Yenilenebilir enerji kaynakları, yükselen ucuz kömür talebiyle yarışmakta zorlanıyor
Uzmanlar dünyayı bu yüzyılın sonunda en az 3 derecelik bir sıcaklık artışı beklediği ve bu durumun felaket anlamına geldiği konusunda uyarıyor.
Birleşmiş Milletler‘e (BM) göre çoğu Asya ülkesinin enerji kaynaklarının artan bir şekilde kömüre dayalı olması, sera gazı salımını engellemeye ve dünyayı gittikçe kötüleşen iklim krizinin yıkıcı etkilerinden korumaya yönelik uluslararası çabaları baltalıyor.
Aralarında Hindistan, Endonezya, Filipinler ve Vietnam‘ın da bulunduğu Asya ülkeleri artan elektrik taleplerini karşılamak için ucuz kömür enerjisine yönelmeye hızla devam ediyor. Bu ülkelerin bir kısmı yenilenebilir enerji kaynaklarının miktarını artırıyor olsa da bu kaynakların toplam enerji üretimindeki payı yetersiz kalıyor.
Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin genel sekreter yardımcısı Ovais Sarmad, Reuters’a Asya ülkelerinin iklim değişikliğine engel olmaya yönelik küresel çabaların bir parçası olmak için daha iddialı hedefler belirlemesi gerektiğini söyledi: Bu bölgedeki bazı ülkelerin enerji kaynağı hala yüksek oranda kömüre ve fosil yakıtlara dayanıyor ve bazılarında (bu oran) artıyor. Bu çok ama çok ciddi bir sorun çünkü (…) dünyanın diğer yerlerinde (bu konuda) elde edilen kazanımları tamamen anlamsız kılabilir.
BM’ye göre “bölge için gittikçe pahalıya patlayan iklim değişikliğinin en kötü etkilerini engellemek, iklim çalışmalarının sağladığı pek çok faydayı kavramak” ve çevreyi koruma isteğini artırmak bu bölge için “kritik” önem taşıyor.
Paris Anlaşması, ortalama küresel sıcaklık artışını 2 derecenin “çok altında” tutmayı ve 1,5 derece hedefini tutturmayı hedefliyor. Ancak şu anda uygulanmakta olan önlemlerle devam edilirse, dünyayı bu yüzyılın sonunda en az 3 derecelik bir sıcaklık artış bekliyor ve bu durum geniş çaplı bir felaket anlamına geliyor.
Bilim insanları, ortalama sıcaklığın daha fazla artmasının iklim sistemini geri dönüşü olmayan kritik bir noktaya yaklaştırabileceği; mahsul kıtlığı, zorunlu göç, türlerin toplu yok oluşu, ekosistemin çöküşü ve toplumsal bozulmayla sonuçlanabileceği konusunda uyarıyor. Bangkok, Cakarta ve Manila gibi başlıca Asya şehirleri de deniz seviyesinin yükselmesiyle birlikte su altında kalma tehlikesi taşıyor.
Sarmad bununla ilgili şunları söyledi: Kökten, dönüştürücü ve son derece iddialı önlemlerin her düzeyde alınması gerekiyor. Çok az zamanımız var.
İklim krizine karşı farkındalık yaratmak için ‘Fridays for Future’ hareketini başlatan Thunberg, şu sıralarda BM İklim Zirvesi’ne katılmak üzere ABD’de bulunuyor.
İstanbul, Kadıköy‘de bir apartmanın duvarına iklim aktivisti Greta Thunberg‘ün portresi yapıldı. Binanın fotoğrafı iklim krize karşı hükümetleri harekete geçirmek üzere her hafta okul grevi yapan ‘Fridays for Future’ hareketinin Türkiye hesabından “Kadıköy sokaklarından Greta Thunberg ve tüm iklim aktivistlerine selam var!” mesajıyla paylaşıldı.
‘Fridays for Future’ (Gelecek İçin Cumalar), Thunberg’ün iklim değişikliğine karşı başlattığı ve pek çok ülkede öğrenciler tarafından destek bulan bir hareket. Türkiye’de de pek çok genç tarafından destekleniyor. Öğrenciler, şehirlerin çeşitli mekânlarında iklim krizine farkındalık yaratmak için etkinlikler düzenliyor, eylem yapıyor.
Birleşmiş Milletler İklim Zirvesi’ne katılmak üzere ABD’ye giderken karbon emisyonuna dikkati çekmek için uçak kullanmayı reddetmiş, çevre dostu bir yelkenli tekne ile iki haftalık deniz yolculuğu yapmıştı.
“İnsanlar hayati tehlike arz eden bir durum olduğunda acil durum duyurusu beklerler ve başka hiç kimsenin tehdidi ciddiye almıyor gibi görünmesi durumunda harekete geçme konusunda tereddüt ederler.”
İklim krizi derinleşirken halkın gerçeği söylenmesi talebine sessiz kalamayan yöneticiler de, içinde bulundukları idari yapılarda “iklim acil durumu” ilan ediyor ya da edilmesi konusunda çalışmalar yürütüyor.
Yokoluş İsyanı (Extinction Rebellion) aktivistlerinin haftalar boyu süren ve sanayi devriminin başladığı İngiltere’nin başkenti Londra’yı kitleyen eylemlerinin ardından Birleşik Krallık Parlamentosu’nda İklim Acil Durumu ilan edilmesiyle beraber dünya genelinde hem eylemler hem de acil durum ilanları hız kazandı.
Avustralya, İsviçre, İskoçya, İrlanda, Fransa, Almanya, Kanada, Çek Cumhuriyeti, İtalya, Polonya, Portekiz, Belçika, Yeni Zelanda, İspanya ve ABD’de, 136 milyon vatandaşı temsilen toplam 756 yerel yönetimde “İklim Acil Durumu” ilan edildi.
Yeni ilanlar da yolda.
Peki neden “İklim Acil Durumu” ilan ediliyor?
Bu sorunun cevabını konu ile alakalı bilgileri ve haberleri derleyen cedamia.org sitesinde bulduk ve siz Havaya Bağlı Her Şey okurları için çevirdik.
Neden iklim acil durumu bildirimi?
Hükümet veya yerel konsey gibi yetkili bir makam tarafından onaylanmış İklim Acil Durum bildirimi, açık ve net bir eylem planı ile eşleştirilmesi durumunda toplum çapında eylemler için güçlü bir katalizör olabilir.
İnsanlar hayati tehlike arz eden bir durum olduğunda acil durum duyurusu beklerler ve başka hiç kimsenin tehdidi ciddiye almıyor gibi görünmesi durumunda harekete geçme konusunda tereddüt ederler. Bir yangın alarmı olduğunu düşünelim. İnsanlar başlangıçta bunun sadece bir tatbikat olduğunu düşünebilirler; eğer herkes görmezden gelirse, onlar da görmezden gelecektir. Ama toplumda lider olarak kabul edilen biri yangının aslında gerçek olduğunu söyler ve kullanılabilecek en güvenli çıkışı onlara gösterirse, herkes elindekileri bir kenara bırakıp yanan binayı tahliye etmeye girişecektir.
Aşağıda yazılmış kısımlar, ABD’deki İklim Seferberliği örgütünün kurucusu psikolog Dr. Margaret Klein Salamon tarafından kaleme alınmış olan “Kamuoyunu Acil Durum Moduna Getirmek” adlı risaleden yapılmış alıntılardır.
Dr. Salamon, “Acil durum modu” terimini, insanların “İşler böyle gelmiş böyle gider” tavır ve davranışlarını geçici olarak bir kenara koyup en güvenli hareket tarzını belirlemeye, şu anda bir tehditle etkin bir şekilde başa çıkmak için ne gerekiyorsa yapmaya yoğun olarak odaklandığı o akışkanlık durumunu belirtmek için kullanır…
Şu anda bir iklim krizinde olup olmadığımızı değerlendirmek için insanlar birbirlerine bakacaktır – özellikle de iklim kuruluşlarına, yazarlarına ve liderlerine. Onlar bu durumu aciliyet olarak mı adlandırıyorlar? Yazdıklarının ve ifadelerinin tonu alarm duygusu veriyor, yaklaşmış olan krizi önlemek üzere kitlesel eylemlere geçmek için tutkulu bir arzu uyandırıyor mu? Bu örgütler, yazarlar ve liderler acil bir karşılık verilmesini talep ediyorlar mı? Bir acil durum içindeymiş gibi davranıyorlar mı? Kendileri de bizzat acil durum modundalar mı? Bu soruların cevabı “hayır” ise, söz konusu birey ortada acil bir durum olmadığı veya – liderler acil durum eylemini koordine etme konusunda isteksiz göründüklerinden – acil durum eyleminin umutsuz olduğu sonucuna varacaktır. (altını biz çizdik)
Daha önce iklim krizinden bir şikâyeti olmayan kişiler, yerel konseyleri İklim Acil Durum ilan ederse bunu korku ile karşılayabilirler, ancak yerel konseyler herkesin harekete geçebileceği en etkili yöntemler ve bu eylemlerden beklenebilecek gerçekçi sonuçlar hakkında net bilgi verirlerse, bu korkular eyleme kanalize olacaktır.
İnsanlar bir acil durum sırasında ne yapacaklarını bilmiyorlarsa, paniğe kapılabilirler, umutsuzluğa düşebilirler veya acil durum moduna geçmeye tümüyle karşı çıkabilirler.
İklim hareketi insanların katılımı için ne kadar çok yapı – açık seçik yönergeler ve iklim acil durumuyla mücadele etmeye hazır olan insanlar için destekler – geliştirebilirse acil durum moduna geçecek insan sayısı da o kadar çok olacaktır.
Binlerce okul grevcisi ve topluluk içinde başka pek çok insan, kendilerini bekleyen iklim geleceği konusunda daha şimdiden büyük korku duymaktalar. Bu insanlar için en korkunç şey, gerekli büyük değişiklikleri yapma konusunda en büyük güce sahip olan hükümet organlarının bir iklim acil durumunun mevcudiyetini tamamen gözardı ediyor ve hepimizi daha da büyük tehlikelerin içine atacak politikalar izliyor gibi görünmeleri.
Siyasi sistemimiz yola gelmez bir görüntü sergiliyor, siyasi kültür inkârcılığın kulu kölesi olmuş, kriz de akıl almaz boyutlara ulaşmış durumda. Yaygın çaresizlik duyguları, resmi iklim hareketi liderleri ile politikacıların kriz hakkında dürüst bir değerlendirme sunmakta, gerçekte sonuç alma şansı olan çözümleri savunmakta ve bireyleri bu çözüme katılmaya davet etmekte ne kadar yetersiz kaldıklarının da bir ifadesi aslında.
Şu sırada dünyanın dört bir tarafında İklim Acil Durumu ilan eden yerel konsey dalgası nihayet bir umut unsuru ve eylem güzergâhı oluşturuyor, böylece acil durumun çözülüp ve güvenliğin geri kazanılması yönünde topluluklarının enerjisini, odaklanma gücünü ve kaynaklarını yönlendiriyor.
Acil Durum Tehdidi: İnsanları acil durum moduna sokmak için acil durum tehdidinin acil bir çözümle eşleştirilmesi kritik öneme sahiptir.
Duygulanım fobisi: Columbia Üniversitesi’nin popüler CRED İklim İletişimi Rehberi, “Duygusal Çağrıların Aşırı Kullanımından Sakının” başlıklı bir bölüm içermekte. Burada, iklim krizi ile ilgili sunum yapanları iklim kriziyle ilgili tüm gerçekleri söylemekten kaçınmaları konusunda uyardıkları, zira bunun “duyguların uyuşmasına” yol açacağı belirtilmekte.
Fakat…
İklim krizine verilmesi gereken karşılığın ölçeği asgariye indirildiğinde, bu, insanların acil moda girmesini önler.
Evet, bir belediye meclisi İklim Acil Durumu ilan ederse, bazı insanlar “devrelerini kapatma” yoluna gidebilirler. Ancak, diğerleri de “devrelerini açacak”tır. Meselenin büyüklüğünü kabullenme cesaretini gösteremezsek, çözümlerin gerekli ölçek ve hızda uygulanmasını savunma cesaretini gösteremezsek, ihtiyaç duyduğumuz hareketlenmeyi ve bunun getireceği sonucu elde edemeyiz. Bill McKibben’ın dediği gibi, fazla yavaş kazanmak, kaybetmekle aynı şeydir.
İklim Acil Durum Bildirimi dilekçemizi imzalamalarını istediğimizde, çoğu insanın derin bir ferahlama hissi duyduklarını gördük. Şöyle söyleyenler oldu mesela: “Nihayet! Birinin de çıkıp meseleyi adlı adınca ortaya koyduğunu ve ihtiyacımız olan büyük acil eylemi savunduğunu görmek öyle güzel ki!”
***
Salamon, acil durum modunun “bulaşıcı” olduğunu söylüyor. Bunu son zamanlarda dünyanın dört bir yanında İklim Acil Durumu ilan eden yerel konseylerin, belediye meclislerinin vb. sayısındaki hızlı artışta gördük. Ama, en hızlı büyümenin ancak Ekim 2018’deki IPCC Özel Raporundan bu yana gerçekleşmiş olması da önemli sayılmalı.
Bu raporda sunulan acımasız gerçekler, anlaşılır bir şekilde insanlarda artan bir korku duygusu yarattı; ne var ki, bir felç durumu yaratacak yerde, bu korku, benzeri görülmemiş bir Okul Grevcileri dalgasının ve 200’den fazla yeni ‘Yokoluş İsyanı’ grubunun ortaya çıkmasına neden oldu. Hepsinin talebi de aynı; acil eylem talep ediyorlar. Ve talep ettikleri şeylerden biri, yerel meclislerin İklim Acil Durum ilan etmeleri. (Muhtemelen, şu ana kadar “jetonun düştüğü” yegâne yönetim kademesi bu olduğundan.)
Bazı yerel meclisler görece kapsamlı iklim eylem planlarına sahip ve en azından bir Birleşik Krallık meclisi, kendilerinin gerekeni zaten “yapmakta oldukları” gerekçesiyle, bir İklim Acil Durumu ilan etme önerisini reddetti.
Ne var ki, bir meclis ya da konsey, pratik alanda ellerinden gelen her şeyi zaten yapıyor olsa bile, ayrıca İklim Acil Durumu ilan ederek ve milli hükümet üzerinde, ancak o hükümetin yapabileceği büyük değişiklikleri gerçekleştirmesi için lobi faaliyeti yürüterek çok daha fazla şey elde edebilir.
Bu, onların topluluklarını güçlendirecek, diğer konseylerin onları izlemesini sağlayacak, ve genel olarak hepimizin iklim krizini gerçekte olduğu gibi, yani bir varoluş acil durumu olarak ele almasına yardımcı olacaktır.
(*)Yeşil Gazete ile Açık Radyo’nun Küresel İklim Grevi ortak yayınıdır.
‘Yeni eğitim yılı başlarken, dünyanın her yerindeki öğretmenleri, bu mektubu imzalamak için bize katılmaya çağırıyoruz. 20 Eylül Cuma günü greve gitmek, biz eğitimcilerin en önemli ders planı olabilir.’
Öğretmenler, The Action Network‘ta başlattıkları bir imza kampanyasıyla, 20 Eylül’de tüm dünyada düzenlenecek küresel iklim grevi için meslektaşlarını, eylemci öğrencileriyle dayanışmaya çağırdı. Eğitimciler, yazdıkları mektubu dünyanın her yerindeki öğretmenlerin imzalamasını istiyor: “Eğitimci dostlarımızı aşağıdaki mektubu imzalamaya ve 20 Eylül 2019 Cuma günü bütün dünyada her yerde öğrencilerle dayanışma halinde iklim adaleti için greve gitmeye ve harekete geçmeye çağırıyoruz.”
Mektup şöyle:
“Eğitimci Dostlara
Eğitimci dostlarımızı aşağıdaki mektubu imzalamaya ve 20 Eylül 2019 Cuma günü bütün dünyada her yerde öğrencilerle dayanışma halinde iklim adaleti için greve gitmeye ve harekete geçmeye çağırıyoruz. Eğitimcilerin İklim Grevi hareketi kurucuları (imzalar aşağıda)
Ders vermeyin: Greve gidin. “İklim adaleti için mücadeleye nasıl katkıda bulunabilirim?” sorusunu aklından geçirebilecek eğitimci dostlarımıza verdiğimiz mesaj bu işte.
Dünyanın dört bir tarafından gelen gençler 20 Eylül 2019’u genç olsun, yaşlı olsun bütün insanlar için küresel iklim grevi tarihî günü olarak ilan ettiler. Biz de dünyanın her yerinde eğitimcileri o gün dersleri bırakmaya ve yerel eylemlere katılmaya çağırıyoruz.
Peki neden? Fosil yakıt ekonomisinin güdümlediği sürdürülemez gelişme küresel iklimi mahvediyor da ondan. Eylem ve davranışlarımızla biz insanlar insan dışındaki türleri, ekosistemleri ve insan toplumlarını tehlikeye atıyoruz. Dahası, azgın ve yaygın küresel eşitsizlik dalgası altında, zaten ırksal, kolonyal ve ekonomik dışlanma ve aşağılanmadan mustarip olan insanlar zararın asıl büyük yükünü omuzlamak zorunda kalıyorlar. Maalesef, kendi kurumlarımız da genellikle sorunun bir parçası oluyor. Kurumlarımızın birçoğu Yerli toprakları üzerinde faaliyet göstermekteler – hani şu hafriyat ekonomilerinin, kurumlarımızın bazılarının hâlâ yatırım yaptıkları o ekonomilerin bir öncüsü olarak gaspedilmiş Yerli topraklarının.
Neyse ki, gençler bu küresel adaletsizliklerle mücadelede başı çekmekteler; çünkü – iyi haber şu ki – onlar eğitimi ciddiye alıyorlar. Nice zamandır iklim adaleti mücadelesinin ön safında yer alan Yerli liderlerinden ders alıyor, öğreniyorlar. Bilimi anlıyorlar. Toplumun dış çeperlerine itilmiş olanların seslerine kulak veriyorlar. Dünyanın dört bir yanında gençler –yani bizim öğrencilerimiz – harekete geçmiş durumdalar. Ve şimdi büyüklerinden yardım talep ediyorlar.
20 Eylül günü dünyanın dört bir tarafında milyonlarca eğitimci, öğretmen ve hocanın dershanelerini terk ederek aciliyet ve dayanışma duygusuyla harekete geçmeyi taahhüt edeceklerini umuyoruz. Herşey bir yana, bu benzeri görülmemiş küresel eylem ânında birşeyler öğrenmek için herkesin sayısız fırsatı olacak. Kolektif eylemin gücünü kullanıp, insanlığın önündeki en büyük meydan okuma ile baş etmek için şart olan siyasi iradeyi yükseltmeye yardımcı olalım; kolektif eylemin gücünü birbirimizden öğrenmek ve birbirimize esin vermek için kullanalım; bu gücü öğrencilerimiz ve bütün insanlar öğrendiklerini herkes için sürdürülebilir bir gelecek yaratmakta kullanırlarken onlara destek olmakta kullanalım. Hepsinden önce, toplu kararlılığımızı içinde bulunduğumuz ânı belirleyen küresel tehdide odaklayacak yollar bulalım.
Yeni eğitim yılı başlarken, dünyanın her yerindeki öğretmenleri, bu mektubu imzalamak için bize katılmaya çağırıyoruz. 20 Eylül Cuma günü greve gitmek, biz eğitimcilerin en önemli ders planı olabilir.
Umutla,
David Pellow, California, Santa Barbara Üniversitesi Eban Goodstein, Bard Koleji Genevieve Guenther, The New School Giovanna Di Chiro, Swarthmore Koleji Jon Isham, Middlebury Koleji Kari Marie Norgaard, Oregon Üniversitesi Lee Smithey, Swarthmore Koleji Michael Mann, Penn State Üniversitesi Sara Herald, Maryland Üniversitesi
İmzacıların adları ve kurumsal bağlantıları her 24 ila 48 saatte bir yenilecektir. Mektubu kayda aldığımız tarihte imzacı hoca sayısı 497 idi.
Metni imzalamak isteyen Türkiyeli öğretmenler için adres şurada
(*)Yeşil Gazete ile Açık Radyo’nun Küresel İklim Grevi ortak yayınıdır.
Geçtiğimiz hafta “av” yasağı sona erdi. Gırgır tekneleri limanlardan ayrıldı ve devasa balık ağları Karadeniz’den Marmara’ya, Ege’den Akdeniz’e, her köşesine denizlerimizin atıldı. Bu avcılığı düzenlemesi(!) umulan ve Su Ürünleri Kanunu diye bilinen 1380 sayılı kanun, ne yazık ki her manada Nuh Nebi’den kalma olup dörder yıllık tebliğler ve arzu edildiğinde kaleme alınan düzenlemeler aracılığı ile tazelenir. Bu sezon için de 2016-2020 tebliği ve arada Marmara için kaleme alınan ek düzenlemeler temel sayılacak. Elbette denetçisi varsa. 2020-2024 tebliğininse toplantıları başladı ama bu toplantılara nerede küçük ölçekli balıkçılar, SÜRKOOP Başkanı Ramazan Özkaya dahi yaklaştırılmıyor. Bir dedikodu, Marmara’da bu yıl “da” ışıkla avcılık yapılmasına göz yumulacağı; bir başka dedikodu ise “ağalar”ın, özellikle İstanbul Boğazı’ndan geçişleri sırasında lüferi, palamutu koruyan, dip yaşamını kollayan “24 metreden sığ bölgelerde avlanma yasağı”nın değiştirterek 18 metreye çekeceği. Bu kadarını yapanların lüferde de yasayı 2012 öncesine çekmesi, 14 cm’i talep etmesi beklenir.
SÜRKOOP’un Tarım ve Orman Bakanlığı ile Cumhurbaşkanlığı makamlarını harekete geçmeye çağırdığı kampanyası.
Dedikodular bitmez.
Hangisi öncelikli, hangisi doğru diye arayıp bulmaya; yanlışları ister sürdürülebilirlik gibi bir masal, ister türcülükten ari bir medeniyet hayaliyle engellemeye çalışırken bizler.. lüferin boy yasağı isterse 50 cm olsun, ister avlanması zinhar yasaklansın, yasa işletilmez; ışıkla yapılan avcılık ne var ne yok süpürürken denizden, dip yasağı tanımayan tayfanın taktığı ağlar mercanların üzerine kafes olur, hapseder yaşamı. “Oralar, şuralar, buralar, bu kuş, bu balık, bu sığır hep insan için yaratıldı” mottosuyla ekolojiyi “ucuz” sermaye olarak görenler, büyümeye endeksli bir ekonominin çarklarını çatır çatır işletmeye devam ederler.
Poyrazköy Su Ürünleri Kooperatifi başkanı Mustafa Kokoş tarafından 5 Eylül 2011’de Star Gazetesi’ne verilen ilan.
Medeniyetimiz çok kanlı.
Bazen, acaba kızılı, sarıyı, karayı kadar lüferi, kuzuyu, sığırı da katletmeyi içselleştirmiş, sıradanlaştırmış olmamız mı kolaylaştırıyor diyorum, bu vaktinde dünyanın, bunca zamandan sonra kadını “ucuz” iş gücü, “ucuz” can, “ucuz” varlık görmeye ya da Ermeniyi, Rumu, Aleviyi, mülteciyi, LGBTI’yi, kısaca Sünni, Türk ve erkek olandan öteye herkesin ümüğünü sıkmayı hak saymaya sebebimiz? Ne münasebet diyeceksiniz. Ne münasebet tabii de.. Hepsi bir bütün değil mi?
‘Daha’ değil, sadece adil ve doğru var
Sanmayın satırları günahtan ari yazıyorum.
Sadece bir tüketici olarak değil, tüketimi biçimlendiren bir kanaat önderi, bir zanaatkar, bir aktivist olarak bir dolu kabahatim var: Aşçılığım süresince “daha iyi” üreticiden, “daha adil” koşullarda üretilmiş domates, biber kadar et de aradım, aldım ve sattım mı? Sattım! Kasaplık dönemim zaten aşçılığımın devamı, yani “daha adil” et içindi. Ne demekse! Yeme içme sektöründen kopup aktivizmi seçtim de ne oldu? İyi, temiz ve adil dedim ama yanına bir “kutsal” ekleyebildim mi? Hayır! İyi ve adil’in içi doluymuş gibi kullanıp, “kutsal”ın katmanlarını tartışmak yerine, sığ karşılığıyla mücadele edeceğimi düşünüp korktum. Yok olmanın eşiğinde bir gezegen için mücadele etmek yerine soyu tükenmesin bir balığın diye “yavrusunu av dışı kılma”ya çalıştım ama. Ne büyük yanılsama! Zira “daha adil” ya da “daha doğru” yok, sadece adil var, bir de doğru. “Daha”ların hepsi sulandırılmış halleri. Kendine anlattığın türde birer hikaye.
Bunu hepimiz en derinden biliyoruz.
Misal, Kazdağları’nda altın aranmasına hayır der, kıyameti kopartır ama ertesi gün düğüne giderken geline altın alırsanız olmaz, değil mi? Aynen. Zeytin yasasını enerji santralları lehine değiştirmek ve imara açmak isteyen bir tasarıya çıngır çıngır hayır deyip, sonra; sırf o durduğunuz noktadan manzara muazzam, zeytinlik de sizin, inşaatı kılıfına uyduracak paranız var diye ev de inşa edemezsiniz. İki yüzlülük olur, en hafifinden. Balığın ölçüsüz avlanışına cevabı ölçerek yemek şeklinde veremeyeceğiniz gibi. Boğazınızdan geçmemesi beklenir. Hakkaniyetle bakarsanız tek adalet, yegane doğru olduğunu görürsünüz. Yok olan bir gezegenden mümkün ölçüde elinizi çekmek gibi.
Kısaca haysiyet, kök yemekten geçebilir.
O yüzden bu yeme içme işini çok ciddiye alıyorum.
Bu ve benzeri bin bir renkten düşünceler 1 Eylül münasebetiyle koşarken zihnimde, gazeteler balıkçıların karaya gümüş ve istavritle döndüğünü açıkladılar. Eski takiplerimin alışkanlığı, bu yıl palamut yok, dedim ilk.
Susam, ya da Latincesiyle Sesamum indicum, 14 cins ve 70 türden ibaret küçücük bir aile olan Pedeliaceae familyasına ait; kapsül şeklindeki meyvelerinin taşıdığı tohumlar için sıcak iklime sahip bölgelerde kültürü yapılan bir bitki türüdür.
Susamın anavatanı konusu tartışmalı.
Kimi kaynaklar, susam türlerinin üçte ikisinin Afrika’da yer alması sebebiyle orijinin Afrika (Etiyopya ve çevresi) olduğunu söylemekteler. Bu değerlendirmeyle susamın Orta Doğu üzerinden Hindistan, Çin ve Japonya’ya yayıldığı, dolayısıyla bu bölgelerin ikincil yayılma merkezleri olduğunu düşünülüyor. Bilinen, binlerce yıldır Orta Doğu’da yağlık bir bitki olarak kullanıldığı ve adının Eski Mısırca sesemt kelimesinden geldiği.
“Survivor” bitki
Az önce paylaştığım link’i tıkladıysanız, göreceksiniz, susam, Afrika’dan Asya’ya, aylık sıcaklık ortalaması 20 dereceden az olmayan bölgelerde suya çok da bağımlı olmadan yetişiyor. Yani, çöl iklimi ona tasa değil. Yaşıyor ve tohum veriyor.
Bu hemen heyecanlandırmasın sakın, iklim krizinden faydalanacak bir ürün olarak görmeyin susamı. İklim krizine uzun yıllar küresel ısınma demişliğimizin karşılığı bu. Gezegenimiz sadece ısınmıyor. Düzensiz/zamansız/ölçüsüz yağışların, ani hava olaylarının da devri bu devir. Susamınsa adapte olması için yeterli zaman yok, üreticinin adaptasyonu gerekiyor.
Gelişme süresinin kısa olması nedeni ile her türlü kültür bitkisi ile münavebeye girebilir.
Yaşı bana yakın olanlar hatırlayacaktır, ilkokuldan itibaren, sanıyorum Hayat Bilgisi başlığı altında münavebeli tarımı öğretirdi öğretmenlerimiz bize. Organik tarımın da esaslarından biri olan münavebe (ekim nöbeti ya da ürün rotasyonu), hatırlarsanız, aynı bahçe veya tarlanın üzerinde birbirlerinden farklı ihtiyaçları olan bitkilerin, sırayla yetiştirilmesine denir. Toprak, bir bitkinin gelişip kendi türünün devamını garantileyecek meyvesini/tohumunu vermesi için gereken gıdayı sağlar. Her bitkinin aynı maddelere ihtiyacı yoktur. Münavebe, her yıl farklı miktarlarda ve farklı maddeleri çekecek bitki ekimi demektir. Buna bir yıllık bir de nadas eklendiğinde, toprağın ihtiyaç duyacaği bitkileri yardıma çağırmasına izin verildiğinde, denge çok daha bütüncül bir biçimde korunur. Ancak böyle bir planlama yapılamaz ve her yıl aynı bitki ekilirse… topraktan yıl ardınca yıl aynı maddeler eksiltildiğinden, biz verimde düşüş görürüz. Toprak zayıflar. Üzerinde yetişen ürün de zayıflayacaktır. Domates, domatese benzeyebilir ancak besleyici içeriği değişir. Özellikle iz elementlerde düşüş yaşanacak ve bu bitkilerle beslenen toplumlarda sağlık sorunları oluşacaktır.
Son yıllarda, Ege, Akdeniz ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde hububattan sonra ikinci ürün olarak ekilişi yaygınlaşmaktadır. Bu bölgelerin hemen her birinde de “imza” olmuş yemeklere sebep vermiştir. Aydın ilinin Yenipazar ilçesinde tattığım tahinli pide imza yemeklere ilk örnek olsun.
Tahanlı pide
Aydın ilinin susamı meşhur. O kadar ki 15’nci yüzyılda Anadolu’da tahin ve helvanın Manavgat’tan giden kaliteli ve yağ oranı yüksek susamdan yapıldığını söyleniyor. Söke’si, Nazilli’si, Yenipazar’ı… herbirinin de tahanlı pidesi var! Eğer denk gelir de turunç da bulursanız, üzerine sıkacak, muazzam oluyor. İki makul boy tahanlı pide için:
Derin bir kasede 500 gr unu, 5 gr tuz, 10 gr kuru maya ve 325 mlt su ile karıştırın, 4-5 dakika yoğurun, ta ki pürüzsüz, elinize artık yapışmayan bir hamur elde edin.
– Bu ölçü mutlak ölçü değil. Marka bile versem size, tutmaz. Değişiklik gösteriyor unların protein miktarı ve dolayısıyla su tutma kabiliyetleri.
– Tam buğday unu kullanıyorsanız iyi eleyin, ince kepek kalmasın içinde. Suyu da 250 mlt’den başlayın aldıkça ekleyin.
– Eğer kullandığınız unu iyi tanıyor, sıklıkla unlu mamul üretiyorsanız, benim yaptığımı da takip edebilirsiniz: unu, tuzu bir kasede karıştırıyorum, tuz iyice dağılsın. Bir başka kasede suyu maya ile karıştırıp 10 dakika bekletiyorum. Sonra sıvıyı kuruya katıp kabaca karıştırıyorum. Kabacadan kastım, ortada sıvı kalmıyor ama hamur da henüz şekil almamış, öbek öbek kalıyor. Üzerini kapatıp en az 10 dakika ama tercihan yarım saat bekletiyor ve hamuru yoğurma safhasına bundan sonra devam ediyorum. Fırıncı lügatında buna autolyse deniyor. Yoğurmanın önemli yükünü kaldıran bir teknik bu. Hem eli rahatlatıyor, unla su buluşurken siz ortalığı topluyor ya da bir telefon görüşmesini tamamlayabiliyorsunuz. Özellikle evden çalışana büyük kolaylık kanaatimce. Ve illa mayalı mamüllerde değil, börek açarken de kullanabilirsiniz ama kek gibi hızlı kabartıcı (karbonat, kabartma tozu) isteyen ürünlerde işlemez.
Hamuru aynı gün kullanmak istiyorsanız, iki kez kabartacaksınız.
– İlk kabarma ortam ısısına bağlı olmakla birlikte iki saat sürmez.
– Kabaran hamurunuzu bir kez daha yoğurun, içinde oluşan gazlar çıksın, hamur sönsün, bir saat daha kabarsın. Kabardı mı? Artık kullanacağınız hale geldi demektir.
– Ben ama, bu hamurun kabarma süresini soğuk ortamda tamamlamayı tercih ediyorum. Yani hamuru karıştırıp yoğurduktan sonra ikiye bölüp üstü kapalı kaselerde buzdolabına kaldırıyorum. En erken 12 saat sonra ama tercihen 18-48 saat aralığında kullanıyorum. Bu usul bana muazzam bir hürriyet sağlıyor. Dilediğim vakit elimin altında pide hamuru olması bir yana, yavaş fermente olan bir hamurun lezzeti de kanaatimce daha iyi oluyor. Belki de avuntumdur, deneyin, siz karar verin.
Hamurunuzu öyle ya da böyle, sürecin bir noktasında ikiye böldüğünüzü umuyorum. İki makul boy tahanlı pide reçetesi bu, nihayetinde.
– Hamur toplarınızdan birini cömertçe unladığınız cilasız ahşap bir tezgaha (geleneksel yufka tahtaları gayet uygun), yoksa (elbette unladığınız) mutfak tezgahınıza alın ve merdaneyle (oklava değil) 2 mm. inceliğinde genişçe bir yuvarlak olana dek açın.
– Hamur itiraz ederse, açılmakta zorlarsa sizi, altında yeterli un olduğunu kontrol ettikten sonra üzerine bir nemli bez bırakıp 5 dakika dinlendirin. Hamurla didişmeyin, yırtılmasın.
– Açtığınız bu hamurun yüzeyine 3 yemek kaşığı dolusu tahin dökün. Ben tam (kepekli, susamın kepeğinın de içinde kaldığı) tahini tercih ediyorum. Çifte kavrulmuş tahin kanaatimce fazla, bir fırın mamulü için ama elinizde umuyorum üreticisini bildiğiniz, menşeyini takip edebildiğiniz bir tahin vardır. Bu tahini hamurun kıyıları dahil tüm yüzeye yayın ve üzerine 2 yemek kaşığı toz şeker serpin. Şeker yerine pekmez koyamaz mıyım diyenlere hızla cevap vereyim, benim tecrübemde hayır. Aynı şey olmuyor. Hatta hiç olmuyor. Diyeceksiniz ki şeker yokken yapılmıyor muydu bu, bilmiyorum açıkçası. Yine de dener ve güzel bir usul yaratırsanız pekmezli, lütfen bana da haber etmeyi ihmal etmeyin. Neticede el elden üstündür. Bir birimize dokunmadıktan sonra faydası ne?
– Fırınınızı (turbo fırınlardansa) pervanenin çalışmadığı ama tüm çeperlerden ısıttığı bir ayara, çıkabildiği en yüksek dereceye ayarlayın. Modern fırınların iç çeperleri emaye olduğu için ısı kazanmaları ve kaybetmelerine karşı en az 30 dakika ısınmasını önereceğim.
– Eğer sıkı bahçeciyseniz, bir ihtimal sırsız saksı altı tabaklarınız vardır. Hani şu terracotta dedikleri, toprak olanlardan. Bu tür ürünler için çapı 30-35 cm bir tabak ayırabiliyorsanız, şahane! Ters yani çukuru alta bakacak biçimde, fırınınızın tabanına yerleştirin. Onun üzerinde pişirmek bu pideyi, çok şey değiştirecek!
Şimdi, açtığınız ve üzerine tahin sürüp şeker serptiğiniz hamuru size yakın kenarından başlayıp rulo yapar gibi yuvarlayın. Kalın bir oklava ya da bir şerite benzer şekil alan bu hamurunuzu, yine cömertçe unladığınız tezgahınızda helezonik bir şekilde, aynı bir salyangozun evi gibi, içeri doğru yuvarlayın/dolayın.
İçi dolu, sağından solundan tahin süzülecek diye tasa etmeden ellerinizle, hatta hatta parmaklarınızın olanca gücüyle bu hamuru yassıltın ve ardından yine merdane yardımı ile bir önceki kadar geniş, bir önceki kadar ince açın.
– Hamuru aralıklarla dinlendirmek, el becerisi kazanana kadar, önemli bir destek. Hamurunuzda oluşan gluten, elastik bir yapı. Hamuru tutan, açılmasına direnen, o. Eğer “özlü” bir ununuz varsa, elinizi zorlaması mümkün. 5-10 dakika dinlendire dinlendire açmanın tahanlı pideye hiç bir zararı yok, sizin olası paniğinize oysa gerçek bir ilaç.
Açtığınız pideye uygun ölçüde yağlı bir fırın kağıdı gerek şimdi. Açtığınız hamuru bu kağıdın üzerine taşıyın ve üzerine (yine, evet) 2 kaşık tahin dökün ve kıyı köşe yayın. 2 kaşık da şeker serpin. Fırına, eğer terracotta tabağınız varsa, onun üzerine, yoksa tabanına 6-7 dakika pişmek üzere yerleştirin.
– Bu işlemi ne kadar hızlı yaparsanız o kadar iyi. Dediğim gibi, modern fırınlar ısı kaybetme uzmanılar. Her açışınızda fırın en az 75 derece kaybeder.
Yenipazar’da ilk kez yediğimde bu pideyi, ilçenin sokakları dolusu turuncunu da sıkmamı önermişlerdi üzerine. Anlatamam yarattığı farkı! Limon fazla gelir, sakın kullanmayın ama ekşi mandalinanın tam vakti! Bir de youtube videolarına kanıp üzerine fıstık, ceviz dökmeye, kaymak ve bal eklemeye kalkmayın, ne olur. Bu gezegene yaptığımızın temelinde “yetinememek” var. Şeker olsun, bu tadın lüksü ve iyi bir çay demleyin, bir dostunuzu davet edin. Tadına doyamazsınız zaten.
Susam konuşmaya devam..
Susam, tohumlarında %50 – 60 yağ ve %25 protein bulunduran bir yağ bitkisidir. Ülkemizde tahin ve tahin helvası yapımında, sabun, ilaç ve kozmetik sanayiinde kullanılır. Yağ olarak çok makbul olmakla beraber zahmetli ve ülkemizin geleneksel yağlarına kıyasla üretimi pahalı olduğundan tercih edilmez. Ülkemizde kadınların saç, kirpik ve kaş besleyicisi olarak gördükleri, neyzenlerin neylerini yağlamakta tercih ettikleri susam yağı Uzak Doğu ülkelerinin vazgeçilmezidir. Küresel dünyanın süpermarket raflarında karşınıza çıkabilecek susam yağları genellikle karışımdır. Etiketlerini iyi okumanızı öneririm. Ancak ele geçirebilirseniz, bir kavrulmuş susam yağı kullanırlar ki, sahiden her şeyle denemek isteyebilirsiniz. Bu arada, susam yağında hiç kolesterol bulunmadığını da hatırlatmak isterim. İçeriğindeki antioksidanlar ve Omega 9 sayesinde bozulmadan uzun süre kalabilmesi de cabası.
İçeriğindeki fitoöstrojenler menopoz döneminde kadınların yardımcısı bileşiklerdir. Ayrıca susam; modern ve yoğun tarımın topraktan, dolayısıyla üretilen ürünlerden eksilttiği iz elementleri geri kazanmak için de muazzam bir tohumdur. Selenyum, demir, bakır, çinko ve B6 vitaminleri içerir ve sağlıklı bir gıda olmanın yanı sıra tiroid sağlığını da destekler.
Okudukça, öğrendikçe sorasım artıyor, Hashimoto bir salgın gibi artarken genç kadınlar arasında, acaba diyete tahin eklemek, hem de erken yaşlardan itibaren, neden önerilmez aile doktorları tarafından? Yoksa hepimizi saran sıfır beden tutkusuya yasaklı yiyecekler listesinde cezada mı, tahin?
Hibeş
Ege’nin tahanlı pidesinden Akdeniz’in hibeşine geçelim. Dolabından çikolata karışımlarını eksik etmeyenler hiç laf etmesin kalorisi konusunda, bu olağanüstü karışımı neden sürekli dolapta tutmadığımı her yapışımda bir daha soruyorum kendime. Meze olarak şahane, eşlikçi olarak olağan üstü, atıştırmalık deseniz keza… İçeriğini okudukça besleyiciliği konusunda da hak vereceksiniz bana, link’teki tarife ek olarak kendi tarifimi paylaşıyorum:
250 mlt tahine ihtiyacınız var.
– Bu tahini ne tam ne de çifte kavrulmuştan seçmeyin, derim. Çok lezzet ihtiva eden, yüksek bir tat, hibeş. Hiç bir lezzetin diğeriyle yarışmadan birleşmesi gerek. İyi bir tahin olsun ama, menşeyine, kalitesine güvendiğiniz bir tahin.
150 mlt su, ılık mümkünse daha iyi olur.
5 gr kimyon, 3 gr tuz ve 3 gr tatlı, 3 gr acı toz kırmızı biberi de koyun kenara.
2, hatta bana sorarsanız 4-5 diş sarımsağı bıçağınızın kenarıyla ezip ince ince çintin, dursun.
2-3 limonun suyunu sıkın.
– Tam yeni limon zamanı. İnce kabuklular çok da aromatikler. Ne kadar suyu çıkar, bilemiyorum o yüzden tam bir sayı vermem kabil değil ama tahinin yağlılığını ve tatlılığını dengeleyecek kadar olsun. Karıştırırken en son limonu ekleyerek tam dengeye siz karar verebilirsiniz.
Sırasıyla, tahine ılık suyu ekleyin, açılsın. Humustan akıcı ama çorba gibi de olmayacak. Kimyonu, tuzu ve biberi katın, ardından da sarımsakları, iyice karıştırın. Şimdi de limon suyunun yarısını ekleyin, karıştırın ve tadın. Tam dengeyi tada tada bulacaksınız, eksiltmek zor, eklemek kolay. Afiyet olsun!
Hibeş, içine nohut ezildiğinde Arap, kimyonu ve sarımsağı eksiltildiğinde Kıbrıslı’dır. Acısını, ekşisini ayarlamak size, sizin nereden geldiğinize bağlı. Ama besleyiciliği konusundan krem çikolatalardan çok öte, dolabınızda bulundurun. (Dolapta bir kavanozda durur da durur, yenmeden kalırsa!)
Tohumdan hasata…
Ülkemizde Gölmarmara, Muganlı 57 ve Özberk 82 çeşitlerinin yanı sıra; GAP Tarımsal Araştırma Enstitüsü Müdürlüğü’nün geliştirdiği Arslanbey, Boydak ve Hatipoğlu, Ege Tarımsal Araştırma Enstitüsü’nün geliştirdiği Kepsut 99, Cumhuriyet 99, Osmanlı 99, Tan 99 ve Orhangazi 99 çeşitleri ile, Batı Akdeniz Tarımsal Araştırma Enstitüsü tarafından geliştirilen Baydar 2001 çeşidi tescilli susam türleridir.
Tohum rengi çeşitliliği bitkinin cinsine bağlı olarak değişmektedir. Bunlar arasında koyu kahve, kırmızı, sarı, ve yaygın olarak da grimsi fildişi rengi bulunmaktadır.
Susam en fazla Hindistan, Çin, Nijerya, Myanmar ve Tanzanya’da üretilmektedir. Küresel susam üretimi 4,6 milyon tona (2017, FAO) yakındır. Bunun yüzde 25’ini Hindistan ve yüzde 23’ünü Çin üretir. Türkiye’nin küresel üretimdeki payı yüzde 1 civarındadır. Hektar başına verim bağlamında dünya lideri ise Lübnan olup, Türkiye 39. Sırada yer alır. 2023 tahminlerine göre, susamın yükselen yıldızı Nijerya ve Tanzanya olabilir.
Son 29 yılda susam üretimi yüzde 59 düşüş yaşayan ülkemizin yatırımcıları, iş gücü, teşvikler ve ithalattaki vergi indirim/sıfırlamasının da cazibesiyle, 2015 yılından bu yana Afrika’yı tercih ediyorlar. Tarım Bakanlığı (değişip duran adlarını kullanmadan, ilçe müdürlüklerinin tarım masalarının çalışması olması münasebetiyle) üretimdeki gerilemeyi bir “verim” meselesi olarak görerek, Sudan’dan tohum ve ekime, hasada kolaylık tarım makinaları olarak bir çözüm bulmuş görünüyor. Umdukları üretimde yüzde 100’lük bir artış. Bununla beraber Afrika’daki yatırımlar, yüksek mevkilerin de desteği ile, 2019’da devam etmekte.
Görsel: Patronlar Dünyası(bu görselde 2018 için tahmini rakam verilmiş, gerçekleşen üretim 17, 4 bin ton)
Doğru. Susam söz konusu olduğunda hasat işin en güç yanı. Çünkü tamamen el emeğine dayanıyor: Tarlada güneşin altında kurumaya bırakılan susamların kapsüllerinin, üretici tarafından sıklıkla kontrol edilmesi gerekir. Kuruyanların içinden susam tohumlarını ayırmanın yanı sıra bu susamı yaprak ve tozdan ayırmak için rüzgarda savurmak da ayrı bir beceri. İki kilo mercimeği taşından ayırmayı tecrübe etmiş herkes hakkını verecektir, yukarıda iki cümlede geçiştirilen iş, az buz emek değil!
Görseller: AA
Bu arada susam fiyatı değişiklik gösteriyor. Ekim sonu hasadı yapacak yerli üretici şimdiden susamına 7’den 20 tl’ye değişen fiyatlar biçerken, ithal susamın fiyatı her ne kadar dövize endeksli dalgalanıyorsa da daha geniş bir pazar buluyor. Hemen bize maliyetine bakalım:
Ben bu yazıyı yazarken Migros Sanalmarket’te 75-80 gr’lık paketlerde satışa sunulan susamın fiyatı 1,95’den 6.50 tl’ye farklılık gösteriyor! Her üç ürünü de incelediğimde menşei göremedim. Elbette etiketlerinde vardır, diyorum. Yasa gereği. Ama bir sanalmarkette etiketi nasıl okuyacağız, bilgisine eklenmediğinde… o kısmı işin fena. Bu arada minicik susamın 250-300 tanesinin 1 gr’a tekabül ettiğini de ekleyeyim.
Susamı gram ya da kilo ile doğrudan tüketiciye satan bir üretici bulmaya çalıştım. Good4Trust Çarşı’sında satılan 250 gr’lık Manisa menşeyli, ata tohum (sarı susam) olduğunu açıklamasında ifade eden Tarla Burada marka susamın fiyatı 12 tl. Edremit’in köklü markalarından olan ve ürünleri arasında çifte kavrulmuş ile tam tahini de bulabileceğiniz Tıflıpaşa tahin ise (500 gr) 20 tl.
Özenle helva meselesine girmiyorum zira endüstriyel ya da zanaat fark etmeksizin üretiminde mısır şurubu kullanımı yaygın. Tatlı niyetine tahanlı pide tarifi verdim bile!
Her dala konan muhabbetimizi Latif Demirci’nin bir karikatürü ve şen şakrak(!) bir Perfect Circle şarkısıyla bitirelim mi? Kutsal bu kadar sahipsiz, haysiyetli bir çıkış bulmak hiç bu kadar zor olmamıştı gezegende!
Yok, yok… Şenay’dan gelsin ki hiç değilse mırıldanarak geçsin sonrası, belki bir iki arkadaşınızı arar ve elinizi hamura bulaştırırsınız hemen; Açıl Susam Açıl.
‘Kötülük bir kere ortaya çıktı mı, tekrarlanan dalgalar halinde devam eder. Sorgulanamayan, konuşulamayan, korkutucu, sahipleri tarafından dahi yönetilemeyen bir gerçeklik olarak toplumlara musallat olur.’
6/7 Eylül pogromunun 64. yılına geldik. Bu vahşetin, kırımın suçluları, sorumluları hiç bir zaman ortaya çıkarılmadı. Hesap sorulmadı. Bu tür olayların. kırımların, katliamların faillerinin ortaya çıkarılmamasının nedenleri biliniyor. Bu olaylar dönemin hükümetinin bilgisi dahilinde, “Özel Harp Dairesi” tarafından örgütlendi. Bu rezaletin arkasında devlet iktidarını kullanan birtakım ayrıcalıklı sivil güçlerin, basının, olduğu açık. Absürd bir soru olacak ama sorayım: Böyle bir saldırıyı yapan(lar), düzenleyen(ler) normal koşullarda cezalandırılmaz mı? Hele hele bu saldırı anayasayı ve hukuksal düzeni ilga etmek, kargaşa yaratmak, saldırganları kışkırtmak, vatandaşların bir bölümünün yaşam haklarını ellerinden almak için gerçekleştiriliyorsa? Bu üstelik örtbas edilemeyecek bir insanlık suçu değil midir? Cevap: Hayır, bu işi yapanlar cezalandırmadığı gibi ödüllendirilir.
Olaylara katılmış, failleri arasında yer almış yaşlı bir adam şöyle anlatıyor:
“Balyozları emniyet müdürü verdi. Saldıracağımız yerleri belediyenin kamyonu projektörü ile aydınlattı. Cahildik, bilgisizdik… bizden ne istenirse onu yaptık…”
Bu arada da eliyle bir takım binaları gösteriyor. Söylediğine göre saldırganların, tecavüzcülerin çoğu mahalledeki Rumların mallarına el koymuşlar. Kendisi de bu arada, bir Rum’un mülkünü ele geçirmiş, katlara bölmüş, yaşlılıkta kirasıyla geçiniyor. Söylediğine göre komşuları Rumları korkutarak kaçırmışlar, evine geri gelmek isteyen bir Rum’un ailesinin, çocuklarının gözü önünde nasıl dayak yediğini anlatıyor. Ama bir taraftan da sorgulamayı ihmal etmiyor:
“Bu insanların yaptıkları nedir ki? Bir binaya el koymak… Asıl siz devlet büyüklerinin yaptıklarına bakın. Onlar nelere el koydular.”
Kötülük, yüzleşilmedikçe bir “eyleyen” olarak süreçlere katılır, etkide bulunur
İstanbul gibi şehirler, her zaman çok kültürlü olmuş şehirlerdir. Şehirlerin nüfus kaybı, yapılarının zorla değiştirilmesi, şiddet her zaman bir sorun olarak geleceğe taşınır. Şiddetle, kayıpla yüzleşilmediği zaman yarattığı acılar da hiç bir zaman dinmez, devam eder.
Kötülük bir kere ortaya çıktı mı, bir “eyleyen” olarak süreçlere katılır, etkide bulunur. Yüzleşilmedikçe, kötülük sarmalının içinden çıkılamaz. Bu vahşetin, rezilliğin hesabının sorulmamış olması, bunları yaratan koşulları sorgulamaya kalkanlara gene aynı derin ilişkilerle, yöntemlerle saldırılması, bu sürekliliği gösterir.
Şiddet kimi zaman Gayrımüslimlere yönelir, kimi zaman diğerlerine…
Tarih boyunca farklı inançların merkezi olan topraklarda 20. yüzyılda neredeyse hiç Gayrımüslim kalmadı. Neredeyse hepsi ya kırıma uğradılar ya da tehcir edildiler. Kürtler, ayrımcı kimliğe dahil edildikleri için kalabildiler. Ancak onların da siyasal varlığı, temsil sahnesinde bulunmaları her zaman bir sorun olarak görüldü. Ortadaki tek gerçek her zaman kamusal sistemin ayrımcılık üzerine kurulduğu, şiddet gören, haklarından mahrum bırakılanların olduğu.
Buna karşılık Türkiye, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ni ilk imzalayan ülkelerden biri. Gene Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni ilk imzalayan ülkelerden.
Buna karşılık 64 tehcirinde zorla gönderilenler resmi ideolojinin bir iftihar vesilesi olarak kabul ettiği Lozan’da “Etabli” (Yerleşik) statüsünde, varlıkları güvenceye alınmış vatandaşlar. Bu sözleşmeleri ilk imzalayan devletlerden biri olmasına rağmen, Türkiye 2. Dünya Savaşı öncesindeki devletleri andırıyor. Devlet etno-dinsel bir kimlik taşıyor ve politikalarını toplulukları tasarlama idealleri motive ediyor.
Kötülüğün nedenleri nerede aranmalı?
Kötülüğün nedenleri insanların, yöneticilerin mizacında mı aranmalıdır? Yoksa onu üreten koşullar da mı?
Demek ki kötülüğün nedenlerini mizaçların, niyetlerin ötesinde aramak gerekiyor: Bu saldırıya katılanlar iğrenç, kötü insanlar mıdır? Ya da bütün çabalara rağmen medenileşememiş, ilkel topluluklar? Ya da ülke saldırıları, şiddeti örgütleyen kötü niyetli yöneticilerin elinde midir? Bu tertibin içindeki insanları tek tek alınsa, böyle bir sonuca varmanın zor olacağı tahmin edilebilir. Meseleye bu sorular üzerinden bakılabilir.
Bir taraftan dostluk, işbirliği, birlikte var olma istenci, diğer tarafta düşmanlık, ayrımcılık, şiddet… Bu ikisinin birlikte nasıl olabildiği üzerinde düşünülmesi gereken bir konu.
Üstelik kötülük bir kere ortaya çıktı mı, tekrarlanan dalgalar halinde devam eder. Sorgulanamayan, konuşulamayan, korkutucu, sahipleri tarafından dahi yönetilemeyen bir gerçeklik olarak toplumlara musallat olur.
Bunun göstergelerinden biri, kamuoyunun kolayca manipüle edilmesi.
Bugün de basının ve sivil toplumun iktidara bağımlı olması önemli bir sorun. Bu bağımlılık elbette ki tek yönlü değil. Modern siyasal yapılar her şeyden önce özerk bir entellejansiya, sembolik sermayenin bağımsızlığı üzerine kurulur. Bunların karıştırılması ayrımcılığa, imtiyaz alanlarının oluşmasına yol açar ve kamu gücünü eline geçiren elit, şiddet kullanarak bu ayrıcalıklarını yeniden üretir. Yargının devlet iktidarı alanı içinde yer alması da, bunu destekler. Sivil toplumla devlet iç içe geçer. Bugün de sorun sembolik sınıfın devlet iktidarı içinde yer alması. Devlet iktidarını kullanan imtiyazlı sınıf, sivil toplumla iç içe. Bu sayede kamuoyu çok yönlü olarak oluşmuyor. Yargı bağımsız değil, iktidarın bir alanını oluşturuyor. Basın iktidar tarafından yönlendiriliyor. Sivil toplum güdümlü… Basına, sivil toplum alanına bakılırsa, burada siyasal sembolik alanın devlet iktidarını merkez aldığını görülüyor. Devlet sekülerleşmediği için farklılığı ötekileştirmeye çalışıyor: Bu kimin vatandaş sayılıp, kimin sayılmayacağı gibi radikal bir kimlik siyaseti uyguluyor. Bu da ulus-devleti bir kimlik çatışması alanı haline getiriyor ve “beka sorunu” ile ima edildiği gibi özgürlükleri sınırlandırmadan ayakta kalması imkansızlaşıyor. Bu nedenle örtük bir iç savaş hali yaşıyor ve yaşatıyor. Üstelik bunu içinde bulunduğu coğrafyaya yaymaya çalışıyor.
Kamusallık krizi aynı zamanda bir sekülerlik krizi
Bu aynı zamanda çağdaş anlamıyla bir ulus-devlet olamama krizidir. Siyasal partilerin, aralarında görüş farklılıkları olsa da, sistemin içinde yer almaları bunu gösterir. Devlet iktidarı, siyasetle din, etnisite, kültür gibi alanların birbirine karıştırıldığı bir alandır.
Seküler olmayan devlet, travmatik bir silme aygıtıdır. Temsil ettiği de dahil herkesi işaretsizleştirir. Sekülerleşmemek eleştirel gibi gözüken bir çok hareketin iktidar alanı içinde kalmasını sağlar. Çünkü sekülerleşmemiş bir kamusal alan imtiyaz alanları yaratır. Bu kurumların eylemselliği ile üretilen bir anlam dünyası. Bu anlam dünyasının içinde temsil edilmeyenler, mağdurlar sorunu aynı şiddet aygıtları içinden görülürler. Sembolik sermaye, bilişsel alandaki eylemsellikler imtiyaz alanlarını korumak için devletin sekülerleşmesine direnirler. Bu nedenle krizler, sorunlar onu dönüştüremez.
Bu nedenle şiddet üreten bir iktidar aygıtına karşı ancak radikal bir eşitlik ilkesiyle direnilebilir. Şeyleştirilmiş bir düzen içindeki insanların faili oldukları ya da maruz kaldıkları şiddetin yarattığı travma kimi zaman bu sistemin nasıl işlediğini görmeyi perdeleyen bir kötücülleştirme biçimine dönüşebilir.
Kötülüğün daha sonraki süreçte etkinliği bulunan silseler halini alması, karşı konulamaz hale gelmesi de üretimiyle ilgili bir takım özelliklerle, maddi koşullarla, pratiklerle ilişkili olduğunu gösterir. Bu yüzden iyileşmek için her zaman kötülükleri yöneticilerin, toplulukların mizaçlarına bağlayan kolaycı yaklaşımlar yerine nasıl üretildiğini, nelere bağlı olduğunu araştırmaya ihtiyaç bulunur. Kötülüğe karşı çıkmak için edilgin bir şekilde kalmamak, onu üreten koşulları değiştirmek için çaba göstermek gerekir. Devletin kamusal nitelik kazanması ancak o zaman mümkün olur.
‘Aslında Plüton’un gezegenliği biz Neptün’ün kütlesini ve Uranüs’ün yörüngesini tam olarak belirlediğimizde sona ermişti. Biz ısrarla Plüton’u gezegen olarak tutmak istiyorduk ama bunun nedeni artık sadece duygusaldı, bilimsel değil.’
Artık çoğumuz şehirlerde ya da en azından şehirlere yakın sayılabilecek yerlerde yaşıyoruz. Bundan dolayı da bulutsuz gecelerde gökyüzüne baktığımızda çok az sayıda yıldız görebiliyoruz. Oysa eski zamanlarda, neredeyse Sümer zamanından bu yana, insanlar gökteki beş “yıldızın” diğerlerinden farklı olduğunu gözlemlemişlerdi. Bu “yıldızlar” diğerleri gibi gökyüzünde sabit durmuyor, diğer yıldızlardan farklı olarak yer değiştiriyordu. Bu “yıldızlara” “gezen yıldızlar” dendi uzun zaman. Antik Yunan’da bunların yıldız değil Güneş’in etrafında dönen gezegenler oldukları bile düşünüldü. 16’ıncı yüzyılın sonlarında artık bu beş “gezen yıldızın” diğer yıldızlardan farklı olduğu açıkça anlaşılmıştı. Yalnız bu beş gezen yıldızın, yani gezegenin, neyin etrafında döndüğü konusunda fikir birliği yoktu. Kopernik bunların tamamının Dünya ile birlikte Güneş’in etrafında döndüğünü söylüyordu. Tycho Brahe ise Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter ve Satürn’ün Güneş’in etrafında döndüğünü kabul etti, ama Güneş de bu gezegenlerle birlikte Dünya’nın etrafında dönüyordu. Sonunda Kepler ile birlikte tüm gezegenlerin Güneş’in etrafında döndüğü kabul edildi.
Galileo Galilei dürbünü ilk defa gökyüzüne döndürüp gezegenleri gözleyen kişi oldu. Galileo’dan sonra astronomlar teleskop adını verdikleri bu aletle gözlem yapmaya başladılar. İlk olarak tüm gezegenlerin Güneş etrafındaki yörüngelerini belirleyemeye ve uzaklıklarını ölçmeye başladılar. Bir gezegen Güneş’e ne kadar yakınsa Güneş etrafında da o denli hızlı döner. Bu nedenle de Güneş etrafında attığı bir turu takip etmek kolaydır. Ama mesela Jüpiter Güneş’in etrafındaki bir turunu 12 senede tamamlar. Bundan dolayı da Jüpiter’in bir turunu tamamen gözlemlemek istesek 12 sene gözlem yapmamız gerekir. Satürn için bu süre neredeyse 30 yıldır. Dolayısıyla, Satürn’ün yörüngesini tamamen belirlemek de epey uzun sürdü.
Birinin varlığını diğeriyle bilmek
Uranüs’ü çıplak gözle görebilmek neredeyse imkansızdır. Gene de antik çağın en önemli astronomu sayılan İznikli Hiparkus Uranüs’ü görmüş ama çok yavaş hareket ettiğinden dolayı yıldız olarak sınıflandırmıştır. 1781 yılında İngiliz astronom William Herschel Uranüs’ü gözlemleyerek onun bir gezegen olabileceğini söyleyen ilk kişidir. Uranüs’ün Güneş etrafındaki dönüş süresi 84 yıldır. Bu da Uranüs’ün keşfedildiğinden bu yana Güneş etrafındaki üçüncü turunu atmakta olduğunu söyler bize. Üçüncü tur da ancak 2033 yılında sona erecek.
Galileo ilk ürettiği teleskoplardan biriyle 1612’de Neptün’ü gözlemlemiş ama onun bir gezegen olduğunu anlayamamıştı. Uranüs’ün keşfinden 40 sene sonra astronomlar Uranüs’ün yörüngesini tam olarak hesaplayabildiler. Ancak bu hesap gözlemlere uygun değildi. Uzun süre gökte sadece beş tane gezegen olduğu düşüncesi ile yaşayan insanlar için Uranüs’ün keşfi büyük bir adımdı, ama Uranüs olduğuna göre onun daha uzağında bir gezegen daha olması garip olmazdı. Astronomlar Uranüs’ün hesaplanan yörüngesi ile gözlemlenen yörüngesi arasındaki farkın daha dıştaki bir gezegenden kaynaklanabileceğini ve bu gezegenin nerede olduğunu hesapladılar. Bu hesabı gönderdikleri Berlin Gözlemevi’ndeki Gottfried Galle 1846 yılında bir gece içerisinde Neptün’ün yerini eliyle koymuş gibi buldu. Yani Neptün’ün varlığı Uranüs sayesinde keşfedilmişti.
Neptün’ü ve yörüngesini bir süre gözlemleyen astronomlar, Neptün’ün Uranüs’ün yörüngesindeki farklılığa yeterli sebep olmadığını ve Neptün’ün dışında bir gezegen daha olması gerektiğine karar verdiler.
Bostonlu zengin iş insanı Percival Lowell 1906’da Arizona’da kurduğu gözlemevinde Gezegen X adını verdiği bu gizemli gezegeni aramaya başladı. Ancak Lowell’ın ömrü Gezegen X’i bulmaya yetmedi. O gözlemevinde çalışan Clyde Tombaugh 1930 yılında Gezegen X’i bulan kişi oldu. Bu gezegene Plüton adı verildi ve o an için bütün sorunların çözüldüğü düşünüldü. İlk anda Dünya’nın 7 katı kütleye sahip olduğu bu gezegenin bulunmasıyla bütün sorunlar çözüldü ve artık 9 gezegenimiz vardı. Tüm kitaplara 9 gezegenimiz olduğu yazıldı, hepimiz okulda 9 gezegenimiz olduğunu öğrendik. Oysa arka planda bilimin canını sıkan sürüyle bilgi toplanıyordu.
Ne gezegen, ne değil?
Öncelikle aradan geçen zamanda Neptün’le ilgili çok şey öğrendik. Bunların en önemlisi de Neptün’ün kütlesiydi. 1989 yılında Voyager II uzay aracı Neptün’ü ziyaret ettiğinde Neptün’ün kütlesi kesinlikle ölçülmüş oldu. Meğerse biz yıllardır Neptün’ün kütlesini doğru ölçmemişiz. Doğrusunu öğrenince bu Uranüs’ün yörüngesindeki farkı da açıkladı ve Gezegen X’e gerek kalmadı artık. Plüton vardı ama Plüton’un var olması bir zorunluluk değildi.
Sonra Plüton ile ilgili pek çok bilgi edindik. Daha doğru ölçümler sayesinde Plüton’un Dünya’nın 7 katı kütleye değil Dünya’nın 459’da biri kütleye sahip olduğunu anladık. Dile kolay 456’da biri. Minicik yani. Ay bile Dünya’nın 80’de biri, düşünün Plüton Ay’dan bile neredeyse 6 kat küçük bir nesne.
Ama daha önemli bilgi şu; Plüton’un dolaştığı bölge, Plüton büyüklüğünde ve bazısı daha küçük bazısı daha büyük sürüyle “gezegencik” ile dolu ve biz her geçen sene bunların daha fazlasını keşfetmeye başladık. Bulduğumuz, Plüton’dan büyük nesneleri de gezegen kabul edecek miyiz? Edeceksek her sene astronomi kitaplarını baştan mı yazacağız? Bu sorulara cevap vermek için 2006 yılında Uluslararası Astronomi Birliği toplandı.
Bilim insanlarının çoğunluğu, çoğumuzdan daha mantıklı insanlar ve duyguları yerine kurallarla hareket etmeyi tercih ediyorlar. Bu toplantı sonunda da hem kendi aralarındaki hem de toplumdaki kargaşaya son vermek için neyin gezegen sayılması konusunda bir karar verdiler. Bir nesnenin gezegen sayılması için yuvarlak olması, Güneş’in etrafında dönmesi ve yörüngesini temizlemiş olması gerekiyor. Yani Güneş’in etrafında döndüğü uzaklıkta kendisine yakın büyüklükte başka bir gezegenin olmaması gerekiyor.
Plüton’un döndüğü yörüngeye yakın bölgede onunla birlikte dönen çok sayıda cisim olduğundan Plüton’un artık gezegen sayılamayacağına karar verildi. Aslında Plüton’un gezegenliği biz Neptün’ün kütlesini ve Uranüs’ün yörüngesini tam olarak belirlediğimizde sona ermişti. Biz ısrarla Plüton’u gezegen olarak tutmak istiyorduk ama bunun nedeni artık sadece duygusaldı, bilimsel değil. Bu nedenle de bilim insanları bu duygusallığa bir son verdiler, “şimdilik”. “Şimdilik”, çünkü Plüton da dahil tüm bu gezegenciklerin yörüngelerinde de bir gariplik var ve bu garipliğe neden olan ve çok uzaklarda gezen bir Gezegen X hala var olabilir.
Egemenliğin ortaya koyduğu ilk etkinlik çıplak hayat üretme işidir. Zira, hangi konuda olursa olsun hayatın kendisi bir iktidara ölümüne tabi kılınırken aynı zamanda mutlak bir terk edilme ilişkisine maruz bırakılır.*
Geçen sene Nenoksa Köyü halk festivaline giderken Foto kredi: Sergei Yakovlev/AP:
Fotoğrafta Rusya’nın kuzeyindeki Arkhangelsk bölgesinde 500 kişinin yaşadığı Nenoksa (Nyonoksa) köylülerini bir festival öncesinde, yerel kıyafetleriyle poz vermiş görüyorsunuz. Fakat ne kadar giyinseler de hep biraz çıplaktır Nenoksa halkı; herkesi koruması için siyasi iktidara bırakılan hak karşısında öldürülebilecek fakat kurban edilemeyecek kadar kutsaldırlar.
Bir ay önce, 8 Ağustos günüydü, Nenoksa halkı deniz üstündeki askeri test sahasında bir patlamayla irkildi. Patlamanın ardından test mürettebatında yedi Rosatom çalışanı özel kıyafetli görevliler tarafından ağır yaralı olarak bölge hastanesine götürüldü. Bu esnada radyasyon seviyesi, olağan sınırın 16-20 kat üstüne çıkmıştı. Ardından yetkililer tarafından radyasyon seviyesinin normale düştüğü açıklaması yapıldı. Fakat patlamadan birkaç gün sonra bölgedeki dört radyasyon izleme cihazı devreden çıkarılmıştı.
Hastaneye getirilen Rosatom çalışanları kurtarılamamış, hemen ardından yaralılara temas eden doktorlar kendi muayeneleri için Moskova Hastanesi’ne götürülmüştü. Zira bir doktorun vücudunda sezyum 137 tespit edilmişti… Moscow Times’da yer alan habere göre patlamadan sonra ağır yaralılarla ilgilenen doktorlardan biri 15 Ağustos’ta yaşadıklarını sosyal medyada şöyle anlatıyordu: “Doktorlara talimat verildi. ‘Yaralıları tedavi edin!’ denildi. Ancak yaralılara müdahale etmeden önce hiç bir uyarı yapılmadı, ne koruyucu ekipman ne de kıyafet verildi”. Sosyal medyada olayın olduğu gün bunları paylaşan doktor, daha sonra gazeteye röportaj vermeyi kabul etmedi.
Askeri testi gerçekleştiren Rosatom’dan ilk yapılan açıklama, patlamanın roket motorunda meydana geldiği yönünde olmuştu. Sonrasında bu ifade patlamanın izotop güç kaynağı olan motorda gerçekleştiği şeklinde değiştirildi. Ancak patlamadan tam 18 gün sonra Barent Observer’ın haberine göre Rusya Federasyonu’na ait Hidrometeroloji ve Çevre İzleme Servisi Roshidromet, Severodnisk üzerinde atmosfere yayılan radyoaktif izotoplardan numune gaz toplamış ve yayılan izotopların niteliğinden patlamanın reaktör patlaması olduğunu tespit etmişti. Bunlar yarılanma ömrü görece kısa olan bazı izotoplardı: Stronsiyum 91 (yarı ömrü 9,3 saat); Baryum 139 (yarı ömrü 83 dakika) ve Baryum140 (yarı ömrü 12,8 gün) ve Baryum ürünü olan Lanthanum 140 (yarı ömrü 40 saat).**
Patlamanın ardından Rusya yönetiminden her şeyin kontrol altında olduğu, bir sorunun olmadığı, hatta Cumhurbaşkanı Putin’den “Sizi ilgilendiren bir durum yok” şeklinde açıklamalar geldi. Aynı günlerde dalgalar patlama esnasında kullanılmakta olan platformları Dvina Körfezi’nde Nenoksa Köyü’ne kadar getirmişti. Tren istasyonuna yalnızca dört kilometre mesafede kıyıya vuran platformlar bugün hala orada. Köyün insanları uzaktan fotoğrafını çekip sosyal medyada “Ölüm neye benziyor bakın” diyerek paylaşmakta…
Platformların kıyıya vurduğunun sosyal medyada paylaşılması üzerine bölgeye giden bağımsız uzmanların uzaktan yaptıkları ölçüme göre sonuç: 154 Mikrorontgen. Uygun koruyucu ekipman ve ölçüm cihazı olmadan platformdan yayılan radyasyonun ölçülmesi riskli olduğundan tehlike tahminlerden ibaret… Bununla birlikte riskin boyutunu anlamamızı kolaylaştıracak olan bir bilgi testlerin yapıldığı bilinen bölgede, patlama öncesinde standartın 5-6 Mikroröntgen olması sayılabilir.
Özetle reaktör patlamış, radyoaktif kirlilik içinde kalan iki platform kıyıya vurmuş, çevre sağlığını gözeten hiç bir koruma, önlem alınmadan, bir uyarı işareti dahi konmadan öylece durmakta. Neyse ki aynı askeri testlerde görevli olan bir kaptan bir sabah işe giderken köyün tren istasyonunda kendisine sorulunca “Siz yaklaşmayın oraya tehlikeli olabilir” deyiveriyor…(!)
Fransa’dan Radyasyon İzleme Labaratuvarı CRIIRAD’ın Araştırma Direktörü Bruno Chareyron’un Moscow Times’a yaptığı açıklamasındaki şu sözleri ise dikkat çekici: “Bu sahilde derhal radyoaktif temizlik yapılmalıdır”. Chareyron ekliyor: “Yetkililer radyoaktif patlamadan arda kalanları toplamalı, sudaki kirliliği ölçüp kumdan numune alarak çevresel radyoaktif kirliliği tespit edilmelidir”.
Tehlikeye birebir maruz kalanlar, Nenoksa Köyü sakini 500 kişiyle onların genlerinde yaşayacak doğmamış olanlar ve tabii ki deniz dahil doğal yaşamın kendisi, canlı, cansız tüm çevre.. Yaşananlar karşısında sayıların anlamını yitirirken Nenoksa Köyü’nden 30 Kilometre mesafede 183 bin nüfuslu Severovinsk şehri uzanıyor.
Rosatom, Rusya’nın askeri ve sivil (ticari)bütün nükleer faaliyetlerini yürüten, 1992 yılında kurulmuş olan Rusya Atom Enerjisi Bakanlığı’nın ve öncesinde Sovyetler Birliği’nin Nükleer Enerji ve Endüstri Bakanlığı’nın devamı niteliğinde olan şirket… İki sene önce Mayak Tesisi’nde radyoaktif atıkların açığa çıkardığı toplam etki süresi 10 yıla varan rutenyum 106 izotopunun Türkiye dahil Avrupa semalarında aylarca dolaşması tehlikesine maruz bırakan; dolayısıyla endişe ve korkuya neden olan, bu süre zarfında sorumlu olduğunu inkar eden şirket…
1986 yılında Dünya’nın en büyük nükleer kazası olarak bilinen Çernobil Nükleer Felaketi’nin müsebbibi ve patlamanın meydana geldiği günlerde gerçekleri örtbas ettiği için radyoaktiviteye maruziyet potansiyelini sürdürerek dün,bugün ve gelecekte milyonlarca canlının vebalini taşıyan şirket…
1957 yılında Mayak Tesisi’nde meydana gelen fakat, 1990’a kadar 30 köyün haritadan silindiği, binlerce kişinin yaşadıkları yerlerden tahliye edildiğini saklayan ve tarihe Kyshtym Kazası olarak geçen facianın da sorumlusu… 1948’lerden itibaren bölgenin içme suyunu sağlayan Techa Nehri’ne radyoaktif atıklarını döken ve bu nehirden yaşam bulan yüz binlerce insanın, tabiatın zehirlenmesine neden olan Rosatom…
Sicili böylesine bozuk, canavarsı bir şirkete hükümetlerarası bir anlaşma üzerinden %99,2 hisse sahipliğiyle Akdeniz’deki siyasi hesaplar için nükleer santral kurma, işletme imkanı tanındığına göre bizler maalesef en az Nenoksa yerlileri kadar çıplağız! Zira “Birilerinin elinde nükleer başlıklı füze var ama, benim elimde olmasın, ben bunu kabul etmiyorum” sözü başka nasıl açıklanabilir ki?
Türkiye 1979 yılında Nükleer Silahların Yayılmasını Önlenme Anlaşması’nı onaylamış bir ülkedir.
Daha bir yıl önce, 2018 yılının Ağustos ayında Birleşmiş Milletler Silahsızlanma Konferansı’nın Dönem Başkanlığını yaparak 2008’de de icra etmiş olduğu gibi nükleer silahsızlanmaya dair sorumluluk almış katılımcı devletlerin takdirini toplamıştır.
* Agamben,G. ,Kutsal İnsan, 105
** yarılanma ömrü*10=etki süresi şeklinde düşünülebilir.
‘Hem kalkınıp hem büyüyüp hem de sürdürülebilir olmak nasıl mümkün değilse plastik üretimini azaltmadan döngüsellik sağlamak da mümkün değildir. Çünkü sorunun kaynağı çöpün kendisi ve muhteviyatıdır.’
Plastik; hayatımızı kolaylaştırdığı iddia edilen malzeme! Ancak her kolaylıkta olduğu gibi, bunun da bir bedeli var. Bu bedellerden en belirgini de çöp sorunu. Çünkü plastik kullanıldıktan sonra, atsan atılmaz satsan satılmaz bir malzemeye dönüşüyor. Bu sebeple çoğunlukla değer ve çöp ekseninde tartışılıyor ve gündeme geliyor. İzmir’de geçtiğimiz günlerde bulunan yasadışı plastik çöpler de bu ikilemin bir sonucu.
Greenpeace tarafından basına duyurulan bu plastik çöpler, İzmir’de terkedilmiş bir çiftlikte uzun süredir depolanmış halde bulundu. 5-6 aydan fazladır alanda düzensizce terk edilmiş halde bulunan plastikler, çoktan doğaya karışmaya başlamıştı bile. İddia o ki bir nakliyat firması çöpleri İtalya’dan getirmiş ve bir depoya “gerektiği gibi” depolamıştı. Her nasılsa bir yangın çıkmış ve bu plastik çöpler bulundukları alana yani terk edilmiş haldeki çiftliğe getirilmişti. İşte 5-6 aydır da bu alanda başındaki iki bekçiyle birlikte belki de bir sonraki durağını bekliyordu. Bir sonraki durağın geri dönüşüm olmadığı kesindi. Öyle olsaydı zaten ilk getirildiklerindeki gayesi olan geri dönüşüme alınmak için neden anlamsızca bekletilsinler ki?
Geri dönüşüm efsanesi
İçerisinde her türlü ambalajın olduğu bu plastik çöpler, çöpe değer muamelesi yapan döngüsel ekonomi yaygaracılığın sonucu olarak, ta İtalya’dan İzmir’e geldi. Çöpün değer olduğu iddiasının temelinde de geri dönüştürülebilirliği efsanesi yatıyor. Öyleyse geri dönüştürülebilir olan bir şey neden kaynağında değil de daha uzak ve üstelik çevrenin pek de önemsenmediği bir ülkeye gönderiliyor? Cevabı soruda gizli. Çünkü geri dönüşüm bir efsane ve işin içerisinde para var.
Nasıl ki 2000’lerde sürdürülebilir kalkınma diye bir efsane pazara salındı ve sonrasında bir fiyasko olduğu anlaşıldıysa, geri dönüşüm ve döngüsel ekonomi de benzer şekilde fiyasko olacaktır. Çünkü sorunun kaynağı çöplerin değerlendirilmiyor oluşu değil, aksine çok fazla çöp oluşuyor olmasıdır. Nasıl ki hem kalkınıp hem büyüyüp hem de sürdürülebilir olmak mümkün değilse plastik üretimini azaltmadan da döngüsellik sağlamak mümkün değildir. Çünkü sorunun kaynağı çöpün kendisi ve muhteviyatıdır.
Her türlü ambalajı, ucuz ve hafif diye plastiğe çevirip, hijyen adı altında tek kullanımlık yaşamı özendirerek kurulan yaşamın geleceği nokta, en sonunda İzmir’deki kaçak çöp dağıdır. Yıllık 400 milyon tona erişmiş olan plastik üretimini azaltmadan döngüsel olacak olan tek şey plastik lobilerinin kazandığı paranın biçimi olacaktır. Vatandaşa düşen ise kendisine dayatılan tek kullanımlık yaşam, ayrıştırma illüzyonu ve beceriksiz atık yönetimi sonucu oluşan kirliliktir. Kaldı ki becerikli olan ülkeler de bu becerilerini, uzak ülkelerin kuş uçmaz kervan geçmez bölgelerine çöp depolayarak sergiliyorlar. Sonuç olarak gelişmiş olan batı ve onun temiz çevresinin diyeti az gelişmiş ülkelerin ıssız mera ve ormanlarında çöplük olarak ödenmektedir. Alın size döngüsellik.
6-7 Eylül hikâyesini çok kez dinledim Sarkis ustadan. Anılarını kaleme aldığı kitabı “Dünya Hepimize Yeter” de ve 2009’da Deniz Koçak’ın hazırladığı “Yaşam Marangozu” belgeselinde de o iki karanlık güne dair tanıklığını anlatıyordu Sarkis usta.
Almanya Bochum Ruhr Üniversitesi Tarih Fakültesi‘nden Dr. Dilek Güven’e göre 6-7 Eylül olaylarını çokuluslu Osmanlı devletinden Türk ulus-devletine geçiş döneminde yaşanan sorunlarla ilişkilendirmek mümkündür. Farklı etnik grupları barındıran Anadolu’nun homojen hale getirilmesi, Kemalist elit tarafından başarılı bir ulus-devletin vazgeçilmez şartı olarak görülmüş ve yeni kurulan devletin Hıristiyan azınlıklara haklarını garanti etmesine rağmen, 1920’li ve 30’lu yıllarda hükümetler zaman zaman aleni bir asimilasyon politikası gütmüştür. Her ne kadar tüm vatandaşların yasal hak ve yükümlülüklerdeki eşitliğinden söz edilse de, günlük hayatta devletin kimlik politikası temelde Türklük üzerinden belirlenmiş, bu yolla millet olma, modernleşme ve Batılılaşma sürecinin ivme kazanacağı ümit edilmiştir.
Olaylar nasıl başladı?
Kıbrıs sorunu, 1955 yılında Türk kamuoyunun gündeminde başköşeye oturur. Dışişleri yetkilileri Londra’da Kıbrıs temaslarına devam ederken, Atatürk’ün Selanik’teki evinde bir bomba patlamasıyla ilgili haber, önce 6 Eylül 1955 günü Türkiye radyolarında yayımlanır. Bunun üzerine, ‘Atamızın evi bombalandı’ manşetiyle ikinci baskı yapan İstanbul Ekspres gazetesi o dönemde kurulmuş olan ‘Kıbrıs Türktür Cemiyeti‘ üyelerince bütün İstanbul’da satılmaya ve halkı galeyana getirmek üzere kullanılmaya başlanır.
Kıbrıs Türktür Cemiyeti’nin önayak olması ve diğer gençlik örgütleri, meslek kuruluşları, DP teşkilatı, bazı resmi ve gayri resmi makamların telkin ve teşvikiyle yerel kalabalıklar ve şehre dışarıdan getirilmiş olan kitlelerce 6 Eylül akşamı Cumhuriyet tarihinde görülmemiş bir yağma ve yıkım eylemi gerçekleştirilir.
Esas olarak İstanbul’daki gayrimüslim azınlık nüfusun ev, işyeri ve ibadet yerlerine yönelik bu saldırılarda emniyet pasif bir tutum sergiler. Gayrimüslimlerin adresleri hakkında önceden bilgi sahibi olan, 20-30 kişilik organize birliklerin kent içindeki ulaşımı özel arabalar, taksi ve kamyonların yanı sıra otobüs, vapur ve hatta askeri araçlar yardımıyla sağlanır.
6-7 Eylül Olayları’nda İstanbul’un her yerinde yağmalar aynı yöntemle yapılmaktadır. Dükkânlara saldıranlar önce vitrinleri taşlayarak kırmakta ya da demir parmaklıkları kaynak makineleri ve tel makasları yardımıyla açmakta, ardından içerdeki alet ve makineler dışarı çıkarılarak paramparça edilmektedir. Kiliseler de payını alır: Kiliselerin içindeki kutsal resimler, haçlar, ikonalar ve diğer kutsal eşyalar tahrip edildiği ve yakıldığı gibi, bazen kilisenin tamamı ateşe verilir.
Mahkeme zabıtlarına göre, 4 bin 214 ev, 1004 işyeri, 73 kilise, bir sinagog, iki manastır, 26 okul ile aralarında fabrika, otel, bar gibi yerlerin bulunduğu 5 bin 317 mekân saldırıya uğramıştır.
Hasarı yaklaşık 150 milyon TL’yi bulmaktadır; bu rakam, o dönemin 54 milyon Amerikan Doları’na eşdeğerdir. DP hükümeti ise zarara uğrayıp tescil ettirenlere toplam 60 milyon TL tazminat öder.
Olaylar üzerine İstanbul’da sıkıyönetim ilan edilir. Esas olarak, Kıbrıs Türktür Cemiyeti ve gençlik örgütleri etrafında yoğunlaşan ve o günlerde ilan edilen sıkıyönetim savcıları tarafından yapılan ilk soruşturma ve yargılamalar, daha sonra DP iktidarının bastırması sonucunda olaylar ‘komünistlerin tahriki’ olarak yorumlanır, ancak, 1960 darbesinden sonra, bu olaylar Yassıada yargılamalarının gündemine oturur. Yassıada’da 6-7 Eylül olayları bu kez tamamen DP iktidarının hazırladığı bir tertip olarak sunulur ve sorumlu tutulan DP yönetimi, 6-7 Eylül olayları nedeniyle de cezalandırılır.
Sonuç olarak, 6-7 Eylül 1955 olayları, Rum, Ermeni ve Yahudilerin büyük göç dalgalarıyla ülkeden ayrılmasına neden olur. Gayrimüslimlerin büyük bir kısmı için, yaşananlar, Türk vatandaşı olarak kabul görmediklerinin kanıtı olmuş, hangi parti iktidarda olursa olsun, gelecekte de ayrımcılıklara maruz kalacakları düşüncesi azınlıkların yurt dışına göç kararını vermelerine yol açmıştır. 1955 yılını izleyen bu gelişme, aynı zamanda İstanbul’da dini anlamda çoğulculuğun da sona erdiğini simgelemektedir.
Sarkis Usta 6-7 Eylül olaylarını Yedikule’deki evinde yaşadı
Usta o yıllarda, bugün Aras Yayınları’nın sahibi olan Yetvart Tovmasyan’ın ailesinin evinde kiracı olarak oturuyordu. Olaylar başlayınca annesine, Müslüman kadınlar gibi görünsün diye beyaz başörtüsü takmış. Pencereye bir bayrak uydurmuş. Kapıda otururken kalabalık bir grup önünden geçmiş. Kiminin elinde bir top kumaş, kiminde bir makine parçası… O günü ustanın kendi anlatımıyla dinleyelim.
Usta “6-7 Eylül’de çok çektik. Ama bu halkın çok iyiliğini de gördük.” derdi. Tehcirden kaçıp Karaman dağlarına çıkan babasını, idam fermanı olmasına rağmen Türk köylüsünün sakladığını anlatırdı. “Benim Ermeni’den daha çok Türk arkadaşım oldu” derdi. Ağustos 2009’da Kumkapı Meryem Ana Kilisesi’ndeki cenazesine Mut’tan babasının arkadaşının çocukları gelip katılmıştı. Geçtiğimiz aylarda Mutlular Derneği’nin İstanbul’da yapılan toplantısında ustanın çocuklarına vermek üzere bir resim emanet aldım. Yıllar sonra kaçıncı kuşak bu kadim dostluğun sıcaklığını bugüne taşıyor.
Usta, 6-7 Eylül günü bir an evin üst katında yatan çocuklarını düşünmüş; “… o gün dedim, dünyada başka yerler var ki, orada çocuklar başlarını yastıklarına koymuşlar, hiçbir tehlike duygusuna kapılmadan huzur içinde uyuyorlar…” demişti. Ne yazık ki bugün de dünyanın birçok yerinde aynı kaygıyla yaşayan milyonlarca çocuk var…