Ana Sayfa Blog Sayfa 2396

Endonezya’nın yeni başkenti çevre felaketine yol açacak – Hans Nicholas Jong

Kentin bazı kısımları koruma altında olmasına rağmen hükümet yeni başkenti sürdürülebilir bir proje olarak pazarlıyor. Ama eğer yaklaşımını ciddi ölçüde değiştirmezse Cakarta’da yaptığı hataları tekrar edecek

Endonezya’nın yeni başkenti için hükümetin önerdiği iki konumdan biri de Samboja, Kutai Kartanegara bölgesiydi. (AFP)

Balta girmemiş ormanlarla kaplı, neredeyse hiç altyapının olmadığı bir alana yeni bir başkent inşa etmenin ve şehrin yaklaşık bir milyon memuru 5 yıl içinde oraya taşımanın devasa ve pahalı bir teşebbüs olduğu yadsınamaz.

Fakat yine de Endonezya hükümeti bunu yapmaya karar verdi. Cumhurbaşkanı Joko Widodo geçen günlerde, ülkenin başkentinin, Cakarta‘dan bin kilometreden fazla uzağa, Borneo Adası‘nın doğusunda henüz inşa edilmemiş bir şehre taşınacağını açıkladı. Endonezya hükümeti ülkenin başkentinin, sürekli batan ve kronik trafik sıkışıklığıyla boğucu hava kirliliğinden muzdarip mevcut başkent Cakarta’dan taşınması gerektiği kanaatinde.

Dahası hükümet, yer değiştirmenin Endonezya’nın Borneo Adası’ndaki Kalimantan adlı parçasının ekonomisinin gelişmesini sağlayacak yeni fırsatlar doğuracağını ve gelişmenin odağını Cava Adası’ndan uzaklaştıracağını savunarak bu kararını meşrulaştırdı. Ülke ekonomisinin yüzde 65’ini oluşturan Cava on yıllardır Endonezya’nın ekonomik ve politik merkezi olageldi.

Sıfırdan yeni bir başkent tasarlamanın zorluklarına rağmen aslında 30’dan fazla ülke başkentlerini yeni inşa edilmiş olanlara taşımayı başarmış durumda. Yani Endonezya’nın başkentinin yerini değiştirme fikri aslında o kadar da uçarı olmayabilir. Hükümet yeni başkent için 180 bin hektar dönümü kaplayan yeterli bir alanın mevcudiyetinden bahsetti ve yer değiştirme için gerekli olan 466 trilyon rupiyi (yaklaşık 190 milyar TL) temin edebileceğinden de emin. Meclisten onay alması beklenen inşaatın 2021’de başlayıp Widodo’nun ikinci ve son döneminin biteceği 2024’e kadar devam etmesi öngörülüyor.

Cakarta batıyor

Başkenti taşımak hükümete sıfırdan başlamak için ikinci bir şans da verecek. Doğru dürüst bir şehir planlamasının eksikliği ve hızlı kentleşme Cakarta’yı barınılamaz hale getirmişti. Şehir şu anda dünyanın en hızla batan şehirlerinden biri. Evlerin, büyük alışveriş merkezlerinin ve lüks otellerin kalabalık şehrin altındaki akiferlerden  (yeraltı sularını taşıyan katman) su çekmesi zeminin içe göçmesiyle sonuçlanıyor. Cakarta halihazırda yılda yaklaşık 17 cm batıyor ve 2050 itibariyle Kuzey Cakarta’nın yüzde 95’i sular altında kalacak.

Peki hükümet Cakarta’yı kötü idare ederken yaptığı geçmiş hatalarından ders çıkaracak mı? Yoksa aynı hataları henüz ismi belirlenmemiş yeni başkentte yapmaya devam mı edecek?

İlk bakışta yeni başkentin altyapısının sürdürülebilir ve çevre dostu şekilde geliştirileceği tellallığını yapan hükümet aynı hataları tekrar etmemeye kararlı gibi görünüyor. Hatta yeni başkenti “akıllı orman şehir” diyerek pazarlıyor. Şehrin bazı kısımlarının koruma altındaki ormanlık araziye kurulacağı gerçeğine rağmen birçok yetkili yeni şehrin inşası sırasında çevreye zarar verilmeyeceğini defaatle garanti etti.

Halbuki hükümet koruma altındaki ormanlık alanın yeniden ağaçlandırılacağı ve Doğu Kalimantan‘ın özgün ekosistemlerinin korunacağı sözünü vermişti. Hükümet şu anda yeni kentin inşasının yağmur ormanlarının tahribatına yol açmayacağından emin olmak için Kasım’da tamamlanması beklenen stratejik bir çevre araştırması yürütüyor.

Ormanların parçalanması tehditi

Fakat yine de uzmanlar yeni başkentin inşasının gerçekten “yeşil” addedilebilmesi için hükümetin cevaplaması gereken daha çok sorunun olduğuna işaret ediyor.  Mesela yeni başkenti inşa ederken ormansızlaşma gerçekten önlenebilir mi? Borneo Adası’nın Endonezya kısmında planlanan ve devam eden büyük ölçekli yol yapım projelerini değerlendiren yeni bir çalışma bu projelerin orman parçalanmasının artmasına neden olacağını gösteriyor. Ormanların parçalanmasıysa, Borneo orangutanları gibi kritik derecede tehlikede altındaki türler de dahil, yaban hayatı için erişilebilir orman habitatının ciddi derecede azalmasıyla sonuçlanıyor.

Bu çalışma başkenti yeniden yerleştirme projesini hesaba katmamıştı. Bu nedenle öngörülen orman parçalanmasının yeni başkenti beslemek için gelecekte planlanacak daha çok yolla daha da fazla olması mümkün. Ne var ki hükümet projenin ormansızlaşmayı nasıl önleyeceği yönündeki ayrıntıları paylaşmadı.

Endonezyalı STK Forest Watch Indonesia‘nın (Endonezya Orman İzleme – FWI) analizine göre yeni başkentin konumunda hala bin 370 hektar civarında el değmemiş doğal orman var. Ve hükümet yeni başkenti çevreleyen alanları yeniden ağaçlandıracağını söylese de analiz gösteriyor ki yeni başkent madencilik, palm yağı ve ağaç kesiciliği ruhsatı verilmiş arazilerle çevrili. Dolayısıyla hükümet ormansızlaşmış alanlara yeniden ağaç dikmeye başlamadan önce, yapması zor da olsa, bu imtiyazlara verdiği onayı geri çekebilir.

Diğer bir soruysa hükümetin yeni başkentin inşası için gerekli malzemeyi nasıl tedarik edeceği. Demokratik Ekonomi Okulu (School of Democratic Economics) araştırma enstitüsünün kurucu ortağı Hendro Sangkoyo inşaatın, yeni başkente kabaca 400 km uzaklıktaki Doğu Kutai bölgesindeki Sangkulirang-Mangkalihat Karstı adlı 105 bin hektarlık kireçtaşı manzarasının yakınından elde edilecek çimentoyu kullanmasının çok muhtemel olduğunu söyledi. Sanayi şirketleri bölgeden çimento yapımının ana hammaddesi kireçtaşını çıkartmaya hazırlanıyor. Sangkoyo, “Yeni başkentin varlığıyla birlikte çimentoyu (karsttan -kireç taşı ve dolamit bölgesi) elde etmek mantıklı geliyor çünkü zaten arz bol ve maliyet de en yakın çimento kaynağı bu olduğu için mümkün olan en düşük maliyet olacak” dedi.

Bu karst zamanında, bölgede 35 bin yıl öncesine dayanan tarih öncesi kaya sanatı ve antik insan kalıntıları bulunduğu için UNESCO Dünya Mirası Listesi‘ne aday gösterilmişti. Bölge bir yandan kurak mevsim boyunca orman yangınlarından kaçan orangutanlar için sığınak işlevi görürken bir yandan da kireçtaşına özgü nadir türlere, mesela kör tatlı su balıklarına, yarasalara ya da kılıç kırlangıçlarına ev sahipliği yapıyor. Yeni başkentin inşası zaten hassas olan kireçtaşı tabiatına daha da baskı yapabilir.

‘Tekrar kömür çıkarılacak’

Ayrıca başkentin inşasına ve tahminen 2024 itibariyle 1,5 milyon insan orada yaşamaya başladığı zaman kentin kendisine enerji sağlayacak elektriği hükümetin nereden bulacağı da belirsizliğini koruyor. Halihazırda Kalimantan mazot ve kömür de dahil olmak üzere büyük ölçüde fosil yakıtlara bel bağlıyor. Kalimantan’ın doğu kısmı ülkenin kömür ve petrol merkezi. Yeni başkentin yerleşeceği Kutai Kertanegara‘ysa Endonezya’nın en büyük kömür üreticisi. Hendro “Yenilenebilir enerjinin (başkentin inşası için güç sağlamaya) hazır olması mümkün değil” dedi. “Dolayısıyla tekrar kömür çıkarılmaya başlanması muhtemel.”

Bu soruların yakında cevaplanması gerektiği gayet açık. Ne var ki hükümetin, başkentin taşınmasının sürdürülebilir ve çevre dostu bir gelişim modeline uyduğundan emin olmak için gerekli gördüğü iki aylık süre kabinenin bu sorulara cevap vermesi için yeterli olmayabilir. Ve eğer planlanması ve çevresel etkisinin değerlendirilmesi dahil olmak üzere yer değiştirme süreci kamunun katılımına ve gözetimine tabi olmazsa bu sorular kolayca hasır altı edilebilir.

Titiz planlama ve halkın katılımı olmazsa yeni başkent, Cakarta’yla aynı kaderi paylaşabilir ve gelecek yıllarda Endonezya’nın başkentini taşıması mı gerekiyor sorusu tekrar belirebilir.

(Independent Türkçe’den alınmıştır.)

İklim krizinin gölgesinde gıda-sağlık ilişkisi -1

‘Gıda sağlık ilişkisini ve bu ilişki üzerinde iklim krizinin getirdiği yükü birbirine sıkı sıkıya bağlı üç kavram üzerinden tartışmak gerekiyor: Gıda güvenliği, gıda güvencesi ve gıda egemenliği’

Gıda sorununa ve gıda sağlık ilişkisine bütünsel bir bakış açısı ile bakmamız gerekiyor.  Üretimden tüketime kadar olan süreci sadece gıda güvenliği, beslenme pratiği ve hastalıklarla ilişkisi üzerinden değerlendirirsek görmemiz gereken resmin sadece küçük bir parçasına bakmış oluruz. Gıda sağlık ilişkisini ve bu ilişki üzerinde iklim krizinin getirdiği yükü birbirine sıkı sıkıya bağlı üç kavram üzerinden tartışmak gerekiyor: Gıda güvenliği, gıda güvencesi ve 80’li yıllardan sonra ortaya çıkan gıda egemenliği. Gıda güvenliği ve güvencesi kavramlarını ve küresel iklim krizinin ortaya çıkardığı sorunları bu haftaki yazımızda; daha geniş tartışmamız gerektiğini düşündüğüm gıda egemenliği konusunu ise önümüzdeki hafta irdeleyeceğiz*.

Gıda Güvenliği

Yabancı kaynaklarda food safety olarak isimlendirilen gıda güvenliği; sağlıklı gıda üretimini sağlamak amacıyla gıdaların üretim, işleme, saklama, taşıma ve dağıtım aşamalarında, sınırları ülkelerin mevzuatında belirlenen gerekli kurallara uyulması ve önlemlerin alınması olarak tanımlanmaktadır. Gıda güvenliği kavramı sağlıklı, sağlığa yararlı ve sağlıklı durumu korunmuş gıda kavramlarını içermektedir. Halk sağlığı bakış açısı ile gıda güvenliği olmazsa olmaz koşul olarak da görülebilir. Gıdalardan kaynaklanan riskler gıdanın üretimden tüketim aşamasına kadar geçirdiği işleme, taşıma, depolama, satın alma, saklama, hazırlama, pişirme aşamalarında ayrı ayrı değerlendirilmekte ve fiziksel, kimyasal ve biyolojik riskler olarak gruplandırılmaktadır. Ülkemizde ‘gıda güvenliğini sağlamak’ halen büyük ölçüde Tarım ve Ormancılık Bakanlığı’nın sorumluluğundadır.

Endüstrileşmiş gıda dünyasında gıda güvenliğinin gerçek boyutta sağlanması giderek zorlaşmaktadır. Neoliberal yaklaşımlar içinde özellikle ülkemizde gıda güvenliğini sağlamak; tüketicinin sağlıklı, sağlığa yararlı veya sağlıklı durumu korunmuş gıdaya ulaşımı giderek güçleşmektedir. Konu ile ilgili mevzuatımızın büyük ölçüde ‘halk sağlığını bozan öder’ prensibi üzerine kurulu olması; sadece yakalananın, o da maddi olarak cezalandırıldığı bir sistem gıda güvenliğini sağlamaktan çok uzaktır. Bunun en önemli delilleri ülkemizden ihraç edilen gıda maddelerinin önemli bir bölümünün kimyasal kalıntı nedeni ile ülkemize geri gönderilmesidir. Bu durum üretim aşamasından itibaren gerekli kontrollerin ve izlemlerin yapılmadığının en önemli göstergesidir.

Ayrıca gıdaların biyolojik açıdan kirlenmesi sonucu oluşan ‘gıda zehirlenmeleri’ ülkemizde büyük ölçüde kayıtlara girmemesine karşın; küçük bir kısmı da olsa hemen hemen her gün ulusal medyaya yansımaktadır. 2018 ve 2017 yılları içinde kısa aralıklarla İzmir Aliağa’da bir petro-kimya tesisinde gerçekleşen ve 4000’e yakın işçiyi etkileyen toplu gıda zehirlenmeleri, Manisa’da askeri birliklerde meydana gelen ve çok sayıda askeri etkileyip  birinin de yaşamını yitirmesine neden olan gıda zehirlenmeleri medyaya yansıyabilen birkaç örnektir.

Gıda güvenliği konusunda ikinci bir sorun ise zaman içinde düzenlenen mevzuatın gıda endüstrisine göre planlanması ve küçük, yerel üretimi engellemesidir. Küçük ölçekli üretici gerek ülkemizde gerekse birçok ülkede şirketleşmeye veya büyük endüstriyel şirketlerle işbirliğine zorlanmaktadır. Başka bir anlatımla halk sağlığı gözetilerek yapıldığı iddia edilen gıda güvenliği mevzuatı küresel ölçekli büyük şirketlerin menfaatlerini korumakta ve yerel geleneksel üretim ve lezzetlerin yok olmasına yol açmaktadır. Son yıllarda çok tartışılan bu durum bazı küçük örneklerle aşılmaya çalışılmaktadır. Kars ilimizde geleneksel peynir üretimi geleneksel tarihi mandıralara verilen  ‘marjinal üretim ruhsatları’ ile çözülmeye çalışılmıştır. Ancak bu küçük bir örnektir. Bu durum halk sağlığını koruma adı altında sektörün tamamen büyük şirketlere terkini ortaya çıkarmış ve gıda güvencesizliği ve gıda egemenliğine giden yolu açmıştır.

Gıda Güvencesi

Yabancı kaynaklarda food security diye isimlendirilen gıda güvencesi Birleşmiş Milletler Dünya Gıda Güvencesi Komitesi tarafından 1994’de ‘her insanın sağlıklı beslenmesi için yeterli, güvenli ve sağlıklı gıdaya ulaşabilmesi’ hakkı olarak tanımlanmıştır. Daha açık anlatımı ile gıda güvencesi gıdaya erişimi temel amaç olarak belirleyen bir kavramdır. Ancak şu açıktır ki erişilebilen gıdanın halk sağlığı açısından yeterli, güvenli ve besleyici olması da şarttır. Bu nedenle gıda güvenliği ve gıda güvencesi kavramları iç içe kavramlardır.  Gezegenimizde bazı bölgelerde obezitenin bazı bölgelerde ise kıtlığın gündemde olduğu bir aşamada gıda güvencesi artık tüm toplumları ilgilendiren bir kavram durumuna gelmiştir. Bir toplum için yeterli gıda miktarı ve çeşidi nasıl belirlenir; sağlıklı ve güvenli olması nasıl sağlanır; o toplumun üretimi yeterli midir; üretim araçları kimlerin elindedir?  Tüm bunlar tartışılması gereken sorulardır. Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü’nün (FAO) gıdayı temel bir hak olarak tanımlaması gündeme dört konuyu da taşımıştır:

  • Dünyada yeterli gıdanın olması
  • Gıdaya kolay erişim
  • Gıdadan; özellikle de yerel üretimden öncelikli olmak üzere faydalanabilme ve
  • İstikrarlı üretim.

Ancak dünya üzerindeki eşitsizliklerin artması; zengin ülkelerin daha da zenginleşerek gezegenimizin tüm kaynakların el koyması gıda güvencesinin tüm toplumlar için sağlanmasını zorlaştırmakta; adeta imkansızlaştırmaktadır. Ayrıca küresel iklim değişikliği etkisi ile özellikle son 30 yıllık dönem içinde su kaynakları daha da kıtlaşmış ve tarımsal üretim için verimli topraklar azalmıştır. Azalan su kaynakları ve tarım toprakları zenginlerin bu alanları daha da saldırganlaşarak gasp etmesi sonucunu getirmiştir. Kahve tarımı bunun en çarpıcı örneğidir.

Afrika kıtasının küresel iklim değişikliğinin etkisi ile zaten azalan su ve tarım alanlarına zengin ülkelerin çok uluslu kahve şirketleri tarafından el konulmuş ve kıtada yaşayan insanlar gıda güvencesizliğinin pençesindeyken buradaki kahve üretim alanlarında üretilen kahveler zengin ülkelerin kahve zincirlerinde keyif için tüketilmeye devam edilmektedir.

Küresel iklim değişikliğinin gıda güvencesi üzerinde yaptığı diğer önemli bir etki ise biyoçeşitliliğin azalmasıdır. Bu durum gıda üretimine de olumsuz etki etmektedir. Ayrıca yıldan yıla etkisini artıran ve krize dönüşen küresel iklim değişikliği, istikrarlı gıda üretimin önündeki en büyük engel haline gelmiştir.

Gıda güvencesinin sağlanamamasının diğer önemli bir etkeni ise dünya üzerinde sayıları onu geçmeyen dev çok uluslu gıda şirketlerinin günden güne artan oranda tarım üzerinde tekel oluşturmasıdır. Üstelik bu şirketler dünya üzerinde ‘gıda politikalarına’ egemen olmaya başlamışlardır. İşte bu durum gıda güvenliği ve gıda güvencesinin nasıl sağlanabileceğine karar vermeden önce ‘gıda egemenliği (food sovereignty)’ kavramını da tartışmamız gerektiğini göstermektedir.

Önümüzdeki yazıda gıda egemenliğini tartışıp; halk sağlığı bakışı ile gıda ve sağlık ilişkisi açısından çözümün neler olabileceğini belirlemeye çalışacağız.

*Türk Tabipleri Birliği tarafından 1978’den bu yana düzenli olarak iki ayda bir yayınlamakta olan ve TUBİTAK Ulakbim ile Copernicus İnternational indekslerinde yer alan hakemli bilimsel dergisi Toplum ve Hekim’in son sayısı Gıda ve Sağlık üzerineydi. Bu makalenin hazırlanmasında 34. Cilt; 4. Sayı da olan Temmuz-Ağustos sayısında yer alan makalelerden geniş olarak yararlanılmıştır: http://www.ttb.org.tr/thnew/  Dergiye abonelik için: http://www.ttb.org.tr/thnew/index.php/abone

Almanya Zirve’den önce İklim Eylem Programı’nı açıkladı.

BM iklim Zirvesi öncesinde İklim Eylem Programı 2030’u açıklayan Almanya’da, Ulusal Emisyon Ticaret Sistemi kurulacak, karbon ‘fiyatlandırılacak’, elektrikli araçlara yatırım artacak ve 2030’a kadar 17 kömür santrali kapatılacak.

Birleşmiş Milletler İklim Eylem Zirvesi öncesi önemli bir duyuru Almanya’dan geldi. Alman Bakanlar önceki gün “İklim Eylem Programı 2030”u Berlin’de kamuoyu ile paylaştı.

  • Plana göre tüm sektörlerde 2030 emisyon hedefleri 2019 yılı sonuna kadar yazılı hale getirilecek. Her bakanlık, ilgili detaylı eylem planını yazacak.
  • Almanya, ulaşım ve yapı sektöründe “Ulusal Emisyon Ticaret Sistemi”ni kuruyor. Ayrıca, 2021 yılı itibari ile sabit karbon fiyatına geçiyor. 2021 yılında CO2’nin tonu başına 10 ile 35 Euro arasında bir fiyat belirlendi. Bu fiyat 2026 yılında yeniden düzenlenerek 35 ile 60 Euro/ton düzeyine çekilecek. Bu fiyatlandırma ülkede benzin fiyatının 3 ile 15 euro cent artacağı anlamına geliyor. Bu fiyatlandırma rejimi ile özellikle elektrikli ulaşım ve enerji verimliliği alanıda önemli gelişmelerin olması bekleniyor. Almanya’nın karbona fiyat koyması uluslararası sivil toplumun da talep ettiği önemli bir adımdı.
  • Ulaşım: Almanya elektrikli araçlara yatırımı arttırıyor. Ülkede 2030 yılına kadar elektrikli şarj istasyonu sayısı 1 milyon’a çıkacak. Ayrıca benzinli araçlara karbon vergisi gelmesi, havacılık vergilerinin arttırılması ve demiryolu ulaşımına vergi muafiyetleri getirilmesi planlanıyor.
  • Enerji: 2030’a kadar 17 GW kömür santrali kapatılacak ve yenilenebilir enerjinin elektrik üretimindeki payı %65’e çıkarılacak.
  • 2023 yılına kadar iklim eylemine en az 54 milyar Euro yatırım yapılacak. Bu yatırımın maliyetleri karbon fiyatlandırma mekanizmaları ile karşılanacak.

Plana dair ayrıntılara bu linkten ulaşabilirsiniz.

Bu arada, Almanya yetkilileri bu kararı açıklarken, Almanya sokakları da iklim eylemcileri ile doluydu. Sadece Berlin’de 80.000 kişi olmak üzere tüm Almanya’da 1.4 milyon insan sokaklara çıkarak ülkenin iklim eylemini arttırmasını talep etti.

Almanya’nın yeni İklim Eylem Planı’nın 25 Eylül’de Parlamento’dan geçerek yasalaşması bekleniyor. Bu plana dair sivil toplum ve akademi dünyasından gelen tepkileri ise şöyle:

Susanne Dröge- Kıdemli Araştırmacı, Alman Uluslararası ve Güvenlik İşleri Enstitüsü (Stiftung Wissenschaft ve Politik): Alman iklim eylemi gündemi sadece sokaklardakilerin baskısı altında değildi, aynı zamanda Şansölye Merkel de Pazartesi günü BM İklim Eylemi Zirvesi’nde eli boş olan BM Genel Sekreteri Antonio Guterres ile görüşmek istemedi.

Bugünün sonuçları, gerçek emisyon hedefine ulaşmak için yeterli olmadıklarından bir revizyona ihtiyaç duyulacak. Yine de Merkel, New York konuşmasında, kömürü aşamalı olarak terk etmeyi,  karbonsuzluğa geçişi adil kılacak araçlar anlamına gelecek bir karbon fiyatlandırması dahil olmak üzere, önemli önerilerde bulunacak.

Alman hükümetinin iklim politikası gündeminin açıklanmasındaki aciliyet tavrı, iç politik nedenlerden kaynaklandı. Büyük koalisyon hükümeti kalıcı bir kriz modunda, ancak bu kez yaklaşımları ele aldıkları konuya uyuyor: İklim değişikliği. ”

Christoph Schott – Kampanya Direktörü, Avaaz: “Almanya sokaklardaki baskıya, emisyonları azaltmaya yönelik somut bir eylem planı ile yanıt verdi. Dünyanın dört bir yanındaki ülkeler Almanya’yı takip etmeli, karbon kirliliğini sonlandırmak için kendi planlarını oluşturmalı ve acilen% 100 temiz enerjiye geçmelidir. İklim değişikliği küresel bir tehdittir ve müdahalenin de küresel olması gerekiyor – yalnızca sokaklardaki vatandaşlar değil, hükümetlerin de. ”

Prof. Niklas Höhne -NewClimate Enstitüsü (1995’ten beri iklim görüşmelerini takip ediyor): Yeni Alman iklim paketi gecikmiş durumda. Bu zaruri, ama yetersiz. 2030 hedefinin belirlenmesinden 10 yıl sonra, hükümet nihayet bunu gerçekleştirmek için somut önlemler almaya karar verdi.

Paket Paris Anlaşması’ndan sonra, yeni gerçekleri ihmal ediyor. Yeni zorunluluk, sıfır sera gazı emisyonunu hedeflemektir. Ancak paket, fosil yakıtların tamamen nasıl saflaştırılacağı konusunda net bir vizyon olmadan, yalnızca kısa vadeli hedefi yerine getirmek için bireysel önlemler alıyor.

Almanya, iklim lideri konumunu ancak 2050’den önce sera gazı nötrlüğüne sıkı sıkıya bağlı kalarak (California 2045’te karbon nötrlüğüne karar verdi) ve 2030 hedefini daha iddialı hale getirerek sıfır emisyon konusunda ciddileşirse (Danimarka sadece hedefini belirledi) -70%) sürdürebilir.

Alexander Reitzenstein – Politika Danışmanı, E3G Berlin: Daha iddialı iklim politikaları için benzeri görülmemiş bir toplumsal talep, Alman koalisyon hükümeti için ortak payda haline geldi. Aynı zamanda, yüz binlerce kişi, Almanya’nın dört bir yanındaki 500’den fazla iklim grevine katıldı. Önerilen önlemler açık ilerlemedir, ancak küresel ısınmayı 1.5 dereceye kadar sınırlandırmaya katkıda bulunmak için daha iddialı hedeflere ihtiyaç duyulmasına rağmen, yerel ve Avrupa iklim hedeflerine ulaşmak için yeterli olmaları muhtemel değildir.

Oliver Bäte, CEO Allianz AG: İklimi korumak sadece bizim işimiz değil, herkesin işidir. Bu ivedi sorun küresel bir hareket haline geliyor ve tüm paydaşlar önemini kavramış halde – sadece bilim insanları ve uluslararası örgütler değil aynı zamanda şirketler, politik liderler ve genç nesiller de. İhtiyacımız olan, sera gazı emisyonlarını azaltmak için güçlü bir fikir. İklim politikasındaki herhangi bir olumlu değişim, memnuniyetle karşılanacak bir hamledir. Her adım önemlidir. ”

Christian Sewing, CEO Deutsche: Deutsche Bank’ta iklim korumasının şu anda sosyal ve politik gündemin en başında olduğunu memnuniyetle bildiririz. Almanya’nın 2030 için iklim hedeflerine ulaşmasını sağlamak üzere tüm çabaları destekliyoruz. Bu; düşük karbonlu teknolojiler konusunda daha fazla araştırma yapılmasına ve etkili ve verimli bir iklim politikası için bağlayıcı, uzun vadeli bir çerçeveye ihtiyaç duyuyor.İklim hedeflerine ancak CO2 emisyonlarının uygun bir şekilde fiyatlandırılması durumunda ulaşılabilir. Bunun için de çeşitli araçlar kullanılabilir – belirleyici unsur, doğru fiyat sinyalleri sayesinde iklim hedeflerine ulaşılması ve ekonomik refah kayıplarının mutlak bir asgari seviyede tutulmasıdır. (…)”

BM İklim Eylem Zirvesi başlıyor

BM İklim Eylem Zirvesi, petrol ve gaz şirketlerinin protestoları altında başladı. Bu akşam New York’ta başlayacak zirvede aktivist Greta Thunberg ve  Cumhurbaşkanı Erdoğan da birer konuşma yapacak.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın da taslak programa göre konuşma yapacağı BM İklim Eylem Zirvesi bugün Türkiye saati ile 17:00’da New York’ta başlıyor.  Dünya liderlerinin yanı sıra, iş dünyasının temsilcilerinin de katılacağı ve iklim eylemi konusunda somut açıklamalar yapması beklenen zirvede Erdoğan, Türkiye saati ile 22.10’da söz alacak.  Taslak programa göre Cumhurbaşkanı, “Live, Work ve Move Green (Yaşam, İş ve Yeşil Hareketler) adlı oturumda söz alacak ve “karbondan arındırılmış yapılı çevre, sürdürülebilir taşımacılık sistemleri ve kentsel dönüşüm için özel olarak tasarlanmış finans ve teknik destek mekanizmaları somut eylem duyurusu” yapacak.

Birleşmiş Milletler (BM) Genel Sekreteri Antonio Guterres, zirveyi BM İklim Acil Durumu Deklerasyonu ile açacak. Ardından İsveçli aktivist Greta Thunberg ve iki genç aktivist konuşacak. Thunberg devamında UNICEF binasında bir basın toplantısı düzenleyecek ve Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Komitesi’ne iklim krizi hakkında resmi başvuru yapacak.Türkiye saatiyle 18.00’de düzenlenecek basın toplantısı bu linkten canlı yayımlanacak. 

Petrol ve gaz şirketlerine protesto

 Zirvenin başladığı bugün, sivil toplum kuruluşlarının hedefi petrol ve doğal gaz şirketleri olacak. New York’un dört bir yanına “Dünyanın en büyük fosil yakıt şirketleri arasında yer alan Shell, BP, ExxonMobil ve Chevron‘nun CEO’larının “iklim suçlarından arandığına” dair posterler asıldı.

Eylül ayında Carbon Tracker tarafından yayımlanan rapor, bu şirketlerin 50 milyar dolarlık yeni yatırımlar planladığını ve hiçbirinin Paris Anlaşması’na uyumlu herhangi bir iklim planına sahip olmadığını gösteriyor. Oil Gas Climate Initiative ise bu sabah itibari ile yeni bir rapor yayımladı. Scaling Up for Action (Eylemi Büyütmek) adı taşıyan rapor, petrol ve gaz sektörünün nasıl net-sıfır emisyona ulaşabileceğine dair önemli bilgiler içeriyor.

Ülkelerden gelecek somut adımlar

Aralık ayındaki İklim Müzakerelerine ev sahipliği yapacak olan Şili, emisyon azaltımını hedefleyen yeni koalisyonunu Ağustos 2019’da duyurmuştu. Fransa, Birleşik Krallık, Arjantin ve Yeni Zelanda gibi ülkelerin de koalisyona dahil olması bekleniyor.

Yeni yayımlanan BM Raporu ise 75 ülkenin 2020 yılında iklim eylem planını güncelleyeceğini ortaya koyuyor. Rapora göre, 18 gelişmiş ülke (Birleşik Krallık, Almanya, France vs.), 53 gelişmekte olan ülke (Kostarika, Şili, Etiyopya vs.) ile 3 yükselen piyasa ekonomisi (Çin, Meksika vs.) 2030 ya da 2050 yılı iklim hedeflerini güncelleyecekler.

2030 hedefini gelecek yıl güncelleyecek olan ülkeler ise şunlar: Arjantin, Kosta Rika, Meksika, Norveç, İsviçre, Ukrayna, Fransa, İspanya, Portekiz. 2050 hedefi ortaya koyacaklar arasında ise AB, Birleşik Krallık, Şili ve Etiyopya var.

BM Genel Sekreteri Guterres’in İklim Eylem Zirvesini düzenleme amaçları arasında arasında ülkelerden 2020 yılı itibari ile iklim planlarının güncellenmesi taahhütlerinin ortaya konulması bulunuyor. Ancak halen küresel emisyonların yüzde 26’sından sorumlu 14 yüksek emisyonlu ülke planlarını yenilemek konusunda her hangi bir adım atmadı.

 Çin ve Hindistan’dan yeni hedefler

Çin‘in zirvede, geçtiğimiz Haziran ayında yayımladığı ve 2020 itibari ile yeni hedef vereceğini açıkladığı duyuruyu vurgulaması bekleniyor. Duyuru, Fransa ve Birleşmiş Milletler ile beraber yapılmıştı. Basın kuruluşları Hindistan Başbakanı Modi’nin 2030’da 500 GW yenilenebilir enerji hedefi açıklayacağını ifade ediyor. Danimarka ve İsveç ise Yeşil İklim Fonu’na yaptıkları katkıyı artıracaklarına dair duyuru yapacaklar. EU Komisyonu Başkanı Donald Tusk, AB’yi temsilen konuşması ve birliğin 2030 planın 2020 yılının başında belli olacağını ifade etmesi bekleniyor.

Zirve’de aynı zamanda Paris Anlaşması’nı onaylamayan son iki G20 üyesi Türkiye ile Rusya da konuşacak. Rusya’nın Paris Anlaşması’nı onaylayacağına dair açıklama yapması bekleniyor.

Zirve programını şuradan bulabilirsiniz.

Özel sektörden de önemli duyurular

 Zirvede Bank of England’ın iklim risklerinin iş dünyasında ve ülkeler arasındaki yatırımlarda fiyatlandırılmasını temin eden bir koalisyonu açıklaması bekleniyor. Bu açıklama, özellikle yüksek emisyonlu sektörlere dair risklerin fiyatlandırılmasını etkileyeceği için zirvenin en önemli açıklamalarından biri olacak.

Yüksek emisyonlu sektörlerin başında gelen demir-çelik ve çimento sektöründen de duyurular gelecek. Zirvede konuşacak olan Hindistanlı çimento devi Dalmia ile Avrupa’nın en önemli demir çelik şirketlerinden biri olan SSAB’ın emisyon azaltım planlarını sunmaları bekleniyor.

Yatırım yönetimi şirketleri de çeşitli duyurular yapacağı zirvede BM Net Sıfır Emisyonlu Varlık Sahipleri İttifakı da söz alacak. Toplamda 2.4 trilyonluk varlığı yöneten 12 şirket – Allianz, Zurich, CalPers, Storebrand ve diğerleri – bu ittifakta katıldıklarını ve 1.5 derece hedefine uyumlu olarak 2050 yılında sıfır emisyona ulaşacaklarını açıklayacak.

Aynı zamanda küresel bankacılık sektörünün yüzde 20’sini – 2.3 trilyon dolar market değeri- temsil eden 100’den fazla banka 1.5 dereceye uyumlu iş planlarını açıklayacak. Bu bankaların yıllık emisyonlarının miktarı 73 kömürlü termik santrale denk.

Devletlerin yanı sıra eyalet liderleri, belediye başkanları ve uluslarası kuruluş temsilcileri de konuşacak. Özellikle elektrikli araçlar ve yenilebilir enerji alanında önemli açıklamalar gelebilir.

Zirve öncesinde Uluslararası Enerji Ajansı da açıklama yaptı: 2019 yılında küresel yenilenebilir kurulu gücünün yüzde 17 büyümesi bekleniyor.

‘Yeni işler’

Yeni İşler İçin İklim Eylemi de gündemin önemli maddelerinden biri olacak. ILO’nun son yayımladığı rapora göre temiz ve düşük emisyonlu sektörlere yatırım 2030 yılına kadar dünya çapında net 24 milyon yeni iş yaratabilir. Zirvede Danimarka ve Etiyopya “soğutma koalisyonunu” da açıklayacak. Koalisyon gelişmekte olan coğrafyalarda yaşam kalitesini arttırmak için ucuz ve temiz havalandırma teknolojilerinin geliştirilmesini amaçlıyor.  BM verilerine göre, dünya çapında 1 milyardan fazla insan risk altında ve ucuz ile temiz havalandırma sistemlerine ihtiyaç duyuyor.

 

Onarıcı Tarım 101

Kendi hafızamla yetinmedim, internet arama motoruna da sordum: “Onarıcı tarım” kavramı, kamusal alanda ilk defa 2015 yılında kullanılmış görünüyor. Heinrich Boell Stiftung Derneği için yazdığım şu yazıda. 4 yaşında diyelim kabaca.

Aradan geçen dört senede, hala büyük kitlelere ulaşmamış olsa da, hızla ivmelenmiş bir kavrayıştan ve kavramdan bahsediyoruz. Türkiye’ye özgü (olmasa da has) şartlar altında yeşermeyi, filiz sürmeyi başarmış bir tohumdan. Hatta arada ortaokul ödevlerine bile girmiş.

Bu yazıyı yazmadan sadece bir akşam önce, son derece mütevazi sosyal medya hesaplarımdan yaptığım “kalabalık-röportaj” teklifime ses verip sorularını yönelten 12 kişinin varlığı da bu kanımı güçlendiriyor. Anadolu Meraları’nı (ortalama ayda bir paylaşımlarımıza rağmen) takip eden insanların sayısı, Anadolu’nun bir köşesinde tanıyıp, yanımıza gelip “beraber çalışalım” diyen bakanlık çalışanları, desteğini esirgemeyen kurum ve bireyler, etrafımızda artan sayıda eğitim, söylem, “hashtag”lar… Dünyanın ve insanlığın tam da en fazla ihtiyaç duyduğu dönemde palazlanan bu küresel hareketin geleceği için küçük ve çok anlamlı göstergeler.

Tabi, bir tohumun filiz vermiş olması, sadece filiz vermiş olduğunu gösterir. Büyüyerek kendisini gerçekleştirmesini sağlayacağınız şartları oluşturmaya devam etmek, Türkiye’de çoğunlukla kaçma eğiliminde olduğumuz bir sorumluluk. Ya da bireysel zayıflıklarımızın yol açtığı saplantılarla giriştiğimiz…

Dün, İklim Grevi’nin de ilk günüydü. Tüm insanlık olarak hem en önemli hem de en acil (ki bu ikisi birden nadiren gerçekleşir) meselemiz olan iklim değişikliği konusunda onarıcı tarım, bunu 2000’li yılları klasik anlamda iklim aktivisti olarak geçirmiş bir birey olarak “içeriden” söylüyorum, hayati öneme sahip. Öyle ki, en az fosil yakıtların toprak altında bırakılması, kullanılmaması kadar önemli. Ayrıca, hareketin sosyo-kültürel olarak pek konuşamadığı kesimlere ulaşması, özellikle kırsaldaki üreticiyi “iklim kahramanı” haline getirerek içermesi, toplumsal kutuplaşmaları kırması için de bu çok önemli. Henüz Türkiye’ye tam gelmemiş olsa da, ABD ve biraz da Avrupa’da galebe çalan “sol-sağ” (daha doğrusu, post-modern – modern) kavgalarının iklime de yansıdığını gördükçe, “durun ey ahali, saçmalamayı bırakın” çağrısını yapma gücüne sahip ender alanlardan biri, onarıcı tarım.

Bu uzunca girişten sonra, girişelim yavaştan.

Onarıcı tarım nedir?

“İnsan tüketimi için en sağlıklı, besleyici ve kaliteli gıdayı üretirken, ekosistemleri (yani doğayı) olabilecekleri en yüksek zenginlik, çeşitlilik ve hayat-doluluk seviyesine çıkarmamızı sağlayan yöntemlere onarıcı tarım diyoruz.

Bunun mümkün olduğunu, “sürdürülebilirlik” çukurunda kalmamızın teknik olarak da algısal olarak da yanlış olduğunu, insan ve insan-dışı-doğa arasındaki ilişkinin “kazan-kazan” olabileceğini idrak etmemizi sağlayan paradigma değişikliğine onarıcı tarım algısıyla ve olgusuyla varıyoruz.

İnsanlığın tarihinden bugüne ekosistemler (doğa) üzerinde en fazla etki yarattığı alan olan tarımı gerçekleştiren çiftçilerin iklimin, biyolojik çeşitliliğin, suyun devamlılığının (bir zamanlar ve kısmen hala, çevreciler tarafından düşünüldüğü gibi) düşmanı değil en güçlü neferi olmasını sağlayan toplumsal harekete onarıcı tarım diyoruz.

Yani, üç farklı boyutta (yöntem, paradigma ve toplumsal hareket) onarıcı tarım yapılabilir. Ancak “yöntemler” kısmı, tüm bu alanın çekirdeği.

Neye onarıcı tarım denir? Sertifikası, denetimi var mı?

Herhangi bir alanda (çiftlik/tarla/mera, vb.) “onarıcı tarım” yapıldığını söyleyebilmek için iki temel şart var:

1) “Tarım” olması gerekiyor – Yani bu araziden belli planlamalar eşliğinde (ormandan rastgele mantar toplamanın aksine) gıda veya yapı malzemesi üretimi yapılıyor olacak.

2) “Onarıcı” olması gerekiyor – Yani bu üretim sırasında, temel biyolojik ve ekolojik göstergelerin iyileşmekte oldukları çeşitli ölçüm yöntemleriyle kanıtlanacak.

“Ölçmek”, “kanıtlamak” gibi kelimeler korkutmamalı. Onarıcı tarım “yurttaş bilimi” denen ve bilim yapma şeklinde önemli kalıpları kıran (kalıp kırmak iyidir) yaklaşımla kol kola ilerler. Yöntemler de, bunların farklı ekolojik şartlarda sonuçları da, olası ekonomik yansımaları da binlerce onarıcı tarımcı/çiftçi tarafından farklı şekillerde ve platformlarda karşılıklı paylaşımla oluşuyor. Bu anlamda, onarıcı tarımı en başından beri “açık kaynak/özgür yazılım” hareketine benzetiyorum şahsen.

Ölçümler içinde de en yaygın olanı, “onarım” süreçlerinin bir nevi lider göstergesi olan toprak organik maddesindeki değişim. Otlak ekosistemlerinde arazinin yıl boyu besleyebildiği hayvanbirim miktarının ölçümünden (ki bunlar hep bütüncül yönetim/bütüncül planlı otlatma sayesinde çiftçi tarafından “gömlek cebindeki kağıt” rahatlığında takip edilebilen unsurlar) de arazideki biyokütle üretiminin artışı, haliyle fotosentez çıkarsaması yapılabilir.

Onarıcı tarımın daha bilimsel yöntemlerle ölçülüp tanımlanmasında yeni inisyatifler de var. Bunlardan biri (ve en olgunu) Savory Enstitüsü’nün başlattığı ve Güney Amerika’da uygulanan GRASS modelinden (ki bunu yaratıp Patagonya firmasıyla yürüten de Savory’nin Arjantin gözesindeki dostlarımız) esinlenen EOV, yani “Ecological Outcome Verification” (Ekolojik Çıktı Doğrulama) modeli. Aynı zamanda FAO’nun uluslararası düzeyde yeni bir model geliştirmeye çalıştığını içeriden bilen birisi olarak söyleyebilirim. Teknolojik yaklaşımlarla, özellikle ileri düzey uydu/uzaktan görüntüleme ve ölçme sistemlerini dahil etmeye çalışan bazı tekno-girişimler de var, ancak henüz başlangıç aşamasındalar.

Uzun lafın kısası, “ben onarıcı tarım yapıyorum” diyen bir üreticiye doğrudan hangi biyolojik/ekolojik göstergeleri ölçtüğünü, hangilerinde nasıl ilerleme kaydettiğini sorun. Verecek cevabı yoksa ya da cevap “atalık tohum kullanıyoruz, gübre atmıyoruz” tadındaysa, onarıcı tarım değildir söz konusu olan.

Geçiş süreçlerinde, herhangi bir göstergenin ölçümü mümkün olmayabilir. O zaman da en azından “şu şu uygulamaları yaparak topraktaki şu şu döngüyü iyileştirmeyi umuyoruz” niyetini koymalı, onarıcı tarım yaptığı iddiasının sahibi.

Anadolu Meraları uygulama arazisini ele alalım: İlk döngüde ciddi bir karbon gömme ölçtük arazide. Bunu, biyokütle üretiminin artışıyla da doğruladık. Son 6 aydır ise, diğer projelerimizin yoğunluğundan istediğimiz uygulamaları istediğimiz ölçüde yapamıyoruz, o yüzden şu anda onarıcı tarım yapıyor olduğumuz iddiamızı bu arazi özelinde devam ettirmiyoruz, altını dolduramayacağımız için. Yerli ırklarla, safimera (sadece otla beslemeli hayvancılık) ise devam. İkisi aynı kapıya çıkmak zorunda değil, yani.

Tohumların meşrebinin, üretimin ölçeği, işletmenin örgütlenme biçimi hiç mi önemli değil?

Var olan önyargıları ve mesnetsiz kalıpları kırmak adına birazcık (fazla değil!) abartarak: “Evet, hiç önemli değil”.

Üretime dahil edilen genetiğin (bitki veya hayvan) nereden gelip nereye gittiği, yerli ırkların/cinslerin kaybolmamasından hastalıklara karşı dirence, mikro-besleyicilik açısından yine onarıcı tarımla üretilmiş (bu önemli!) hibrit tohumlara göre daha yüksek potansiyeli olmasına kadar bir çok avantaj (ve bunlara eşit oranda da dezavantaj) taşır. Üretici, onarıcı tarımın karar alma ve strateji modülü olan “bütüncül yönetim” aracıyla, kendi bağlamına bunların hangisinin uyduğuna karar verir. Kendi adıma, yerel ve/veya çiftçilerin elinde, uzun vadede çiftlik ve bölgede dayanışmayla seçilime uğratılarak, zamanın müthiş eleğinden geçirilerek yön verilmiş ırklara, cinslere hayranlık duyan, bunların çok önemli kaynaklar olduğunu düşünen biriyim.

Ancak yerel ırklarla, gübresiz-zehirsiz, küçük ölçekte bir aile işletmesi olmanız, onarıcı tarım yaptığınız anlamına zinhar gelmez. Hatta gereğinden fazla küçük (mikro) ölçek ve araziye erişim sorunları, konvansiyonel tarım dışında yöntemlere geçmeniz önünde engeldir. Üretim ve dağıtımın her noktasında konvansiyonel döngülere saplanıp kalırsınız. Türkiye’de “küçük ölçek” diye sloganlaştırılan alanların çoğu aslında mikro ölçektir ve hobi olarak salçalık biber yetiştirmek için şahane olsalar da, geçimini (onarıcı) tarımdan sağlamaya imkan vermez. Sömürüye çok açıktır. Bu da başlı başına bir konu, şimdilik geçelim.

Yani, bir uygulamanın onarıcı tarım olması için biyolojik/ekolojik göstergeleri iyileştiriyor, toprağa karbon gömüyor olması lazım. Bunun üstüne adil üretim ve ticareti, birtakım öznel ve hoşumuza gidecek ideolojik düzlemler daha koyuyorsa, ki koymaya uğraşmayanı görmedim daha, ne güzel. Ama somut ekolojik onarım olmadan, onarıcı tarım olmaz. Bu (veya başlangıçta somut çabası) olmadan onarıcı tarım etiketini/söylemini kullanmak, kamuoyunu yanlış bilgilendirme pahasına “iyi” bir pazarlama taktiği olur ancak.

İklim değişikliğiyle ilgisi nedir?

Karasal ekosistemlerde uygulandığında onarıcı tarımın ilk ve temel (diğer onarımları da tetikleyen) etkisi, topraktaki organik maddeyi arttırmak.

Şimdi azıcık matematik.

“Organik madde” (ing: soil organic matter) dediğimiz, tozla toprak arasındaki farkı belirler. Organik maddenin yaklaşık %55’i karbondan oluşur. Karbonun atom ağırlığı 12. Oksijenin ise 16. Haliyle karbondioksit (CO2) molekülünün ağırlığı da 44. Toprakta “oluşturulan” tüm organik maddenin içindeki tüm karbonun sadece ve sadece atmosferden (fotosentez yoluyla) gelebileceğini bildiğimize göre, 1 birim ağırlığında karbon atomu “gömmek” için 3.66 birim ağırlığında karbondioksiti atmosferden çekmemiz gerekiyor (44/12 = 3.66).

Yani, toprakta 1 kg organik madde oluşturmak demek, 550 gram karbon almak demek. Bu da yaklaşık 2 kg karbondioksiti atmosferden çekmiş olmak anlamına geliyor

Toprağın ortalama özgül ağırlığını 1.4 ton/m3 olarak alabiliriz. Arazide, 1 metre derinliğinde organik maddeyi %1 arttırmak (misal, %2’den %3’e çıkarmak) demek, metrekarede 14 kg organik madde oluşturmak demek. Yani, 28 kg karbondioksiti atmosferden azat etmek, toprağın altına gömmek anlamına geliyor.

Şimdi bunu Türkiye’de, sadece resmi olarak mera statüsünde olan alanlarda gerçekleştirdiğimizi hayal edelim. Yani 14.6 milyon hektarda. Yani 146 milyar metrekarede.

146 milyar * 28 kg = 4048 milyon ton. Yuvarlak hesap 4 milyar ton karbondioksit.

Yani 4 Gigaton karbondioksit. Bütün egzozları, termik santralleri, tarımsal üretimi, kömür sobaları…. Hepsiyle, Türkiye’nin 8 yıllık seragazı salımınına eşit.

Aynı hesabı ABD gibi iklim değişikliğinin baş sorumlusu bir ülke için yaptığımızda, sonuç 88 Gigaton karbondioksit yapıyor. Yani ABD’nin 16 yıllık salımı.”

Bu noktada son derece makul soru: %1 arttırmak kaç yılda mümkün?

Her ekosistemde farklı olmakla birlikte, doğru uygulamalarla (ve çok sayıda otçul hayvanı ahırlardan çıkartarak!), ne iyimser ne de kötümser bir tahminle 8-10 yıl diyelim. Bir de üstüne arazi kaynaklı salımın durması (toprakların artık karbon kaybetmemesi) söz konusu olacak. Yani, “yapmaya başladığımız andan itibaren, dünyanın seragazı salımını sıfırlayabiliriz” demek çok da iddialı olmayacaktır.

Organik maddesi %1 artan toprağın, m2’de 50 litre kadar fazladan su tutabildiğine, buna eşlik eden bitki örtüsü oranındaki artışının ağır yağışlarda bile erozyonu engelleyip yağışı toprakta depolama etkisine (yani sellere ve kuraklığa karşı çok güçlü adaptasyon) girmeden bile, ki girmek lazım, onarıcı tarımın iklim için ne kadar devasa bir etkisi olduğunu anlamak mümkün. Onarıcı tarımcıların kendi arasında, yarı-geyik söyledikleri gibi, “izin verin, dünyayı buzul çağına sokalım”.

Sayılar öyle astronomik ki, idrak etmek vakit alıyor. İklim değişikliği camiasının bunu anlaması üç yıl aldı, hala da tam idrak gerçekleşmiş değil.

İklim kriziyle canla başla mücadele eden herkese “onarıcı tarımı odağa koyma” çağrımı bir kez daha yinelemiş de olayım. Sevdiğimden değil, açık ara en mantıklı ve etkili strateji olacağından.

Yarın, gelen sorulara verdiğim cevaplar ve biraz daha fazlasıyla devam edeyim.

Konu hakkında bugüne dek yazdıklarımın bazılarına da aşağıdaki bağlantılardan ulaşabilirsiniz.

https://tr.boell.org/tr/2015/06/23/onarici-tarim-toprak-kurtulusumuz-olabilir-mi

http://gidatopluluklari.org/?p=463

http://www.sivilsayfalar.org/2017/03/05/durukan-dudu-hem-doga-hem-de-insan-icin-bir-kazan-kazan-durumu-yaratabiliriz/

(Yeşil Gazete)

Antroposen’in mağduru ve kahramanları: Çocuklar

Almanya’da yapılan son çalışmada, 2500 çocuktan toplanan kan ve idrar örneklerinin yüzde 97’sinde plastik katkı maddelerine rastlandığı belirtildi.

Antroposen; yani insan çağı. İnsanın doğayı tam anlamıyla değiştirip etkisi altına aldığı çağ. Tarımsal faaliyetlerden endüstriyel faaliyetlere, teknolojiden bilime, eğlenceden kültür üretimine kadar her anlamda doğayı değiştirip dönüştürdüğü bu çağın kazananları olduğu gibi mağdurları da var. Kazananları tabii ki petrol, plastik vb’lerini ve türevlerini üretip satan bir avuç toplam. Kaybedenler ise doğadaki en küçüğünden en büyüğüne, bir avuca sığamayacak kadar olan canlılar ve diğer insanlar.  Bunun yanında bu çağın kahramanları da var ve bu kahramanlar, bu sürecin en önemli mağdurlarından yani çocukların içerisinden doğuyor. Üstelik öyle etkili bir doğuş ki bu, tüm geleneksel siyaset, çevrecilik, vb. anlayışları sarsarak meydana geliyor. Greta Thunberg ile başlayan bu yükselişin arkasında şimdi milyonlarca genç ve çocuk yer alıyor. Bu faydalı kitle, bir okul önünde küçük bir pankart açarak başlattıkları bu hareketi, şimdi 20 Eylül’de kitlesel ve küresel bir harekete dönüştürüyor. Bu güzel ve umut vadeden gelişme, Z kuşağı ile ilgili yazılan çizilen tüm o olumsuz yorumları da söküp atıyor.

Bu umut verici hareket gelişirken, hareketin kahramanları, aynı zamanda doğaya bıraktığımız kötü izlerin kötü çıktılarıyla da yüzleşmeye devam ediyor. Son olarak Almanya Çevre bakanlığının Robert Koch Enstitüsü ile birlikte gerçekleştirdikleri çalışmada 2014-2017 yılları arasında 2500 çocuktan topladıkları kan ve idrar örnekleri incelenmiş ve örneklerin %97’sinde plastik katkı maddelerine rastlanılmış. Hem de kaygı uyandıracak düzeyde. Özellikle su geçirmez elbiseler ve yapışmaz pişirme gereçlerin yapımında kullanılan PFOA (perfluorooktanoik asit) miktarı alarm seviyesinde. Oldukça tehlikeli olan bu malzeme birçok farklı kurum ve kuruluş tarafından yasaklı madde olarak kabul edilmiş.

Bulunan diğer maddelerle ilgili herhangi bir bilgi yok çünkü çalışma çok taze. Alman bakanlık raporu henüz daha yayınlamadı. Peki biz nereden biliyoruz? Yeşiller grubundan bir milletvekilinin sorusu sonucu bakanlık kısa bir açıklama yayınlamak durumunda kalmış. Özellikle küçük çocukların daha büyük bir risk altında olduğu belirtiliyor. Raporun detaylarına yayınlanınca ulaşacağız.  Ancak bu küçük ayrıntı bile var olan riskin boyutunu ortaya koymaya yetiyor.

Görünen o ki biz büyüklerin sorumsuzluğu çocukların yaşam kalitesini ve yaşayacakları çevrenin geleceğini tehdit etmeye devam ediyor. Yani henüz doğmamış olan çocukların bile geleceklerini şimdiden mahvetmiş görünüyoruz. Ormansızlaşmayla, petrolle, plastikle, yemek alışkanlıklarımızla ve kısacası her türlü alışkanlığımızla. Çocukların ses çıkartmaları için bir sürü sebep var yani.

Son 50 yıl içerisinde dünya üzerinde meydana getirdiğimiz değişikliklere bir bakın:

  • Tatlı su ekosistemin %75’ini kaybettik
  • Karasal hayvanların sayısı%40 azaldı
  • Özellikle kaplumbağalar olmak üzere deniz hayvanlarının sayısı da %40 azaldı
  • Küresel sıcaklık artışının üçte ikisi son 50 yılda meydana geldi. Yani dünyayı son 50 yılda ısıttık
  • Plastik üretimi 7 kat artarak 350 milyon tona ulaştı
  • Denizlerdeki plastik kirliliği 50 yıl önce oldukça azdı ve mikroplastikler neredeyse hiç yoktu
  • Mercan resiflerinin yarısı son 30 yıl içerisinde beyazladı

Bu hızla devam edersek denizlerde balık, göklerde kuş, karalarda canlı hayvan kalmayacak. Petrol içip plastik yemek zorunda kalacağız ki hali hazırda yapıyoruz da. Bu gidişatın tek sorumlusu bizleriz ve çocuklar da en önemli mağdurlardan. Bugün harekete geçilmezse yarın çok geç olabilir.

NOT: Geçtiğimiz hafta Nature’da, temizlik kampanyalarının neden önemli olduğunu gösteren bir çalışma yayınlandı. Çalışma, hali hazırda okyanuslar üzerindeki yüzen plastiklerin tahmini miktarı ile denizlere akan plastiklerin tahmini miktarı arasındaki önemli farkın açıklamasında öne sürülen “dibe batış-parçalanma” yaklaşımının yetersiz olduğunu belirterek yeni bir model oluşturmuş. Buna göre aradaki fark miktarına yakın bir miktarda yüzen plastiğin kıyısal alanlara vurduğunu ve burada biriktiğini iddia ediyorlar. Hatta plastiklerin hemen mikroplastiğe parçalanmadığını ve şu anda okyanuslardaki mikroplastiklerin de 1990’lar ve öncesine ait plastiklerden parçalandığını iddia ediyorlar. İşte bu sebeple hali hazırda karalardan denizlere doğru gelen plastiğin kıyılarda biriktiğini, bunun da kıyı temizleme aktiviteleriyle mikroplastiğe dönüşmeden ya da yer altına gömülmeden toplanması gerektiğini vurgulamışlar (Ancak bunu yaparken greenwashing’e yani şirketlerin pr politikalarına alet olmayın). Ayrıca bazı gelecek projeksiyonları da var. Detayını okuyabilirsiniz.

Doğayla kalın…

(Yeşil Gazete)

‘Hayvan deneyleri ne meşru ne de etik’

Hayvan deneylerinin eninde sonunda tüm dünyada yasaklanacağına inanıyoruz; bu süreçte deneylerden kurtarılacak ve yaşamını şiddetsiz bir ortamda geçirecek her hayvan bizim için çok değerli ve önemli.

Deneylerde kullanılan hayvanları ve onların haklarını korumak için 12 Eylül günü tüzel kişiliğe kavuşan Deneye Hayır Derneği, Türkiye’de kısa vadede, hayvan deneylerine karşı alternatif yöntemleri geliştirmeyi, uzun vadede ise hayvan deneylerinin yasaklanmasını amaçlıyor.

Deneye Hayır Derneği’nden Burak Özgüner, Yeşil Gazete’ye Türkiye’deki hayvan deneylerine karşı mücadeleyi, mücadelede karşılaştıkları zorlukları ve derneğin hedeflerini anlattı.

 Hayvan deneylerine karşı ne zamandır mücadele ediyorsunuz?

Deneye Hayır Derneği’ni kurmadan önce, mücadelemizi Deneye Hayır Platformu olarak sürdürüyorduk. Deneye Hayır Platformu’nun, 2014 yılında TBMM’de, Hayvanları Koruma Kanunu’nun değişikliğine dair tasarı ve teklifler tartışılırken çok da gündeme gelmeyen bir hak ihlâlleri silsilesini, hayvan deneylerini gündemleştirmek amacı ile kurulduğunu söyleyebiliriz. Derneğin kurucularından bir kısmı, daha önceden yine hayvan koruma hareketinden ve deney karşıtı mücadeleden birbirlerini tanıyorlardı. 2006 yılında, Hayvan Deneylerine Karşı Çalışma Grubu’nda yine hayvan deneylerine karşı özellikle içerik üretimi, hayvan deneylerinin ülkedeki mevcut durumunu saptama gibi konularda mücadele vermiştik ancak çalışma grubu, bir süre sonra dağılmıştı.

Her yıl değiştirileceği söylenen Hayvanları Koruma Kanunu hakkındaki yasa teklifi ve tasarıları, 2014’te TBMM Çevre Komisyonu’na havale edildiğinde hayvan deneylerine karşı çıkan sadece birkaç aktivist vardı. Bu yasama sürecinde, yeniden tartışmaya açılan hayvan deneyleri konusu, bizleri Deneye Hayır Platformu olarak, deneylerde zulme maruz bırakılan ve öldürülen hayvanlar için mücadele vermeye itti. Platform çalışmaları, özellikle son bir senedir tekrar yoğunlaşmıştı. Benimsediğimiz yöntemlerden biri de hukuk mücadelesi… Hukuk mücadelesi için de bir tüzel kişiliğe ihtiyacınız var. Bu ihtiyacı bugüne dek platform bileşeni dernekler üzerinden giderdik ama tüzel kişiliğe ihtiyaç duyan başka hedeflerimiz ve çalışmalarımız olduğu için artık dernekleşmeye karar verdik.

Dernekleşmenin mücadelenize nasıl katkıda bulunacağını düşünüyorsunuz?

Artık bir tüzel kişiliğimiz var ve dernek olarak, deneylerde kullanılan hayvanlar hakkında idarî ve bilgi edinme başvuruları yapmaya, bunları dava yoluna götürmeye devam edeceğiz. Hayvan deneyleri şu anda yasal olarak yürütülüyor olsa da biz, hayvan deneylerinin meşru olmadığını, burada büyük bir etik sorun olduğunu, bizim dışımızdaki hayvanlara bu tür zalimce eylemlerde bulunamayacağımızı görüşündeyiz. Hayvanların yaşam hakkı ya da beden dokunulmazlıkları üzerinde herhangi bir tasarruf hakkımız yok.

Birçok bilimsel çalışmaya rağmen, hayvan deneylerinin hem gereksiz hem de güvensiz olduğu, bilim otoriteleri tarafından ısrarla reddediliyor. Bu algıyı kırmak için, hayvan deneylerine alternatif yöntemlerin Türkiye’deki üniversitelerde hayata geçirilmesi için birçok uluslararası kuruluşla da iletişim içinde kalarak çalışmalarımızı sürdüreceğiz. Bu tabii ki kolay olmayacak. Bu konuda kamu kurum ve kuruluşları ile ilişkilere ağırlık vermeyi, mevzuata göre bir gereklilik olan deneylerde kullanılan hayvanların aile yanına verilmesinin artık hayata geçirilmesini sağlamaya çalışacağız. Bakanlıklar da üniversiteler de bu tür uygulamaların hayata geçirilmesi için maalesef istekli değil ve bu uygulamanın hayata geçirilebilmesi için de bir tüzel kişiliğe ihtiyaç vardı. Yani devlet, karşısında tüzel bir muhatap görmek istiyor.

Burak Özgüner.

Hayvan deneylerinin eninde sonunda tüm dünyada yasaklanacağına inanıyoruz; bu süreçte deneylerden kurtarılacak ve yaşamını şiddetsiz bir ortamda geçirecek her hayvan bizim için çok değerli ve önemli. Biz derneğimizi kurduk; resmi otoritelerin uluslararası ve ulusal mevzuatı uygulama, hayvanlara yaşatılan haksızlık ve adaletsizliklere son verme konusunda ne kadar niyetli olduklarını önümüzdeki dönemde hep birlikte göreceğiz.

 Verdiğiniz mücadelede karşılaştığınız güçlükler neler?

Toplum, zamanla hayvan deneyleri konusunda bilinçlenmeye, değişmeye başlıyor ama bilim çevreleri, otoriteleri değişmemek için direniyor. Akademide “hayvan deneyleri zorunluluktur” gibi bir yaklaşım var ve öğrencilerin eğitim hayatlarına da bu yaklaşım ile yön veriliyor. Öğrencilere ya da araştırmacılara dayatılan bu öğreti nedeniyle her yıl dünyada milyonlarca hayvan işkence görüyor ve öldürülüyor. Tüm bu zulüm, kapalı kapılar ardında sürdürüldüğü için, hayvanlara yaşatılanlar da çoğu kişinin umurunda olamıyor ya da kişilerce görmezden geliniyor.

‘Karşılaştığımız en büyük zorluk, akademik ezberler’

Deneylerde hayvanlar, sadece eğitim-öğretim-araştırma amacı ile zulüm görmüyor. Hayvan deneyleri, hayatın her alanına yayılmış durumda. Bunda da hayvanların tüketilebilecek, gözden çıkarılabilecek nesneler, metalar olduğu öğretisinin geniş bir zemin teşkil ettiğini düşünüyorum. Verdiğimiz mücadeleyi en büyük çıkmaza sürükleyen faktörler şunlar oluyor: Sözde bilimsel argümanlar ve insanlığın menfaati iddiası… Bu argüman ve iddialar, dünyada daha yeni yeni tartışılmaya başlandı. Bizim bunlara karşı çıkışımızın temelini de hayvanların kullanılması, işkence görmesi ve öldürülmesi, yani etik sebepler oluşturuyor. Ayrıca tıp, ilaç, silah, kozmetik endüstrisinin garantisi olan hayvan deneylerinin gereksizliği ve güvensizliği nedeniyle de bu deneylere karşı çıkıyoruz. Milyonlarca hayvanla binlerce insan da bu güvensiz olan deneyler nedeniyle yaşamını yitiriyor veya hastalanıyor. Tüm dünyada tartışılan hayvan deneylerindeki etik sorunu, Türkiye’de de tartışmaya açmak, sermayenin, yani kapitalizmin tekelinde olan bilimin ezberlerini bozmak istiyoruz açıkçası. Yani karşılaştığımız en büyük zorluğun, bu tür akademik ezberler olduğunu söyleyebiliriz.

‘Hem resmî otoriteler hem de şirketler, sizi doğrudan itibarsızlaştırmaya başlıyor’

Karşılaştığımız bir diğer güçlük ise hayvan deneylerinin devlet koruması altında, sermayenin güçlü lobisi ile devam ettirilmesi… Bir alanda mücadele verirken o alandaki hak ihlâllerinin ya da sorunların tespit edilmesi gerekiyor. Bu sorunların tespiti için de resmî bilgiler, elde etmeye çalıştığınız verilerin temelini oluşturuyor. Elinizde resmî bilgi, veri olmadan bir bilgi servis ettiğinizde ya da resmî olmayan verileri hiçbir temele, tekniğe dayandırmadan raporlarınıza eklediğinizde hem resmî otoriteler hem de şirketler, sizi doğrudan itibarsızlaştırmaya başlıyor ve maalesef sosyal medya ve ana akım medya organları, bunun için bulunmaz bir nimet… O nedenle biz her zaman resmî bilgiye ulaşmaya çalışıyor ve bunları da kaynak göstererek kullanıyoruz. Ama bu hiç kolay olmuyor.

‘Bilgiye erişmek neredeyse imkânsız hâle getirilmiş durumda’

Dernekleşmeden önce, veri toplama konusunda gönüllü olan aktivistler ile resmî istatistiklere ulaşmaya çalıştık ancak bu pek mümkün olamadı. Türkiye’de faal olan deney merkezlerine yaptığımız bilgi edinme başvurularının çoğu, bu bilgilerin “gizli” olduğu gerekçesi ile bizlerle paylaşılmadı. Ancak ne bilgi edinme ne de hayvan deneyleri ile ilgili olan mevzuat böyle bir gizlilikten ya da bilgi edinme hakkına dair bir muafiyetten bahsetmiyor. Bilgi paylaşmak istemeyen tüm kurumlar için itiraz başvurularında bulunduk. Aylar alan bu başvuru ve itiraz süreçleri o kadar meşakkatli ki bilgiye erişmek neredeyse imkânsız hâle getirilmiş durumda.

‘Periyodik olarak toplanması gereken veriler bile zamanında açıklanmıyor’

Türkiye’de, her konuda olduğu gibi, hayvan deneyleri konusunda da birçok hukuksuzluk, keyfîlik ve denetimsizlik var, hatta fazlası var! Hayvanlar, kurumlar tarafından araştırmacılar ve öğrenciler için o kadar metalaştırılmış durumda ki yılda ortalama 266 bin hayvan, deneylerde kesilip biçiliyor ve öldürülüyor. Bu bilgiyi, devletin yayımladığı veriler doğrultusunda kolaylıkla paylaşabiliyoruz. Ancak mevzuata göre periyodik olarak toplanması gereken bu veriler bile zamanında açıklanmıyor. Mesela 2018 yılına ait istatistikler çoktan açıklanması gerekirken hâlâ açıklanmadı. Bu veriler açıklandığında, biz hesap makinesini elimize alıp hayvan kullanım sayıları ve kullanım kategorilerini toplayıp verilerin birbiri ile örtüşüp örtüşmediğini kontrol ediyoruz. Her zaman büyük belirsizlikler ve hatalar ile karşılaşıyoruz. Yani Türkiye’de deneylerde kullanılan, işkence gören ve öldürülen hayvanların sayısı bile belirsiz!

Türkiye’de hayvan deneylerine dair güncel durum nedir?

 Temel biyolojik araştırmalar, hastalık tanısı, tıbbî ürün ve cihazların araştırılması, toksikoloji ve güvenlik değerlendirmeleri, veteriner hekimlik alanında kullanılan ürün ve cihazların üretim ve kalite kontrolü, eğitim, diş hekimliği ve tıp alanında kullanılan ürün ve cihazların üretim ve kalite kontrolü gibi birçok kategoride hayvanlar kullanılıyor ve öldürülüyor.

‘Sadece adlarında etik var’

Türkiye’de her konuda olduğu gibi, bu konuda da mevzuat var ama uygulanmıyor. Hayvan deneyleri ile ilgili merkez ve yerel etik kurullar var: Hayvan Deneyleri Merkezî Etik Kurulu (HADMEK) ve üniversitelerin, şirketlerin kendi bünyelerinde kurdukları HADYEK’ler, yani yerel etik kurullar. Bu yerel etik kurulların teşkilât yapısı da çalışma biçimi de deneylerde kullanılan hayvanların acısını dahi engelleyemiyor. Dolayısıyla bu kurullar için, tabela kurulları diyebiliriz; sadece adlarında “etik” var. Yaşam hakkının, beden dokunulmazlığı hakkı gibi konuların, tartışma konusu yapılabileceğini düşünmüyorum şahsen.

Peki, her akademisyen ya da bilim insanı, hayvan deneylerini destekliyor mu?

Elbette desteklemiyor. Hazır bir dernek kurmuşken, bu değerli akademisyenlerin, bilim insanlarının hayvan deneyleri karşıtı mücadelemize destek vermesi, deneylerde sistematik işkence ve esarete tâbi tutulan hayvanlar ve bizim için çok önemli. Etiğin bu kadar geliştiği, hayvan deneylerine karşı bu kadar çok bilimsel verinin ortaya atıldığı çağımızda, hayvan deneylerinin gerekliği olduğu ezberinden kurtulmamızın zamanı geldi de geçiyor bile… 1881-1985 yılları arasında yaşamış olan ve aynı zamanda bir veteriner hekimi olan Ordinaryüs Profesör Süreyya Tahsin Aygün’ün “Hayvan deneyleri insanî duygularımızı incitir” sözü bence tüm bilim insanları için önemli olmalı.

Bir yanlışı düzeltelim: Antroposen değil, Kapitalosen!

Yıkımın, yokoluşun “insan yapımı” olduğunu söylemek nedenlerini perdelemeye yarar.

Geçtiğimiz hafta İstanbul’da “güncel sanat” bağlamında gerçekleşen hareketlilikten, kapılarını açan 16. Bienal’den, Contemporary gibi bir sanat fuarından, yeni müzelerden, sanat mekanlarından söz etmiştim. Bu yazıda “Antroposen Çağı” teması çerçevesinde gerçekleşen 16. Bienal ile BM İklim Zirvesi ve 20 Eylül’de küresel ölçekte bir dalga gibi  yayılan “İklim Grevi” gibi konuların nasıl ilişkisel bir bağlam oluşturduğunu tartışmaya çalışacağım.

16. Bienal’in üzerine temellendiği tema, “Antroposen Çağı” ne anlama geliyor? İnsan yapımı, insan merkezli olan bir dönüşüm anlamına geliyor. Planetin yaşadığı dönüşümün, küresel ısıtmanın, canlı türlerinin yok oluşunun, su kaynaklarının tükenişinin, doğanın geri dönülemez bir şekilde tahribinin insanın jeolojik bir güç haline gelmesine bağlı olduğuna, yaşanan değişimin bunun sonuçları olduğuna işaret ediyor.

“Antroposen Çağı” kavramı görüldüğü gibi, hem tanımı, hem de tarihi itibarıyla tartışmaları da beraberinde getiriyor.

Örneğin bu çağın tarım toplumuna geçildiğinde başladığını iddia edenler var. Dünyanın eko-sistemi üzerindeki insan etkilerini Amerika’nın keşfinden sonra da gözlemlemek olası. Elbette ki şeyleştirici  köleleştirici düzenin, kapitalizmin hakim hale geldiği 19. yüzyıldan sonra, Sanayi Devrimi ile başladığını da söylemek mümkün. Ancak kontrol edilemeyen, çığrından çıkan gelişmelerle, felaket alametleri ile Neo-liberal koşullar içinde bu çağın tanınır ve görünür hale geldiğini, farkındalığın gerçekleştiğini söylemek de mümkün. Nasıl teşhis edilirse edilsin, bu çağı asıl karakterize eden şey, politik ve entelektüel alanın, karar verici mekanizmaların güç ve imtiyaz grupları tarafından ele geçirilmiş ve gelişmelerin onların istedikleri yönde olması.

Şeyleştirici şiddet insan yapımı mı? 

Şeyleştirici şiddet insanlık tarihi boyunca her zaman oldu. Ancak kapitalizmin çok daha yaygın bir sömürgeleştirme, köleleştirme rejimi olduğu söylenebilir. Sorun bu şiddetin yalnızca semptomatik bir şekilde algılanması. Kapitalizm bugüne kadar yalnızca parasal sermaye, ekonomi üzerinden tanımlanmaya çalışıldı. Oysa temelindeki sembolik şiddet, gayrı-maddi sermayenin yarattığı yıkımlar “muhalefet” tarafından kimi zaman göz ardı edildi. Çünkü gayrı-maddi sermaye asıl büyük şiddet kaynağı olarak kendisini gizledi ve bilme biçimlerini, muhalefeti koşullandırdı. İtirazların sistemin dışına çıkmasını engelledi. Böylece yalnızca insan olmayanlar değil, insan olanlar da bu rejim içinde şeyleştirildi, kırımlara uğradı, şiddet gördü. O zaman yaşanan bu şiddeti “insan yapımı” olarak adlandırmak mümkün mü?

İşte bu nedenle gayrı-maddi sermayenin dikkate alınması kesin bir zorunluluk. Althusser’in “iktidarın ideolojik aygıtları” dediği ve eşitsizliği yeniden üreten kurumlar dikkate alınmadan, sorunu yalnızca yöneticilerin mizaçlarına, niyetlerine, tercihlerine bağlamak, sorunları onların yarattığı bilme ve tanıma biçimleri içinden görmek, aldatıcı.

Örnek verelim: İstanbul’a yaşam veren Kuzey Ormanları yapılaşmaya açılıyor. Merkezi yönetim tarafından 3. Köprü, 3. Havalimanı gibi imar spekülasyonu amaçlı ulaşım kararları veriliyor. Bir takım uzmanlar da kapalı ilişkiler içinde ve şeyleştirici yöntemlerle İstanbul için planlar hazırlıyorlar. Böylece güç sahipleri kendi ayrıcalıklarını, imtiyazlarını yeniden üretmek için bu kararların bu şekilde, bir şiddet rejimi içinde gerçekleşmesi için bildiklerini, yani ellerinden geleni yapıyorlar. Bunun “insan yapımı” olduğunu söyleyebilir miyiz? Bu kararları bu projelerde çalışan işçiler, emekçiler mi veriyor?  Peki o zaman bu gelişmenin neresi “insan yapımı”? İnsan bunun neresinde?

Bir uçak bir yolculukta 40 ton yakıt harcıyor. Uçaktaki bir yolcu, kendi ağırlığının bir kaç katı yakıt tüketiyor, daha kirletilmemiş bir alanda tatil yapabilmek için. Yalnızca 3. Havalimanı’nda pistteki turlarda, yapıların ısıtılmasında, iklimlendirilmesinde, elektrikli merdivenlerde harcanan enerji, diyelim ki hızlı raylı sistemlerle aynı yolculuğu yapmaya yetebilir. Ulaşım politikaları geliştirilirken bunlar dikkate alınıyor mu? Bir de özendirici fotoğrafları ile basında yer alan özel uçak yolculuklarını düşünelim. Zenginler, önemli politik şahsiyetler kendi ağırlıklarının yüzlerce misli yakıt tüketiyorlar, kısa süreli yolculuklar için dahi. Hiç düşündünüz mü? Tüketimi sınırlandırmak için içkilere yüksek vergiler koyan hükümetler, uçaklarda ve yatlarda yakıt tüketimini teşvik etmek için neden sübvansiyonlar uyguluyorlar?  

Kentsel dönüşüm adı altında sağlam binalar yıkılırken, dünyanın molozu üretilirken, çimento üretiminin teşvik edilmesi ne anlama geliyor? Bizzat Bienal’in de geçmişte yer aldığı sapasağlam binaların, Antrepolar’ın yerin altına 10 metre inmek için yıkılması neden gerekli? Bu yapıların tıpkı bir duvar gibi şehrin merkezini kapatması, 30 senedir ise hiç kullanılmadan bırakılması, şehrin kamusal hayatına katılamaması bile ayrıca inşaat maliyetini aşan büyük bir kayıp değil mi?

Ama pardon! Bunları bu bağlamda konuşamazsınız! Hemen yanıbaşında yer alan Türkiye’nin en eski mimarlık ve sanat kurumu, “güncel sanat”ı önemseyen hayırseverlik vakıfları, ya burada yer almayacaklar, ya da bağımsızlıklarından vazgeçecekler. Görüldüğü gibi “güncel sanat”ın seçkinlerin bir uğraşı, ilgi alanı gibi gösterilmesine teslimiyetinin koşulları gayet maddi.

“Güncel” kavramının bir tarz, bir üslup gibi gösterilmesi, ehlileştirilmesinden başka ne anlama gelebilir?

“Güncel sanat”ın hayırseverlik alanına ya da piyasa alanına izole edilmesi kendi başına bir sorun değil mi? Bu ne anlama geliyor? Öncelikle bilme ve tanıma biçimlerinin de sisteme, şeyleştirici şiddet rejimine dahil olmasına!

Tıpkı “insan yapımı” gibi, “güncel sanat” da burada sorunu perdeleyici bir işlev görüyor.

Neo-nasyonalistlerin dünyası imtiyaz alanları yaratmaya ve kendi halkını sömürmeye dayanıyor. Bunun karşısında küresel sermaye var ve buna karşı “güncel sanat”la direniyor gibi gözüküyor. Faşizme karşı “özgür” dünya özellikle kültür alanındaki girişimleri ile, kendisini kapitalizm dışı kurumlarla aşıladı. Çünkü yıkımlar, felaketler sonrasında saf kapitalizmin, faşizmden başka bir şey olmadığı zannedersem biraz olsun anlaşıldı.

İşte bu nedenle Türkiye’de “güncel sanat”tan söz edilecekse, bunun “milli ve yerli” bir anlamının olmadığını söyleyebilirim. Ama şöyle bir anlamı olabilir: Bu aldatmacının yıkımdan, felaketten başka bir sonucunun olmayacağını tahmin etmek mümkün. Hayırseverlik alanına izole edilen, müzelere kapatılan, kendi bulunduğu alana bile dokunmayan “güncel sanat” ile kitleleri şiddet koşullarındaki hazıryapımlara, travmatik kimliklere hapseden politikalar arasında bir gizli anlaşma olduğunu bile düşünebiliriz. Çelişkileri, uzlaşmaları ve birbirini desteklemeleri ile farklı yapıların iktidar alanını paylaşmaları işte böyle bir şey.

Görüldüğü gibi gayrı-maddi sermayenin sinsi bir işlevi var: Bilme ve tanıma kabiliyetini kendi içinde işleyebilmesi. Bu durumda farklı olanı, kendi karşıtını dahi kendi görüntüsüne dahil edebiliyor, üretebiliyor. Bu yüzden dünyanın sorunlarını görebiliyor gibi oluyoruz. Ama bu sorunları kapitalizmin nasıl yarattığını, nedenlerinin neler olduğunu, nasıl işlediğini, açıkçası ne yaptığını göremiyoruz. Bu yıkımın insanın bir özelliği olduğunu söylemek gibi bir şey. Oysa yıkımı neyin yarattığını biliyoruz: Kapitalizm, iktidar şiddeti, şeyleştirme… Yıkımın, yok oluşun “insan yapımı” olduğunu söylemek, nedenlerini yalnızca perdelemeye yarıyor.

Dolayısı ile “güncel sanat”, yalnızca geleneksel sanat formları, ya da kapitalizm öncesi olan üretim tarzları ile olan farkı ortaya koyan bir sanat tarzı değil. Tam tersine, kapitalizm sonrası, modernleşme içindeki şeyleştirici, otomatikleştirici şiddeti gösteren, bunun üzerinin örtülmesine karşı direnen, onun koşulların farkındalığı ile hareket eden, yaşamı canlandıran bir sanat yapma formu. Bu yüzden güncel sanatın ve ilgilendiğimiz şekliyle kitleleri kapitalizmin böylesindeki bir sahne illüzyonundan kurtarmayı değil, daha çok gayrı-maddi sermaye içinde yer alanların, sanatçıların, mimarların ne yaptığını, yani eylemsellik biçimlerini ilgilendirdiği kanısındayım.

(Yeşil Gazete)

 

Keçinin boynuzu ve baklası

Zahmetinin karşılığı az olan iş manasında kullanılan “bir dirhem bal için bir çeki keçiboynuzu çiğnemek” deyimi, çocukluğumdan bilip artık hiç duymadıklarımdan. Zaman değişti, değişmesine de… daha mı az şikayetimiz var emeğimizin, vaktimizin, sabrımızın karşılığı bağlamında? Sanmam. Daha renksiz konuşuyoruz fakat, o kesin. Ben Ömer Asım Aksoy’un iki ciltlik Atasözleri ve Deyimler Sözlüğü’ndeki sayısız deyim ve atasözü arasından okumuştum açıklamasını. İlkokulda, belki üçüncü sınıfa gidiyordum. Nereden aklında kaldı demeyin, sevdiğim şeydi keçiboynuzu. Gidip kuruyemişçiden almıştık babamla, çiğnerken konuşmuştuk şikayet konusu edilmeyi hak edip etmediğini.

Hak etmiyor, sizi temin ederim.

Solda, Gottlieb Tobias Wilhelm’in Palmiyeler, Turunçgiller, Meyvalar ve Sebzeler serisinden “keçiboynuzu” (1810); sağda ise, İstanLOOK’un paylaştığı eski bir fotoğrafta, keçiboynuzu satıcısı.

Kabul.

Rakibi çok yoktu: Öksürten leblebi tozu, sentetik aroması ve karikatürleriyle herkesin sevgilisi TipiTip ve ancak tostun içinde eridiğinde sevebildiğim parmak çikolatanın yanında parlak gövdesi, salladığında çıkarttığı sesi ve ne tatlı, ne de kuru, tam kararında haliyle favorimdi. Bal peşinde yenilecek lezzet hiç değildi. Karakteri vardı. Kuruyemişçilerde genelde çuval içinde durur ve içinden parlak renkli ve kırığı olmayanlar seçilerek alınırdı. Yıllar geçti, ben büyüdüm ve ne olduysa oldu ayrı düştük. Ta ki geçen hafta hasat haberlerine denk geleyim!

Ne çok özlediğimi fark ettim.

Görsel, forward.com

Latince ismiyle Ceratonia siliqua, yöresel adlarıyla harnup, harıp, ballıbaba, ballıboynuz, boynuz ve hatta St. John’s Bread, Carob, Locust Bean, Locust Tree, خَرُّوبٌ, חרוב ya da benim tanıdığım ismiyle keçiboynuzu… Baklagiller (Fabaceae) familyasından, anavatanı olan Akdeniz havzasının iklim koşullarına uyum sağlayacak şekilde fazla suya ihtiyaç duymaksızın yetişen, kökleri derin, yaprakları her daim yeşil ve küçük, sert dokulu, maki tipi, geniş taçlı çok şık bir ağaç.

Anavatanı konusu detaylı olarak şöyle: De Candolle (1883) ve Vavilov (1951) Türkiye ve Suriye’yi keçiboynuzunun anavatanı olarak nitelendirmişler. Paralel olarak Schweinfurth (1894) bitkinin Yemen’den dünyaya yayıldığını söylerken, Zohary (1996) de tüm Arap Yarımadasını merkez olarak nitelemiş.

MÖ 4000-5000 yıllarından bu yana bilinen, Sümerce adı harub olan bu canım ağaç Doğu Akdeniz’den yola çıkmış ve tüm Akdeniz çanağına, oradan da dünyaya yayılmış diye özetleyebiliriz belki.

Sahiden! Şu güzelliğine bir baksanıza!


Her yerde en detaylı şekliyle yazıyor, karşılaşmamış olmanız kabil değil. Keçiboynuzuna dair en güzel hikayelerden biri ama ben hızla geçeceğim: Şekli ya da rengi ne olursa olsun, keçiboynuzu baklasının (kuru) ağırlığı değişmez, 0.2 gramdır.

Bilenler bundan sonraki paragrafı atlayıp aşağıya devam etsin:

16 keçiboynuzu baklası, “bir dirhem”e eşittir. Bu malumunuz, eski bir ağırlık ölçüsü. Bugünkü ağırlık ölçülerine göre ise, beş adet keçiboynuzu baklası “bir gram” gelir. Hah! Peki Roma İmparatoru I. Constantin adına MS 310’da çıkartılan “bir solidus”un ağırlığı ile Osmanlı’nın “bir miskal”inin ağırlıklarının aynı olmasına ne demeli? Her ikisi de, aradan geçen onca yüzyıla, değişen koşullara rağmen 24 keçiboynuzu baklası ağırlığına denkdir! Ama bununla bitmiyor, günümüze bir daha uzanıyor keçiboynuzu: Bir Ceratonia (Yunanca keçiboynuzu demek) eşittir 0.2 gram eşittir “bir karat”! Anlayacağınız elmas ölçüsü “kırat” da keçiboynuzundan gelmekte.

Ah! Evet, evet! Bazen keçiboynuzu dediğin aynen ekonomi gibi, zahmetine cevap vermiyor ama bazen de ilaç gibi geliyor:

Görsel, Fitekran

Keçiboynuzu kalsiyum, demir ve posa bakımlarından çok zengin bir gıda. Ayrıca doğru işlenmiş pekmezinde bulunan polifenolik bileşikler (daha önceki yazılarımdan hatırlıyorsunuz fenolleri, değil mi?) sayesinde vücudu serbest radikallerin zararlarından korur. İçeriğindeki yüksek tabii şekerler sayesinde güç; çeşitli mineraller ve vitaminler (bakır, magnezyum, vitamin A, B, B2, B3) dolayısıyla da besin kaynağıdır. Yüksek sodyum ve potasyum içeriği dengemizi korumaya yardımcı olur. Kısaca vitamin takviyesine gerek yok, keçiboynuzu belki de ihtiyacımız olan tek takviye! Hem kocakarı diye küçümsenen bilge/otacı/cadı kadın ilaçları arasında da baş tacıdır: Keçiboynuzu baklaları şarkıcıların seslerini açmaları için kullanılırmış, 19’uncu yy’da. Bugün pekmezini öksürük şurubu yerine kullanmak tavsiye ediliyor, özellikle çocuklarda; balgam söktürme, göğsü yumuşatma, bronşları açmada etkiliymiş.

Ama ne diyorum, doğru işlenmiş pekmez!

Bu ne demek şimdi?!

Karşınızda HMF belası!

Hydroxymethylfurfural (HMF) kimi şekerlerin, dehidrasyon sırasında, aminoasitlerle tepkimeye girerek (Maillard tepkimesi) oluşturdukları organik bir bileşik. Keçiboynuzu, üzüm, nar, dut gibi meyvelerin pekmez, reçel ya da marmelada dönüşümü sırasında hızla ortaya çıkabiliyor. Yüksek sıcaklık önemli bir etken. Odun ateşi üzerinde kaynayan derin ve dev pekmez kazanı hepimizin gönlünde kaybedilmiş üretim metotlarının bir simgesine dönüştüyse de, HMF oluşumuna engel olacak özeni kaçırmaya çok müsait bir ortam manasına da gelebiliyor. Sütü kaynatırken altını yakıvermiş herkes bu işlemin ne kadar çabuk olabildiğini bilir. Ama sanmayın ki bu sadece kırsal üretimin bir problemi. Pek çok endüstriyel üreticinin eğitim ve araç noksanı piyasaya sürülen gıdalarda endişe verici oranlarla karşılaşılmasına sebep olabiliyor.

Görsel, agaclar.net

Peki nasıl olacak da olacak, doğru işlenmiş pekmez bulacağız?

Maalesef armut piş ağzıma düş bir yöntem yok, doğru gıdaya ulaşmak konusunda. Hiçbir zaman olmadı. İnsanlar birbirlerine bilgilerini görgülerini aktara aktara değişen dönemlerde faklı biçimlerde yol kurdular. Bundan iki yüzyıl öncesine kadar ormanda hangi ot, hangi yemiş, hangi mantar yenir, hangisi yenmez bilgisini verirken anne babalar çocuklarına; şimdi benzer biçimde süpermarkette, pazar yerinde, sanal marketlerde seçme becerisini geliştirmeye ve aktarmaya çalışıyorlar. Üretici listeleriyle varabileceğimiz bir güvenli düzen yok, korkarım. Bence yukarıda anlattıklarım ve verdiğim linkler sizlerin daha doğru, daha iyi olanı seçmede atacağınız adımlara cesaret üflemesi;bilgi kapısının aralaması.

Kısaca HMF tehlikesine karşı sizi uyarmak benden; üretici arayarak, bulduğunuz üreticiyi takip ederek, size anlatılanla yetinmeyerek yelkeninizi doldurmak sizden. Çocuklarınızı, eş dost ve arkadaşlarınızı cesaretlendirmek de cabası!

Dağlar dağlar!

Ülkemizde keçiboynuzu, İzmir-Urla-Karaburun yarımadasından başlayıp, Ege ve Akdeniz kıyı bandını izleyerek Hatay’da Suriye hududuna kadar (doğal dağılımı) uzanırsa da bu İstanbul’da ya da Karadeniz kıyılarında yetişmeyeceği manasına gelmez. İzmir civarından itibaren kuzeye, ağaca dönüşme şansı bulamazsa çalı formunda kalan (Sisam/Susam çeşidi) ama güneye indikçe serpilip boylanan (etli çeşidi) ve benim bayıldığım çok gövdeli haliyle yabani çeşidine denk gelmek mümkün.

Ömrü güzeldir, 300-400 yıl yaşayabilir. Beni sizi devireceği, devletleri aşıp yaşayacağı kesin bir gezegen evladı. Kökleri 15-20 metreye kadar iner, toprak seçiciliği yoktur. Killi, taşlık, kayalık hiç dert etmez. 500-550 rakıma rahatlıkla çıkar, Lübnan’da 700, Toroslar’daysa 800-1,000 metreye dahi çıktığı biliniyor.

“Sıcaklık -4°C’nin altına düştüğü zaman olgun ağaçlar zarar görmeye başlamakta ve en fazla -7°C’ye kadar düşük sıcaklığa dayanabilmektedir. 40°C’ye kadar yaz sıcaklığına ve sıcak rüzgarlara dayanabilmektedir.

Sol üstten saat yönünde; keçiboynuzunun 50-60 çiçekten oluşan salkımları, keçiboynuzu meyvesinin yeşil hali (yenmemesinde fayda var), olgunlaşan ve rengi köseleyi andıran keçiboynuzu meyvesi ve nihayet bakla/tohumları.  Görseller, Wikiwand

Yetiştirmesi ise hiç zor değil.

Taze bir keçiboynuzu meyvesinden alacağınız baklayı doğrudan toprağa ekebiliyorsunuz. Nereden bulayım şimdi demeyin, az meraklıysanız hasat ağustosta başladı. Aralık’a kadar devam edecek. Online’da taze hasat edilmiş keçiboynuzu satan bir üretici illa ki çıkar karşınıza. Koklayın, tadın, baklalarını ayırın, çiğneyin sonra da bir boynuzu ayırın içindeki baklaları için. Derince bir saksı, herhangi bir toprak ve filizlenene kadar özenli bir sulama…Hızla çimleniyor ve uygun ortamı bulduğunda çabuk da büyüyor bu ağaç. Uygun ortam elbette anahtar kelime, dolayısıyla izlediğim, okuduğum pek çok kaynak evde, saksıda fideleyerek başlamayı tavsiye ediyor. Ta ki güney illerimizden birinde yaşıyor ve kışın eksi derecelerine muhatap kalmıyor olun; kuvvetlenene kadar saksıda büyütmeyi tercih edebilirsiniz.

Taze bir keçiboynuzu değilse elinizdeki, aynı fava yapacağınız baklayı şişirmek gibi, keçiboynuzu bakla/tohumunu da şişirmek gerekiyor. Üzerine çaydanlıktan kaynar su dökenini de okudum, su içinde, bir torbada, kaloriferin yanına koyanı da… ama ana fikir, nasıl ki fasulyeyi, baklayı suya koyarsınız şişsin… hah! İşte onu gerçekleştirmek. Ve nasıl ki uzun süre bırakırsanız kavrulmamış bademi ya da nohudu suda; şiştiği gibi, minik filiz de vermeye başlar iki vakte. Keçiboynuzu bakla/tohumu da öyle. Ne zaman ki filizleniyor, o vakit toprağa koyabilirsiniz diyor, kaynaklar.

Gerisi taze bakla/tohumdan fide yapmayla aynı.

Ancak, okuduklarımdan anladığım, yabandan toplanmış keçiboynuzu bakla/tohumlarından büyüteceğiniz ağacınızın bir cinsiyeti olacağı! İşin yetiştirici için dertli kısmı bu. Fide büyüyüp de 5 ila 10 yaşına geldiğinde meyve verme ya da vermemesinden cinsiyetini anladığınızda gecikmiş hissetmemek için iki yöntem öneriyorlar: Biri üç yaş civarı ağacı bir yanı dişi bir yanı erkek olacak şekilde aşılamak. Diğeri ise tek bir ağaçla sınırlamamak arazideki keçiboynuzu popülasyonunu. Yani bir boynuzda 10-15 bakla/tohum mu var, tümünü ekmek! Hem, neden olmasın? Her daim yeşil, toprak ve su konusunda yükü olmayan, bir de üzerine meyve veren bir ağaç bu! Her bir erkek keçiboynuzu ağacı 25-30 dişi keçiboynuzu ağacını dölleyebiliyormuş. Benim hesapla belki iki boynuz ayırmakta fayda var, bir bahçe yapmaya!

Bununla beraber, kültüre alınmış ağaçlardan seçerseniz, yani tohum değil de fidanlıktan satın alarak bahçenize ekerseniz, o tür ağaçlar iki cinsi de bünyelerinde barındırdıkları için meyve vermesi garantili oluyormuş. Söylemedi demeyin.

“Keçiboynuzu son derece sağlıklı ve kullanım alanı bir o kadar geniş bir ürün olmasına karşılık, dünya genelinde üretimi sürekli azalmaktadır (FAO, 2010). 1945 yılında 650.000 ton civarında olan üretim 1961’de 656.877 ton olarak gerçeklemiş ve bu yıldan itibaren 2007 yılına kadar sürekli olarak azalmıştır. 2005 yılındaki 181.830 tonluk üretimin ardından yaklaşık %6’lık bir artışla 2007 yılında 193.250 tonluk bir üretim gerçekleşmiştir.Toplam üretimin %37.2’si İspanya tarafından temin edilmiştir. İspanya tarih boyunca en büyük keçiboynuzu üreticisi olmuş buna rağmen ülkenin üretimi de her geçen yıl gerileme göstermiştir. 1970’te 299.600 tonluk üretimin ardından 1980’de 197.000 tona kadar gerileyen üretim 2005’te 64.100 ton olarak gerçekleşmiştir (FAO, 2010). Malta’da önceleri düşük miktarda da olsa üretim gözlemlenirken günümüzde tamamen son bulmuştur. Bununla birlikte keçiboynuzu üretimine Lübnan ve Hırvatistan dahil olmuştur. En şaşırtıcı gelişme ise gerek ekolojik gerekse kültürel açıdan son derece yabancı olduğu Ukrayna’da son 10 yılda üretimine başlanmasıdır. Yıllar itibariyle yaklaşık 100 tonluk üretimi söz konusudur.

Türkiye’de keçiboynuzu, ekonomik kazanç getirici bir ürün olarak altı ilde değerlendirilmektedir. Bu illeri, üretim kapasiteleri bağlamında sıralarsam, Mersin, Antalya, Adana, Muğla, Osmaniye ve Burdur. Haliyle bakmak gerekti, Türkiye üretici mi, ithalatçı mı diye…

Öncelikle ülkemizdeki keçiboynuzunun yüzde 70’i toplayıcılar tarafından işleniyor, yani Orman İşletme Müdürlükleri’nden izinle çalışan, topladıkları ürün karşılığı devlete bir bedel ödeyen orman köylüsü tarafından. Ne kadar taradıysam da gazete arşivlerini, bu konuda tüccar ya da tüccarın bölgeye getirebileceği bir tayfa ile köylü arasında husumete dair bir haber bulamadım. Dolayısıyla müşterekler hukukunun buralarda hala işlediğini söylemek mümkün diyorum; orman arazisi hangi köyü ilgilendiriyorsa o köyün önceliği korunuyor gibi görünüyor.


Bu hasat sürecini ve köylü, tüccar, bakanlık ilişkilerini anlamaya çalışırken ama karşıma 2014 yılında, Antalya Ticaret Borsası’nın yayın organı, Borsa’da paylaşılan bir dosya çıktı. Başlığı yeter: Kekik, keçiboynuzu, çörekotu Toroslar’ı terk ediyor.

Antalya Ticaret Borsası salonunda gerçekleştirilen ve Akdeniz Üniversitesi Tarla Bitkileri Bölümü öğretim üyelerinden, ATB yönetimine, BATEM yöneticilerinden, çeşitli Oda yetkililerine, Orman ve Tarım Bölge Müdürlüğü temsilcilerinden çok çeşitli sektör temsilcilerine geniş bir katılımın sağlandığı Tıbbi Aromatik Bitkiler Sektörel Analiz Toplantısı sırasında dile getirilen ve bu başlık altında ATB’nın dergisine konu olan şikayetler çok tanıdık:

Aromatik Bitkisel Ürünler Reçel ve Pekmezciler Meslek Komitesi Üyesi Şaban Acar; “Serik’e bağlı köylerde yapılan taş ocağı ve mermer ocağı çalışmaları neticesinde üretim alanlarımız yok ediliyor. Bu konuda çalışmalar yapılmalı. Bir dönem gelecek o dağlar bitecek. Eğer taş, mermer ocağı açılacaksa devlet onları farklı bölgelere yönlendirmeli. 30 ton kekik alınan bir bölgeden şimdi 1 ton kekik çıkmıyor. 1500-2000 ton keçiboynuzu toplanan bölgeden şimdi keçiboynuzu bulamıyoruz. Keçiboynuzu ağaçları odun oldu, yakında keçiboynuzu ithal edeceğiz.”

ATB üyesi Abdullah İnan; “Kırsaldan kente göç toplayıcı sayısını azalttı. Kırsalda yaşam kalitesini artırmadığımız sürece bu göç devam edecek, biz de ürün toplayacak insan bulamayacağız. Kırsal yatırımlar artırılmalı ki insanlar kırsalda yaşasın. Şu an 50-60 yaş üzeri insanlar bize ürün topluyor, 10 yıl sonra onlar da olmayacak.”

“Artık ana ürünümüz çörekotunu bulamıyoruz, yerli susamı bulamıyoruz. Mermersiz olabiliriz ama gıdasız olamayız.”

Bu şikayet dolu beyanatlar fotoğrafın bir yüzüyse, işin bir de bakanlık yönüne bakmak gerek dedim. Ezbere bağlamamak adına… Orman Genel Müdürlüğü’nün sahiden özensiz, kullanıcıya düşman sitesini duvarlara çarpa çarpa taradım. E-kütüphaneden bir şey bulmak, bulduğunun devamını yakalamak falan hiç kolay değil ama karşıma hiç değilse Osman Pepe döneminde geliştirilen bir Keçiboynuzu Eylem Planı çıktı! Eyvallah.

2006-2015 yılları arasını kapsayan bu eylem planının sunuş metinleri ülkenin yüzde 27,2’sini kaplayan (2006’da) ormanların yaklaşık yarısının bozuk durumda olduğunu itirafıyla başlıyor. Bu gerçeğe binaen/ormanların rehabilitesi, bozuk alanlarının onarılması amacıyla ilgi istemeyen, su ihtiyacı düşük, toprak seçmeyen, derin kökü ile erozyona engel olan, yangına dayanıklı ve verimliliği ile orman köylüsünü mutlu edecek keçiboynuzu seçilmiş.

Nasıl diyorlar, win/win mi? Aynen. Peki.

Win/win gibi terimler girdiği için belki de deyimler, atasözleri düştü dilimizden. Aynı kültürün ürünü değiller belki, hani süpermarkette şehriye ile konjac makarnasını yan yana görünce kiler kavramını tümden kaybetmek gibi, belki. Win/win’e alternatif ne kullanırdık eskiden diye düşündüm, sanırım “alan memnun satan memnun” olurdu.

Dursun kenarda.

Peki dedim de, o kadar kolay değil tabi.

Bu eylem planını bulmak yetmiyor ki! Kağıt üzerinde her şey iyi, tüm işler dengede. Ya gerçekte? Eylem planının takibini yapmak günlerimi aldı. Bir nihai rapor, bir proje özeti, bir başarı değerlendirmesi bulmak kabil değil. Yok zira. İlk reaksiyonum 2006’nın eylem planlarının tozlu, karanlık, insanın koyduğunu bulamayacağı raflara kaldırılmış olduğu, oldu. Hayal kırıklığına yenilmeden derinleştirmeye çalıştım araştırmamı, 2015’de eylem planı neticeye erdikten sonra  gerçekleşen bir değişimi görebilmek, bulabilmek için TÜİK verilerine girmeye çalıştım ve fakat sahiden düşman başına!

Türkiye’de tarımsal veri kıyaslaması yapmak bin deveye ritmik ve artistik adımlarla hendek atlatmaktan zor!

Tümüyle tesadüf sonucu karşıma Yaşama Dair Vakıf tarafından Doğa Koruma Merkezi için hazırlanan Odun Dışı Orman Ürünleri: Keçiboynuzu Değer Zinciri Araştırması çıktı. Analiz; Küresel Çevre Fonu (GEF) finansal desteği ile Tarım ve Orman Bakanlığı, Orman Genel Müdürlüğü tarafından Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) ile işbirliği içinde yürütülen Türkiye’de Yüksek Koruma Değerine Sahip Akdeniz Ormanlarının Entegre Yönetimi Yaklaşımı Projesi kapsamında basılmış.

Alıntılıyorum:

“Toplam ağaç sayısı içerisinde meyve veren ağaç oranının 1999-2009 yılları arasında %88 olduğu, 2011 yılında tarihin en düşük oranı olan %75’e gerilediği, 2017 yılı itibarıyla %90 düzeyine yaklaştığı görülmektedir. Toplam ağaç sayısı ise 2007 yılında en düşük seviyesine inmiş ve ardından yükselişe geçmiştir. Bu yükselişin Tarım ve Orman Bakanlığı’nın yürüttüğü 2006-2015 Keçiboynuzu Eylem Planı’nın da bir sonucu olduğu düşünülebilir. Keçiboynuzu Eylem Planı ile Adana’da 14.000, Mersin’de 5.100, Antalya’da 5.000 ve Muğla’da ise 700 yeni ağaç dikilmiştir. Ayrıca, ticari değer elde etmek için henüz uygun şartlara sahip olmasa da Kahramanmaraş’ta da Keçiboynuzu Eylem Planı kapsamında 1800 keçiboynuzu ağacı dikilmiştir.

Türkiye’de keçiboynuzunun %70’i yabani ağaçlardan temin edilmektedir. Değer zincirine katılan keçiboynuzu meyvesi miktarına bakıldığında 2017 yılında meyve veren 335.687 ağaçtan 15.016 ton keçiboynuzu meyvesi elde edildiği görülmektedir. Ağaç başına verim 45 kg olarak gerçekleşmiştir. Değer zincirine katılan keçiboynuzu meyvesi miktarının son yıllardaki seyrine bakıldığında ise 2014 yılı itibariyle bir düşüş gözlemlenmektedir. Bu trend dünya genelindeki düşüş ile paralel olmakla birlikte takip eden yıllarda artış eğilimine girmiş ve 2016 yılında 13.405 tona, 2017 yılında 15.016 tona çıkmıştır.”

11 yıllık Eylem Planı neticesi, var olan keçiboynuzu ağaç miktarına, yaklaşık 25 bin yeni keçiboynuzu ek yapıldığını (şu anki toplamın yüzde 7’sini oluşturuyor) paylaşan analiz; ağaç başına verimi de 45 kilogram olarak kaydetmiş.Tekrardan Keçiboynuzu Eylem Planı’na döndüm. Orada, 2006 yılında, Orman İşletmeleri Müdürlüğü yetkilileri verim konusunda, şöyle tanımlamışlar süreci:

“Keçiboynuzu ağaçları genelde 5-10 yaşında meyve vermeye başlamaktadırlar. İlk yıllarda ağaç başına 2-3 kg meyve alınırken bu miktar sağlıklı ve iyi gelişen 20-30 yaşlarındaki bireylerde 200-250 kg’ a kadar çıkmaktadır. En iyi hasat iki yılda bir olmakta, her iyi hasat yılını zayıf meyve yılı takip etmektedir.”

200-250 nere, 45 nere! Bizim ağaçların tümü mü genç acaba, dedim. Küresel lider İspanya’nın rakamları ile kıyaslamayı denedim, çok karıştı rakamlar ama başka bir bilgiye tosladım:

“Kaliforniya’da altı yaşında tomurcuklanan bir ağacın yaklaşık 5 lbs (2.25 kg) ürün vermesi beklenir. 12 yaşında, ürün 100 lb (45 kg) ulaşmalıdır. Verim, ortalama ürünün 200 lb (90 kg) ulaşabileceği 25 ila 30 yaşa doğru sabit bir şekilde artar. İsrail’de ise ağaçlar aşılamadan 18 yıl sonra 450 ila 550 lbs (204-227 kg) ürün verebilmiştir. Akdeniz bölgesindeki bazı anıt ağaçların bir mevsimde 3,000 lbs (1,360 kg) ürün verebildiği vakidir.”

Hmmm…

Biraz daha araştırdım. Okurken öğrenmeye devam ettim. Anladığım aşılı ağaçların artırılması gereği; bu önemli bir yatırım konusu. Yani kaç ağacın olduğundan ziyade ne kadarı yabanda, ne kadarı kültive diye de bakmak gerekiyor. Bizde yüzde 70 yabanda. İşin o kısmında İspanya’yla kıyaslasam dedim ama data bulamayınca vazgeçtim. Dursun kenarda. Net bildiğimiz, yabanı aşılamak gerekiyor.

Diğer öğrendiğim, bizde katma değerli ürünlerin bir standardizasyonu yok! Yani demem hepsi endüstriyel ürünmüşcesine hizaya girsinler değil ancak kendinizden pay biçin; bugün keçiboynuzu pekmezi alalım desek, hangi veriye güvenerek alacağız? Görünen o ki keçiboynuzu bakla/tohumlarının işlenmesi bile yeni bir konu ülkemizde! Orman köylüsü sadece toplayıcı olarak kaldığında bu alan gelişmeyecek. Çeşitlenmeyecek. Kırsaldan kente göçün durması için bir sebep olmadığı gibi kırda da kentte de gıdamızın üretiminde bir dönüşüm pek gerçekleşmeyecek.

Son öğrendiğim ise, Akdeniz’in bu keçiboynuzu kuşağının öncü bir ilçeye ihtiyacı olduğu. Toplamadan işlemeye standartlarını yükseltmeye odaklı ailelerden kaynaklı bir güç gerekiyor. Kanaat önderleri mi dersiniz, rol modeller mi… İlham ve cesaret verecek birilerinin varlığı çok şeyi değiştirebilir.

Sonunda FAO istatistiklerinde Türkiye’ye girdim. O kesmedi. Keçiboynuzu üretici ülkeleri sıralamasını açtım. Hah! Tam aradığımmış meğer! Türkiye’yi çektim. 1961 itibarı ile (güvenirsiniz, güvenmezsiniz) TÜİK’in sağladığı datayı grafiklere dönüştüren sayfası sayesinde FAO’nun, anlamamızı kolaylaştıracak şöyle temiz bir özet çıkarttım:

Üstte soldaki grafik yıllar bazında ağaç başına verimi, üstte sağdaki grafik üretim miktarını, alttaki büyük grafik ise hasat yapılan alanı gösteriyor.

Gerek ağaç başına verimde ve gerekse de üretim miktarında okumaya değer yılların (1971 ve 1977’de bir daha asla tekrar etmeyen boyutta üretim patlaması var, merak etmemek kabil değil) yanı sıra bu grafiklerde en göze çarpan hasat yapılan alanın yaklaşık yüzde 25’ini kaybettiğimiz. İstediğimiz kadar ağaç aşılayalım, istediğimiz kadar yüksek kalite standartları getirelim, dilediğimiz kadar marka yaratalım… hasat yaptığımız alan küçülürken nasıl bir gelecek hayal edebiliriz ki?!

Antalya Ticaret Borsası üyelerinin taş ve mermer ocaklarına isyan dolu beyanları biraz daha somutlaştı şimdi.

O halde hadi, Ali Ulvi ve Aysin Büyüknohutçu’yu anmaya az soluklanalım.

Dağlarında doğal olarak keçiboynuzu da yetişen Finike’nin asırlık sedir ve çam ağaçlarına kıyan şirketlere karşı yıllarca yürütülen hukuk mücadelesinin öncüleri, iki koruyucusuydular bu gezegenin, bu ekolojinin, bu canlılığın

İklim krizi sınavından onların gurur duyacağı çocukları olarak çıkalım dilerim.

Dün 20 Eylül’dü.

İlinizde, ilçenizde, mahallenizde bir #grev tertip ettiniz mi? Bir etkinliğe katılabildiniz mi? Sosyal medyada takibini yapabildiniz mi öncü çocuklarımızın, gençlerimizin? Ve biliyorsunuz değil mi, bitmedi! Pazartesi, yani 23 Eylül’de Birleşmiş Milletler İklim Eylem Zirvesi toplanacak. Türkiye, #GelişmişÜlkeler kategorisinde olduğu için hem elini daha fazla taşın altına koymak durumunda olacağından, hem de süreç boyunca sağlanacak fonlardan yararlanamayacak olmaktan endişeli Paris Anlaşması’nı imzalamadı hala. Bu bizler için utanç konusu nasıl olmuyor, sokaklarda nasıl olup bunu haykırmıyoruz bilemiyorum!

Torunum olur mu bilmiyorum, kızımın kararı ancak torunum yaşındakilerin gözünün içine utanmadan, haysiyetimi korumuş, yapılması gereken her şey için mücadelesini vermiş olarak bakmak istiyorum.

Siz de, değil mi?

Ekolojik bir krizin ortasındayız: Ya sıfır karbon, Ya sıfır gelecek

İklim krizi ile sınandığımız gezegenimizde henüz geçemediysek de çok, çok yakında ekolojik ayak izini ölçmediğimiz bir gıdamız olmayacak. Bu bağlamda, hem de son söz niyetine, kakaoya en doğru, en adil alternatifin, hatta alternatiften öte kakaonun tahtını sallayacak rakibin keçiboynuzu olduğunu söylememe izin verin. Kabulü kolay olsun diye bir de reçetem var paylaşacak:

300 gr çiğ iç fındık

30 gr keçiboynuzu unu

1 tatlı kaşığı zeytinyağı

1 çimdik tuz

Bir tava, bir de rondo benzeri mutfak robotuna ihtiyacınız olacak.

***

Yağsız tavada çiğ fındıklarınızı sallaya sallaya ve orta ateş üzerinde güzel kokular salmaya ve açık esmer bir renk almaya başlayana dek kavurun. Burada yaptığınız hem çıtırdayan dış yüzeyde komplike bazı lezzetler yaratmak ama aslen fındığın içindeki fazladan nemi uçurmak. Bu işlemi aceleye getirmeyin, terapi niyetine, yavaşlama arzusuyla yapın hatta.

Oldular mı? Tamam, alın kenara ama üst üste bir kaseye koymayın, bir tepsiye yayılı bırakın. Soğurken ekstra nem de uçsun gitsin.

Tavanızı bu kez kısık bir ateşin üzerinde, kısa bir süre keçiboynuzu ununu kavurmak için kullanacaksınız. Niyet aynı. Sadece halihazırda daha kuru bir malzeme bu. Elinizi hızlı, burnunuzu değişen kokulara uyanık tutun.

Rondo/robota findıkları koyun, bir tık yüksek devirde çevirin; orta ayarda parçalansın fındıklar yeter. Üzerine keçiboynuzu ununuzu, tuzu ve yağı dökün. Ben şeker eklemiyorum. Öncelikle keçiboynuzu unu tatlı bir un. Bu reçete de bana ilk geldiğinde “daha doğru şeker” diye bal ölçüsüyle geldi; inanmadığım bir masal olduğundan hiç eklemedim. Güzel oldu. İlla şeker kullanmak istiyorsanız ama pancar şekeri ya da elinizde varsa keçiboynuzu pekmezi önerebilirim (bir tatlı kaşığı ile başlayın, eklemek kolay, eksiltmek zor).

Her şeyi eklediniz mi? Hazır mısınız?

Hadi!

Son sürat, her şey birbirine eritecek, yapıştıracak ve neticede ekmek üzerine sürülecek kıvama getirene kadar bızzzlayın ve budur! Hazır.

Tadına bakın, eklemek istediğiniz var gibi gelse de eklemeyin. Oda sıcaklığında bırakın, bir kaç saat birbirleriyle muhabbet etsin malzemeler. Sonra yeniden tadın. Hala eklemek istediğiniz bir şey varsa tutamam sizi, keyfinize bakın.

Peki niye kakaoyla değil de illa keçiboynuzuyla?

Yukarıda paylaştıklarıma az biraz ekleyerek, kısaca:

Keçiboynuzu

  • Kakaoyla kıyaslamada iki katı kalsiyum içerir
  • Migren tetikleyici bileşiklerden aridir
  • Kafein ve yağlardan aridir
  • Akdeniz ikliminde, her toprakta, az suyla yetişir
  • 300-400 yıl ömrü vardır

Kakao

  • Kalsiyum alımını engelleyen oksalik asit içerir
  • Kimi insanlarda migren tetikleyicidir
  • Sodyum ve yağlar bağlamında fazlaca zengindir
  • Ekvatorun tropik sıcaklığına, düzenli yağan yağmurlara, bereketli toprağa ihtiyaç duyar
  • 25 yıllık ömürlerinde tropik güneşten korunmak için muz gibi geniş yapraklı ağaçların gölgesine muhtaçtır

Ekim ayında zeytinde buluşmak üzere, herkese neşeli, inatçı, inançlı, talepkar, iyi ve gümbür gümbür bir #İklimEylemZirvesi kampanya haftası diliyorum.

Ya hep beraber ya hiçbirimiz!

(Yeşil Gazete)

Çıplak hayatlar 2

Yontma taş devri, cilalı taş devri, tunç devri… Hisse devri! İnsanın dünya üzerindeki varlığını bir taşı oyarak kanıtlamasıyla başlayan sürecin vardığı nokta. Madalyonun bir yüzünde dünyaya yön veren şirketlerin hisselerinin ağırlığı, diğer yüzünde insanın bu dünyadaki yaşama dair hisselerini bir başka zamana devrettiği gerçeği…

Şirketlerin iktidara ortak olduğu bir dönemi, sahiplerine konuşma ve işlerine köstek olanları susturma erki bağışlayan hisseleriyle tanımlamak yanlış olmasa gerek. Bu bağlamda bir kez daha umarsızca öldürülebilen fakat kurban edilemeyen kitleler üzerinden kendini var eden egemenin otoritesini şirketlerle paylaştığına dikkat çekmeyi amaçlayacağım. İlk yazıda Rusya Devleti’ne ait olan Rosatom’u değerlendirmiştik. Bu yazıda ise Fukuşima Nükleer Felaketi’nin müsebbibi özel işletme Tokyo Elektrik Şirketi (TEPCO) ile Japon hükümetinin marifetlerini (!) ele alacağım. Zira gerek Rosatom gerekse TEPCO yasal ve idari imkanlarla kurulmuş olan neoliberal imparatorluk açısından tatminkar olduğu kadar da vaatkar sayılan hükümetlerin paydaşından yana sınırları aşındırmasına iki mühim örnek.

Nükleer felaketler insanın beş duyusuyla değil ancakölçüm cihazlarının yardımıyla etki düzeyi tespit edilebilen bir tehlike ve risklere haiz olması bakımından siyasi iktidarın izin verdiği ölçüde korunmaya elvermesi nedeniyle yaşamın kontrolünün ne denli siyasi iktidarların elinde olduğunu net şekilde ortaya koyar. Nükleer risklerle tehlikeler zaman ve uzam üzerindeki hareketliliklerinden kaynaklanan şekilde etki ve şiddeti ölçüsünde mağdurlar açısından bitmeyecek bir kavganın fitilini ateşler. Ne var ki, en çok bu kavganın denge unsuru olması gereken yargının niteliğini yitirmesiyle toplumsal üşüme başlar. Nitekim Japonya’da 8,5 yıl önce meydana gelen 9 büyüklüğündeki deprem ve peşi sıra oluşan tsunaminin tetiklemesiyle üç reaktörde hasıl olan tam erime dolayısıyla  yaşananlar kralın çıplaklığından ziyade toplumsal boyuttaki “çıplak hayatlar”a işaret etmektedir.

 

Fukuşima Nükleer Felaketi nedeniyle evlerini, yaşam alanlarını bir anda dönmemecesine terk eden, buna rağmen zararları tazmin edilmeyen insanların haklarını aramak için bir araya gelerek Hidanren adı altında açtığı davaların kaybedildiği 19 Eylül 2019 günü bu açıdan tarihe not düşüldü. Zira şiddetli bir depremin 8,5 yıl önceki yükseklikte bir tsunami oluşturacağı için tsunami duvarının yükseltilmesi gerektiği fakat maliyetli olacağı için vazgeçildiği kabul edilmişti. Ancak 5700 mağdurun zararlarının tazmininin yanı sıra Nükleer Felaketin meydana gelmesini önleme potansiyellerini kullanmamış olmaları nedeniyle Tokyo Elektrik Şirketi (TEPCO) yetkililerine karşı profesyonel ihmalkarlık gösterdikleri gerekçesiyle açılmış olan davalar beraatle sonuçlandı. 

Hidanren davaları sivil toplumun bir nükleer felaket halinde neoliberal sistem içindeki hak arayışının imkansızlıklar içinde neredeyse yaratıcılık gerektirdiğini göstermesi açısından önemli. Nitekim yaşanan herhangi bir mağduriyetin nükleer felaket kaynaklı olduğunun ispatlanması son derece zorken, yargılanan TEPCO yöneticilerinin nükleer felaket başladıktan sonraki tahliyeler esnasında yaşamını yitiren 44 kişinin katili olduğu saptaması bana göre tarihi bir atılım niteliğinde çok zihin açıcı  bir tespitti..

Bugünden geçmişe doğru bakınca nükleer felaketin başlamasına çanak tutan olaylarla sonrasında yaşananların Fukuşima Daiichi Nükleer Santrali’nin yöneticilerinin davadan beraat etmesinden kopuk olmadığı aşikar. Diğer bir deyişle nükleer süreçlerin düzgün denetlenebilmesine olanak tanıyan bir yapı ve zihniyet olsaydı  ya da nükleer felaket halinde tahliye edilmesi gereken 20- 30 kilometre yarıçaplı alandaki bölge sakinleri tahliye edilseydi mahkemede pekala doğal ve adil bir yargılama ihtimalinden bahsedilebilirdi. Nükleer güç söz konusu olduğunda şirketle toplumu koruması gereken devletin şirketle arasındaki ilişki bu kadar geçirgen olmasaydı, insanlar izleyen süreçte evlerine dönmeye ve radyoakif bölgede yaşamak zorunda bırakılmayabilirdi… Özetle demek istediğim nükleer felaketin kendine de radyoaktif olduğu ve neoliberal sistemin açmazlarıyla sistemik sorunlarını bir röntgen cihazı timsali net bir şekilde gösterebildiğidir.

Maalesef Fukuşima Nükleer Santral Tesisi’nde silolarda depolanan radyoaktif suyun denize boşaltılmak istenmesi de bu örneklere uzak değil. Fukuşima Daaiichi Nükleer Santarali’nin üç reaktöründe meydana gelen tam erimenin her gün yüzlerce ton suyla soğutulmayı gerektirmesi, bu suyun dünya kamuoyunun gözü önünde denize boşaltılamaması ve silolarda depolanmasıyla nihayetlenmekte. Hatta soğutma suyuna ek olarak her gün dağlardan akıp gelen 100 ton suyun da reaktör binasının  içine girmesi nedeniyle bu miktar hızla artmakta. Her ne kadar  buzdan duvar projesiyle 400 milyon dolar harcanarak su miktarı 500 ton’dan 300 ton’a düşürülmüşse de radyoaktif suyun depolanmasına devam edilmek zorunda. Ne var ki silolarda biriktirilerek toplam miktarı 1 milyon 200 tona ulaşan radyoaktif su, ilave silo konacak yer kalmadığı ve depolama çok maliyetli olduğu için denize boşaltılmak isteniyor. Esasen yetkililer iki yıldır silo konacak yer kalmadığı için radyoaktif suyu denize boşaltmak amacıyla yasa gereği balıkçılardan alması gereken izni almaya uğraşıyordu.

Balıkçıların ve sivil toplum örgütlerinin engellemesi sayesinde eko yıkımın önüne geçildigi anlaşılıyor ki bugün mesele dünya kamuoyuna mal olmuş bulunuyor. Zira  bugüne dek radyoaktif suyun içinde yalnızca trityum radyoaktif izotopunun olması bile yeterince sorun teşkil ederken TEPCO’ya ait raporlarda ALPS arıtma sisteminin düzgün çalışmadığı, dolayısıyla etki süresi onlarca yıla uzanan kanser ve türevi hastalıklara yol açabilecek başka izotopların olduğu öğrenilmiş durumda. Şüphesiz biriktirilen radyoaktif suyun denize boşaltılma ihtimali komsu ulkeleri de ilgilendirmekte.  Japonya ile yakın coğrafyayı paylaşan Güney Kore açısından huzursuzluk yaratan bu açıklamaların karşılığı Tokyo 2020 Olimpiyat Oyunları’na katılacak olan G.Kore ekibinin kendi yiyeceklerini beraberlerinde götürme kararı alması oldu. Diğer taraftan G.Kore’nin Tokyo’da yapılacak radyoaktif Olimpiyat Oyunlarından tümüyle çıkması daha iyi bir cevap da olabilirdi.

Fukuşima bölgesinde ancak acil durum koşullarında geçerli olabilecek şekilde radyasyon sınır dozları standart değerlerin 20 kat üstünde tutulması olağanlaşmıştır.. Tazminatlarının kesilmesi için evlerinde yaşamak üzere geri çağrılanlar ise dönmeleri halinde bugünden yarına bir başka nükleer felaket olmadıkça evlerinden tekrar ayrılacak değil. Yani binlerce kişi hükümetin yeniden yerleşimi salık verdiği yerlere ömürlük hayatlarını geçirmek için dönecek… 1 yılda 20 milisievert radyasyon alınmasıyla 10 yılın sonunda alınan radyasyon dozu kümülatif manada 200 milisievert olacak. Nükleer santralde çalışan işçiler için sınır dozu ve çalışmayı bırakma sınırı 5 yıl için 100 milisievertken evlerine dönen yetişkinler en az 10 yılda bu dozdan fazlasını alıyor olacak. Çocuklar ise -özellikle kız çocuklarının aynı doz radyasyondan yetişkinlere göre iki kat daha fazla etkilendiğini  göz önüne alırsak- sağlıklı bir yaşam istemese yeridir.

Başa dönersek, kapitalist sistemin neoliberal ilişkilerle yeniden form tuttuğu, tüm köşeleri kaptığı sistemde adil yargıya dair bir beklenti içinde olmak iyice anlaşılmıştır ki abesle iştigal! Yalnızca gelişmekte olan ülkelerde de değil artık dünya genelinde bir neoliberal imparatorluktan ve onun hisseleri uğruna soyduğu hayatlardan bahsedebiliriz. İşte bu nedenle “iklimi değil sistemi değiştirelim” dediğimiz gibi gerek nükleer politikayı üreten sistemle gerekse çatı örgütleriyle küresel olarak, farklı ülkelerde benzer sesleri çıkarmak ve seslerimizi birbirine katmak suretiyle mücadele etmeli.

(Yeşil Gazete)

(Sivil Sayfalar’da da yayımlanmıştır.)