulmayan bir kariyer hesaplaması olduğunu görüyorum.
Başarılı bir iş yaşamı başlığı altında mesleğin kişinin yaşantısının tamamını kapladığı pek anlatılmıyor. Her hangi bir meslekte ilerlemek demek, o mesleğin kişinin yaşamı ile hemhal olabilme başarısı ile tanımlanabilir ancak. Meslek sahibi olmamız için ödediğimiz bedeller listesinde genellikle sınavlar, sabahlanarak bitirilen ödevler, katlanmak zorunda olduğumuz öğretim elemanları ve sonrasında mesai saatlerinin trafik çilesi, şef, patron veya müdür kaprisleri, bitmeyen ve yetiştirilmesi gereken evrak veya diğer işler ile dolu olduğunu görürüz.
Bunlar meslek yaşantısında ödenmesi gereken bedellerin sadece yarısını oluştururlar. Bir meslek demek, o mesleği icra edenlerden oluşan bir cemiyet demektir. Kişinin genellikle sadece çalışarak ve emek vererek üstesinden gelemeyeceği kısım da bu cemiyet ile başlar. Çünkü sosyalleşme kriterlerinin matematik denklemleri ile üstesinden gelemeyebiliriz çoğu zaman. Bu sebeple öğrenciler ile buluşmalarımızda onlara genellikle mesleklerini değil, yaşamak istedikleri cemiyetleri seçmelerinin doğru olacağını söylüyorum. Çünkü mesleği seçmenin, yaşam alanımızı seçmek olması gerçeği gibi, yaşam alanımızı seçmek de uğraşmamız gereken iş kollarını seçmek demektir. Bana böyle bir bilgi verildiğini hatırlamıyorum. Günümüzde de hala böyle bir bilgiye pek yer verilmiyor sanırım.
Bir yaşam, o yaşamı yaşayan komşulardan bağımsız düşünülemez. Bütüncül ve sürdürülebilir kavramların, ekolojinin temel dayanaklarından birisi de bu kolektif durumdur. Meslekler ve seçtiğimiz yaşamlar için de durum farklı değildir. Yaşamak için seçilen yolda ödenmesi gereken bedeller ve verilmesi gereken emekler listesinde seçtiğimiz yaşam parçasını seçen diğer kişiler ile olan ilişkiler ağını da dahil etmek kritik bir önem taşır.
Sanat camiası, dağcılar, tasarımcı dünyası, Cihangir tayfası, reklamcı mekanı, Moda mahallesi, çevreci, gezici, ekolojik camia, permakültürcü, benim yaşamsal deneyimlerimin bir çıktısı olan örneklerdir. Kişiye özel bir çok camia listesinin bahsettiğim konunun sağlamasını yaptığını düşünüyorum. Doktorlar, mühendisler,Galatasaray mezunları … Listeyi hepimiz kendi deneyimlerimiz ile kolaylıkla hazırlayabiliriz.
Bir camianın içinde var olma becerisi, görece yaşamı konforlu hale getiren güvenlik çemberlerinden biridir. Bilinir olmak, dinlenir olmak, başarılı olmak, bahsi geçen var olunan camia içinde geçerlidir. Bu sebeple ticaret odaları, meslek komiteleri, mezunlar dernekleri vb. oluşumlar insanların güvenlik ve konfor çemberleri oluşturmadaki niyetimizi ortaya çıkarmaktadır.
Bir camiada var olmak, yazılı olmayan kurallara tabi olmay gerektiren, bir dizi eylemi ve söylemi içinde barındırır. Eğer birilerinin akıl verme durumuna maruz kalınmak istenmiyorsa eylem ve söylem birliğinden dışarıya çıkmamak önemlidir. Bu sebep ile bir meslek ve yaşam seçmek, aslında para kazanacağımız meşgalemizi seçmek demek değildir. Nasıl ve kimler ile yaşayacağımızı seçmektir çoğu zaman.
Buraya kadar bir sıkıntı yok. Seçimler yapılıp yaşamlar sürebilir elbet. Fakat seçimini seçilebilecekler listesinden yapmak istemediğinizde büyük bir sorun ile karşılaşırsınız. Oy kullanmaktaki basiretsizlik ve özensizliğimizin tüm seçimlerimize sirayet etmiş durumda olduğunu görüyorum. Mührü bastığımız kutucuğun kapsadığı ne var ise bizden kabul etmemiz ve onaylamamız beklenir. Bir kısmını reddetmek hoş karşılanmaz. Eylem ve söylem birliği tam sadakat ile tüm seçmenlerden beklenmektedir. Oysa doğa böyle değildir. Dayatma ve sınırlama doğada bireyin kendi tercihleri ve sınırları ile alakalıdır.
İşin ilginç ve kaotik yanı doğanın böyle olmadığını savunanların da benzer bir alışkanlık içinde olmalarıdır. Kırsalın belirli paketleri vardır. Nasıl ki bir dönem (şu anı bilemiyorum) Starbucks’ta, chaitea latte içip New Balance ayakkabı giymek gibi art direktör paketi vardı ise aynı durumun benzeri doğanın ortasında da geçerlidir. Hayvan beslemeyen kırsal göçmen olmayacağı, ürün üretmenin hissettirilen zorunluluğu, kendi evini yapma becerisinin herkesten beklenmesi, malzeme seçiminde tuğla ve beton kullananların ötelenmesi, ekolojik camianın sözde eylem ve söylemlerinin dışında kalmaktadır.
Tarlayı sürmemek, gölge yapan ağacı kesmemek, tarımsal zehirleri kullanmamak gibi kırsalda yaşayan diğer camianın eylem ve söylemlerinin dışında kalmak da başka bir taraftır. Hal böyle olduğunda şehirlisi, köylüsü, ekolojiği, sanayicisi, meslek erbabı, akrabası, anası babası danası, bize birçok çember ile gelirler ve beklentileri genellikle değişmez. Ben bu çemberleri hula hop’a benzetirim. Bence karar boynumuzdan geçirilmiş hula hopları yere düşürmeden ne kadar soytarılık yapmak isteyeceğimiz kararıdır. Çünkü sürdürdüğümüz eylemi benimseriz ve benimsediklerimizi karşımızdakine dikta ederiz.
Özgürlük, kilometrelerce yol kat ederek ulaştığımız kırsalımızda, dağın zirvesinde ya da şehrin göbeğinde olmakla alakalı değildir. Karşımızdakini ne kadar özgür bırakabildiğimiz ile alakalı zihinsel bir eylemdir. Genel kanının aksine bizim için değil diğeri için eylem gerektirir özgürlük. Doğa gibi bütüncüldür. Bu sebeple bireysel bağımsızlık yoktur. Toplumsal bağımsızlık vardır.
Yeni yıla girerken, kimi “Bu sene şansım açık olacak, iyi bir iş bulacağım, daha çok kazanacağım” diye umutlanır. Kimi daha sağlıklı bir vücuda sahip olmayı hayal eder. Kimi yeni bir gönül ilişkisi özlemindedir… Kalbimin sahibine artık bu sene kavuşsam diye iç geçirir.
Her yılbaşı aslında ömrümüzden belirli bir zamanın geçip gittiğinin tescili değil midir? Hayat akmakta, kalan günlerimiz azalmaktadır.
Yolun başındaysak pek önemi yoktur geçen yılların. On yedisinde bir genç, yaş aldığına sevinebilir bile. O devirde her şey toz pembedir. Yetişkinsek, epey yol almışsak o zaman manzara değişir. Her geçen yılın bizden bir şeyler götürdüğünü idrak ederiz. Gençlik filizi kaybolmakta, saçlarımız ağarmakta, fiziksel yetilerimiz yavaş yavaş azalmaktadır. Yaş aldıkça nedense, günler, haftalar daha hızlı akmakta, adeta koşmaktadır!
Durum böyle olmakla beraber teselli armağanımız da vardır elbet… Ailemiz, çocuklarımız yanımızdaysa ne mutlu! Hayat deneyimimiz çoğalmaktadır. Yıllar geçtikçe artan en güzel şey ise biriken anılardır. Biriktikçe yıllanır, yıllandıkça eskimiş şarap gibi kıymeti artar. Gerçek dostluğun önemini anlarız Bu yaşlarda. Tanıdıkların, ahbaplarına kaybı ise daha bi çok koyar insana.
Böyle zamanlarda Zakkum”un “” şarkısını dinlemek biraz daha hüzün serper yüreğimize.
“Anason kokarken sofralar/ Yaşlandırıyor seni aynalar/ Her geçen yıl birer birer/ Masadan eksiliyor dostlar”…
31 Aralık gecesi saatler 24.00′ ü gösterdiğinde bakarız etrafımıza, herkeste bir sevinç bir coşku. Ne ola ki bu heyecanın sebebi? Yeni yılda her şey daha iyi olacak diye umut etmekten mi acaba?
Şöyle bir muhasebesini yapalım şimdi: Yılbaşında maaşımız biraz artacak belki. Tam sevinecekken eve alınan damacana suyundan tutun da iğneden ipliğe her şeye zam gelecek. Tüm vergiler, harçlar yükselecek.
Daha çağdaş bir toplumda yaşamayı hayal edeceğiz. Oksijeni, ağacı, yaprağı, yeşili bol bir gezegende rahat nefes almayı umacağız. Cehaletin, yoksulluğun, sömürünün, işkencenin ortadan kalktığı adil bir dünyanın hayalini kuracağız. Sanatın, sanatçının, yazarın el üstünde tutulduğunu, kadına karşı şiddetin, masum çocuklara yönelik tacizin bittiğini görmek isteyeceğiz. Hayvan haklarına saygılı olunmasını dileyeceğiz. Peki, bunların hangisi gerçekleşecek? Günler geçecek ve sonraki yılbaşında biz aynı şeyleri özlemeye devam edeceğiz ne yazık ki. Bir şeyleri değiştirebilmek için yıl başlarında sevinmek, coşmak yeterli değil elbet, çalışmak mücadele etmek gerek.
Kitaplar, şarkılar ayakta tutacak bizi. Yılmayacağız, gönlümüzce yaşayacağımız günlerin,yılların geleceğine inanarak çalışacağız.
Biraz da eski keyiflerden geçmiş yıl başlarından bahsetmek gerekirse: Dostlarla geçen her yılbaşı güzel. Yılbaşına ne hacet, sevdiklerinizle geçen her an güzel. En keyifli yılbaşı deyince tek bir akşam aklıma gelmiyor. Bir dönemin seneyi devriyelerini hatırlıyorum. Hayatın yavaş aktığı, sosyal medyanın dikkat dağıtmadığı, sohbetin mesajlaşmaktan fazla olduğu günlerdi. O günlerin eğlenceleri daha içtendi, kaliteliydi.
Çoğu yılbaşını evde geçirirdik. Kaloriferimiz, kombimiz, Pimapen’ imiz yoktu, dışarıda esen kış yeli perdelerimizi usul usul havalandırırdı. Odun sobamız yanardı bir köşede çıtır çıtır ama pek de ısınamazdık doğrusu. Üfüren camlarımıza, kendi kendini ısıtan sobamıza karşın yüreklerimiz sıcacıktı. Ailemizle hep bir arada yaşamanın güveni ısıtırdı sanırım içimizi.
O zamanlar zarafet modaydı. Bilgili görgülü insanlar çoktu ve onların sözü geçerdi toplumda. Şehir magandası deyimi henüz konuşma dilimize bile girmemişti.
Misafir odası
Yılbaşı için misafir odamızı açar, süslerdik. Bilenler bilir, bir zamanlar evde konuklar için”misafir odası” olarak her daim bir mekân hazır bulundurulurdu. Ev halkı misafir odasını günlük oturmalar için kullanmazdı. Arada bir özenle tozu alınır, temizlenir, kapalı tutulurdu. Bu odada evin en gözde eşyası (koltuk takımı) üstü örtülü olarak yer alır, ortadaki sehpanın üzerinde ise cam şişe içinde kaliteli limon kolonyası hazır bulunur, misafirlerin yolunu gözlerdi.
Siyah beyaz günler
Yıl başlarında ne mi yapardık? En büyük eğlencemiz televizyondu. Herkes ona bakardı. Yemek masasında bile gözümüz kulağımız onda olurdu. TRT tek kanal olduğu için bütün evlerde aynı yayın izlenirdi. Yılbaşında belli sanatçılar mutlaka program yapardı. Başta Zeki Müren! Emel Sayın, Ajda Pekkan, Nilüfer, İbrahim Tatlıses, İzzet Altınmeşe. Bir de Muazzez Abacı tabi ki. Orhan Gencebay ve Ferdi Özbeğen 70’li 80’li yıllarda kasetleriyle tanınmış, sevilmişlerdi. TRT bu isimleri Arabesk müzik kapsamında değerlendirdiği için programlarında pek yer vermezdi. Bazı yıl başlarında kamuoyu ağar basar, yasaklar delinirdi.
Büyük güldürü ustalarımız da zaman zaman sahne alırdı 31 Aralık gecelerinde. Bugün olduğu gibi gibi Cem Yılmaz’ın anlık esprileriyle idare etmek zorunda değildik. Levent Kırca, Oya Başar, Ali Poyrazoğlu, Ferhan Şensoy, Ali Atik ve Ayşen Guruda, Zeki Alasya ve Metin Akpınar, Altan Erbulak gibi güldürürken düşündüren, kalıcı espriler üreten ustalarımız vardı.
Saat 24.00 olup da yeni yıla girildiği anda ünlü dansözümüz Nesrin Topkapı ekranları doldururdu. Bu dakikalarda ne olursa olsun herkes televizyona biraz daha yaklaşır hatta içine girerdi.
Yılbaşında en çok tombala oynanırdı. Masa başına toplanılır, kartlar dağıtılır, biri bez torbanın içinden tek tek çektiği sayıları yüksek sesle okurdu. Birinci çinko, ikinci çinko ve sonunda kazanan “TOMBALA!” diye bağırırdı.
Bir de fırdöndü oynardık. Küçücük ruleti masanın ortasında topaç gibi çevirirdik. Rulet hızı kesilip de yan yattığı anda üzerinde yazılı komut herkesi hoplatırdı. “Bir al, iki koy, hepsini al”Ne de çok gülerdik oynarken.
Dışarıda patır kütür havai fişekler filan atılmazdı. Gece sonunda sevdiklerimizle birlikte eğlenmenin keyfi öyle doyururdu ki bizi, binlerce maytabın aydınlığından daha fazla coşku olurdu içimizde. Yılbaşı ölçülü, nezih bir eğlentiydi. Tüm aile fertlerinin bir arada olması anlamlıydı.Yaşlılar unutulmaz, herkes sofrada olurdu. Daima insan insana başlar, can cana sona ererdi.
Seksenlerde,eski yılların TİP üyesi Marksistlerinden, o günlerde ise özgürlükçü geçinen eski ve ünlü bir reklamcı dostumla yemekte birlikteydim. Birkaç yudum rakı içince “Köylülerden nefret ediyorum, yılın üç ayında çalışıp, dokuz ay kahvelerde pineklerler. Sonra da biz toplumun efendisiyiz safsatasıyla mangalda kül bırakmazlar. İşçiler çok mu farklı sanki, onları da hiç sevmiyorum. Aslında amelelik yaptıkları halde kendilerini işçi sayarlar. Oysa asıl işçi bizleriz.Yazarlar, fikir adamları, akademisyenler, araştırmacılar, gazeteciler,sanatçılar… Köylü ve işçi geçinenlerin daha iyi yaşayabilmesi için gecesi gündüzü birbirine karışanlar, topluma değer üstüne değer katanlar… Bizler üretiyoruz, onlar ise tüketmeyi bile beceremiyorlar” dedi.
Apışıp kalmıştım. Yıllarca sosyalist, hattâ komünist geçinen ve eylemlerin içinde yer alan dostum nasıl böyle şeyler söyleyebiliyor, nasıl böylesine pervasız konuşabiliyordu? Çok değil, yirmi yıl kadar önce ülkenin kurtarıcısı olarak gördüğümüz Türkiye İşçi Partisi TİP’in saflarında köylüleri, hamalları, kol ve beden işçilerini kutsayan biri şimdi nasıl oluyor da onları böylesine aşağılayabiliyordu? Bunu sâdece Ankara yerine İstanbul’un varlıklı semtlerinden birinde yaşıyor olmasıyla, ünlü sermayedarlarla düşüp kalkmasıyla, reklamcılıkta iyi para kazanmasıyla açıklayabilmek mümkün müydü? Bu sorular kafamda birbirine çarparken başka bir şeyi hatırladım. O yıllarda dillerde dolaşır ama kimdir, ne zaman nerede söylenmiştir bilemediğim bir söz vardı. Yanılmıyorsam, mahkûm solculardan birisi, hapishanede ziyaretine gelen bir yakınına “İbne halkımız, bizi anlayamadı” diye yakınmıştı. Gerçekten de öyleydi… Ne onlar anlayabildi ne de onlar için sözüm ona bir şeyler yaptığını sanan solcular… Hâlâ aynı aymazlıklar sürüp gitmiyor mu? Verdiğim, örnek, komünist militanlığın yüzeyselliğinden neoliberalizmin entelliğine geçişin yolunu da açmadı mı? O gün şaşkınlıktan kafamı toparlayamadığım için ona, proleter, işçi, köylü, emek, emekçi, üretici, sermaye gibi kavramları hâlâ birbirine karıştırdığımızı söylemekle yetindim. Yalnız kalıp sakinleşince, yeni mesleğimiz reklamcılığın beynimizi nasıl iğdiş ettiğini fark edip hem kahroldum hem de rahatladım. Bende reklamcılığa soyunduğuma göre beynime sâhip çıkmalıydım.
Nefrete dönüşen hayranlık
Beni reklamcı olmaya sürükleyen geçmişe dönüyorum. O yıllarda, ‘grafik’denildiği zaman hep apsisleri, ordinatları olan istatistik grafikleri anlardım da, bu cehâletin farkında bile olmadan reklam ajansı kurmuştum. Ajans’ta çalışmaya başlayan Ahmet adında bir grafiker ‘poster color’ boyalara ihtiyaç var dediğinde cehâletimi saklama gereği duymadan ne demek istediğini soracak kadar konunun dışındaydım ve ben de herkes gibi reklamı en iyi bilenlerden biri sanırdım kendimi. Cehâletin verdiği cesâretin tadını kim inkâr edebilir ki? Altı yıldır çalıştığım TRT’deki işimden sıtkım sıyrılmıştı ve reklamcılık yapmak istiyordum, nedense?
TRT’ye kuruluşunun altıncı ayında, 1964’te katılmıştım. Dünya Gazetesi’nin Ankara bürosunda çalışıyordum. Çok sevdiğim bir ortamdı. Patronumuz Bedii Fâik, gazetenin Ankara temsilcisi ise Zeki Sözer’di. Bedii Bey genellikle iki haftada bir işlerini izlemek ve siyâsîlerle görüşmek için Ankara’ya gelir, bize uğramayı ise hiç ihmal etmezdi. Ben onu, ortaokul yıllarında aksatmadan okuduğum, Falih Rıfkı Atay’ın Dünya Gazetesi’nden tanır, yazdıklarını çok iyi anlayamasam da, aydınlık ve çağdaş bir Türkiye için çaba harcadığını düşünür, doğru şeyler yaptığına inanırdım. Hele Yalancı adlı romanını okuduğumda, kendimi onun çocukluğuyla öyle özdeşleştirmiştim ki, yatılı okuduğum Niğde Lisesi’nin taş sınıflarında kendimi yalnız hissettiğim zamanlar onunki gibi bir romanyazmaya heveslenmiş ama becerememiştim. Onunla, yıllar sonra tanıştığımda,Yalancı adlı romanından çok etkilendiğimi ve ona öykünerek bir benzerini yazmaya heveslendiğimi bir türlü söyleyememiştim. Onun ‘yalancı’sı öylesine mâsum, öylesine mâzur ve öylesine sevimliydi ki, siyâsî ortamda tanık olmaya başladığım yalanları ve yalancıları başka bir sözcükle tanımlamak gerektiğine inanıyordum. Onun gibi ünlü bir gazeteci olma özlemiyle hayranlık duyduğum Bedii Fâik’ten, Türkiye’de giyilebilecek nitelikte bulamadığı için iç çamaşırlarını Londra’dan aldığını anlattığı günden itibaren de nefret etmeye başlamıştım. Ne hikmetse o yıllarda çağdaş ve ilerici geçinen herkesi potansiyel solcular olarak hayal ediyor, sonra da gerçek yüzleri ortaya çıkınca düş kırıklığına uğruyordum.
Ankara bürosunda, öteki gazetelere oranla çok zengin ve renkli bir kadroya sahiptik. O dönemin hem tiyatro sanatı, hem de dış politika muhabirliği ve yorumculuğu alanında en önemli adlarından Sermet Çağan ki ben onu daha önce Devlet Tiyatrosu’nda çalıştığım yıllardan tanıyordum. Deneyimli gazeteciler Levent ve Özer Esmer, Nurettin Tekindor, Selçuk Altan, Teoman Erel, foto muhabirlerimiz Özden Vardar ve Erol Olgundemir… Ne yazık ki, pek çoğunu çok erken yitirdik.
Pazarlıkla kurulan TRT’ye ilk adım
O günlerde, henüz kadrolaşmakta olan TRT, biz gazeteciler için ulaşılması güç bir hedefti. Kim bilir hangi torpilliler kadroya alınacak diye düşünüyorduk. Meclis’te TRT Yasası’nın görüşmelerini izlemiş, kulislerde dönen çetin pazarlıklara tanık olmuştum. Ülkenin geleceğini belirleyecek bir kurumla ilgili yasanın pazarlıklar sonucu, genel kurulda sadece el kaldırmayla yasalaşmasının bende bıraktığı izlenim, o kuruma olan güveni kökünden yok etmişti. Ama bir yandan da her şeye rağmen böyle bir kurumun oluşmasını dört gözle bekliyordum.Çünkü kısaltılmış adı TRT’de televizyon sözcüğünün ilk harfi yer alıyordu ve bir gün televizyon yayınına da başlayacaktı.
Bu düşünceler içinde Dünya Gazetesi’ndeki işime devam ederken, Zeki Sözer’in TRT Haber Merkezi’nde göreve dâvet edildiğini öğrendim. Bu, hepimiz için önemli bir gelişmeydi. Bir yandan Dünya Gazetesi Ankara Bürosu’nun sahipsiz kalacağını düşünüp üzülüyor, bir yandan da Zeki’nin başına devlet kuşu konduğu için çok seviniyorduk. Zeki bir gün beni bir köşeye çekip de, “Benimle TRT’ye gelir misin?” sorusunu yönelttiğinde çok şaşırdım. Demek ki, TRT düşündüğüm gibi kadrolaşmıyor, çok önemli bir gazeteci olmamama rağmen, dolaylı da olsa bana bile teklif gelebiliyordu. Bu gelişmeye şaşırmamın bir başka nedeni de benim bir Türkiye İşçi Partisi sempatizanı olmamın bilinmesiydi.
Zeki’ye,olumlu yanıt verdim ve ertesi gün, Haber Merkezi Başkanlığı’na getirilen Doğan Kasaroğlu ile görüşmeye gittim. Doğrusu bu görüşmeye gitmek hiç de içimden gelmiyordu. Çünkü bir bir buçuk yıl kadar önce kapanan Hareket Gazetesi’nden işsiz kaldığımda, birlikte çalıştığım İnci Tuğsavul (Sonradan haftalık ANT Gazetesi’ni çıkaran Doğan Özgüden’le evlendi. Hâlen Brüksel’de‘vatansız’ olarak yaşıyorlar) beni Akşam Gazetesi Ankara Temsilcisi İlhami Soysal’a önermiş,Doğan Kasaroğlu’nun ise İlhami Soysal’a, “Boş ver o suçlu suratlı adamı,ondan gazeteci olmaz” dediğini öğrenmiştim. Niçin suçlu suratlı olduğumu bir türlü anlayamamıştım. Buna rağmen, suratımdaki suçluluk izlerini belli etmemeye çalışarak, Doğan Kasaroğlu ile görüşmeye gitmiştim. Görüşme çok kısa sürdü. TRT Haber Merkezi’ne katılmayı neden istediğimi sordu. Oysa teklif,dolaylı da olsa ondan gelmişti. TRT’nin televizyon yayınlarına başlayacağını,televizyonda görev almak için TRT Haber Merkezi’ne katılmak istediğimi söyledim. “O zaman düşünürüz” sözü, bu konuda kendime olan güvenle birleşince, ilerde televizyoncu olacağım konusundaki inancımı güçlendirmişti. Ama “O zaman düşünürüz” kaypaklığının bana nelere mal olacağını ve mesleğimi, hattâ hayatımın akışını değiştireceğini anlamam mümkün değildi.
Siyasete inanç nerede başlar, nerede biter?
TRT Haber Merkezi’nde çalıştığım dört yıl boyunca pek çok sorumluluk üstlenmeme, pek çok boşluğu doldurmama rağmen, televizyon yayınları başladığında hâlâ TBMM’de görevliydim ve “O zaman düşünürüz” kaypaklığının kurbanı olmuştum. TBMM’de çalışmayı kesinlikle istemiyordum. Ben, son derece dürüst bir memur ailesinin çocuğu olarak yetişmiş, ahlaksızlığı, üç kâğıtçılığı, çıkar pazarlıklarını hiç tanımamıştım. Oysa TBMM’deki görevim süresince hep bunlara tanık olmuş ve hep bunların içinde yaşamıştım. O yıllarda Cumhuriyet Halk Partisi benim için bir dürüstlük simgesiydi. Ama o partinin saygın bir milletvekili Tapulama Kanunu’nun 33. maddesinde yapılan önemli bir değişikliği aslanlar gibi savunduğunda bu partiye, TRT’ye ve saygıdeğer Doğan Kasaroğlu’na olan inancım ve saygım anında sıfıra inmişti. Neden mi?
Tapulama Kanunu’nun 33. maddesinde yapılmak istenen değişiklik, bir kamu arazisini 20 yıl süreyle kullanmakta olduğunu (yani zilyedliğini), sadece iki tanıkla kanıtlayana, o araziyi, tapusunu alarak üzerine geçirme hakkını veriyordu. Bu madde, tam bir talan maddesiydi, CHP tarafından Meclise getirilmişti ve en büyük savunucusu da TRT Genel Müdürü’nün yakın akrabası CHP Çanakkale milletvekili Şefik İnan’dı. Meclis görüşmelerinin radyoda yayımlanan ‘Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde Bugün’ bülteninin o günkü yayın sorumlusu bendim. Bir yayın ilkesi olarak, milletvekillerinin konuşmalarını son derece hassas bir şekilde dengeliyor ve her birine eşit ölçüde yer veriyorduk. Ben de o gece için hazırlanan bültende, uzun ve hararetli bir konuşma yapmasına ve TRT odasına gelerek üç daktilo sayfalık konuşma metnini yayımlamam için bana vermesine rağmen, saygıdeğer CHP milletvekilinin söylediklerine de hak ettiği ölçüde yer vermiştim.
TBMM’de hazırlanan bülten, teleksle Haber Merkezi’ne geçilir, oradaki görevlilerce düzeltilir ve benim onayımla spikerlerce okunmak üzere servis aracıyla Radyoevi’ne gönderilirdi. Meclis’teki görevimi tamamlamış, saat onda yayımlanacak programın onayını verebilmek için Haber Merkezi’ne gelmiştim. Düzeltilip daktilo edilen metinler imzalamam için önüme getirildiğinde gördüm ki, Şefik İnan’ın konuşması hiç özetlenmeksizin, olduğu gibi bültene girmiş. Bunu kimin yaptığını sorduğumda, Doğan Kasaroğlu yanıtını almış, “O zaman bu bültenin yayın iznini de Doğan Kasaroğlu verir…”diye imzalamamıştım ve bülten, Kasaroğlu’na evinde imzalatıldıktan sonra yayımlanmıştı. Belleğim ihânet etmiyorsa, sevgili dostum Mustafa Yoldaş bu olayı çok iyi anımsayacaktır.
Yıllar sonra söyleniyordu ki, TRT Genel Müdürü’nün yakın akrabası olan ve partisinde bir erdem simgesi olarak gösterilen adı geçen milletvekilinin ve yakınlarının Trakya’da, 33. maddeyle mülkiyetlerine geçirdiği arazinin haddi hesabı yokmuş. Özellikle de Çanakkale yöresinde… Bu olay, dört yıldır tanık olduklarımın üzerine tuz biber ekmiş, TBMM’ye ve dolaylı olarak Türk tipi siyâsete karşı güvenimi iyiden iyiye sarsmış, devletin sefaleti duygusunun boşluğuna düşmüştüm.
Selvi gibi ümitler, döndü birer iğdeye…
Ben bu TRT tuzağına nasıl düşmüştüm? O günlerde inanılmaz bir şans sandığım TRT’li olmayı, içinde yaşadıkça bir talihsizlik olarak görmeye başlamıştım. İş yaşamımın TRT’de süreceği inancını da tümüyle yitirmiş ve yeni arayışlara girmiştim. Beş yıldır Haber Merkezi’nde çalışıyordum. Açık olduğu aylarda görevim Meclis’te devam ediyor, diğer aylarda ise haber merkezinin hangi biriminde boşluk varsa orada çalıştırılıyordum. Hani tam anlamıyla, “alavere dalavere Kürt Memet nöbete” durumundaydım.
1968’in ilk aylarıydı. Doğan Kasaroğlu Zeki Sözer’i, Özden Vardar’ı ve beni odasına çağırıp, televizyonun yakında yayına gireceğini, haber merkezi olarak bizim de bu gelişmede yerimizi almamız gerektiğini ve bir televizyon haber merkezi oluşturmak için çalışmaya hemen başlamamızın doğru olacağını söylemişti. Kasaroğlu’nun bu aşamada bizden beklediği, bir haber merkezinin kurulabilmesi için stüdyo, teknik donanım ve ilgili insan gücü gereksinimini saptamamız, bunun için ne ölçüde bir yatırım gerektiğini ve zamana dağılımını belirleyen bir rapor hazırlamamızdı. Kasaroğlu’nun odasından büyük bir heyecanla ayrılmıştık. Gözlerimizin içi gülüyordu. Beklediğimiz gün nihayet gelmişti. Televizyon yayınları, Mithatpaşa Caddesi’ndeki bir binanın bodrum ve alt katındaki stüdyolardan yapılacaktı. Televizyon haber merkezi ise, Genel Müdürlüğün de yer aldığı ana binada kurulacaktı.
Zeki, Özden ve ben, hummalı bir faaliyete giriştik. O günlerin sınırlı iletişim olanaklarıyla, BBC’den, Alman televizyon kuruluşlarından ve bildiğimiz diğer kaynaklardan benzer ihtiyaçlara ilişkin bilgiler edinmeye başladık. Bir yandan da binada haber stüdyosu için ayrılan bölümün krokilerini çiziyor, donanımın yerleşme planlarını yapıyorduk. Kısa bir süre sonra elimizde teklifler ve proforma faturalar toplanmaya başlamıştı. Özellikle yabancı dildeki bu ciddî belgeler elimize ulaştıkça, yaptığımız işin önemini ve ciddiyetini daha iyi anlamaya başlamıştık.
“Meclis açıldı, haydi bakalım”…
Aylarca süren çalışmalarımızın sonucunda ciddî bir rapor oluşmuştu. Eylül başlarında bu raporu Doğan Kasaroğlu’na sunduk. Bizi dikkatle dinledi ve teşekkür etti. Televizyon haber merkezinin kurulması talimatını beklerken günler, haftalar geçti, Meclis’in açılış günü geldi çattı. Bu duruma kulak asmadan haber merkezindeki görevime devam ediyor, arkadaşlarımdan “Meclis açıldı, haydi bakalım” tarzında uyarılar alıyordum. Meclisin açılışının üçüncü günü, öğle yemeği sonrasıydı. Haber merkezinin büyük salonuna önce haber müdürü Muammer Yaşar Bostancı girdi. Beni masamda oturur bulunca, kendine özgü alaycı üslubuyla, “Şahinim, sen kendini bir an önce Meclis’e atsan iyi olur. Doğan seni burada görürse fena bozulacak” dedi. Bu, bana iletilen, dolaylı bir Doğan Kasaroğlu talimatıydı. Hiç oralı değildim ve televizyon haber merkezi konusunda bana verilen sözün beklentisi içindeydim. İki gün daha böyle geçti. Arkadaşlarımın uyarıları artmıştı ve herkes direnmemem öğüdü veriyordu: Ahmet Oktay, Haluk Tuncalı, Nizam Payzın, Basri Balcı, Günal Sayın, Hüsamettin Çelebi, Hüsamettin Ünsal, Altan Aşar, Aycan Giritlioğlu… Ama benim de iflah olmaz inadım tutmuştu ve TRT’den ayrılmayı göze almıştım. Meclis’te çalışmayacaktım. Doğan Kasaroğlu her an beni çağırıp, meclise gitmeyişimin hesabını sorabilirdi. İstifa dilekçemi cebime koydum ve beklemeye başladım. Boşa beklemediğimi anlamam çok sürmedi. Kasaroğlu’nun sekreteri sevgili Güler Küpçü patronunun beni beklediğini söyledi.
Kasaroğlu, odasına girdiğimde, oturmamı bile önermeden, son derce kontrollü bir öfkeyle, “Sen üç gündür Meclis’teki işine gitmiyormuşsun?” dedi. Serinkanlılıkla, kendisinin verdiği söz gereği televizyon haber merkezinin kurulmasında görev almayı beklediğimi, bu nedenle de Meclis’e gitmediğimi ve gitmeyeceğimi söyledim. Öfkesini saklamaya çalışıyor ama zorlanıyordu. Belli ki işine yarayan bir elemanını kaybetmek istemiyordu ama, ödün vermesi de mümkün değildi. “Sen bundan böyle münhasıran Meclis’te çalışacaksın. Televizyonu falan da unut!..”dedi. Bekliyordum. Hiç istifimi bozmadan cebimden istifa dilekçemi çıkarıp masasına koydum ve soğuk bir ifadeyle “Ben de bundan böyle münhasıran ne Mecliste ne de TRT’de çalışacağım…” dedim ve arkamı dönüp odadan çıktım.
Geleceğimle ilgili büyük ümitler taşıdığım, yıllarımı verdiğim, tüm güçlüklere ve sevimsizliklere rağmen sıkı dostluklarla çalıştığım TRT’den ayrılmak içimde büyük bir yıkım yaratmış, bu duygu daha Kasaroğlu’nun odasından çıkarken yüreğime oturmuştu. Ama ben inatçı ve keskin kişiliğimle, karar verdiğim anda köprüleri atar, gemileri yakardım. Bu kez de öyle oldu. Arkadaşlarımın ricalarına, Doğan Kasaroğlu tarafından evime kadar gönderilen Zeki Sözer’in ısrarlarına rağmen kararımı değiştirmedim, sadece, iki yıldır kullanamadığım yıllık izinlerimin verilmesini istedim. Bu dileğim geri çevrilmedi ve ben 1970’in ilk aylarında TRT’den tamamen ayrıldım.
Kese kâğıdıyla başlayan reklamcılık sevdası
Ne yapabilirdim? Evliydim, altı yaşında bir kızım vardı. Eşim çalışıyordu ama onun geliriyle yaşamımızı sürdürebilmemiz mümkün değildi. Üstelik, her kamu görevlisinin olduğu gibi benim de bir yığın borcum vardı. Herhangi bir haber kuruluşuna girerek gazeteciliğe devam etmeyi hiç düşünmüyordum. TRT’de yaşadığım bu düş kırıklığını, önceki yıllarda gazetelerde yaşadıklarımla birleştirince artık gazetelerde iş aramam, bulmam ve çalışmaya başlamam benim için anlamsız ve kişiliğime ters düşen bir davranış gibi geliyordu. Aslında yaptığım işi çok sevmeme rağmen, TRT’de çalıştığım yıllarda beklediğim tatmine ulaşamadığım için reklamcılığa özenmeye başladım. Hattâ bu özlem sadece bende değil, Zeki Sözer,o dönemin önemli spikerlerinden Zafer Cilasun, Gökçen Solok ve başka arkadaşlarımda davardı.
Hiç unutmuyorum, bir gün öğle tatilinde Ziya Gökalp Caddesi’nin girişindeki Flamingo pastanesinde ben, Zeki ve Gökçen oturmuş, hararetli hararetli reklam konuşuyorduk. Parlak reklam fikrimiz ise, Samanpazarı ve Atpazarı’nda üretilen kraft kese kâğıtlarının üzerine reklam almaktı. Çok heyecanlanmıştık ve bu işin büyük para kazandıracağına inanıyorduk. O dönemin reklama en uygun ürünleriyle ilgili mânîler ve dörtlükler mırıldanmaya bile başlamıştık. Bu düşünceler hep iyimser hevesler olarak kalıyordu ama bir yandan da reklamcılığı bende bir ideal, bir idol haline getiriyordu.
Arayışlar içindeyken, bir rastlantı sonuca giden en önemli adımı atmamı sağladı. Ankara’da Selim Sırrı Tarcan Spor Salonu… Türkiye İşçi Partisi kongresi… Kongrede, üye değil inançlı bir sempatizan olarak izleyici bölümündeyim. Bir ara parti yöneticilerinden yakın arkadaşım Yalçın Cerit yanıma geliyor ve arka sıramızda oturan iki kişiyi göstererek, o paldır küldür tavrıyla “Siz muhakkak tanışmalısınız” diyor ve beni Sevim Onursal ve Kor Kocalak’la tanıştırıyor. Sevim Onursal, kısa kesilmiş sarı saçlarının üzerindeki lacivert beresi, sâde, yarı spor şık giyimi ve bakışlarına yansıyan kendinden emin tavrıyla orta yaşın güzelliğini yaşayan bir kadın, Kor Kocalak ise benim yaşlarımda, ince yapılı, biraz bulanık bakan, yakışıklı bir genç. Bu tanışmanın peşinden Kor Kocalak ve Sevim Onursal’ın, o yıllarda Ankara’nın, hattâ Türkiye’nin ilk gökdeleni olan Kızılay’daki Emek İş Hanı’nın on sekizinci katında Stüdyo İn adlı bir grafik atölyeleri olduğunu öğreniyorum. Yalçın Cerit’in, tanışmamız gerektiğini söylemesinin nedenini de böylece anlamış oluyorum.
Sanırım bir hafta kadar sonra Stüdyo İn’e gidiyorum. Buzlu cam gibi kirli camların arkasından, Ankara’yı ilk kez o kadar yüksekten seyredebiliyorum. Beyaz ıhlamur ağacından yapılmış masalarla köşesine bağlanmış ve sonradan akrobat denildiğini öğrendiğim özel lambalarla, o güne kadar hiç tanımadığım birtakım reklam araç ve gereçleriyle tanışıyorum ve etkileniyorum. Emek İşhanı’nın hemen bitişiğindeki Amerikan Haberler Merkezi’nin işlerini yapıyor olmaları biraz rahatsızlık veriyor. Yalçın Cerit bu iki insanı da bana Türkiye İşçi Partili ve sosyalist olarak tanıtmıştı da bu Amerikan Haberler Merkezi’nin işleri ne demek oluyordu?
O gün Sevim Hanım ve Kor’la uzun uzun konuşuyoruz. Onların grafik çözümlemelerine ben fotoğrafla katılabileceğimi, hattâ o güne kadar yaptığım kitap kapaklarından söz ederek, grafik konusunda da destek olabileceğimi, ancak asıl yapmamız gerekenin reklamcılık olduğunu söylüyorum. Onlar da bu görüşe katılıyorlar. Bulundukları ortamdan çok memnun değiller ve bir an önce Emek İşhanı’nın sınırlayıcı koşullarından kurtularak bağımsız bir mekânda çalışmak istiyorlar. Bu beklenti de işbirliğimizin itici etkenlerinden birini oluşturuyor. Birkaç hafta sonra Kızılay’da, İnkılap Sokak 3 numaradaki iş hanının üçüncü katında buluyoruz kendimizi. Hummalı bir faaliyete girişerek ajans kurmaya başlıyoruz ve binanın ön yüzüne ‘Odak Fotoğraf ve Reklam Stüdyosu’ yazan bir tabela asıyoruz.
Kayseri Hacılar’da “köpeklerin saldırısı” sonucu bir gencin ölmesinin ardından, alışılageldiği üzere, hayvan hakları savunucuları ve hayvanseverler suçlandı.[1] Bir hayvan hakları savunucusunun bu ölüm karşısında duyarsız olabileceğini sanmıyorum. Ancak, türcülük eleştirisi karşısında mevcut paradigmayı korumaya kalkanlar, refleks olarak hemen bu mizantropi (insan düşmanlığı) yaftalamasını yapıyorlar. Feminist hareket de uzun dönem, erkek düşmanlığı ile suçlanmıştı.
Acılı ailenin tepkilerini anlayabiliriz, ateş düştüğü yeri yakar. Genç bir insanın ölümü üzücü. Ama cenazede “hayvan hakları”ndan bahseden müftüye tepki gösteren cemaati müsliminden epey kişinin de bu acı olayda masum olmadığını da söylemek durumundayız; onlara düşen payı da belirteceğim aşağıda.
Köpekler saldırır mı? Evet saldırır. İnsan köpekler için bir “tabu” olmasına, insan öldürmeye yönelik güdüleri olmamasına rağmen (yoksa köpek saldırıları sonucu her gün ölüm haberleri duyardık, özellikle kırsal bölgelerde) insan eli değdiğinde bu mümkün olabiliyor.[2] Ama burada tartışılması gereken saldırırlar mı/saldırmazlar mı olmaması gerekir. Bizatihi bu sorunun kaynağındaki insanı tartışmalıyız.
Gelelim Hacılar olayına. Bu “sokak hayvanları”nın “sorun”laştırıldığı ne ilk ne de kuvvetle muhtemel son olay olacaktır. Çünkü bu “sorun”un bütün aktörleri/bileşenleri bu “sorun”un çözümünden değil, devamından yanadır. Hiçbir zaman “sokak hayvanları” diye adlandırdıkları canlıların karıncalar gibi topraktan mı çıktığı, gökten mi düştüğü, kaynağının ne olduğu sorusuna cevap vermeyeceklerdir. Bakalım bu aktörlere.[3]
Devlet
Devletin sokak hayvanları “sorun”unu çözmeye yönelik ilk girişimi, 1911 yılında 60-70 bin köpeğin İstanbul’dan toplatılıp, Hayırsızada’ya atılması ile başlar. Köpekler açlık ve susuzluktan, birbirlerini parçalayarak ölürler. Ama yine de “sorun” çözülmemiş olacak ki, bir süre sonra İstanbul Belediye Reisi olan Cemil Topuzlu, anılarında 30 bin köpeği yavaş yavaş imha ettirdiğini yazmakta sakınca görmez.[4]
Bu tür türkırımları, 2000’lerde Hayvanları Koruma Kanunu çıkana kadar sürer. Yasa öncesinde imha işleri, belediye görevlilerince sokak ortalarında aleni biçimde, zehirleyerek veya tüfekle vurarak yapılırdı. Kimi zaman bazı belediyeler kuduz bahanesi ile çoluk çocuk dahil olmak üzere halkı, üç-beş kuruş vererek kedi-köpek avına çıkartırdı. Yine hatırlamakta fayda var: Örneğin 12 Eylül gibi büyük acılara yol açmış bir dönemde, belediye başkanlığına tayin olunan Abdullah Tırtıl ve ardından gelenler döneminde katliama hız verildi. “İstanbul Belediyesi Veteriner İşleri Müdürlüğü’nün 1984 yılı kayıtlarına göre üç yıl içinde 88.153 köpek ve 3089 kedi öldürülmüş”tür. Seçimle birlikte belediye başkanı olan Bedrettin Dalan da bu türkırımları ile adını bu utanç verici karanlık tarihe büyük harflerle yazdırmıştır.[5]
İBB Kısırkaya toplama kampı
1990’ların ortalarında açılan, hayvanseverlere ölümü gösterip, sıtmaya razı eden barınaklar yasa gereği hızla yayılır. Artık “İmhalar” ya barınaklarda ya da geceleri sokaklarda, gizlice yapılır. Hayvansever kitlenin büyümesi, tepkilerin artması belediyeleri dolaylı ölüm yollarına sevk eder. Toplatılan köpekler, diğer belediye sınırlarına ya da ormanlara atılır. Yoğun kısırlaştırmalar da başlamıştır. (Tabii ki bu anlattıklarımız bazı büyük şehirlerdeki seyirdir, taşrada ve küçük yerlerde, nüfus kontrolü, ya resmî görevlilerce ya halk tarafından dişi köpeklerin ortalık yerde vurulması ile gerçekleşmeye uzun süre devam etmiş, epey yerde de devam etmektedir.) Yasaya göre belediyeler artık veteriner istihdam etmek zorundadır. Ama bu hizmet de “imha”da kullanılır çoğu zamanlar. Şimdi bu resmî kurumların Hacılar olayındaki tavırlarına bakalım.
Hacılar’da Devlet-Belediye
Hacılar Belediye Başkanı Bilal Özdoğan olay sonrası şu açıklamayı yapıyor:
“Çocuklarımıza saldıran köpek sayısıyla ilgili net bir bilgi ulaşmadı. Belediyemiz başıboş köpekleri düzenli olarak topluyor, Büyükşehir barınağına ulaştırıyor. Ama çok anlık bir mesele. (…) Düzenli işlem yapmamıza rağmen ilçemizin merkeze çok yakın olması nedeniyle bırakılan köpekler olduğunu görüyoruz. Şikayet üzerine sürekli toplamalar var. Bu bölgede de dün 5 köpek alınmış, kayıtlarımızda var. Gün içerisinde de 170 köpek Büyükşehir barınağına teslim edilmiş durumda.”[6]
Kayseri Büyükşehir Belediyesi’nin açıklaması ise şöyle:
“Büyükşehir Belediyesi olarak her konuda olduğu gibi sokak hayvanları konusunda da kanun ve yönetmelikler çerçevesinde hassasiyetle üzerimize düşeni yapmaktayız. Büyükşehir Belediyesi’nin bazı sosyal medya hesaplarında iddia edildiği gibi köpek toplama gibi bir görevi ve uygulaması yoktur. Büyükşehir Belediyesi, ilçe belediyeleri tarafından toplanan köpekleri bünyesinde oluşturduğu Köpek Barınma Evi’ne tutanakla kabul ederek bu köpeklerin veteriner hekimler tarafından muayenelerinin yapılmasını sağlar, hastalık ve saldırganlık açısından tespitlerini yaptırır. 10 günlük süre içerisinde de temiz çıkan köpekler, kısırlaştırma ve mikro çip uygulaması yapılarak sahiplendirilir, sahiplendirilemeyen köpekler ise tekrar teslim eden ilçe belediyesine tutanakla iade edilir.”
Görüldüğü gibi belediyeler ezberlerini sürdürüyorlar, düzenli olarak toplama yapıp, barınaklara doldurduklarını asli görevlerini yerine getirmenin huzuru ile dile getiriyorlar.
Gelelim devlet erkânına. Hacılar kaymakamı öfkeli ve iddialı. Mevcut koruma yasasına kızıyor, elinin kolunun bağlandığını düşünüyor:
“Barınakla yapmakla o iş olmuyor, barınağa götürülen köpekler buraya bırakılıyor. Hayvanlarsa, serbest yaşam hakkı tanıyor kanun. Bizim yapacağımız o kanunla ilgili mecliste gereğinin yapılmasını sağlamak. Burada belediyenin kusuru yok. Belediyede şikayet edilen memur bu konuda gereğini yapmadıysa biz yarın gereğini yapacağız. Yarından itibaren Valimizin de desteklerini alarak bizzat bu işi 1 ay içinde çözeceğim. Şubatta bu sorunları çözmüş olarak karşınıza çıkacağım.”
Hacılar toplama
Nerede o eski zamanlar, yasanın falan olmadığı. Şimdi zorunlu olarak sözünü yerine getirip “imha”yı gizlice yapmak durumunda! Oysa bu “sorun”un bir tarihi olduğunun farkında değil. Seneye yerine/yerlerine bir başka kaymakam geldiğinde meydana gelecek bir olayda benzer demeci vereceğine iddiaya girebiliriz. Yasaları suçlu buluyor, yasaların bunu eskiden olduğu gibi aleni yapmasına izin vermeyip, zorluk çıkarmasından şikâyetçi. Ne soruna dair bir ilgisi ne de bilgisi var!
Peki Vali Şehmus Günaydın desteğe hazır mı? Her daim duyduğumuz resmî açıklamayı yaptığına göre hazır:
“Bu konuda hemen adli ve idari soruşturmalar başlatıldı. Bu olayın bütün yönleriyle araştırılması için gerek cumhuriyet başsavcılığımızca, gerek milli eğitim müdürlüğümüz gerekse kaymakamlığımızca. Hiç kimsenin şüphesi olmasın, en ince detayına kadar gerekli soruşturma yapılacak. Bu konuda suçu, ihmali olan kim varsa adli ve idari işlemler yapılacak, bundan kimsenin şüphesi olmasın.”[7]
Velhasıl devlet-belediyeler, bugün de yüz yıldır bildiğimizden farklı bir hareket içinde olmayacak! Ülkede ne kadar soğan üretildiğini kimler tarafından depolandığını bilen devlet, köpeklerin kimler tarafından çiftliklerde üretildiğini, kimler tarafından alınıp-satıldığını, takas edildiğini, “sahip”lendirildiğini, barınaklara doldurulduğunu, sokaklara, parklara bırakıldığını, vb. bilmiyor; ya da doğrusu bilmezden geliyor![8] Bu konuda toplum tarafından zorlanmayacağını da biliyor. Sorunun kaynağı olmak konusunda toplumla olan ortaklığını bozmak istemiyor.
İBB’nin kendi broşüründen
Ayrıca “çalışıyor” görünmesine de vesile oluyor, övünebiliyor icraatlarıyla. Mesela nüfusun dörtte birini idare eden, bu alanda da uzak ara önde olan İBB, kısırlaştırma sektöründeki rekoltelerinden gururla bahsedebiliyor, devasa barınaklar inşa ediyor.[9]
Ya Toplum!
İnsan-köpek ilişkisi, toplumsal değişimlere ayak uydurarak/uydurmayarak sürüp gidiyor. Kırsal kesimde bekçilik görevinde istihdam edilen köpekler, Doğan Kuban’ın söylediği gibi şehirlere köylülerce getirilmiyor, şehir tarihi kadar eskiler.[10] Ama her toplumsal değişim onların durumunu zora sokuyor. Önceleri mahallelerde yaşayıp giderlerken, zamanla küçük cinsler üst sınıf evlerde “süs” olarak bulundurulmaya başlıyor. Nüfus artıyor, orta sınıflar büyüyor, kedi-köpek edinme katlanarak artıyor. Kedi-köpek merakı da büyüyor. Çocuklar istiyor, karne hediyesi olarak, oyuncak olarak alınıyor, sevgilisine doğum günü hediyesi oluyor, evlere hapsediliyor, yazlıklarda eğlence oluyor. Villalarda, işyerlerinde ise bekçilik işlerinde istihdam ediliyorlar.
Ancak bu artışla paralel sokaklara, parklara ya da barınaklara atılıyorlar, yazlık yerlerde geride bırakılıyorlar. Çünkü bahane, mazeret çok: Çocuğu yurtdışına okumaya gidiyor, kızı doğum yapıyor, çocuklara hastalık bulaşır diye korkuyor, yazlık evde oluyor da kışlıkta olmuyor, tülleri tırmalıyor, yere işiyor, tüyleriyle başa çıkılamıyor, tüyü kist yapıyor, veteriner masraflarına para yetişmiyor, elini tırmalıyor/ısırıyor, sürekli seyahat etmek zorunda kalıyor, evleniyor eşi istemiyor, alerjisi çıkıyor ve benzeri akla hayale gelmedik bahanelerle hayvanlar oraya buraya terk ediliyor. Bu o kadar doğal görülüyor ki, kimse bu yaptığında bir tuhaflık görmüyor. Hayvanların yaşam mücadelelerine destek olan herkesin bildiği yüzlerce örnek vardır bildiği (ben sayabilirim mesela böyle yüzlerce örnek!).
Kısa geçiyorum, toplumda “pet modası” arttıkça, “sahiplenme” arttıkça, sokağa atılan, barınağa tıkılan dağlara taşlara atılan hayvan sayısı da aynı oranda artıyor. Bu ayrıca toplumda sık sık ortaya çıkan sokak hayvanlarından şikâyetlerdeki ikiyüzlülüğe de yol açıyor. Sorunun gerçekten çözülmesi konusunda devletten-belediyelerden şikâyetçi olamıyorlar, talepleri hep toplatılmaları yönünde oluyor. Ama biliyorlar ki, kendileri olmasa bile eşleri-dostları evcil hayvanlarını sokağa atmışlardır. Bunun unutulmasında fayda vardır. Yukarıda bahsettiğim gibi Hacılar’daki cenaze namazında müftüyü protesto eden cemaatin içinde de bunu yapanlar illaki vardır. Ama toplum sokağa atmayı, barınağa teslim etmeyi o derece hakkı olarak görüyor ki, aynen çöpünü kapıya bıraktığından farklı görmüyor. Bir farkı var, vicdanı da pırıl pırıl kalsın diyenler, “daha iyi yaşar” dediği bir bölgeye götürüp atıyor.
Sektörün Büyüyen Ekonomisi Ve Rantçılar
Bütün bu gelişmelerle birlikte gitgide büyüyen bir pet ekonomisi çıkıyor ortaya; pet mağazaları, küçük-büyük üreticiler, internet satıcıları, ithalatçılar, mamacılar, aşıcılar, kısırlaştırmacılar, veterinerler, pet aksesuarları, güzellik yarışmaları, köpek dövüşleri vb… Milyon dolarlık cirolardan söz ediliyor artık. Popüler kültür ikonları illaki kedisi köpeği ile poz veriyor medyaya, bu alana yaptıkları bağışlar ile reklamlarını yapıyorlar.
Elbette bu kadar hızlı büyüyen bir sektör, fırsatçılar için de iştah açan bir rant kapısına dönüşüyor. Hayvansever kılığında birçok kişi sektöre hücum ediyor. Sürekli yardımlar toplanıyor, kampanyalar yapılıyor. Bu işten ciddi gelirler elde edenler ortaya çıkıyor. Zaman zaman bazıları deşifre oluyor, ama boşlukları hissedilmiyor, yerlerini hep birileri dolduruyor. Ekonominin genelinde var olan kayıtdışılık, bu alanda da var, hatta fazlasıyla var! O kadar ki, bunları gayet iyi bilenler bile kabulleniyor, normal görmeye başlıyor.
Bütün bu çark içinde kedi ve köpekler, hakları olan birer canlı değil, meta olarak varlar. Ayrıca ekonomik rakamlar içinde bir kalem olarak doğrudan yer almaları sınırlı. Katma değerleri, mamadan, veterinerlik hizmetlerinden, ilaçtan, lüks tüketimden vesaireden geliyor. Ama küresel ekonominin bildik yasaları burada işlemiyor. Çünkü kedi köpek ucuz bir meta. Dünya ekonomisinde metaların fiyatları birbirine yakın hale gelirken, Türkiye’de kedi-köpeğin fiyatı Batı standartlarının çok uzağında kalıyor. Ki çoğunun sefil olmasını da unutmayalım. Nasıl ki, fiyatı düşen, mesela sebzeler, imha ediliyorsa, o derece değersizler.
Geldik Hayvanseverlere
Yukarıda saydığımız aktörler, “sokak hayvanları”nın makûs kaderini değiştirme ihtimalleri ve talepleri olmayanlar, tersine çıkarları gereği pastanın büyümesinden memnunlar, ne kadar çok üretilir, tüketilirse kazançları artıyor; geriye kalıyor, hayvanseverler, hayvan hakları savunucuları.
Buradaki en büyük sorun hayvansever kitlesinin de büyük bir bölümünün bu işleyişin sonucunda atılan kedi-köpeğin sokaklarda yaşamasını “doğal” kabul ediyor olması. Bu yüzen bütün mücadelesini, enerjisini bu sistemi sürdürmeye harcıyor. Oysa referans verdiği geçmiş, bütün değişimler sonucu tamamen değişti, değişmeye devam ediyor. Kentin hakimi otomobiller; otobanlar, caddeler, geçitler, köprüler… İnsanlar eski mahallelerden gökdelenlere taşındı. Yani kedilerin, köpeklerin de yaşayabildiği eski küçük sokaklar, bahçeler kalmadı artık. Ayrıca ülkemizde büyük kentlerde toplumun sokak ile ilişkisi bir aidiyet ilişkisi içermez, kendisini sokağın bir parçası olarak görmez. Nitekim kamuya ait meydanlarımız da pek yoktur. Devlet oldum olası toplaşmaların olacağı kamusal mekânlardan hazzetmemiştir. Sokaklar pek tekin görülmez yani. Peki o halde, niye bildik bileli topluma kapatılmış bu kent sokaklarında yaşamaya hayvanları mahkum ediyoruz? Bu haliyle, bu kentlerde kedilerin, köpeklerin sokaklarda yaşayabileceğini iddia edenler, kısa süreliğine de olsa sokaklarda yaşamayı düşünürler mi acaba?
Neticede, kedi-köpek için sistem tüketim sloganındaki gibi, “kullan at” şeklinde işliyor, birileri alıyor sonra terk ediyor, belediyeler öldürmez ise, toplayıp barınaklara, ormanlara atıyor. Birileri de korumaya, “sahip”lendirmeye, beslemeye çalışıyor. Kısır döngü sürüp gidiyor. Ömrü ortalama 15 yıl olan bu canlılar, ortalama bir yılı tamamlamadan hastalıktan, arabaların altında ezilmekten, açlıktan ölüyor. Resmî kurumların kaydı olmuyor, ama hayvanseverin de kaydı yok. Kedi ve köpek olarak varlar, tek tek birey olarak yoklar, hep kediler, köpekler oluyor civarında; biri ölüyor, öbürü geliyor (hepsini tek tek ismen çağıran beslemeci-koruyucuları tenzih ediyorum).
Hayvanseverlerin, bu terk edilen hayvanların yaşamaları için verdiği mücadele araçları, bir noktadan sonra amaca dönüşüyor. Barınakçılar, kısırlaştırmacılar, sahiplendirmeciler, mama dağıtıcıları vb. kendilerini bu çözüm araçlarına adamış bir hale geliyor. Diğer taraftan “kendini adamış” insan profilleri oluşuyor, bir üstünlük halesiyle herkese tepeden bakan, bir “kendini yücelten” insan olma hali.
Üstelik öyle böyle değil; insanüstü çabalarla fedakârlık destanları yazılıyor, zahmetli ve yıpratıcı bu sektörlerde enerjiler tükeniyor. Evet yorucu, ama çaresizlikten ezberin kolaycılığına da sığınılıyor. Haliyle çözümler üzerine bir şey duymak istenmiyor.
Çaresiz miyiz?
Olmamamız gerekiyor. Saydığım kesimlerin, bu “kurulu düzeni”n yüz yıl daha sürmesinden bir kayıpları yok, tersine çıkarları var. Ama bizler, hayvan hakları savunucuları, sokaktaki bu canlıların “kader”ine isyan etmeliyiz öncelikle.
Öncelikli hedefimiz bu kadar kolay, kayıtsız kuyutsuz sokaklara atılmalarını engellemek olmalı. Satın alan, değiştiren, eşe dosta dağıtan, sokağa, parka, üniversite bahçelerine, dağa, bayıra, Adalara, Moda’lara bırakan… bunların hepsinin takibi gerekiyor. Devletin-belediyelerin karşısına bu taleple dikilmeliyiz. Bir meta olmalarını sorunlaştırmalıyız; mesela yeni yasa tasarısında da bunda ısrar ediliyor, hâlâ malı zarara uğramış sahipler üzerinden cezalandırma formülleri aranıyor!
Elbette halihazırda sokaktaki canlıların yaşam mücadelelerini sürdürmelerine destek olmaya sonuna kadar devam edelim. Ama her şeyden önce her sokaktaki canlıları kayıt altına alalım, bir “kedi”, “köpek” olarak değil, kimlikleri ile var olabilsinler. (Çipleme gibi bir yöntem var mesela, ve belediyelerce göstermelik olarak kullanılıyor.) Hangileri ölüyorlar, kalıyorlar, bilinsin hep. Kimilerinin kullandığı tabirle “kimsesiz hayvan” kalmasın. Olabildiğince hepsinin koruyucusu, hamisi olsun.
Ama bunu sadece bildiğimiz yollarla yapmayalım, mesela yollara mamalar dökerek olmasın bu. Beslenme odakları, barınma odakları, vb. bunları hep daha iyiye doğru geliştirelim. Çöplerde tuvalet kâğıtlarına bulaşmış, bozuk yemek artıklarını yemesinler. Yani sokakları onların daha iyi yaşamaları için değiştirebiliyor muyuz, yollarını arayalım. Bu değişiklikleri yapabiliyorsak, zaten o sokaklar bizler için de daha iyi daha yaşanılası yerler olacaktır mutlaka.
Bu işten rant elde edenlerle de mücadele edelim. Ayrıca sınırsız sorumsuzluktaki, “iyi niyetli”, üstelik bazıları da “hayvansever” olan hayvanlarını terk edenlerin, oraya buraya taşıyanların yol açtıkları bu sorun karşısında hiçbir şey olmamış gibi ortalıkta dolaşmalarına da tepki gösterelim.
Tüm bunları ve daha kimbilir neleri, ancak örgütlü olarak, geniş ağlar içinde yapabiliriz. Çünkü, evi su basmış, kovayla sular boşaltılmaya çalışılıyor ama vanayı kapatmayı kimse düşünmüyor, belki de istemiyor. Bu durumu değiştiremezsek, daha kimbilir kaç yüz bin kedi köpek kısırlaştırılacak, kaydı kuydu olmadan ölüp gidecek; reklam ve tanıtım filmlerinde o sevimli halleriyle, gerçek tersyüz edilerek sömürülmeye devam edecekler ve kimbilir kaç kuşak da ellerinde mama poşetleri kendisini kahrederek yaşayıp gidecek!
Velhasıl Mehmet Özer’in ölümünden sadece köpekler sorumlu değil, hemen herkes oradaydı. Bu trajedi sona ersin artık. Ne kediler, köpekler ölsün ne de Mehmet Özerler…
[1] Eleştiri ve önerileri için Mine Yıldırım’a teşekkür ederim.
[2] Saldırganlık eğitimi verilen köpekler, bekçi olarak yetiştirilen köpekler, güvenlik teşkilatlarının istihdam ettiği köpekler, özellikle koruma bölgelerine girildiğinde ölüme sebebiyet verebilirler. Ayrıca birçok köpek türü, melezleştirmeler yoluyla daha güçlü, daha saldırgan olabilecek tarzda üretilmişlerdir, bunu da unutmayalım. Dünyada istatistiklere girmiş, ölümlü saldırı olayı var epeyce. Sokak köpekleri ise tehdit edilmedikleri sürece, kolay kolay saldırmazlar.
[3] Bunların hepsi ayrı ayrı uzun yazıların konusu, burada kısa geçmek zorundayım.
[6] Aynı belediyenin, bir hafta önce donmak üzere olan beş köpek yavrusunu kurtarma haberi ile medyada göründüğünü not edelim.
[7] Hep şüphemiz var. Örneğin internet taramasında karşımıza çıkan, geçen sene Kayseri Sarıoğlan’da köpek dövüştürenlere bir operasyon yapıldığı haberlerini okuruz. Bayağı katılımı olan bir organizasyon üstelik. Bu kişilere para cezası vermenin dışında bir işlem yapılmış mı, tekrar köpek edinmişler mi? Bu ve başka dövüşler devam ediyor mu?
[8] Bir tanesi en azından sorunun bir kısmına dair çok doğru şeyler söyledi. Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mustafa Tuna, yönetime atandığında, “Pet shoplarda köpek satışının yasaklanması lazım. Ayrıca bir hayvanın satışının, bir emtia gibi satışının çok doğru olmadığını düşünüyorum. İnsani değil. Hayvan bir meta değil ki, kalem, kitap, ayakkabı değil ki. Hayvan, o da bir canlı. Onu köleleştiriyorsun. Onun öyle satılmaması lazım.” Ama icraata geçince, daha büyük bir barınak yapıp, sokağa atmayın, barınağa getirin deyip bildik ezbere dönüverdi.
[9] Örneğin İBB 2008-2107 arası 120 bin kısırlaştırma yaptığıyla övünüyor. Akıbeti meçhul yüz binlerce hayvan demek bu. Kısırlaştı, sonra ne oldu bilinmiyor! Epey önce İBB sitesinde 2004 ve 2011 tarihleri arasında; 39 bin 372 kısırlaştırma yapıldığı bilgisi vardı, şu anda erişilemiyor. Bir de ilçe belediyelerini eklerseniz, akıl almaz rakamlar çıkıyor ortaya.
NAP Fuarcılık tarafından hayata geçirilen Yeni Nesil Kitap Fuarı, bu yıl ilk kez 11 – 20 Ocak 2019 tarihleri arasında Zorlu PSM’de düzenleniyor. Kitapseverlerin yazarlarla sahne alacağı ve ilk kez bir kültür sanat merkezinde düzenlenecek Yeni Nesil Kitap Fuarı İstanbul; ziyaretçilerini ağırlayacak.
Şehir merkezinde teknolojik altyapısı, devasa sahnelerde imza günleri ve ayrıcalıklı etkinliklerle okuyucular, yazarlar ve yayınevlerine bambaşka bir deneyim sunacak olan Yeni Nesil Kitap Fuarı kitapseverlerle buluşmaya hazırlanıyor.
Teknolojik altyapı ile gençleri okumaya teşvik etmeyi hedefliyor
İnsanların kitaplara ulaşmak için harcayacağı zamanı en aza indirmek amacıyla İstanbul’un merkezinde bu yıl ilk kez gerçekleştirilecek kitap fuarında; 10 gün sürecinde imza günleri, söyleşiler gibi 160 etkinlik ve çok daha fazlası ziyaretçileri bekliyor. İlber Ortaylı, Ahmet Ümit, Ayşe Kulin, Ataol Behramoğlu, Kahraman Tazeoğlu, İpek Çalışlar, Müfit Can Saçıntı, Prof. Dr. Mikdat Kadıoğlu, Mavisel Yener, Işık Öğütçü, Cemalnur Sargut, Emel Başdoğan, Serdar Aksu, Sevinç Erbulak, Murat Gürsoy, Sevil Atasoy, Sinan Canan, Meltem Şarkışlalı, Sinan Akyüz, Barış Muslu gibi çok sayıda değerli isim de fuarda imza günleri ve söyleşilerle okuyucularla buluşacak. Teknolojinin hızla gelişim gösterdiği bir dönemde teknoloji ile kitapseverleri buluşturarak okumaya teşvik etmeyi hedefleyen Yeni Nesil Kitap Fuarı özellikle gençlere yenilikler dünyasının kapılarını açarken, yazarlar ve yayınevleri için de bambaşka bir deneyim sunacak. QR teknolojisiyle görme engelliler de istedikleri standa rahatlıkla ulaşabilecek ve fuarı diledikleri gibi gezebilecekleri Yeni Nesil Kitap Fuarı gençler, ders arasında ya da hafta sonunda rahatlıkla fuar alanına gelip önemli yazarlarıyla buluşabilecekler ve keyifli bir fuar ortamında kitaplarını imzalatabilecekler.
Fuarda dünyaca ünlü yazarların kitapları ile buluşacak olan ziyaretçiler; Damdaki Kemancı, Dali’nin Kadınları, Banka Soygunu, Hayvan Çiftliği gibi kitaplardan uyarlanan tiyatro gösterimlerini de Kitap Fuarı İstanbul sosyal medya hesaplarından yapılacak yarışma ve çekilişlerden kazandıkları davetiyeler ile Zorlu PSM’de ücretsiz olarak izleyebilecekler.