Ana Sayfa Blog Sayfa 2411

Müzeyyen Boylu davasında Baro ve kadın örgütlerinin müdahillik talebi reddedildi

Diyarbakır’da boşanmak istediği kocası tarafından, çocuklarının önünde öldürülen avukat Müzeyyen Boylu davasında ilk duruşma görüldü. Barolar ve kadın örgütlerinin mühadillik talebi reddedilirken, Aile Bakanlığı’nın istemi kabul edildi. Duruşma ertelendi.

Diyarbakır’da 19 Mayıs 2019 tarihinde boşanma aşamasında olduğu eşi Mesut Issı tarafından çocuklarının gözü önünde 11 kurşunla öldürülen avukat Müzeyyen Boylu cinayetinin ilk duruşması Diyarbakır 7. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görüldü. Duruşmada baro ve kadın örgütlerinin müdahillik talebi reddedildi.

Boylu’yu öldüren Mesut Issı, “Kasten tasarlayarak ve canavarca hisle eziyet çektirerek öldürmek” suçundan ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası” istemiyle hakim karşısına çıktı. Duruşmaya Müzeyyen Boylu’nun ailesi, Diyarbakır Barosu Kadın Hakları İzleme ve Uygulama Merkezi, İzmir, Adana, Ankara, Edirne, Kocaeli, İstanbul, Urfa, Batman, Sinop, Kırklareli ve Mersin Baroları başta olmak üzere çok sayıda ilden avukat katıldı. Duruşmayı HDP milletvekilleri, İHD, TİHV, Diyarbakır Tabip Odası, Özgür Kadın Hareketi’nin (TJA), Rosa Kadın Derneği’nin yanı sıra birçok kadın kurumu da takip etti.

Sanık ‘susma hakkı’nı kullandı

Sanık Mesut Issı, iddianamedeki ifadesinde Müzeyyen Boylu’nun kendisine hakaret ettiğini iddia etmişti. Duruşmadaki ifadesinde ise psikolojik sıkıntı yaşadığını iddia ederek susma hakkını kullandı. Duruşmada baro ve kadın örgütleri davaya müdahillik talebinde bulundu. Talepler mahkeme tarafından reddedildi. Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın müdahillik talebini ise kabul edildi.

Mahkeme heyeti baroların talebini ret gerekçesinde Boylu’nun avukat olduğu için öldürülmediğini ve ayrıca suçtan zarar görme koşulunun yerine getirilmediğini ileri sürdü. Duruşma 4 Kasım tarihine ertelendi.

Altın madencilerine karşı doğayı ve yaşamı savunmak

‘Sorun sadece Kazdağları’nı savunmakla sınırlı değil; Kazdağları’nda altın madeni girişimine sessiz kalmak, aslında tüm ülkemizin doğal kaynaklarını; ekosistemlerini, tarihi ve doğal güzelliklerini ve insanlarımızın yaşam kaynaklarını tehlikeye atacaktır.’

Hepimiz farkındayız; bir süredir toprağın altındaki ve üstündeki tüm doğal kaynaklarımız; ekosistemlerimiz yerli-yabancı, çok uluslu sermayenin umarsızca yaptığı saldırı altında… Madenler, kömürlü termik santraller, nükleer santraller uğruna binlerce ağacımız kesiliyor, ormanlar yok ediliyor; toprak, yer altı ve yer üstü su kaynaklarımız, havamız para uğruna düşüncesizce kirletiliyor. Adeta hiçbir canlıya adeta yaşam alanı bırakılmıyor. Doğal kaynaklarımıza yapılan bu saldırının kamuoyu tarafından en çok bilineni ise Kazdağlarındaki siyanür liçi yöntemi ile çalıştırılacak olan altın madeni… Aslında son dönemde kamuoyunun gündemine 200 bin ağacın kısa sürede yok edilmesi ile gelen Kazdağları Balaban Çeşmesi mevkiindeki altın madeni girişimi kelimenin tam anlamı ile aysbergin su üstündeki kısmı…

Filmlerdeki gibi değil…

Türkiye’nin altın madenciliği ile tanışması ilk 1990’da oldu. Bergama Ovacık köyü yakınlarında altın bulunduğu haberleri önce bölge insanında büyük bir heyecan yarattı. Sonra anlaşıldı ki; bulunan altının verimi klasik altın madenciliği metotları ile çıkarılamayacak kadar düşük. Yani bir ton cevherde 1 gram altın var… Bu kadar düşük tenörlü madenlerde uygulanan yöntem, sinema filmlerinde izlenen fiziksel yöntemlerden oldukça farklı kimyasal yöntemlerdi. Köylüler önce ‘siyanürü’ sonra da ‘ağır metalleri’ duydular ve bugün hala hatırlanan ünlü altın madenine karşı bölge insanının Bergama direnişi başladı…  Yöntem basit ama çok ürkütücüydü. Önce verimli binlerce ton tarım toprakları sıyrılıp ‘pasa’ adı altında bir köşeye atılıyordu. Sonra kayalar şeklinde çıkan ‘cevher’ önce kırılıp un ufak ediliyor ve siyanür çözeltisi ile muamele edilerek içindeki altın, gümüş ve kadmiyum, arsenik, civa, kurşun gibi diğer ağır metallerde serbestleşerek sıvı faza geçiyordu. Üstelik altın ve gümüş bu sıvı fazdan alınarak geri kalan tüm ağır metaller atığın içinde tekrar geri atık havuzlarına bırakılıyordu.

Peki; atık ne kadar? Bir ton cevherin içinden 1 gram altın alınarak gerisi maden alanındaki atık havuzlarına ağır metallerden zengin atık olarak terk ediliyor. Yani 999 kilo 999 gramı bu şekilde atık olarak terk ediliyor doğaya… Daha sonra işletilmeye başlanan Uşak Eşme Altın Madeni’nde136 milyon ton ağır metalden zengin atık bu şekilde doğada depolanıyor. Kazdağları’nda 200 bin ağaç kesilerek kurulmaya çalışılan altın madeninde ise kendi hazırlattıkları çevresel etki değerlendirme raporlarında da belirttikleri gibi 72 milyon ton bu tip ağır metallerden zengin atık çıkaracaklar. Kimyasal yöntemlerle altın çıkartma tamamen siyanür liçi yöntemi ile oluyor. Yöntem iki yolla uygulanabiliyor:

  • Tank içinde yapılan siyanür liçi ve
  • Yığın liçi

Çim sular gibi

Tank içinde uyguladıkları siyanür liçi metodunu genelde bir ton cevherin içinde 1-1.25 gram altın varsa uyguluyor altın madeni işleten firmalar… Ama bir ton cevherin içinde bir gramdan bile az altın varsa uyguladıkları siyanürleme yöntemi daha da tehlikeli olan  ‘yığın liçi’ … Bu metotta kırılarak un ufak hale getirilen cevher geniş bir alana seriliyor ve çim sular gibi sıvı siyanür ile sulanıyor. Oluşan sıvı eriyik toplanarak içindeki bir gramdan bile az olan altın alınıp; 999 kilo 999 gramdan fazlası alana ağır metallerden zengin atık olarak bırakılıyor.

Kimyasal yöntemlerle çalışan altın madenlerinin çevre ve insan sağlığı üzerine büyük bölümü onarılamaz olan çok sayıda olumsuz etkisi var. Altın madenciliği uygulandığı her bölgede büyük bir ekolojik yıkıma yol açıyor. Maden bölgeleri Kazdağları’nda görüldüğü gibi ormansızlaştırılıyor.  Yine maden çalıştırılırken cevher çıkartma amaçlı olarak büyük bir delik açılıyor. Uşak Eşme’de ki altın madeninde açılan koni biçimli delik 450 metre derinliğinde ve yaklaşık 100 metre genişliğinde. Madenler kapandıktan sonra gerek bu deliklerin kapatılmasının mümkün olmaması; gerekse alanda biriken milyon tonlarca ağır metalden zengin atık nedeniyle maden bölgesinin tekrar rehabilite edilmesi de mümkün değil.

Kazdağları’nda aynı şekilde Balaban tepesi yok edilecek. Rezerv bittiği zaman madenci şirket altın alıp gidecek ve bozulmuş bir doğa yapısı, her an sızıntı yapma riski bulunan ağır metallerden zengin atık yığınlarını bölgede bırakacaklar.

İnsan sağlığı üzerine etkileri ise özellikle partikül maddelerden oluşan hava kirliliği yaratması, atıkların içinde bulunan ağır metallerin yer altı, yer üstü su kaynaklarına ve toprağa sızması nedeni ile besin zincirine ulaşması sonucu görülür. Cevherin çıkarılması, taşınması, kırılarak ufalanması sırasında hava kirliliği ortaya çıkar. Özellikle 2.5 mikron ve daha altındaki partiküller solunum yolu ile insana ulaşabilir. Bu partiküllerin ağır metallerden oluşanları ek sağlık tablolarına neden olur. Genelde solunum ve sindirim yolu ile alınan ağır metaller büyük çoğunluğu kanserojen… Ayrıca solunum, kardiyovasküler ve hematolojik sorunlara da yol açıyorlar… Atıkların içinde bulunan ağır metaller genelde aşırı yağışlar sonucu ortaya çıkan sellerle, depremler sonucu depolandıkları alanların bütünlüğünün bozulması nedeniyle, kazalarla; havaya, toprağa ve yer altı-yer üstü su kaynaklarına karışıyorlar ve bu yolla insana ulaşıyorlar. Kazdağları’nda kurulmak istenen altın madeninin Çanakkale’nin tek içme ve kullanma suyu barajı olan Atikhisar Barajı’nın su toplama havzası üzerinde olması bu karışma riskini artırmakta.

Mesele sadece Kazdağlarıyla sınırlı değil

Birkaç örnek verirsek; 2018 yılında Şili’de yapılan bir çalışmada bir altın-bakır madeninde yapılan patlatma işlemleri sonucu oluşan hava kirliliğinin çocuklarda astım ve alerjik rinit ve konjuktuvit sıklığını artırdığını göstermiştir. Meksika’da yine aynı yıl yapılan bir başka çalışmada çok eski bir altın madenciliği alanında yüzey ve sığ yeraltı sularında arsenik konsantrasyonunun arttığı belirlenmiştir. Kolombiya’da ise iki altın madeninden kaynaklanan civa kirliliğinin bölgedeki balık stokunu etkilediği ve besin zincirine girerek insanlara ulaşabileceği gösterilmiştir. Avustralya’nın Victoria Eyaleti’nde 2018’de yapılan bir başka çalışmada altın madenlerinden oluşan eski maden alanlarının yüzey ve yeraltı sularında ağır metal kirliliğine neden olduğu ispatlanmıştır. 2017’de Peru; And Dağları’nda yapılan çalışmada ise içinde altın madenlerinin de olduğu maden tesislerinin toprakta özellikle kurşun, bakır, çinko, kadmiyum ve cıvadan oluşan ağır metal kirliliğine neden olduğu kaydedilmiştir.  Yine 2017’de Güney Afrika’da altın madeni katı atık alanından 1-2 kilometre uzaklıkta yaşayan çocuklarda astım sıklığının 5 kilometreden fazla uzaklıkta yaşayanlara oranla fazla bulunmuştur. Bu çocukların daha fazla partikül maddeye maruz kaldıkları hesaplanmıştır. 2016’da Romanya’da içlerinde altın madenlerinin de olduğu alanlarda yapılan çalışmalarda yerleşim bölgelerinde toprağa bulaşan başta arsenik, kadmiyum, civa kurşun seviyelerinin uyarı eşiğini aştığını ortaya koymuştur.

Örnekleri daha da çoğaltmak mümkün; literatürde çok sayıda konu ile ilgili bilimsel makale var. Ayrıca çok sayıda da bu madenlerden kaynaklanan kazalar olduğunu da biliyoruz; yanı başımızdaki Romanya’da 2000 yılında meydana atık havuzu taşmasının Tuna nehrine kadar siyanür ve ağır metallerin ulaşmasına yol açtığı hala hafızalardadır. Yazının başında da belirttiğim gibi Kazdağları altın madeni girişimi ülkemiz için bir aysbergin su üstündeki parçasıdır. Sırada Eskişehir Murat Dağı altın madeni girişimi, 6600 hektara yayılan Balıkesir İvrindi altın madeni girişimleri; Biga yarımadasında verildiği iddia edilen 36 adet daha maden ruhsatı ve İzmir çevresinde olduğu iddia edilen yeni altın madeni alanları var. Sonuç olarak sorun sadece Kazdağları’nı savunmakla sınırlı değil; Kazdağları’nda altın madeni girişimine sessiz kalmak, aslında tüm ülkemizin doğal kaynaklarını; ekosistemlerini, tarihi ve doğal güzelliklerini ve insanlarımızın yaşam kaynaklarını tehlikeye atacaktır. O nedenle Türk Tabipleri Birliği’nin yaptığı gibi; tüm sivil toplum kuruluşları, akademisyenler, tüm meslek örgütleri her türlü mesleki kaygıları bir tarafa bırakarak bizzat Çanakkale’ye giderek Kazdağları’na sahip çıkmalıdır.

Doğayı ve yaşamı savunmak; gelecek nesillere yaşanabilir bir dünya bırakmak; Anadolu’nun binlerce yıllık doğal ve tarihsel birimini korumak; işte bunun için Kazdağlarındayız.

(Yeşil Gazete)

Altın madencilerine karşı doğayı ve yaşamı savunmak

0

‘Sorun sadece Kazdağları’nı savunmakla sınırlı değil; Kazdağları’nda altın madeni girişimine sessiz kalmak, aslında tüm ülkemizin doğal kaynaklarını; ekosistemlerini, tarihi ve doğal güzelliklerini ve insanlarımızın yaşam kaynaklarını tehlikeye atacaktır.’

Hepimiz farkındayız; bir süredir toprağın altındaki ve üstündeki tüm doğal kaynaklarımız; ekosistemlerimiz yerli-yabancı, çok uluslu sermayenin umarsızca yaptığı saldırı altında… Madenler, kömürlü termik santraller, nükleer santraller uğruna binlerce ağacımız kesiliyor, ormanlar yok ediliyor; toprak, yer altı ve yer üstü su kaynaklarımız, havamız para uğruna düşüncesizce kirletiliyor. Adeta hiçbir canlıya adeta yaşam alanı bırakılmıyor. Doğal kaynaklarımıza yapılan bu saldırının kamuoyu tarafından en çok bilineni ise Kazdağlarındaki siyanür liçi yöntemi ile çalıştırılacak olan altın madeni… Aslında son dönemde kamuoyunun gündemine 200 bin ağacın kısa sürede yok edilmesi ile gelen Kazdağları Balaban Çeşmesi mevkiindeki altın madeni girişimi kelimenin tam anlamı ile aysbergin su üstündeki kısmı…

Filmlerdeki gibi değil…

Türkiye’nin altın madenciliği ile tanışması ilk 1990’da oldu. Bergama Ovacık köyü yakınlarında altın bulunduğu haberleri önce bölge insanında büyük bir heyecan yarattı. Sonra anlaşıldı ki; bulunan altının verimi klasik altın madenciliği metotları ile çıkarılamayacak kadar düşük. Yani bir ton cevherde 1 gram altın var… Bu kadar düşük tenörlü madenlerde uygulanan yöntem, sinema filmlerinde izlenen fiziksel yöntemlerden oldukça farklı kimyasal yöntemlerdi. Köylüler önce ‘siyanürü’ sonra da ‘ağır metalleri’ duydular ve bugün hala hatırlanan ünlü altın madenine karşı bölge insanının Bergama direnişi başladı…  Yöntem basit ama çok ürkütücüydü. Önce verimli binlerce ton tarım toprakları sıyrılıp ‘pasa’ adı altında bir köşeye atılıyordu. Sonra kayalar şeklinde çıkan ‘cevher’ önce kırılıp un ufak ediliyor ve siyanür çözeltisi ile muamele edilerek içindeki altın, gümüş ve kadmiyum, arsenik, civa, kurşun gibi diğer ağır metallerde serbestleşerek sıvı faza geçiyordu. Üstelik altın ve gümüş bu sıvı fazdan alınarak geri kalan tüm ağır metaller atığın içinde tekrar geri atık havuzlarına bırakılıyordu.

Peki; atık ne kadar? Bir ton cevherin içinden 1 gram altın alınarak gerisi maden alanındaki atık havuzlarına ağır metallerden zengin atık olarak terk ediliyor. Yani 999 kilo 999 gramı bu şekilde atık olarak terk ediliyor doğaya… Daha sonra işletilmeye başlanan Uşak Eşme Altın Madeni’nde136 milyon ton ağır metalden zengin atık bu şekilde doğada depolanıyor. Kazdağları’nda 200 bin ağaç kesilerek kurulmaya çalışılan altın madeninde ise kendi hazırlattıkları çevresel etki değerlendirme raporlarında da belirttikleri gibi 72 milyon ton bu tip ağır metallerden zengin atık çıkaracaklar. Kimyasal yöntemlerle altın çıkartma tamamen siyanür liçi yöntemi ile oluyor. Yöntem iki yolla uygulanabiliyor:

  • Tank içinde yapılan siyanür liçi ve
  • Yığın liçi

Çim sular gibi

Tank içinde uyguladıkları siyanür liçi metodunu genelde bir ton cevherin içinde 1-1.25 gram altın varsa uyguluyor altın madeni işleten firmalar… Ama bir ton cevherin içinde bir gramdan bile az altın varsa uyguladıkları siyanürleme yöntemi daha da tehlikeli olan  ‘yığın liçi’ … Bu metotta kırılarak un ufak hale getirilen cevher geniş bir alana seriliyor ve çim sular gibi sıvı siyanür ile sulanıyor. Oluşan sıvı eriyik toplanarak içindeki bir gramdan bile az olan altın alınıp; 999 kilo 999 gramdan fazlası alana ağır metallerden zengin atık olarak bırakılıyor.

Kimyasal yöntemlerle çalışan altın madenlerinin çevre ve insan sağlığı üzerine büyük bölümü onarılamaz olan çok sayıda olumsuz etkisi var. Altın madenciliği uygulandığı her bölgede büyük bir ekolojik yıkıma yol açıyor. Maden bölgeleri Kazdağları’nda görüldüğü gibi ormansızlaştırılıyor.  Yine maden çalıştırılırken cevher çıkartma amaçlı olarak büyük bir delik açılıyor. Uşak Eşme’de ki altın madeninde açılan koni biçimli delik 450 metre derinliğinde ve yaklaşık 100 metre genişliğinde. Madenler kapandıktan sonra gerek bu deliklerin kapatılmasının mümkün olmaması; gerekse alanda biriken milyon tonlarca ağır metalden zengin atık nedeniyle maden bölgesinin tekrar rehabilite edilmesi de mümkün değil.

Kazdağları’nda aynı şekilde Balaban tepesi yok edilecek. Rezerv bittiği zaman madenci şirket altın alıp gidecek ve bozulmuş bir doğa yapısı, her an sızıntı yapma riski bulunan ağır metallerden zengin atık yığınlarını bölgede bırakacaklar.

İnsan sağlığı üzerine etkileri ise özellikle partikül maddelerden oluşan hava kirliliği yaratması, atıkların içinde bulunan ağır metallerin yer altı, yer üstü su kaynaklarına ve toprağa sızması nedeni ile besin zincirine ulaşması sonucu görülür. Cevherin çıkarılması, taşınması, kırılarak ufalanması sırasında hava kirliliği ortaya çıkar. Özellikle 2.5 mikron ve daha altındaki partiküller solunum yolu ile insana ulaşabilir. Bu partiküllerin ağır metallerden oluşanları ek sağlık tablolarına neden olur. Genelde solunum ve sindirim yolu ile alınan ağır metaller büyük çoğunluğu kanserojen… Ayrıca solunum, kardiyovasküler ve hematolojik sorunlara da yol açıyorlar… Atıkların içinde bulunan ağır metaller genelde aşırı yağışlar sonucu ortaya çıkan sellerle, depremler sonucu depolandıkları alanların bütünlüğünün bozulması nedeniyle, kazalarla; havaya, toprağa ve yer altı-yer üstü su kaynaklarına karışıyorlar ve bu yolla insana ulaşıyorlar. Kazdağları’nda kurulmak istenen altın madeninin Çanakkale’nin tek içme ve kullanma suyu barajı olan Atikhisar Barajı’nın su toplama havzası üzerinde olması bu karışma riskini artırmakta.

Mesele sadece Kazdağlarıyla sınırlı değil

Birkaç örnek verirsek; 2018 yılında Şili’de yapılan bir çalışmada bir altın-bakır madeninde yapılan patlatma işlemleri sonucu oluşan hava kirliliğinin çocuklarda astım ve alerjik rinit ve konjuktuvit sıklığını artırdığını göstermiştir. Meksika’da yine aynı yıl yapılan bir başka çalışmada çok eski bir altın madenciliği alanında yüzey ve sığ yeraltı sularında arsenik konsantrasyonunun arttığı belirlenmiştir. Kolombiya’da ise iki altın madeninden kaynaklanan civa kirliliğinin bölgedeki balık stokunu etkilediği ve besin zincirine girerek insanlara ulaşabileceği gösterilmiştir. Avustralya’nın Victoria Eyaleti’nde 2018’de yapılan bir başka çalışmada altın madenlerinden oluşan eski maden alanlarının yüzey ve yeraltı sularında ağır metal kirliliğine neden olduğu ispatlanmıştır. 2017’de Peru; And Dağları’nda yapılan çalışmada ise içinde altın madenlerinin de olduğu maden tesislerinin toprakta özellikle kurşun, bakır, çinko, kadmiyum ve cıvadan oluşan ağır metal kirliliğine neden olduğu kaydedilmiştir.  Yine 2017’de Güney Afrika’da altın madeni katı atık alanından 1-2 kilometre uzaklıkta yaşayan çocuklarda astım sıklığının 5 kilometreden fazla uzaklıkta yaşayanlara oranla fazla bulunmuştur. Bu çocukların daha fazla partikül maddeye maruz kaldıkları hesaplanmıştır. 2016’da Romanya’da içlerinde altın madenlerinin de olduğu alanlarda yapılan çalışmalarda yerleşim bölgelerinde toprağa bulaşan başta arsenik, kadmiyum, civa kurşun seviyelerinin uyarı eşiğini aştığını ortaya koymuştur.

Örnekleri daha da çoğaltmak mümkün; literatürde çok sayıda konu ile ilgili bilimsel makale var. Ayrıca çok sayıda da bu madenlerden kaynaklanan kazalar olduğunu da biliyoruz; yanı başımızdaki Romanya’da 2000 yılında meydana atık havuzu taşmasının Tuna nehrine kadar siyanür ve ağır metallerin ulaşmasına yol açtığı hala hafızalardadır. Yazının başında da belirttiğim gibi Kazdağları altın madeni girişimi ülkemiz için bir aysbergin su üstündeki parçasıdır. Sırada Eskişehir Murat Dağı altın madeni girişimi, 6600 hektara yayılan Balıkesir İvrindi altın madeni girişimleri; Biga yarımadasında verildiği iddia edilen 36 adet daha maden ruhsatı ve İzmir çevresinde olduğu iddia edilen yeni altın madeni alanları var. Sonuç olarak sorun sadece Kazdağları’nı savunmakla sınırlı değil; Kazdağları’nda altın madeni girişimine sessiz kalmak, aslında tüm ülkemizin doğal kaynaklarını; ekosistemlerini, tarihi ve doğal güzelliklerini ve insanlarımızın yaşam kaynaklarını tehlikeye atacaktır. O nedenle Türk Tabipleri Birliği’nin yaptığı gibi; tüm sivil toplum kuruluşları, akademisyenler, tüm meslek örgütleri her türlü mesleki kaygıları bir tarafa bırakarak bizzat Çanakkale’ye giderek Kazdağları’na sahip çıkmalıdır.

Doğayı ve yaşamı savunmak; gelecek nesillere yaşanabilir bir dünya bırakmak; Anadolu’nun binlerce yıllık doğal ve tarihsel birimini korumak; işte bunun için Kazdağlarındayız.

(Yeşil Gazete)

Pakdemirli, Rusya’da yangın söndürme uçaklarını inceleyecek

Rus yapımı uçakların yüksek miktarda su taşıma ve hızlı hareket kabiliyetleri nedeniyle yangınla mücadelede etkin rol oynayacağı belirtildi

Tarım ve Orman Bakanı Bekir Pakdemirli, Rus yapımı BE-200 yangın söndürme uçaklarını yerinde incelemek üzere bugün Rusya Federasyonu’nun Taganrog kentine gidiyor.  Pakdemirli´ye Savunma Sanayi Başkanlığı (SSB) ve Orman Genel Müdürlüğü uygulayıcı ekiplerinden oluşan heyet eşlik edecek.

Bakanlıktan yapılan açıklamada orman yangınlarıyla mücadelede etkin rol oynayan amfibik uçak gücünün bakanlık bünyesinde oluşturulmasının; hem Türkiye, hem de Akdeniz havzasındaki ülkelere verilecek hava desteği için önem taşıdığı ifade edildi.

Rus yapımı uçakların yüksek miktarda su taşıma ve hızlı hareket kabiliyetleri nedeniyle yangınla mücadelede etkin rol oynayacağının belirtildiği açıklamada, bakanlıkça uzun süredir amfibik hava gücü oluşturma amaçlı çalışmaların gerçekleştirildiği kaydedildi.

Açıklamaya göre, Kanada, Rusya ve Japonya’nın ürettiği amfibik uçaklar seçenekler arasında. Japon menşei US-2 ile Kanada üretimi CL 415 uçaklarının bakanlığın teknik birimlerince yerinde incelendiği bildirilen Bakanlık açıklamasında, üretici firma ile irtibat içinde olunan Rus uçaklarının incelemesinin ise Bakan Pakdemirli tarafından Rusya’da yapılacağı kaydedildi. Pakdemirli´nin bugün gerçekleştireceği incelemede; test ve gösteri uçuşları yapılacak ve uçakların üretim hattı ziyaret edilecek.

Barış Akademisyenleri ‘özgürleşirken’…

‘Mahkemeler Anayasa Mahkemesi’nin kararına uyacaklar ve kanunilik ilkesi uyarınca da bu utanç verici dosyalar bu sene kapanacak, bunun tartışılacak hiçbir yanı yoktur.’

Ben basit bir insanım, basit düşünüyorum ve düşündüğüm gibi de izah etmeye çalışacağım. Konu ile ilgisi olan herkesin belirgin bir kaygı içinde olduğunu görüyorum, Anayasa Mahkemesi’nin ‘kapı’ gibi ihlal kararına adıyla soyadıyla yazdığı, ilk derece mahkemelerine yol gösteren içtihadına rağmen, hala süren yargılamalarda ne olacağı, yargılananların akibeti, hüküm alanların sonunun ne olacağı ile ilgili biraz da mağdurların dilinin ve zihin dünyalarının zenginliğinden kaynaklanan birbirinden çeşitli fikirler havalarda uçup duruyor.

Hukuk devleti olup olmadığımız konusunda hepimizin zihninde haklı ve tersi örneklerle dolu binlerce vaka var biliyorum; yargının siyasetin sopası haline getirildiği, meşruiyet arayışının kendine adliyeler dışında hiç bir yerde mekan bulamadığı son yıllarda—aslında elbette çok yıllardır- bir derin endişe… Ve ama, yasaların hala yazılı olduğu ve biz bu mesleği icra edenlerin de bildiği ve baktığı başkaca ‘kaynağının’ olmadığı bir zeminde, yazılı hukukla düşünmeye devam etmek, bunda inatçı olmak, talepkar olmaktan başka yapılacak birşey, -en azından hukukçular için- yok gibi görünüyor. Ben de oradan bakmak taraftarıyım. Hukuku madem onlar karmaşa haline getirdiler ve bir kısmımız da bunu fırsata çeviriyor, basitleştirelim canlarım, hepimiz için kolaylaştıralım ve aracıları devreden çıkaralım ne dersiniz?

Yasa metinleri arasında hiyerarşik bir ilişki mevcut. Bir piramit düşünün, en üste Anayasa’yı koyun. Bu piramidin altına yasalar, onun altında tüzükler, onun altında yönetmelikler ve en altta da genelgeler bulunur. Piramidin üstünde bulunan ne ise altta bulunan üstte bulunana aykırı hükümler barındıramaz. Demek ki Anayasa’yı en üste koyduğunuzda alta sıraladığınız tüm mevzuat toplamını buna uygun tutmanız gerekir. İtiraz etmeyin, ama şöyle böyle demeyin, tüm itirazlarınız siyasidir, biz yasa konuşuyoruz burada.

Şimdi piramidin en üstüne Anayasa’yı koyduk; Anayasa’nın bitişiğinde ona eşit ve aslında onun da üstünde görünmez bir şekilde uluslararası anlaşmalar duruyor. Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası anlaşmalar, Anayasa’nın 90.Maddesine göre, Anayasa hükmündedir ve 2004 yılında bu maddede yapılan değişikliğe göre, anlaşma özellikle temel hak ve hürriyetler konusunu kapsıyorsa, yasa hükmü ile çelişiyorsa; hakimin görevi ve sorumluluğu sözleşme hükmünü uygulamaktır, aksi halde hukuki kusur işlemiş olur. Yani yargıç olmaz, siyasetçi olur.

Başa dönelim, Yasaların uygulanırlık denetimi mahkemelerce yapılır, pratik olarak mahkemenin işi budur. Anayasa Mahkemesi, en tepede duran Anayasa dediğimiz temel kurucu yasaların ‘ana’ sının altta bulunan, yukarıda sıraladığım tüm mevzuatın bu metne uygun olup olmadığını denetler; uluslararası sözleşmelere, ve kendi metnine uygunluk denetimi yapar. Kuruluş amacı budur. Bireysel Başvuru görevini 2010 yılındaki referandumdan sonra görmeye başlayan Anayasa Mahkemesi –vah vah evetçiler vesile oldu buna -kişisel ihlal başvurularını da inceleyerek bir hakkının -yasaca korunan bir hakkının- mahkemeler önünde ihlal edildiğini iddia eden kimselerin kendisine yaptığı başvuruyu inceler ve nihai kararı, yani piramidin tepesinin güvenliğini ve tutarlılığını sağlar.

Şimdi akademisyenlerin yaptığı başvuruyu da inceleyen Anayasa Mahkemesi, ilk derece mahkemelerinde açılan, yani TMK ve TCK’nın suç saydığı iddia edilen fiille ilgili olarak şunu söyledi: ‘Hayır değil, akademisyenin işlediği fiil Anayasadan kaynaklanan ifade özgürlüğü hakkının kullanımıdır, çekil oradan!’ Böyle dedi.

Yine ve şimdi bundan sonra yapılacak tüm tartışma tekrar siyasettir, hukuk değildir. Bu tartışmanın ortasında duran herkes de, hepimiz siyaset yapmaktayızdır.

Ceza hukukunun yine diğer hukuk dallarına göre prensipleri de belirlenmiş ve tartışılmasının önü de kapatılmıştır, yazılı kuralları daha belirgin ve daha tartışmadan uzak tutulmaya çalışılır haldedir. Türk Ceza Kanunu metninde de sıralanmış ilkeleri de mevcuttur.

Örneğin bu günkü fikir yürütmemizde bize en çok yarayacak olan , havalı olsun diye Latincesini de yazarak söyleyeyim ,’nulla poena sine lege’, yani ‘Suçta ve cezada kanunilik ilkesi’dir. Yani suçun ve bu suça uygulanacak olan cezanın yasa ile belirlenmesi prensibi. TCK’nın 2. maddesinde, yasanın açıkça suç saymadığı bir fiil için kimseye ceza verilemeyeceği hükme bağlanmıştır. Ceza yargılamasında, ceza hükümleri dışında hukuk ihdası mümkün değildir.

Hiyerarşik olarak,ilk derece mahkemelerinde suç olarak tanımlanan bir fiil, Anayasa Mahkemesi’nce suç olarak tanımlanmamışsa, artık ilk derece mahkemeleri iddialarında ısrarcı olamazlar; Anayasa Mahkemesi’nin kararına uymak ‘zorundalar’. İşte tartıştığımız, endişe duyduğumuz yer burasıdır ve bundan sonrası da siyasettir. Biz hukuk düşünürsek, hukukçuları da hukuk düşünmeye zorlarız ve siyaset alanını terkte herkes açısından fayda vardır. Mahkemeler Anayasa Mahkemesi’nin kararına uyacaklar ve kanunilik ilkesi uyarınca da bu utanç verici dosyalar bu sene kapanacak, bunun tartışılacak hiçbir yanı yoktur.

Taktir yetkisi diyenleri duyuyorum, duymamış gibi yapacağım. Zira, yine basitleştirirsek, Mahkeme hükümlerinin gerekçeli olması, Anayasa’nın 141/3 ve 5271 Sayılı CMK’ nın 34. maddesinde düzenlenmiştir. Hükmün mantıksal dayanağını oluşturan gerekçe somut olaya, akla, mantığa, bilimsel görüşlere ve yargısal içtihatlara dayalı olmalıdır. Aksine hüküm yine siyasettir ve biz o alandan uzak duracağız. Anayasa Mahkemesi’nin gerekçesi karşısında ilk derece mahkemeleri taktir hakkına sığınamazlar.

Böylece duruşmalara daha rahat ve kendimizden emin girmeye başlayacağız, kimse gerilmesin, sürpriz beklemesin.

(Yeşil Gazete)

 

 

Barış Akademisyenleri ‘özgürleşirken’…

‘Mahkemeler Anayasa Mahkemesi’nin kararına uyacaklar ve kanunilik ilkesi uyarınca da bu utanç verici dosyalar bu sene kapanacak, bunun tartışılacak hiçbir yanı yoktur.’

Ben basit bir insanım, basit düşünüyorum ve düşündüğüm gibi de izah etmeye çalışacağım. Konu ile ilgisi olan herkesin belirgin bir kaygı içinde olduğunu görüyorum, Anayasa Mahkemesi’nin ‘kapı’ gibi ihlal kararına adıyla soyadıyla yazdığı, ilk derece mahkemelerine yol gösteren içtihadına rağmen, hala süren yargılamalarda ne olacağı, yargılananların akibeti, hüküm alanların sonunun ne olacağı ile ilgili biraz da mağdurların dilinin ve zihin dünyalarının zenginliğinden kaynaklanan birbirinden çeşitli fikirler havalarda uçup duruyor.

Hukuk devleti olup olmadığımız konusunda hepimizin zihninde haklı ve tersi örneklerle dolu binlerce vaka var biliyorum; yargının siyasetin sopası haline getirildiği, meşruiyet arayışının kendine adliyeler dışında hiç bir yerde mekan bulamadığı son yıllarda—aslında elbette çok yıllardır- bir derin endişe… Ve ama, yasaların hala yazılı olduğu ve biz bu mesleği icra edenlerin de bildiği ve baktığı başkaca ‘kaynağının’ olmadığı bir zeminde, yazılı hukukla düşünmeye devam etmek, bunda inatçı olmak, talepkar olmaktan başka yapılacak birşey, -en azından hukukçular için- yok gibi görünüyor. Ben de oradan bakmak taraftarıyım. Hukuku madem onlar karmaşa haline getirdiler ve bir kısmımız da bunu fırsata çeviriyor, basitleştirelim canlarım, hepimiz için kolaylaştıralım ve aracıları devreden çıkaralım ne dersiniz?

Yasa metinleri arasında hiyerarşik bir ilişki mevcut. Bir piramit düşünün, en üste Anayasa’yı koyun. Bu piramidin altına yasalar, onun altında tüzükler, onun altında yönetmelikler ve en altta da genelgeler bulunur. Piramidin üstünde bulunan ne ise altta bulunan üstte bulunana aykırı hükümler barındıramaz. Demek ki Anayasa’yı en üste koyduğunuzda alta sıraladığınız tüm mevzuat toplamını buna uygun tutmanız gerekir. İtiraz etmeyin, ama şöyle böyle demeyin, tüm itirazlarınız siyasidir, biz yasa konuşuyoruz burada.

Şimdi piramidin en üstüne Anayasa’yı koyduk; Anayasa’nın bitişiğinde ona eşit ve aslında onun da üstünde görünmez bir şekilde uluslararası anlaşmalar duruyor. Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası anlaşmalar, Anayasa’nın 90.Maddesine göre, Anayasa hükmündedir ve 2004 yılında bu maddede yapılan değişikliğe göre, anlaşma özellikle temel hak ve hürriyetler konusunu kapsıyorsa, yasa hükmü ile çelişiyorsa; hakimin görevi ve sorumluluğu sözleşme hükmünü uygulamaktır, aksi halde hukuki kusur işlemiş olur. Yani yargıç olmaz, siyasetçi olur.

Başa dönelim, Yasaların uygulanırlık denetimi mahkemelerce yapılır, pratik olarak mahkemenin işi budur. Anayasa Mahkemesi, en tepede duran Anayasa dediğimiz temel kurucu yasaların ‘ana’ sının altta bulunan, yukarıda sıraladığım tüm mevzuatın bu metne uygun olup olmadığını denetler; uluslararası sözleşmelere, ve kendi metnine uygunluk denetimi yapar. Kuruluş amacı budur. Bireysel Başvuru görevini 2010 yılındaki referandumdan sonra görmeye başlayan Anayasa Mahkemesi –vah vah evetçiler vesile oldu buna -kişisel ihlal başvurularını da inceleyerek bir hakkının -yasaca korunan bir hakkının- mahkemeler önünde ihlal edildiğini iddia eden kimselerin kendisine yaptığı başvuruyu inceler ve nihai kararı, yani piramidin tepesinin güvenliğini ve tutarlılığını sağlar.

Şimdi akademisyenlerin yaptığı başvuruyu da inceleyen Anayasa Mahkemesi, ilk derece mahkemelerinde açılan, yani TMK ve TCK’nın suç saydığı iddia edilen fiille ilgili olarak şunu söyledi: ‘Hayır değil, akademisyenin işlediği fiil Anayasadan kaynaklanan ifade özgürlüğü hakkının kullanımıdır, çekil oradan!’ Böyle dedi.

Yine ve şimdi bundan sonra yapılacak tüm tartışma tekrar siyasettir, hukuk değildir. Bu tartışmanın ortasında duran herkes de, hepimiz siyaset yapmaktayızdır.

Ceza hukukunun yine diğer hukuk dallarına göre prensipleri de belirlenmiş ve tartışılmasının önü de kapatılmıştır, yazılı kuralları daha belirgin ve daha tartışmadan uzak tutulmaya çalışılır haldedir. Türk Ceza Kanunu metninde de sıralanmış ilkeleri de mevcuttur.

Örneğin bu günkü fikir yürütmemizde bize en çok yarayacak olan , havalı olsun diye Latincesini de yazarak söyleyeyim ,’nulla poena sine lege’, yani ‘Suçta ve cezada kanunilik ilkesi’dir. Yani suçun ve bu suça uygulanacak olan cezanın yasa ile belirlenmesi prensibi. TCK’nın 2. maddesinde, yasanın açıkça suç saymadığı bir fiil için kimseye ceza verilemeyeceği hükme bağlanmıştır. Ceza yargılamasında, ceza hükümleri dışında hukuk ihdası mümkün değildir.

Hiyerarşik olarak,ilk derece mahkemelerinde suç olarak tanımlanan bir fiil, Anayasa Mahkemesi’nce suç olarak tanımlanmamışsa, artık ilk derece mahkemeleri iddialarında ısrarcı olamazlar; Anayasa Mahkemesi’nin kararına uymak ‘zorundalar’. İşte tartıştığımız, endişe duyduğumuz yer burasıdır ve bundan sonrası da siyasettir. Biz hukuk düşünürsek, hukukçuları da hukuk düşünmeye zorlarız ve siyaset alanını terkte herkes açısından fayda vardır. Mahkemeler Anayasa Mahkemesi’nin kararına uyacaklar ve kanunilik ilkesi uyarınca da bu utanç verici dosyalar bu sene kapanacak, bunun tartışılacak hiçbir yanı yoktur.

Taktir yetkisi diyenleri duyuyorum, duymamış gibi yapacağım. Zira, yine basitleştirirsek, Mahkeme hükümlerinin gerekçeli olması, Anayasa’nın 141/3 ve 5271 Sayılı CMK’ nın 34. maddesinde düzenlenmiştir. Hükmün mantıksal dayanağını oluşturan gerekçe somut olaya, akla, mantığa, bilimsel görüşlere ve yargısal içtihatlara dayalı olmalıdır. Aksine hüküm yine siyasettir ve biz o alandan uzak duracağız. Anayasa Mahkemesi’nin gerekçesi karşısında ilk derece mahkemeleri taktir hakkına sığınamazlar.

Böylece duruşmalara daha rahat ve kendimizden emin girmeye başlayacağız, kimse gerilmesin, sürpriz beklemesin.

(Yeşil Gazete)

 

 

Küresel İklim Grevi’ne doğru Yeşil Düşünce’de iklim etkinlikleri

20 eylül’deki Küresel İklim Grevi’ne çağrı yapan Yeşil Düşünce Derneği, 10-19 Eylül tarihlerinde iklim krizi bağlantılı bir dizi etkinlikle insan faaliyetlerinin küresel ısınmaya olan katkısına dikkat çekecek.

Bu yıl New York’ta 24-30 Eylül tarihlerinde gerçekleşecek BM İklim Zirvesi öncesinde, 20 Eylül haftasında yapılacak Küresel İklim Grevi için konuyla ilgili çalışan sivil toplum örgütleri ve aktivistler de hazırlıklarını tamamlıyor. Yeşil Düşünce Derneği, 10-19 Eylül tarihlerinde iklim krizi bağlantılı bir dizi etkinlikle insan faaliyetlerinin küresel ısınmaya olan katkısına dikkat çekecek. Küresel İklim Grevi’ne doğru geri sayarken, “kaybedecek bir saniyemiz bile yok” diyen dernek yöneticileri, şunları kaydediyor:

“Gezegen olarak ekolojik bir krizin ortasındayız. İçinde bulunduğumuz krize karşı uygun politikalar oluşturmamızın zamanı geldi de geçiyor. Kaybedecek bir saniyemiz dahi yok. Şu anda yeryüzünün atmosferi, endüstri devrimi öncesi seviyelerden 1 derece daha sıcak. Bilim insanları ardı ardına yayınladıkları raporlarla insan faaliyetlerinin sebep olduğu altıncı kitlesel yokoluşun içerisinde olduğumuzu söylüyor.

Endüstri devriminden bu yana insan faaliyetleri bizi bugün içinde bulunduğumuz duruma, bir yol ayrımına getirdi. Önümüzde yalnızca iki seçenek duruyor. Ya küresel ısınmayı 1,5 derece ile sınırlamak için üstümüze düşeni yapacağız ve sıfır karbon emisyonuna geçeceğiz ya da yaşamın sona erdiği bir gelecek ile yüz yüze geleceğiz. O yüzden biz de ya sıfır karbon gelecek ya sıfır gelecek diyoruz…”

Herkese açık ve ücretsiz yapılacak bu haftanın etkinlikleri şöyle: 

Nüfusun yüzde 77’den fazlasını barındıran büyük şehirler bu ülkenin geleceğini belirliyor. Su tutan alanlarımız kentleşme baskısı ve iklim değişikliğinin etkileriyle kuruyor ve kirleniyor. İklim değişikliği çağında kentlerde suyun yönetimi nasıl olmalı? Gelin birlikte düşünelim ve tartışalım.

Tarih: 10 Eylül Salı

Saat: 19.00-21.00

Yer: Yeşil Ev (Türkali Mah. Şehit Nuri Sok. No: 18 Beşiktaş, İstanbul)Fridays For Future (Gelecek İçin Cumalar) isimli hareket üzerinden daha önce 15 Mart ve 24 Mayıs için küresel çağrıya çıkılmış, ilkinde 1.6 milyon, ikincisinde de 2 milyonun üzerinde çocuk ve gencin katıldığı eş zamanlı gösteriler düzenlenmişti. Şimdi ise 20 Eylül için geri sayım başladı.

Bu sefer yetişkinler de dünya çapında iklim grevine destek veriyor. Biz de Türkiye’deki çocuklar tarafından başlatılan çağrıya kulak veriyor ve 20 Eylül’de hep birlikte greve diyoruz. Küresel İklim Grevi öncesi iklim aktivistleri Atlas Sarrafoğlu, Selin Gören ve İren Bıçakçı ile FFF hareketini, Sıfır Gelecek kampanyasını ve iklim hareketini konuşuyoruz.

Tarih: 12 Eylül Perşembe

Saat: 19.00-21.00

Yer: Yeşil Ev (Türkali Mah. Şehit Nuri Sok. No: 18 Beşiktaş, İstanbul)

Türkiye’de doğa ve doğa koruma ne durumda? Biyolojik çeşitlilik neden önemli ve iklim krizi ile nasıl bir ilişkisi var? Yoldaş ekosistemler ve yoldaş türler tartışılıyor mu? Yaşadığımız coğrafyayı ne kadar iyi tanıyoruz?

Burcu Meltem Arık‘la düzenleyeceğimiz etkinliğimizde Türkiye’deki önemli doğa alanlarını ve biyolojik çeşitliliğin durumunu birlikte tartışacağız.

Tarih: 13 Eylül Cuma

Saat: 19.00-21.00

Yer: Yeşil Ev (Türkali Mah. Şehit Nuri Sok. No: 18 Beşiktaş

CHP, müfredata zorunlu çevre dersi eklenmesi için kanun teklifi verdi

CHP Doğa Haklarından Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Karaca’nın verdiği kanun teklifinde, doğa hakları temelli bakış açısına vurgu yapıldı.

CHP Denizli Milletvekili ve Doğa Haklarından Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Gülizar Biçer Karaca, Türk Milli Eğitim Kanunu’nda değişiklik öngören ve ilköğretim, lise ve dengi okullarda ‘Çevre ve İnsan’ dersini zorunlu hale getiren kanun teklifini TBMM Başkanlığı’na sundu. Doğanın korunması gereken bir kaynak olarak görülmesinden ziyade hakları olan bir varlık olduğu bilinci tüm öğrencilere temelden kazandırılması gereken bir zorunluk olduğunu belirten Biçer Karaca, doğa hakları temelli bakış açısının müfredatta zorunlu ders olarak  yer almasının kaçınılmaz olduğunu belirtti: ‘Doğa hakları bilincinin oluşturulması erken yaşlarda eğitim ile mümkündür. Doğanın kendini yenileyebilir olanakları konusunda farkındalık, doğa ile uyum içerisinde yaşama ve doğanın bir parçası olduğumuz bilincini geliştirmeye yönelik tutum v e davranışlar Milli Eğitim müfredatının temelini oluşturmalıdır.’

‘Doğa hakları temelli yaklaşım şart’

Biçer Karaca konu ile ilgili şunları söyledi: “Doğal ve kültürel varlıklarımız ciddi tehdit altında. İklim Krizi hepimizi doğrudan etkileyen ve önleyici tedbirler alınmasını gerektiren bir aşamaya geldi. Tüm dünyada başını öğrencilerin çektiği genç iklim aktivistleri geleceğine sahip çıkıyor. Gelişen ve değişen dünya ile uyumlu öğrenciler yetiştirebilmemiz ancak doğa haklarına gereken önemin verilmesiyle mümkün. Mevcut müfredatta ‘Çevre ve İnsan’ dersinin seçmeli olması bu gereklilik ve zorunlulukları karşılamaya yeterli gelmiyor.

Bakana  çağrı

CHP Doğa Haklarından Sorumlu Genel Başkan Yardımcılığı olarak hazırladığımız doğa haklarına dair müfredat önerilerini kamuoyu ile paylaşmıştık. Milli Eğitim Bakanlığı tarafından bu müfredat önerimizin hayata geçirilmesini acilen talep ediyoruz. Sağlıklı nesiller yetiştirmek için  MEB personeline kurum içinde doğa hakları temelli derslerinin verilmesi, geri dönüşüm ve atık ayrıştırma gibi uygulamaların okullarda uygulanması, ders kitaplarının doğa temelli yaklaşımla hazırlanması, yeni yapılan okul binalarının yenilenebilir enerji kullanımına uygun olarak tasarlanması gibi somut önerilerimizin hayata geçirilmesi çağrımıza Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk’un yanıt vermesini bekliyoruz. Yeni eğitim öğretim yılının tüm öğrencilerimiz ve eğitim emekçilerimiz için başarı getirmesini diliyorum.”

Nükleer Başkan – Banu Güven

‘Nükleer silah üretme iddiası ciddi, sonuçları ise tek kişinin kararına bırakılamayacak kadar hayati önemde. O yüzden yine meclisteki muhalafete iş düşüyor’

“Nükleer silahlanma şahane, biz de nükleer başlıklı füze yapacağız” diye gerine gerine ilan eden lider az şu dünyada. Saysan bir elin parmaklarını geçmez. Kuzey Kore Lideri Kim Jong Un nadiren yaptığı konuşmalarda kendi mühimmatını övüyor. 2018’de mesela, kendi ülkesinden Amerika’ya seslenmiş, “Kuzey Kore’de nükleer silahların bulunması artık bir tehdit değil, hakikattir” diyerek aslında tehdidin dozunu artırmıştı. Hindistan‘da Modi hükümetinin Savunma Bakanı Rajnath Singh de komşu Pakistan’a, “Düğmeye ilk basan biz olmayız, bu konuda taahhüdümüz var” deyip, ardından “Ama ileride ne olur, bilemem” diye ekleyerek selam göndermişti.

Geçenlerde anlaşıldı ki, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan‘ın hayalinde de nükleer başlıklara kavuşmak varmış. Sivas Kongresi‘nin 100. yıl dönümü vesilesiyle yaptığı konuşmalardan birinde dayanamadı, gelişmiş ülkelerin hemen hepsinin nükleer başlıklı füzelere sahip olduğunu iddia etti, “Ama bizi engelliyorlar” dedi. Hatta ismini vermediği bir ülkenin eski cumhurbaşkanının kendine neler dediğini anlattı:

“Şu anda dünyada gelişmiş ülkeler içerisinde neredeyse nükleer başlıklı füzesi olmayan ülke yok, hepsinde var. Hatta isim vermeyeceğim, bir tanesi şu anda cumhurbaşkanı değil, ziyarete gittiğimde bana dedi ki, ‘ya bize böyle böyle diyorlar, benim elimde şu anda’ diyor ‘7 bin 500 kadar nükleer başlıklı var.’ Ama diyor, ‘Rusya’nın, Amerika’nın elinde 12 bin 500 – 15 bin nükleer başlıklı füze var’ dedi, ‘ben de yapacağım’ dedi. Şimdi hale bakın, onlar nerede neyin yarışını yapıyor. Bize de ne diyorlar? Sakın ha sen yapma. Ve yanı başımızda İsrail’in, var mı? Var ve bütün her şeyiyle onunla korkutuyor.”

Yazılı metinde örtbas mı edildi?

Erdoğan’ın nükleer silahlanma bağlamındaki bir sonraki cümlesi, “Değerli Kardeşlerim, biz şu anda çalışmamızı yürütüyoruz” şeklindeydi. Ama nedense bu cümle Cumhurbaşkanlığı resmi web sitesinde “Biz şunda çalışmamımızı yürütüyoruz” şeklinde yayınlanıp S-400’lerle ilgili cümlelerine bağlandı.

Acaba Türkiye 1980’den beri Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması‘na (NPT) taraf olduğu için mi konuşmada böyle ufak bir rötuş yapıldı? Sorarlar çünkü adama, “Siz ne yapıyorsunuz?” diye. Bu yazıyı yazarken konuşmasının İngilizcesi de henüz web sitesine koyulmamıştı. Türkiye’nin Nükleer Test Yasağı Sözleşmesi‘ni de 2000’de onayladığını hatırlatalım.

Aslında Erdoğan’a sorulacak diğer soru da “Elimde 7 bin 500 nükleer başlıklı füze var” diyen eski cumhurbaşkanının kim olduğu.

Yeryüzündeki nükleer başlıkların çetelesini tutan armscontrol.org sayfasında Temmuz 2019’da yapılan güncellemeye göre şu anda 6 bin 490 nükleer başlığa sahip olan Rusya başı çekiyor. ABD 6 bin 185 nükleer başlıkla hemen arkasından geliyor. Fransa‘nın 300, Çin‘in 290, İngiltere’nin 200, Pakistan‘ın 160, Hindistan‘ın 140, İsrail’in 90, Kuzey Kore‘nin ise 30 nükleer başlığı bulunuyor. Bu ülkelerden Pakistan, Hindistan ve İsrail NPT’ye hiç taraf olmadılar. Kuzey Kore de anlaşmadan 2003’te çıktı. İsrail nükleer silah konusunda ketumluğunu hiç bozmuyor, ama sürekli İran‘ı işaret ediyor. ABD de nükleer silah geliştirmesinden endişe ettiği İran’a balistik füze programını durdurması için baskı ve yaptırım uyguluyor. İran’ın cevabı hep aynı. İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani de, daha geçen gün yaptığı bir konuşmada nükleer çalışmalara dair tüm sınırlamaların kaldırılması talimatını verdi.

Doğru, elinde nükleer silahı olan güçler başka ülkelerin bu silahlardan edinmesini istemiyor. Ama NPT imzalandığında ABD ve Rusya’da on binlerle ifade edilen nükleer başlık sayısı bugün binlere düştü. Yani nükleer silahlanma yerine silahsızlanma söz konusu. Türkiye’nin nükleer silah geliştirmeye çalışması bu mutabakata da ters düşüyor. Böyle bir adım özellikle bölgeye “ilgi” duyan ülkelerin Türkiye’nin üzerine çullanacağı anlamına geliyor. Ne yapacağı zor kestirilen fevri bir liderin yönettiği, arada darbe girişimlerinin olduğu bir ülkede nükleer füze başlıklarının olması, dünya ve bölge açısından ayrıca tedirginlik verici de bulunabilir tabii.

Türkiye’de bulunan NATO‘ya ait nükleer füzelere gelince… Nükleer Tehdit İnisiyatifi’nin verilerine göre İncirlik Üssü‘nde 2015’te var olan taktik nükleer silah sayısı 60 ilâ 70’ti. Erdoğan bu durumda açıkça “Müttefikim NATO’ya da güvenmiyorum” demiş oluyor. Arada siyasi nedenlerle istediği ülkeden istediği gibi silah alamadığı için kendi nükleer silahı olsun istiyor. Bir ihtimal, insansız hava aracı ve “akıllı bomba” yapan damadı bu işe koşulmuş vaziyette.

Neyse ki nükleer silahlar bugün karar verince yarın üretilmiyor. Yani Erdoğan “Şu anda çalışmamızı yürütüyoruz” dese de, emeline ulaşması yıllar alır. Tabii kastettiği çalışmanın ne olduğunu, ne zaman başladığını, tam olarak neyi hedeflediğini kendisine sormak gerekiyor.

Nükleer silah üretme iddiası ciddi, sonuçları ise tek kişinin kararına bırakılamayacak kadar hayati önemde. O yüzden yine meclisteki muhalafete iş düşüyor. Soru önergesi mi olur, açık ya da kapalı bir oturum mu olur? Hepimizin ve yakın çevremizin kaderini belirleyecek politikaların Saray’da belirlenip dayatılmasına, Türkiye’nin tek adam kararıyla nükleer silah yarışına girmesine “Hayır” demek gerekiyor.

(DW Türkçe’den alınmıştır.)

‘İnekleri suçlamayı bırakın ve Amazon’u yok eden şirketleri hedef almaya başlayın’ – Anthony Pahnke*

Mesele şu: eğer Amazon’un gördüğü zararda gerçekten rolü olan aktörlere nasıl baskı yapacağımızı bilmiyorsak, bütün çabalarımız boşa gidecek

Amazon havzasının güneyinde, Doğu Bolivya’daki Santa Cruz bölgesinde yangın söndürme çalışmaları.

Amazon‘u küle çeviren yangınlara dair haberlerin çoğu, kabahatlilerin kim olduğunu tespit etmeye çalışıyor. Çevre düzenlemelerini yürürlüğe sokmayan Jair Bolsonaro ve onun sağcı hükümeti de hayvan çiftliği sahipleri ve oduncularla beraber suçlu olduğu tespit edilenler arasında. Yine de göz önünde bulundurmamız gereken şey, yağmur ormanlarının yok olmasından tek bir aktörün değil ama gezegenimizi çepeçevre saran kurumsal tedarik zincirlerinin sorumlu olduğu. Değişime gerçekten katkıda bulunmak için bu zincirlerin içindeki şirketleri hedef almalıyız, ki bunu da tarımda Menşe Ülke Etiketlemesi’ni (Country of Origin Labeling, COOL) yeniden yürürlüğe koyarak ve ormansızlaşmayla bağlantılı firmaları boykot ederek yapabiliriz.

Amazon’un alev altında kalmasıyla birlikte yangın sayısı bu yıl geçen yıla oranla yüzde 80’den fazla artarken, birçokları krize yönelik çözüm önerisi sundu. Leonardo DiCaprio bize et yemeyi bırakmamızı tavsiye ederken, diğerleri de tüketicileri geri dönüşüme, bilinçli olmaya ve milletvekilleriyle iletişime geçmeye teşvik ediyor. Ayrıca yağmur ormanının kurtarılabilmesi için özelleştirmeyi savunan ve zaten Amazonlardan birinin sahibi olan Jeff Bezos gibi kişilere yatırım yapmaları için yakarışta bulunan çağrılar da var.

Bu sözümona çözümlerin ciddi eksiklikleri var. Mesela, vekilinizden özel olarak ne talep edeceksiniz? Sadece “bir şey yapmalarını” mı? Eti beslenmenizden çıkarmayla ilgili soruna gelince, bu öneriyle Brezilyalı büyük hayvan çiftliği sahibini mi yoksa yolun berisinde yaşayan zor durumdaki aile çiftçisini mi etkilediğinizi bilmiyorsunuz. Dahası yapılan araştırmalar bazı hayvan çiftliği biçimlerinin, mesela bakımlı otlaklarda rotasyonel otlatma yaptırılan ve sınırlı suni gübre kullanılanların, karbonu depolayabildiğini ve böylece iklim değişikliğine karşı bize yardım edebileceğini tespit etti. Peki ya Amazon’un özelleştirilmesi? Ya sonra parsellere bölünüp yeniden hayvan çiftliği sahipleriyle odunculara veya belki de turizm endüstrisine satılırsa?

Mesele şu: eğer Amazon’un gördüğü zararda gerçekten rolü olan aktörlere nasıl baskı yapacağımızı bilmiyorsak, bütün çabalarımız boşa gidecek.

Küresel tedarik zincirindeki şirketler hedef alınmalı

Öyleyse, ne yapılabilir? İlk olarak hangi çiftçi ve hayvancıların ormansızlaştırmada parmağı olduğunu bilmemiz gerek. Tek tek bireyleri tespit etmek zor. Ancak tarımda Menşe Ülke Etiketlemesi’ni (COOL) tekrar yürürlüğe sokması yönünde ABD hükümetine baskı yapabiliriz. Bu politika, perakendecilerin, ellerindeki yiyeceklerin kaynakları hakkında bilgi vermesini gerektiren 2002 Çiftlik Tasarısı’yla (Farm Bill) birlikte yasalaştırılmıştı. Obama yönetimi daha sonra sığır ve domuz ürünleri için COOL’u yürürlükten kaldırsa da kuzu, tavuk ve keçi etinin yanı sıra dayanıksız tarım ürünleri, makademya fındığı, pikan cevizi, yer fıstığı ve ginseng hala COOL kapsamı altında.

Eğer COOL geri getirilir ve tüketici, mağazalarda Brezilya menşeili sığır etini görürse, onu satın almamayı da seçebilir. Çiftçilik ve hayvancılıkla uğraşan kimi gruplar bu politikanın geri dönmesi için bastırıyor, bazıları da bunun ABD’de zor durumdaki çiftçiye yardım yolu olduğunu düşünüyor.

COOL’un dönüşünü organize etmek zaman alacaktır. Ama şu an, ormansızlaşmayla bağlantısı olan şirketlerin fiili vakalarını biliyoruz. Örneğin yağmur ormanını yakan hayvan çiftliği sahiplerinin çoğu, dünyanın en büyük et üreticisi olan Brezilyalı şirket JBS‘ye mal satıyor. JBS’ye aşina değilseniz, onun ABD’deki yan kuruluşu Swift & Company‘i bilirsiniz belki. Swift markalı etler genellikle çoğu markette bulunuyor.

Bunun yanında kamu sektörü çalışanları için, yani, emekli öğretmenler ve profesörler için kurulan Amerika Öğretmenler Sigorta ve Yıllık Ödenek Derneği (Teachers Insurance and Annuity Association of America, TIAA ya da eski adıyla TIAA-CREFF), Brezilya’daki yan şirketleri aracılığıyla, ormansızlaşma ve haksız toprak elde etme bağlantılı büyük ölçekli arazi anlaşmalarına karışmış durumda. Çiftçi ve tüketici hakları grupları yıllardır TIAA’ye bu konuda hesap soruyor. TIAA yararlanıcıları bu kurumlarla birlikte emeklilik fonlarının neye yatırıldığını yeniden düşünebilir.

Benzer şekilde, Kaygılı Bilim İnsanları Birliği’nin (Union of Concerned Scientists) sunduğu bir raporda Pizza Hut, Kroger, Subway, Wendy’s, Hormel ve Nestlé’nin yağmur ormanları tahribatına katkı koyacak yöntemlerle sığır eti tedarik ettiği belirtiliyor. Amazon’daki ormansızlaşma oranının yüzde 10’undan sorumlu madencilik sektörünü de görmezden gelemeyiz. Amazon’da faaliyet gösteren Vale SA dünyanın en büyük demir cevheri üreticisi. Geçen yıl şirket, zaten dünyanın en büyük açık işletmesi olan Carajás madenini daha da genişletmek için Brezilya devletiyle müzakerelere başlamıştı. Carajás da Amazon’da bulunuyor. Demir cevheri ihracatının çoğunun Çin‘e taşındığı düşünüldüğünde, ABD’de halk, Brezilya’nın demir cevheri ihracatını önemli ölçüde artırmasına neden olan ABD-Çin ticaret anlaşmazlığının sona ermesini talep edebilir.

Leonardo DiCaprio bize et yemeyi bırakmamızı söyleyebilir ama ineğin nereden geldiğini bilmediğimiz sürece bu protesto etkisiz kalacaktır. Ormansızlaşmanın nedenlerinin üstüne gitmek için küresel tedarik zincirlerindeki belli başlı şirketleri hedef almamız gerekiyor. Artık bu şirketler hakkında doğru bilgilere sahibiz. Şimdi soru, dünyanın akciğerlerinin mahvolmasını engellemek için tekelci iktidar ve Bolsonaro yönetimiyle karşılaşacak vaktimizin olup olmadığıdır.

(*) San Francisco Eyalet Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde yardımcı doçent;  Aile Çiftliği Savunucuları’nın (Family Farm Defenders) başkan yardımcı. 

(Independent Türkçe’den alınmıştır.)