Ana Sayfa Blog Sayfa 2397

İklim Kriziyle ilgili umutsuzluğa mı kapılıyorsunuz? Bunu okuyun

Yeşil Gazete için çeviren: Gizem Kastamonulu

İletişim konusunda, politika konusunda, iklim değişikliğine karşı piyasanın vereceği cevaplar konusunda o kadar az şey yaptık ki bu bize çok fazla umut veriyor, çünkü çok ama çok daha iyisini yapabiliriz.

Belki geçen seneki IPCC raporu sizi depresyona sokmuştur. Hani şu iklim değişikliğinin yıkıcı etkilerini önlememiz için önümüzde sadece on yıl olduğunu söyleyen rapor. Ya da BM’nin bir milyon türün yok olacağını söylediği son uyarısı yüzünden sersemlemiş olabilirsiniz. Bu günlerde sonu gelmeyen kötü haber akışı akıl sağlığımızı korumamızı ve mücadeleye devam etme motivasyonumuzu korumamızı güçleştiriyor. Peki inkar ve umutsuzluk arasındaki o etkili noktayı nasıl bulabiliriz?

Susanne Moser bu hakkında biraz kafa yormuş.

Aslında, Moser 1980’lerin ortalarından beri iklim değişikliği üzerine düşünüyor. Henüz Almanya’da bir lise öğrencisiyken annesinin dergilerinden birinde konuyla ilgili bir makale okuduğundan beri. Amerika’ya iklimle ilgili konulardaki doktorasını tamamlamaya geldikten sonra uzun özgeçmişine Endişeli Bilim İnsanları Birliği ve  Ulusal Atmosfer Araştırmaları Merkezi’ndeki işlerini ve Harward ve Standford’ta devam ettirdiği akademik kariyerini ekledi. Moser her zaman virajın ilerisindeydi: Daha 1990’ların başında, henüz bu bir konsept değilken iklim uyumuyla ilgili yazıyordu. Bugün, hükümetlere, sivil topluma, vakıflara ve başka yerlere iklim değişikliği uyumu ve tüm insanların ve doğanın uygun şartlarda gelişebileceği daha küçük ve fonsiyonel bir topluma izin veren gerekli koşulların sağlanabilmesi için yapılması gereken dönüşümlere dair danışmanlık yapmasının yanı sıra, Moser bu endişe verici anın psikolojik talepleri üzerine de çokça kafa yoruyor.

Earth Island Gazetesi ve Island Press ile yaptığı bir söyleşide Moser kötü iklim haberlerinin iletişiminden, fonksiyonel inkarın faydalarından, umudun çeşitli hallerinden ve bildiğimiz hayatın enkazından kurabileceğimiz daha güzel bir dünyadan bahsediyor.

On yıllardır insanların dikkatini iklim değişikliğine çekebilmek için çalışıyorsun. İletişim çalışmalarında hep şunu duyarız: Korku motive edici değildir, insanların aklını çıkararak üretkenleştiremeyiz. Ama kişisel olarak ben korkudan oldukça fazla motive oluyorum. Ve bilim korkusuz.  Onu eleştirmeyi bırakmalı mıyız?

Korkunun motive edici olduğuna şüphe yok, yoksa tür olarak bugün burada olmazdık. Öyle değil mi? Çalıların arasından çıkacak aslanlardan korkmasaydık, onlar tarafından yenirdik. Ama insanlara korkularıyla ne yapabileceklerini anlatmadan ya da korkuyu nasıl koruyucu veya iyileştirici bir eyleme dönüştüreceklerini göstermeden onları korkutursanız, kaybedersiniz. Tehdite karşı iki tür tepkimiz vardır: Ya tehditle başa çıkarız ya da tehditle ilgili hissettiklerimizle başa çıkarız.

İlk seçenek aslında tehditi azaltır. Azaltırsın, ondan kaçarsın ya da ona karşı bir dalgakıran örersin. Diğer seçenekteyse, “Bu korkunç meselenin yüzüne bile bakmak istemiyorum çünkü ne yapacağımı bilmiyorum” dersin. “Bu yüzden kafamı kuma gömeceğim.”

Aynı şey bazı insanları harekete geçirme gücü olan utanç için de geçerlidir. Suçluluk da, öfke de, sevgi de harekete geçirebilir ama bunları bir şeye çevirmeyi bilmiyorsan, pozitif duygular bile hiçbir işe yaramaz.

Tabii bugünlerde pek çoğumuz çok korkuyoruz. Zaten korkudan ölmüyorsan, ne olup bittiğinden haberin yok demektir. Peki içinde bulunduğumuz belanın nasıl hem tamamen farkında olup hem de sabahları yatağımızdan kalkabiliriz?

Evet, bu çok güzel bir soru. Kesinlikle benim için, yataktan kalkma sebebi henüz her şeyi denememiş olmamız. İletişim konusunda, politika konusunda, iklim değişikliğine karşı piyasanın vereceği cevaplar konusunda o kadar az şey yaptık ki bu bize çok fazla umut veriyor, çünkü çok ama çok daha iyisini yapabiliriz.

Diğer bir sebep ise, bir çok meselede ileri görüşlü insanlar değiliz, buna rağmen türümüz yapımı 300 yıl süren katedraller inşa etmeyi becermiş. Yani yapamayız diye bir şey yok. Gelecek henüz yazılmadı. Nasıl şekilleneceği hala belirsiz.

Yine de, farkına varmamız gereken – ve pek çok insanı kafasına şimdi dank eden – şey, atmosfere yarın bir anda geri döndüremeyeceğimiz kadar çok CO2 salmış olmamız. Bu yüzden hem kamusal alanlarda hem kendi özel hayatlarımızda korkuya, kedere ve tüm o diğer duygulara yer açmamız gerekiyor.

Birbirine son derece bağımlı küresel bir sistemle uğraşıyoruz. Çok fazla şey birbirine bağlı olarak hareket halinde, öyle ki şu anda kontrol etmeye kalsan, edemezsin. Bir yelkenliyle açıldık ve soru yelkenleri rüzgarla doldurmaya çalışmaya devam edip onu dalgalı suların içine mi göndereceğiz, yoksa suları durgunlaştırıp, limanın girişinin herkesin geçebileceği kadar geniş olduğundan emin mi olacağız?

Neler yapabileceğimiz konusunda hala bir ton alan var. İstediğimiz her şeyi öylece yapamayız çünkü her şey işler vaziyette ama daha kötüye gitmesini engelleyebiliriz ve hayatı dünyadaki insanların büyük bir çoğunluğu için çok daha az çileli bir yer haline getirmek ve zorluklarla baş etmek için bir çok seçeneğimiz var.

Yani bence bu bir öncelikler ve değerler meselesi ve yaptıklarımızla hesaplaşma meselesi. Kamusal alanda buna politika deniyor. Özel alanda ise, yapılması gereken çok fazla kişisel dönüşümsel iş var.

Fonksiyonel inkar diye birşeyden bahsediyorsunuz. Nedir bu fonksiyonel inkar?

İnkar kısmı hepimizde olan şey zaten. Yarattığımız gerçekliğin gözünün içine bakmak inanılmaz derecede zor bir şey. Fonksiyonel kısmı ise her şeye rağmen devam etmemiz gerektiği. Günlük olarak, her sabah kalmak, faturalarımı ödemek, işime gitmek zorundayım. Sanki dünya eski sıradan dünyaymış gibi, hiçbir şey değişmemiş gibi ve endişelenecek çok bir şey yokmuş gibi yapmak zorundayım.

Daha dikkatli bakarsanız, probleme daha da fazla katkıda bulunmamak için yaptığım değişiklikleri ve tercihleri görebilirsiniz. Ama genel anlamda, yataktan kalkarım, çayımı içerim ve hayatımı hiçbir şey olmamış gibi yaşamaya devam ederim.

Ve aynı zamanda her gün, yarattığımız şeyle yüzleşirim. Eğer bana bir saniyeliğine durmamı söyleseniz ve Bunun hakkında nasıl hissediyorsun? diye sorsanız paralize olabilirim. Bununla ilgili çok fazla acım var. Çok fazla öfkem var. İnsanlığın böyle küstah olmasına, körlükle ve ardından da açgözlülükle yaptıklarına dair hissettiklerim adeta bir duygular bataklığı.

İşte, bu tamamen farkında ve bilinçli olmanın ve yaptığımız şeyin ağırlığını reddetmemenin ve aynı zamanda sabahları kalkıp ailemin geçimini sağlamanın ve işteki sorumluluklarımı yerine getirmenin simultane bir varoluş hali.

Benim için fonksiyonel inkar umudun bir hali.

Bunu biraz daha açabilir misin?

Bu ülkede ve aslında tüm dünyada, umuda dair çok az bilgiye sahip olduğumuz sonucuna vardım. Umudun binbir türlü hali var.

Bunlara bazen gerçekçi umut, aktif umut ya da otantik umut deniyor. Bu, yaptıklarınızın sonucunda pozitif bir netice alacağınıza ikna olmadığınızda sahip olduğunuz umut şekli. Sonunda büyük birşey kazanmak için çalışmak gibi değil. Buna ulaşıp ulaşamayacağını bilmiyorsun. Ama bildiğin tek bir şey var: Pozitif bir sonuç elde etmek için elinden gelen her şeyi yapmazsan sen, sen olmayacaksın.

Ve bir de ‘‘radikal umut’’ var. Antropolojist Jonathan Lear ile özdeşlemiş bir terim. Radikal umutla, sonucun pozitif mi yoksa negatif mi olacağını bilmiyorsun. Ne kullanacağın araçlar ne de sonuçları belli ve her ne şekilde olacaksa olsun bu yeni gelecekle barışabilmek için kendini yeniden oluşturman gerekiyor. İşte iklim değişikliği için ihtiyacımız olan umut, gerçekçi umutla radikal umut arasında bir yerde duruyor.

Radikal umut büyük belirsizlik zamanları için çok kullanışlı gibi duyuluyor.

Kesinlikle öyle. Lear bu terimi, her şeylerini kaybeden Amerika yerlileri üzerine çalışırken icat etmiş. Topraklarını, hayvanlarını, kültürlerini, özgürlüklerini her şeylerini kaybetmişlerdi ve var olmaya devam edebilmek için kendilerini tamamıyla yeniden oluşturmaları gerekti. Bu dönüşümde kendilerine yardım eden büyük bir liderleri vardı. Bana göre bizim ülkemizde veya dünyada henüz radikal kültürel dönüşümün gerektirdiklerini anlayan böyle bir liderimiz yok.

Aksine liderler bu belirsizlik anında yapmaları gerekenin tamamen tersini yapıyor ve bize istesek bile geri dönemeyeceğimiz bir tür uçuk statükoya geri döneceğimizin sözünü veriyor gibi görünüyorlar.

İşin enteresan yanı, ben artık belirsizliğin umut için gerekli bir durum olduğuna karar verdim. Eğer ‘‘Her şey yoluna girecek’’ ya da ‘‘her şey cehennem gibi olacak’’ seviyesinde kendinden eminsen, umuda ihtiyacın yok, çünkü ne olacağını gayet iyi biliyorsun demektir.

Ve Trump gibi insanlar ya da diğer radikal sağ kanat politikacılarının vaatleri bir tür kesinlik hali: ‘‘Amerika yeniden muhteşem olacak, tamamen beyaz olacak ve mükemmel bir ekonomimiz olacak ve biz en iyisiyiz.’’ Bunların hepsi bir tür kesinlik hali.

Halbuki, ‘‘Gelecek bugünkünden çok farklı görünecek ve size nasıl olacağını söyleyemem ama bu süreci beraber yaşayıp göreceğiz ve üstesinden geleceğiz ve yaratacağız – bu belirsizliktir ve çok çalışmayı gerektirir. Ve hiç popüler değildir.

Belirsizlikle başa çıkmada çok kötüyüz. Çok rahatsız edici.

Elbette rahatsız edici ve zor bir iş ve bunda çok kötüyüz ve bu da dönüşümün sebepleri. Ne kadar zor olacağına dair benim kesinlikle hiç bir yanılsamam yok. Ya da diğer tarafa sağ sağlim geçip geçemeyeceğimize dair. Bunu size peşin peşin söyleyeyim.

Ama, sonunda oturmuş yöntemlerden biraz kurtulmaya başladığımız için aslında bir fırsat var. Eğer aynı kalırsan dönüşemezsin. Kulağa basmakalıp geliyor ama işlerin eskiden olduğu gibi olmasını bekliyorsan, sen de aynı kalırsın.  Bu yüzden uçurumdan atlamak zorundasın. Tam bir aptal gibi görüneceksin, bir sürü hata yapacaksın, aman Allahım kayalara çarpa çarpa düşeceksin, çok kötü görünecek. Ama gerçek değişim için tek şansın bu.

Toplum olarak gerçekten de uçurumdan aşağı yuvarlanıyor gibi görünüyoruz. Aslında bunu gerekli bir dönüşüm olarak görmek yardımcı olabilir.

Evet ve olayı içine koymamız gereken çerçeve bu ve bunun bir süreç olduğunu anlamamıza yardımcı olacak olan, ihtiyacımız olan liderlik türü de. Çok arketipsel bir süreç. Belki de daha önce tür olarak hiç böyle bir tehlikeyle karşı karşıya kalmamıştık. Ama benzer süreçlerden hiç geçmedik de diyemeyiz.

Belki göç iyi bir örnek olurdu. Doğduğun yeri terkedip bir gemiyle okyanusa açılıyorsun. Geminin dayanıp dayanamayacağını ya da kaptanın nereye gittiğine dair bir fikri olup olmadığını bilmiyorsun. Yaptığımız şeyi tanımlamak için mükemmel bir metafor. Büyük bilinmezliğe doğru gidebilmek için eski bir şeyden vazgeçeriz ve yeni bir yere gelip burada yeniden yeni şekillerde yeniden varoluruz.

Bazı insanlar var, işin umut kısmını atlayıp iklim değişikliğinin ya da başka bir şeyin medeniyetin çöküşüne sebep olmasının kaçınılmaz olduğuna inanıyorlar ve bunun için hazırlık yapıyorlar. Karanlık Dağ Projesi geliyor aklıma ve politik sol ve sağ kanattan çeşitli kıyamet bekleyen topluluklar. Bu yaklaşım hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bana ilginç gelen bu insanların bir kesinlikten başka bir kesinliğe atlamaları. ‘‘İyi olacağız, çok kötü olmayacak’’ fikrinden ‘‘Hepimiz ayvayı yedik’’ fikrine.

Mesela Birleşik Krallık’tan Jem Bendell derinlikli bir uyum ajandası öne sürmüştü. Facebook sayfasında, Linkedln grubunda,  ‘‘İyi olacağız’’ ile ‘‘Hepimiz ayvayı yedik, önümüzdeki 50 sene içinde hepimiz öleceğiz’’ arasındaki her türlü tartışmayı yasaklıyordu.

Ama kıyamet hazırlıkçıları, jeneratörlerini, silahlarını alıp, üç aylık yiyecek depolayanlar… Onlar için endişeleniyorum. Amerika’da o kadar çok silah var ki birbirimizi vuracağız ve bu çok korkutucu. Bu çok bireyci ve hayatta kalmacı bir yaklaşım. Ama Karanlık Dağ Projesi ve Jem Bendell’in derin uyum programı aslında başka bir yere varabilmemiz için gerekli derin psikolojik ve sosyal işin bir kısmını yapıyor.

Yani, bu meseleden sağ sağlim kurtulabilmek için olması gereken dönüşümün anahtarı topluluk olmak, öyle mi?

Şüphesiz ki şu anda yaratmakta olduğumuz zor koşullar bizi birbirimize bağımlı yapacak.  ‘‘Kendimi bundan koruyabilir miyim; ne olursa olsun hayatta kalabilir miyim?’’ üzerine o kadar yoğunlaştık ki. Hatta ‘‘Nereye taşınabilirim?’’… Sanki bu küresel değişimden saklanılabilecek bir yer varmış gibi. Ama tür olarak hayatta kalmak için tek şansımız, kaynakları paylaşmamız ve en zayıf ve marjinal grupları topluluklarımızın merkezine koymamız. Ve evet bağımlılık ve karşılıklı bağımlılıkla ilgili daha önce görmediğimiz sağlam bir ders alacağız. Yani hiç birimizin görmediği. Ben diyorum ki Olduğun yerde kal  ve komşularını tanı!

Reçeteyle ilgili daha fazla hemfikir olamazdım. Ama toplum olarak da gitmekte olduğumuz yönün bu olmadığını farketmeden edemiyorum.

Bu sadece iklim haberleri yüzünden değil, aynı zamanda toplumsal durumda, partizan çizgileri boyunca hiçbir şey yapamamanın politik yetersizliği ve bunun insanların umutsuzluğunu beslemesi de var. Nerede olursak olalım, iş yerinde, komşuluk düzeyinde, topluluklarda, sosyal kapitali büyütmek çok önemli.

Umut geleceğin ümit verici bir resmine dayanmıyor. Gerçekten sebep olduğumuz acı ve zalimliğin çok büyük olduğuna inanıyorum. Ama aynı zamanda da insanların vicdanı olduğuna ve şu ankinden başka bir şeye çok ihtiyaçları olduğuna inanıyorum.

Bununla yapıcı bir şekilde nasıl uğraşabileceklerini bilmeyen milyonlarca insan var ve güçsüz hissediyorlar. Bu güçsüzlük umutsuzluklarını besliyor. Ama günün her saati televizyonda görebileceğin ahlaksızlıkla, nefretle ve ayrımcılıkla aynı gemide olmayan milyonlarca insan da var.

Bu gerçekten doğru. Ve bu kültürde yaşama şeklimiz, yani iklim değişikliğine sebep olan yaşama şeklimiz, insanlık tarihinin büyük bölümünden o kadar farklı ki. Daha iş birlikçi bir yaşam şekline geçiş eve dönmek gibi olacak.

Evet. Daha önceden bildiğin bir şeyi yeniden öğrenmek gibi, en azından tür bazında. Hep üç F’den bahsediyoruz: Fight (dövüş), flight (uçuş) ya da freeze (donmak). Ama aslında hayatta kalmamıza yardım eden bir döndüncüsü daha var.

Nedir?

(Forming of bonds) Bağ kurmak, ya da arkadaş olmak. Bizim tür olarak iş birliği yapmamızı ve beraber çalışmanın herkesin kendisi için çalışmasına kıyasla çok daha büyük avantaja sahip olduğunu anlamamızı sağlayan parça bu.  Bu biyolojidir. Bu bizim türümüzün genetik tarihinde vardır. Buradayız çünkü iş birliği yaptık. Bu bizim bir parçamız.

İklim değişikliği hikayesinde çok fazla kayıp var: bildik olanın kaybı, sevdiğimiz yerlerin kaybı, tür olarak bize çok büyük güç, enerji veren istikrarlı iklimin kaybı. Bu kesinlikten ayrılmanın da bize kazandıracağı şeyler var mı?

Bence kesinlikle var. Kayıp çok büyük ve pek çok sefer kalp kırıcı, hem insanların çektiği acı hem de diğer türlerin, yerlerin, mevsimlerin yok oluşu. Ve beni en çok çarpansa, bu kayıpları hayal etmenin, kendimizi değiştirip gezegende farklı bir yaşam şekli yaratmayı hayal etmekten daha kolay görünmesi.

Ne kazanabileceğimizi hayal etmeyi öğreniyor olmamız çok önemli. Eğer hayal edemiyorsak, gerçekleştirmesi daha zor. Bu da bizi kazalara ve rastlantılara bağımlı yapacak.

Atmosferdeki karbon konsantrasyonu miktarı milyonda 415 partikülü geçtiği zaman, insanlar homosapiens bu gezengende olduğundan beri böyle atmosfer olayları yaşanmadığını söylüyordu. Şu anda bunun iki katına hatta fazlasına yaklaşıyoruz.

Yani tamamıyla yeni çevresel koşullarla başa çıkmak zorunda kalıyoruz ve bu bizi değiştirecek. Bunu hayal edebiliyor muyuz? Hayır. Birbirimizin kafasına vurmadığımızı veya birbirimizi havaya uçurmadığımızı hayal edebiliyor muyuz? Ben farklı bir şey hayal edebiliyorum.

Hayal ettiğinizde yeni dünyayla ilgili en güzel şey ne?

Bizim yeniden baskın olmayan bir tür olacak olmamız. Bunu ilk söyleyen ben değilim. Ama bu antroposeni jeolojik kaydın gerçekten ince bir kademesinde tutma fikri ve bu gezegende, sınırlı kaynaklarla, onlara zarar vermeden hatta yeniden üreterek ve yaşamın devamı için koşulları iyileştirmeyi türümüzün bir gayesi haline getirerek bu gezegende yaşayan pek çok türden biri olabilmek.

İnsan türü için en büyük dileğim, yaşamın hizmetçileri olmamız.

Makalenin orijinali için tıklayın

Belediyeciliği ‘Yeşil’lendirmek: Uyum (3/3)

Artık azaltım çalışmasının tek başına yeteceği bir düzeyde değiliz. Geleceğimiz için, bir geleceğimiz olması için!, azaltmamız gerekiyor.

Ankara’da geride bıraktığımız yaz da artık alışılagelmiş hale geldiği gibi yoğun yağmurlarla ve ardından gelen rutin sellerle geçti. Hem boyut olarak İstanbul’un yaşadıklarının gerisinde kalması sebebiyle hem de Melih Gökçek döneminin artık geride kalması sebebiyle çok medyada kendisine yer bulamadı bu yağmurlar ve sonrasında yaşananlar. Fakat yaşananlar artık rutin hale geldi. Beklenmedik bir anda kapanan hava, ani ve güçlü bir yağmur ile şehrin sistemini zorlayan kısa süreli geçişler…

Bu yağmurların sıklaşmasından sonra bir durumu gözlemledim. Apartman çevresinde, bahçede ve kaldırımdaki karıncalar yuvalarının çevrelerine toprak taşıdılar. Bu topraklarla girişlerin etrafını çevirdiler. Bir nevi suya karşı bir hendek oluşturdular. Yani yeni yağmur düzenine karşı kendilerini ve “evlerini” hazırladılar. Değişen koşullara içgüdüleriyle uyum sağladılar.

Aslında bizim de yapmamız gereken bu. Bir taraftan değişime sebebiyet veren davranışlarımızdan vazgeçerken; bir taraftan da artık içinde yaşadığımız bu yeni düzene uyum sağlamak. Birey olarak uyum sağlamak yetmez ama. Kentlerimizi, beslenmemizi, enerji politikamızı yani toptan yaşamımızı uyumlu hale getirmek. Tabii ki bizim yapacaklarımız karıncalardan biraz daha karmaşık.

Dünya’yı ısıttık; iklimi krize soktuk. Bugün yapılması gerektiği gibi acil durum da ilan etsek; hemen tüm karbon salımlarını en aza da indirsek yüzleşeceğimiz ve içinden geçtiğimiz bir gerçek var. Havalar değişti ve biz artık bunun içinde yaşıyoruz. Değişen havaların da değişen sonuçları oluyor, olacak. Yazın yağan ani yağmurlar gibi… Uzun bir kuraklığın sonunda yağan ani yağmurlar gibi…

Artık azaltım çalışmasının tek başına yeteceği bir düzeyde değiliz. Geleceğimiz için, bir geleceğimiz olması için!, azaltmamız gerekiyor. Tüketimi azaltmamız, karbon salımlarını azaltmamız, doğal kaynakları tüketmeyi azaltmamız, ormansızlaştırmayı azaltmamız. Fakat bugünümüz için de uyum sağlamamız gerekiyor. Susuzluğa karşı uyumlu kentlerimiz olmalı. Suyun değerini bilen kentlerimiz. Ani yağmurlara karşı uyumlu kentlerimiz olmalı. “Bir yılda yağan yağmurun yarım saatte yağması” durumu artık yılda bir olmuyor. Haftada üç kere oluyor. Büyük soğuk hava dalgalarına ya da bitmek bilmeyen sıcaklıklara uyumlu kentlerimiz olmalı. Daha da kötüsü bir hafta içerisinde termometrelerin 20, 30 derece salınabileceğini gözeterek yaşayabilecek kentlerimiz olmalı. İklim mültecilerine ya da iklim göçlerine hazır, uyumlu kentlerimiz olmalı.

O zaman soralım: Bunun için bütüncül bir çalışma var mı? Ne yazık ki yok. Elbette iklim değişikliğini dert edinen ve bu konuda çalışan belediyeler var fakat bunu odak noktasına koyan bir belediye yok. İçinde bulunduğumuz hafta tüm dünya iklimi, iklim krizini konuşacak. Büyük kentlerin belediye başkanları, ülkeleri yönetmeye aday politikacılar hep bu konuda sözler söyleyecekler ve icraatlar ortaya koyacaklar. Bizde ise belki yine sözler söylenecek ama icraat onu pek takip etmeyecek.

ABD’de milyonlar iklime krizine karşı ayakta

Greta Thunberg’in çağrısıyla dünya çapına düzenlenen 20 Eylül Küresel İklim grevine ABD’nin çeşitli yerlerinde milyonlar katıldı. New York’ta 1.5 milyon kişi yürüdü.

Dünya çapında düzenlenen ‘Geleceğimiz İçin Cumalar’ hareketi kapsamında düzenlenen 20 Eylül Küresel İklim Grevi’ne Amerika Birleşik Devletleri (ABD) genelinde milyonlarca genç ve yetişkin iklim aktivisti katıldı..

Amerika genelinde başkent Washington’un yanısıra, New York, Boston, Chicago, Madison, Phoenix ve Seattle gibi büyük kentlerde de kitleleri sokaklara çeken iklim grevinde göstericiler, yetkililerin iklim kriziyle mücadele için acilen ve etkin bir şekilde harekete geçmesini talep etti.

İsveçli aktivist Greta Thunberg’in geçtiğimiz yıl ağustos ayında cuma günleri okula gitmeyip, İsveç parlamentosu önünde oturma eylemi düzenleyerek başlattığı protestoya destek veren gençlerin sayısı dünyada milyonları aştı.

VOA’nın bildirdiğine göre, hareket Amerika’da da Fridays For Future (Geleceğimiz İçin Cumalar’ Zero Hour (Sıfır Saat), OneMillionOfUs (1 Milyonumuz), 350.org, DC Youth Climate Strike (DC Gençlik İklim Grevi), National Children’s Campaign (Ulusal Çocuk Kampanyası) ve Our Children’s Trust (Çocuklarımızın Güveni) başta olmak üzere çeşitli grup ve kurumların organizasyonuyla daha da geniş kitlelere ulaştı.

New York’ta 1,5 milyon kişilik yürüyüş

New York’taki iklim değişikliği yürüyüşüne katılanlar sabah erken saatlerde Foley Meydanı’nda toplandı. Çok sayıda New Yorklu öğrenci iklim değişikliğine karşı verilen küresel mücadelenin sembol ismi olan Thunberg liderliğinde yürümek için meydanı doldurdu. Gençlere aileleri de eşlik etti.

Yaklaşık üç saat süren yürüyüşe 1,5 milyon kişinin katıldığını bildirildi. Yetkililer, ailelerinin izni olmak koşuluyla cuma günü protestoya katılmak isteyen öğrencilerin derslere girmemesine izin verdi. Ancak devlet okullarında çalışan öğretmenlerin protestoya katılmaları yasaklandı. Bu nedenle öğretmenleriyle protestoya katılmayı planlayan çok sayıda öğrenci alanları dolduramadı.

Protestocular, Broadway Caddesi’nden Özgürlük Anıtı’nın önündeki Battery Park’a kadar yürüdü. Parkta çeşitli dans gösterileri yapıldı. Yoğun güvenlik tedbirleri altında yapılan yürüyüş için güzergahındaki bazı yollar kapatıldı.

Thunberg, burada kendisinden ilham alan New Yorklu öğrencilere hitaben bir konuşma yaptı.

Washingtonlu ilkokul öğrencileri: Geleceğimizi çalmayın

Washington’daki John Marshall Parkı’nda toplanarak taleplerini kitlesel bir şekilde dile getirmek amacıyla Kongre binasına yürüyüş düzenleyen ve aralarında ilkokul öğrencilerinin de olduğu göstericiler ‘Ne istiyoruz? İklim adaleti. Ne zaman istiyoruz? Şimdi’; ‘Gezegeni kurtarın’, ‘Geleceğimizi çalmayın’ gibi sloganlar attı. Göstericilerden bazıları ‘B gezegeni yok’ yazılı, bazıları da ‘Benim dünyam yanıyor, ya senin ki?’ yazılı pankartlar taşıdı.

Washington’a komşu Maryland eyaletinde toplanan bir grup rahibe de iklim grevinde göstericilere destek verdi. Göstericilerin genel talebi yönetimlerin iklim krizi başta olmak üzere çevreyle ilgili diğer sorunlara da somut ve yasal çözüm getirmeleri.

Washington’daki iklim grevinde öne çıkarılan taleplerin başında şunlar yer aldı: Temsilciler Meclisi Demokrat Üyesi Alexandria Ocasio-Cortez ile Demokrat Senatör Ed Markey’nin, iklim değişikliğine neden olan insan kaynaklı faaliyetlerin durdurulmasını kapsayan yasa tasarısı Yeşil Yeni Düzen Anlaşma’nın onaylanması, biyoçeşitliliğin korunması, Amerikalı yerli halkların toprak haklarına saygı gösterilmesi, sürdürülebilir tarımın sağlanması ve yanlış çevre politikalarından en fazla etkilenen yoksul kesim için adaletin sağlanması.

İklim grevinin, Amerika’da iklim kriziyle ilgili şu ana kadarki en geniş kapsamlı gösteri olduğu belirtiliyor. Amerika’da, ‘Geleceğimiz İçin Cumalar’ hareketinin geçmişte yine gençlerin önemli rolünün bulunduğu Vietnam Savaşı karşıtı gösterilere ve Medeni Haklar Hareketi’ne benzetiliyor.

BM Genel Sekreteri: “Doğayla savaşa girdik”

Dünyanın birçok ülkesinde milyonlarca kişinin farkındalık yaratmak yürüdüğü iklim grevi,  bu yıl ‘Dünya Barış Günü’nün de ana teması oldu.

Birleşmiş Milletler 74. Genel Kurul çalışmaları kapsamındaki ‘Gençlik İklim Değişikliği Zirvesi’ne katılacak 700 genç, ‘21 Eylül Dünya Barış Günü’ nedeniyle BM bahçesinde düzenlenen geleneksel çan seremonisine katıldı.

Zirveye katılacak gençlere hitap eden BM Genel Sekreteri Antonio Guterres, dünyada sürdürülebilir bir barışın sağlanması için iklim değişikliğine karşı acilen eyleme geçilmesi gerektiğini söyledi. Guterres insanlığın kendi gezegeniyle bir savaşa girdiğini belirterek, “Bugün dünya barışı için yeni bir tehlikeyle karşı karşıya bu da iklim değişikliği. Barış sadece insanlar arasında yapılmaz. Biz doğayla savaşa girdik. Doğayla insan arasındaki barışı sağlamalıyız” dedi.

İklim değişikliğin yarattığı felaketler sonucunda yaşadıkları yerleri terk ederek mülteci durumuna düşen insan sayısının da arttığına dikkat çeken BM Genel Sekreteri, “Artık bölgelerinde yaşanan çatışmalardan kaçan insanların sayısının üç misli oldu. İklim değişikliğin yol açtığı felaketler milyonlarca insanın sığınacak yer aramak için evlerini terk etmeye zorladı” diye konuştu.

[Cadı Kazanı] Güneş enerjisi sistemi yapmak da yaptırmak da çile- Nuran Seyhan Bayer

Yerel yönetim seçimleri öncesinde Yeşil Gazete’ye yazdığım “Belediye başkanlarını da mı ithal etsek artık” başlıklı yazımda ülkemizin yenilenebilir enerji açısından ne kadar şanslı olduğundan bahsetmiş, günde 7,5 saat güneşlenme süresi olmasına rağmen bizden çok daha az güneşlenme süresi olan Avrupa ülkelerinde, kat ve kat fazla güneş enerjisinden elektrik ürettiklerini söylemiştim.

Bodrum’a yerleşince bu konunun ne kadar elzem olduğunu çok daha iyi anladım. Ne yazık ki kamu binaları başta olmak üzere, girişimde bulunan bireysel ve kurumsal kimseye rastlamadım. Ta ki bir komşumun ve aynı zamanda çok eski dostlarım, taş evlerini güneş panelleriyle donatıncaya kadar. Kendilerini yürekten kutlayarak, kuruluş sürecini izlemeye başladım. Öncelikle karşıma ne çıktı dersiniz: BÜROKRASİ! Bu konuya girmeden bir sonucu belirteyim: Güneş enerjisi konusunda teknoloji merkezi olan Almanya’da 300 gün hava kapalı, biz de ise 300 gün açık. Geçen yıl enerjisinin %51 ini yenilenebilir kaynaklardan üreten Almanya 46 bin mega watt, biz ise sadece 6 bin üretmişiz.

Güneş panellerini kuran firma yetkilisiyle konuştuğumda gördüm ki bu işi yapmakta, yaptırmakta “ÇİLE” haline dönüştürülmüş.

Öncelikle güneş enerjisi konusuna tersten başlamışız. İki yıl önce Türkiye’de, ağırlıkla İç Anadolu’da olmak üzere, güneş enerjisi santralleri kuruldu. O zamanki yönetmeliğe göre bir mega watt’a kadar lisanssız elektrik üretimi serbestti, şimdiyse değil. Güneş tarlaları serbest değil ama bireysel, ev, fabrika işletmelerinde tükettikleri kadarı serbest. Bu zaten dünyadaki “ÜRETTİĞİN YERDE TÜKETME” olarak ilk yapılan uygulamaydı, biz önce tarla kurmakla başladık ve sonuç olumsuz. Enerji dağıtımın özelleştirilmesi yenilenebilir enerji için ilk darbeydi. Karar vericiler halkın refahını değil özel şirketlerin “REFAH” ını tercih etti. Düşünsenize, elektrik dağıtım şirketiniz var, hükümetten yetki almışsınız, her evin, fabrikanın kendi elektriğini üretmesini hatta fazlasını size satmasını ister misiniz? Eee cevap bilindiğine göre, işleri neden yokuşa sürdüklerini de anlamışsınızdır. Bir de Türk milletinin ( bu konuda duyarlı olan ama parası olmayanları ayrı tutuyorum) yaklaşımı var tabii. Şirket yöneticisininin anlatımıyla; evine, fabrikasına güneş paneli koyduran Avrupalı’nın amacı geleceğe iyi bir şey bırakmak iken bizde sorulan ilk soru: Abi kaç yılda amorti eder?

Bürokrasinin basamakları ise inanamayacağınız kadar çok. Önce bölgenizdeki enerji dağıtım şirketine Güneş Enerji Sistemi (GES)kurmak için başvuruyorsunuz, uygulayıcı firma da statik elektrik projesini çiziyor, önce üniversiteden onay alıyor ( bu arada örnekleriyle sabit, onaylayan herhangi bir nedenle bir süre görevinde olamayacaksa, mesela askere gitmişse, bekleyeceksiniz, bu belediye ve üniversite için de aynı, yani ikinci bir yetkili yok!). Sonra belediyeden GES onayı alıyorsunuz. ( yine araya gireceğim, evlerin tepesine sıcak su için konulan çirkin, görsel garabet, solar termal sistem için belediyeden statik izin almanıza gerek yok!). Sonra ilgili enerji dağıtım şirketine projenizi onaylatacaksınız… Sonra sistem bağlantı antlaşması yapacaksınız… Ve montaja sıra geldi… Uygulayıcı şirketin üniversite, enerji dağıtım şirketi ve belediyelere ödediklerini saymıyorum ama evinizin tepesine bütün bu aşamalardan sonra kurulum için 6-9 bin doları gözden çıkaran siz bir de bin lira güvence bedeli yatırıyorsunuz.

Güneş panellerini Çin’den getirtemiyorsunuz, Avrupa için ise vergi var. Zaten kur dolayısıyla yurt dışından getirtmek semeriyle seksene mal oluyor. Türkiye’de 50 ye yakın güneş paneli üreten fabrika var, mühendisimiz de var, geriye ne kaldı “İSTEMEK”. Önce karar vericiler bunu can-ı gönülden sonra da bireyler isteyecek. Can- ı gönülden derken, sigara konusundaki kararlı uygulamayı hatırlatmak isterim. Karar vericiler “İSTEMEK” istiyorsa önce üretimi sonra da uygulayıcı şirketleri teşvik edecek. Vergi indirimi, sübvanse ve de bürokrasiye kadar uzanır bu teşvik. Sıra belediyelerde: Yeni yapılacak büyük konut, fabrika inşaatlarına imar izni için, “yenilenebilir enerji” için ön koşul konulacak, en azından daha sonra güneş panellerinin kurulabilir olması için binaların güneş enerji sistemi (GES) projelerine uygun olup olmadığını kontrol edip imar iznini buna göre verecek.

Güneş enerjisi panellerinin yerleştirileceği mevcut konutların çatılarının büyük çoğunluğunun yön, açı ve binaların statik taşıyıcı güçleri açısından ne yazık ki güneş enerjisi sistemi (GES) projelerine uygun değil. Yeni yapılacak tüm binaların ve fabrikaların da çatıları fotovoltaik güneş enerjisi panellerine uygun inşa edilmeli. Bunun için de bütün siyasi partilerin ortak inisiyatifi ile imar yasalarında süratle gerekli değişiklikler yapılmalı ve zorlayıcı hükümler yer almalı. Belediyelerimiz de hem kanunların yapımında hem de uygulamada belirleyici söz sahibi ve karar mercii olmalı. İnşaat ruhsatı verirken, binanın ya da fabrikanın GES panellerine uygun projelendirildiğine kontrol etmeli ve görüntü kirliliğinin de engellemeli.

Belediyelerin durumu bu konuda iç karartıcı, makamlar siyasi rant olunca, halkın yararına adım bir türlü atılamıyor, atmak isteyenlerin de önüne inanılmaz engeller çıkartılıyor.

Milyarlarca liralık evler yapılıyor ama maliyetini çok az artıracak GES sistemi kurmayı hiç bir firma, inşaat şirketi, mimar, mühendis düşünmüyor. Düşünmüyorlarsa düşündürmek gerekir. Görev önce karar vericilerin sonra bizlerin.

Olanca kötülüğün, karanlığın içinde her şeye rağmen ışık vardır ve ışığa zaten en çok ‘karanlık zamanlar’da ihtiyaç duyarız. Her doğum bir mucize, her insan yeni bir başlangıçtır ve insanlar bir araya gelip ortak eylemde bulunabildikleri sürece umut da vardır. Dünya sevgisini mümkün kılan, içinde yaşadığımız dünya için sorumluluk alıp ortak eylemde bulunma yetimizdir.”
HANNAH ARENDT

(Yeşil Gazete)

[BodrumLokal] Gara Ayşe- Melis Birder

” Ey Gara Ayşe, ey karanlık ile aydınlığı, su ile susuzluğu, hiçlik ile varlığı bir tutan tüm yüce develer. Bu aşk değilse aşk nedir bilmeyen bizlere yol, yordam, endam göster. Hak yolundaki ortak yolculuğumuz için bizlere sahip olduğun sabır, cesaret ve inançtan pay ver”

Geçen kışın uzun koyu gri günlerinden birinde Bodrum’un Develeri- Bilge Deveci bölümünü çekerken Mustafa abi bizi Yahşi’de serbest gezen devesinin otladığı alana götürmüştü. “Naber kız Gara Ayşe” diye boynuna sarıldı dostunun. Koklaşıp öpüştüler. Aralarındaki özel ilişkiyi ben kameramla kaydederken kuvvetli bir çekim alanı tarafından etkilendiğimi hissediyordum.

Gara Ayşe ve Melis Birder, Yahşi’de / Fotoğraf: Selva Bayyurt

Gara Ayşe ile o an göz göze geldik. Utanmış gibi gözlerini kaçırdı. O saygı ve sevgi dolu hareketine yüzündeki gülümseme eşlik ediyordu. İnsanlar ile develerin kadim ilişkisinin temeliydi galiba bu karşılama. Birbirlerine binlerce yıldır yoldaş olmuş bu iki varlık çöllerde tanrının sesinin duyulduğu en yüksek hallerden, sıcağın ve susuzluğun cehennemi gerçekliğine uzanan yolculuklar paylaşmışlardı. Gözlerindeki anlam öyle çeşitliydi ki Gara Ayşe’nin bu derinliğine o anda tutuldum. Sevgi, utanç, heyecan, merak ve o bir tonluk cüssesine rağmen gösterdiği tevazu karşısında benim kalbim de onun kadar kocaman olmuştu. Uzaktan duyulan gök gürültüsü bu aşkın ilk hallerini kutluyor gibi geldi bana.

Söz konusu bu dev hayvanlar olunca romantizmin de bir sınırı oluyor tabii.

Bilge Deveci Mustafa abi “eski deveciler sahibi olduğun devenin gözüne baktığın zaman gözlerini senden kaçırmıyorsa sat o deveyi derler” demişti. “Seninle fikir yarışı içindedir ve bir gün canına kast edebilir”diye cevaplamıştı neden diye sorduğumda.

Bodrumlu develerin dünyasına göz attığımız Bodrum Lokal’in bu bölümünde bize liderlik eden “Gümrükçü” Mustafa Akgün yaşayan son Bilge Devecilerden. Bilge Deveciler tıpkı Robert Redford un “Horse Whisperer” filminde atlarla özel ilişki kuran karakter gibi develerin beden dilinden anlayan, onların sağlık problemlerini derman olan ve de en önemlisi bu sevgili hayvanlarına bir fiske dahi vurmadan eğiten insanlar.

Bodrum’da bir deve kervanı- Ali Şengün arşivinden

Bodrum’da yaz kış yaşayan bizler develeri ara ara görürüz. Ya bir sünnet törenine ya da evlenen çiftlere rengârenk süslemeleri, çan sesleri ve ağır yürüyüşleri ile eşlik ederler. Prodüktörümüz Selva Bayyurt ile develerle ilgili bir bölüm yapmamız gerektiğine ise 2018 yılında Kızılağaç’ta gittiğimiz Bodrum Deve Güreşi Arenası’nda karar vermiştik.

Bodrum’da deve güreşi- Ali Şengün arşivinden

Çoluk çocuk, kadın erkek binlerce insanın toplandığı, rakı içip deve sucukları ile piknik yaparken güreşen hayvanları seyrettiği bu geleneği şehirli bilgiçliğimiz hemen barbarlık olarak nitelendirmişti. Ama bunun arkasında yatan başka bir şey olduğunu da sezmiş, bunu anlamalıyız demiştik.

Bu konu üzerinde araştırma yapmaya başladığımızda facebook sayfamıza özel bir not yazdık. Deve güreşleri ile ilgili bir bölüm yapmak istediğimizi belirtip, deve güreşlerine karşı gelen hayvan hakları koruyucuları ile görüşmek istediğimizi söyledik. Fakat biz öneri beklerken, Bodrum’da yaşayan şehirli bir kaç arkadaşımızdan ağır eleştiriler almaya başladık. Tabii ilk doğal tepki “Develeri insanlar eğlensin diye güreştiriyorlar bu ilkel bir insanlık suçudur” oldu. “Bu konunun belgeselini yapmakta da vicdanlı bir şey yoktur” diye ağırlaşan ithamlar “Eğer bu belgeseli yaparsak bizim de şiddete, tecavüze, esarete, sistemli tüm hak ihlallerine ortak sayılacağımız”a kadar uzadı. Bu yorumlar sosyal medya ortamında şakşaklandı.

Birçok sıfata maruz kalmıştım ama tecavüzcü sınıfına ilk kez giriyordum. Araştırma safhasında olduğumuz bir konuda böylesine ağır eleştirilip  belgesel daha ortada dahi yokken yargılanmak aslında bu ülkede suçu tanımlayan egemen bilincin ve onun çapsız dilinin “aydın” “liberal” “okumuş” ve saire kesim tarafından da ne kadar benimsenmiş olduğunun bir başka kanıtı oldu bizim için. O gün Gara Ayşe ile aramızda sadece bir aşk olmadığını, onun şamanik kültürlerde olduğu gibi bana yol gösteren ruh hayvanım olduğunu da hissettim. Belki de hiç ehemmiyet vermemem gereken bu ağır eleştiri aslında yaşanan benzer diğer şokları da tetiklemişti. Bir kadın, bir belgeselci, bir tek anne olarak bu topraklarda maruz kaldığımız her türlü basıncın altından kalkma gücü için gerekli olan ilhamı develerin her türlü yükü taşıma gücünden almalıydık…

Fotoğraf sanatçısı Saner Gülsöken’in “Ayırın Develeri” isimli kitabı, deve güreşlerinin tarihini ve unutulmaya yüz tutan kültürünü gözler önüne seren bir foto-belgesel/ Fotoğraf: Alp Çağpar

Şükürler olsun bize inanan bir kaç arkadaşımız sayesinde ilk önce “Ayırın Develeri” kitabının yazarı Saner Gülsöken ile ve onun sayesinde de Mustafa abi ile tanışarak develerin büyülü dünyasına adım atmış olduk.

Develer sadece gücü temsil etmiyordu. Köpek ve at gibi hayvanların ötesinde develerin bir başka özelliği de yarı fikirli oluşlarıydı. Yani önceden tasarlama ve ileriyi tahmin etme içgüdüleri çok gelişmişti. Deve kendini programlamayı bilen bir hayvandı tanıdığı bir coğrafyada suya 20 gün sonra ulaşabileceğini biliyorsa 20 gün, 10 gün sonra ulaşabileceğini biliyorsa 10 gün dayanıyordu. “Ama oraya vardı suyu bulamadı… öldü” diyordu Mustafa abi.

Develer bu konuda bizlerden daha şanslı galiba. Yaşadığımız coğrafyada koşullar hep değiştiğinden bizlerin develerden de güçlü ve akıllı olması gerekiyor. Varacağımız yerde suyu bulamama riski çok. Veya varmayı umduğumuz yer mi çok uzak? Hatta böyle bir yer var mı?

Karamsar olmanın bu yolda yürürken bize katacağı çok bir şey olmadığını bilen Mustafa abi de hayvan hakları koruyucularının ezber konuşmalarından bıkmış fakat develer için mücadeleye devam ettiği için belgeselimize zaman ayırmayı kabul etti. Tüm ailesi ile birlikte hayatlarını develere adamış ve ataları yüzyıllardır Bodrum da develer sayesinde ayakta kalan bu bilge insanı Bodrum’a yeni gelip kibirli sitelerde oturup (ki ben de o sitelerden birinde yaşıyorum) “Ama develeri güreştiriyor. O bir ilkel” diye kestirip atmak, bizlerin neden bu ülkede kalpten birleşemediğimizin ufak bir ipucunu da veriyor bence.

Güreşmek zaten develerin doğasında var. Daha çocuk yaşlarında başlıyorlar aralarında güreşmeye. Yörükler develere oyuncu anlamına gelen “köçek” diyorlar. Köylerde bu genç develer güreştikçe insanlar seyretmek için toplaşır, aralarında gülüşür eğlenirlermiş. Daha sonra köylüler develerin sağladığı bu buluşmayı sosyal bir amaca yöneltmek istemiş ve seyircilerden para toplamaya başlamışlar. Biriken paralarla da ya bir ebe evi yapmışlar ya da camilerinin damını onarmışlar. Develer ile insanlar arasındaki dayanışma bu şekilde daha da güçlenmiş. Deve güreşlerinin bugün geldiği noktadan ise çok rahatsız Mustafa abi. Bu masum gelenek birçok şey gibi hem parasal hem siyasal ranta dönüşmüş durumda. “Gümrükçü” Mustafa Akgün bu kültürün bir an evvel özüne dönmesini istiyor ( bunun için kısa belgeselimize ek olarak yayınladığımız bölümde önerilerini paylaşıyor) Deveciliğin deveci gibi yapılması ve bu mesleği bilimsel bir tabana oturtmak gerektiğini belirtiyor.

2019 yılının ilk haftasında düzenlenen deve güreşlerini seyretmek ve kaydetmek için Selva ile tekrar Bodrum Deve Güreşi Arenası’na gittik. Develerin itilip kakılması, bazı acemi develerin arenadan kaçmaya çalışması, doğada çiftleşmek için güreşen develerin bu alanda güreştikten sonra sadece bir makine halısı ile ödüllendirilmesi tabii ki bizim de içimizi dağladı. O gece devetüyü çoraplarım ayağımda, devetüyü hırkam sırtımda uzun uzun çektiklerimizi seyredip bir çok konuda ayrışmış biz şehirliler ve yerel insanları düşündüm. Belki de Bodrum Lokal olarak bir birleşmeye önayak olabilirdik.

“Develer günde iki saat uyur” dedi bilge. “İlk saati, gün geceye teslim olurken beliren ilk yıldızla birlikte. Diğeri ise gecenin özü gündüze dönerken gökbabadan bize kalan son yıldız eşliğinde” diye devam etti. Kendi anlattıklarından ilham almış olacak ki sonra bir duaya başladı sessizce:” Ey Gara Ayşe, ey karanlık ile aydınlığı, su ile susuzluğu, hiçlik ile varlığı bir tutan tüm yüce develer. Bu aşk değilse aşk nedir bilmeyen bizlere yol, yordam, endam göster. Hak yolundaki ortak yolculuğumuz için bizlere sahip olduğun sabır, cesaret ve inançtan pay ver” diye devam etti duasına son bilge. İlkellik ile medeniyetin ötesinde bir yerde.

(Yeşil Gazete)

Ayvalıklı aktivistler: Şimdi harekete geçme zamanı

20 Eylül Küresel İklim Grevi, Balıkesir‘in Ayvalık ilçesinde iklim aktivistleri, sivil toplum örgütü temsilcileri ve bölge siyasetçilerinin  katılımıyla gerçekleşti.

Greve katılan ve Yeşil Gazete için muhabirlik yapan gazetemizin yazarı Defne Koryürek, izlenimlerini şöyle anlattı:  #GelecekiçinCumalar hareketi öncü gençlerinden Ege Edman‘a, bugün Ayvalık‘ta gerçekleşen etkinlik ertesi hislerini Yeşil Gazete için sorduk: “Bugün tarihte bir dönüm noktasıydı. Tüm Dünya, hep birlikte “İKLİM ADALETİ HEMEN ŞİMDİ!” diye haykırdık. Ayvalık’ta da beklediğimizden çok daha fazla bir kalabalık vardı. Eyleme katılan ve sesimize ses katan herkese çok teşekkürler. Şimdi harekete geçme zamanı!”

Gerçekten de etkinlik, belediye başkanı Mesut Ergin‘den  ticaret odası mensuplarına, çok sayıda sivil toplum liderinden, genç yaşlı Ayvalıklıları,  #küreseliklimgrevi çağrısı etrafında birleştirirken; Kazdağları’ndan Burhaniye’ye, Balıkesir’in dört köşesinden aktivistleri de bir araya getirdi.
Sloganlar, ıslıklar ve alkışlarla saat 17.00’de Ayvalık Öğretmenevi’nden start alan yaklaşık 200 kişilik konvoy, yol boyunca katılımlarla büyüdü ve Ayvalık Cumhuriyet Meydanı’nda Zeytin Çekirdekleri‘nin söylediği şarkılarla toplantıyı başlattı. Genç liderlerin konuşmalarını belediye başkanı ve ekoloji örgütlerinin temsilcilerinin konuşmaları izledi. Bir saati biraz aşan program bol sloganlı, bol şarkılı, azim ve umut aşılayan tonuyla 7’den 70’e herkesi sardı, birleştirdi.
Genç lider Ege Edman konuşmasında özellike kömüre vurgu yaparak Ayvalık’ın dönüşümünün şart olduğunu hatırlattı.  Ayvalık Belediye Başkanı Mesut Ergin‘in iklim krizine ilişkin dönüşüm hazırlıklarını müjdelemesi ise heyecanla karşılandı.

Dalyan grevcileri: Yetişkin gibi davranmayacaksanız, biz yaparız

İklim aktivisti çocuklar, Muğla‘nın Dalyan ilçesinde de 20 Eylül Küresel İklim Grevi’nde sokaktaydı.

Aylardır hiç ara vermeden her cuma okulunu kırıp iklim grevine çıkan 12 yaşındaki Samra Samer, greve nasıl hazırlandıklarını şöyle anlattı: “Biz grevlere hazırlanırken her zaman yeni bir fikir bulmaya çalışıyoruz. Bu grev öncesinde de sokakta insanlara broşürler dağıttık ve duvarlara da afişler astık. 20 Eylül İklim Küresel İklim Grevi bir hafta boyunca çeşitli etkinliklerle devam edeceği için, o bir hafta boyunca yapacağımız eylemleri planladık. Tabii sürekli grevde olmayacağız ama kişisel olarak yapabileceklerimiz var. Mesela bir hafta boyunca geri dönüştürülemez atık yapmamaya ve Dalyan’da deniz ve kara yollarını temizleyen grubu ziyaret etmeye karar verdik.”

Bugünkü etkinliğe başlamadan önce sokakları afişleyip sonra arkadaşlarıyla birlikte grev alanına gittiklerini söyleyen Samer, oturmaya başladıklarında tanıdıkları yetişkinlerin de yanlarına gelip greve katıldığını anlattı. Ancak eylem sürerken, jandarmalar gelip kaymakamdan izin almaları gerektiğini söylemiş ve ‘kibarca’ yerlerinden kalkmalarını istemiş.

Samer sonrasını şöyle anlattı: “Hiçbirimizin anne babasının yanımızda olmaması onları biraz şaşırtmış gibiydi. Biz kalkmaya hazırlanırken, arkadaşımın babası aradı. Ona durumu anlattık. O da jandarmalarla konuştu ve grevimizi sürdürmemize izin verdiler. “

Samra Samer ve arkadaşlarının elleriyle hazırladıkları pankartlardan bazıları şöyle: “SOS- Evimiz Ölüyor”, “Hareket Etme Zamanı”, “İklim Krizi nedir Biliyor musunuz, İsterseniz Anlatalım”, Yetişkin Gibi Davranmayacaksanız, Biz Davranırız”, “Dünyamızı Koruyalım, Çocukların Geleceği Kirlenmesin”, “İklim Değişiyor, Neden Siyasetçilerimiz Değişmiyor?”, “İnkar, Politika Değildir”.

Dalyan’daki meydanda, okulu asıp dünyayı kurtarmaya soyunan bir avuç çocuk, gezegendeki milyonlarca yaşıtının haykırdığı talepleri dile getirirken, yalnız olmadıklarının güveniyle greve çıktı. Onlardan farklı olarak jandarmayla, kaymakamla yüzleştiler ama barışçıl, sakin ve kararlı eylemlerinden vazgeçmediler. Şimdi yeni etkinliklere hazırlanıyorlar.

Bursa’da sesi çıkmayan canlılar için çocuklardan ‘Haykırış’

20 Eylül Küresel İklim Grevi, Bursa’nın Nilüfer ilçesinde, gün boyu süren iklim festivaliyle hayata geçirildi. Gelecek Yürüyüşü ile başlaması planlanan ve Üç Fidan Parkı’nda düzenleneceği duyurulan etkinlikler, olumsuz hava şartları nedeniyle Konak Kültür Evi’nde yapıldı.

Nilüfer İklim Festivali, dokuz yaşındaki piyanist Arya Gülenç’in piyano resitali ile başladı. Gülenç resitalini, sesi çıkmayan tüm canlılar için bestelediği ‘Haykırış’ eseri ile sonlandırdı.

Etkinlikler, Yeşil Düşünce ve Yuva Derneği’nden gönüllülerin moderasyonu ile gerçekleşen İklim Krizi Forumu ile devam etti. Forum öncesinde sözü alan Nilüfer Belediye Başkanı Turgay Erdem, yaşanmakta olan yok oluş krizine dikkat çekti, belediye olarak bu alanda yaptıkları çalışmalardan söz etti ve daha iyi bir gelecek için çocukların oynadığı önemli role dikkat çekti. Genç iklim aktivistleri, Nova Okulları’ndan bir grup öğrenci ve İklim için Cumalar Bursa ayağını oluşturan dört genç de Forum’a katıldı.

Daha sonra gerçekleştirilen atölyelerde, kitap ve oyuncak takası, resim ve baskı çalışmaları, stop motion atölyesinin de aralarında bulunduğu yirminin üzerinde etkinlik gerçekleştirildi. Gün boyu süren etkinlik, Arya Su Gülenç, İklim Trio, Penadrop ve Eski Liman konserlerini takiben yapılacak Bursa Çevre Platformu Açıklaması ve belgesel gösterimi ile son buldu.

Altınoluklu çocuklar: Gelecek biziz, biz geleceğiz

Bugün dünyayla birlikte Türkiye’nin dört bir yanında gerçekleştirilen Küresel İklim Grevi etkinliklerine, Edremit – Altınoluk da katıldı. Antandros Parkı’nda toplanan grevci çocuklar ve onları destekleyen aileleri ve diğer yetişkinler “Gelecek biziz, biz geleceğiz” ve “İklimi Değil, Sistemi” değiştir sloganları eşiliğinde İskele Meydanı‘na kadar yürüyüş yaptı.

Meydanda söz alan çocuklar, gezegenimizin fosil yakıtlar yüzünden tehdit altında olduğuna dikkat çekti, ekolojik dengenin bozulduğuna vurgu yaparak, yöneticileri vakit kaybetmeden gerekli tedbirleri almaya çağırdı.

 

İklim grevi çocukların geleceklerine sahip çıkacaklarını bildirmeleriyle tamamlandı.

Milyonlar iklim için bir arada: Kömürü değil, kapitalizmi yakalım

Önümüzdeki hafta başında başlayacak Birleşmiş Milletler İklim Eylem Zirvesi öncesinde, dünyanın dört bir yanında başlatılan 20 Eylül Küresel İklim Grevi, çocuklar, aileleri ve iklim aktivistlerinin katıldığı büyük eylemlere sahne oldu. Dünya çapında sayıları milyonları bulan grevciler seslerini BM Zirvesi’nde bir araya getirecek liderlere duyurmak istiyor. Taleplerse ortak: Fosil enerjiden vazgeçilmesi, sıfır karbondioksit emisyonu, yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelinmesi.

“Gelecek için Cumalar” (Fridays for Future) hareketinin kararı doğrultusunda Uganda’dan ABD’ye gün boyu dünya sokaklarını dolduran iklim aktivistleri, “Başka gezegen yok”, “İklimi değil sistemi değiştir” gibi dövizlerin taşıdı, fosil yakıt üretenlere, tekellere, kapitalist sisteme ve hükümetlere yönelik eleştiri ve tepkilerini dile getirdi. Gösteri  ve yürüyüşlere çok sayıda kitle örgütü ve parti temsilcilerinin yanı sıra sendikalar da katıldı. Saat farkı nedeniyle ilk eylemler Asya ve Avustralya’da başlarken gün boyu dünya sokaklarını milyonlarca genç doldurdu.

Fransa

Fransa’nın başkenti Paris’te iklim aktivistleri grevi Place de la Nation’da başlattı.

Almanya

Almanya’da aralarında Berlin, Münih, Hamburg, Köln’ün bulunduğu kentlerde toplam 500 gösteri ve eylem düzenlendi. Onbinlerce kişinin katıldığı etkinliklerinin, bugüne dek düzenlenmiş en büyük eylem olduğu belirtildi. Eylemlerde polislerin motorlarının kapalı olduğu ve sirenlerinin enerji harcadığı için çalışmadığı görüldü.

Fridays for Future’nin ana talepleri arasında, 2035’e kadar net sıfır CO2 emisyonu, 2030’a kadar kömür enerjisinden vazgeçilmesi, 2035’e kadar enerji tedarikinin, yüzde 100 yenilenebilir kaynaklardan sağlanması, fosil enerji kaynaklarına verilen sübvansiyonların 2019 sonuna kadar kaldırılması ve termik santrallerin dörtte birinin faaliyetine son verilmesi gibi talepler yer alıyor.

Birleşik Krallık

Başkent Londra‘da, küresel ısınmaya ve iklim değişliklerinden kaynaklanan çevre felaketlerine dikkati çekmek isteyen öğrenciler ve iklim aktivistleri binlerce kişiyle birlikte yürüdü, krizi yaratanları protesto etti.

‘Tehlike altındakiler’ sokakları doldurdu

Tayvan’da yüzlerce ilkokul, ortaokul, lise ve üniversite öğrencisi, dersleri boykot ederek başkent Taipei’de toplandı. Popüler şarkıları iklim krizine uyarlayarak söyleyen gençler, yakında başkanlık seçimleri yapılacak ülkede adayları da, Tayvan’ı da tehdit eden iklim krizi konusunda uyardı.

Hindistan‘ın başkenti Yeni Delhi’de Konut ve Kent İşleri Bakanlığı önünde toplanan onlarca öğrenci ve çevreci aktivist, “İklim için harekete geçin!”, “Temiz hava solumak istiyoruz!” şeklinde slogan attı.

Küresel iklim değişikliğine dikkati çekmek isteyen “İklim İçin Şimdi Harekete Geç” hareketi Pakistan‘ın 26 şehrinde eş zamanlı yürüyüş düzenledi. Ülkenin başkenti İslamabad dışında Karaçi, Lahor, Peşaver, Killa Abdullah, Gilgit, Faysalabad ve Çitral gibi büyük kentlerde toplanan vatandaşlar düzenlenen yürüyüşte özellikle Pakistan için büyük tehlike arz eden susuzluk ve buzulların erimesine dikkati çekti.

Hong Kong‘da ellerinde dövizler taşıyan 50 kişi, liman bölgesinde “Kirliliği durdur!” sloganı eşliğinde yürüdü.

Tayland‘da ise Doğal Kaynaklar ve Çevre Bakanlığı önünde toplanan yüzlerce kişi, hükümetin 2025’e kadar kömür enerjisini yasaklaması ve 2040’a kadar da fosil yakıtlar yerine tamamen yenilenebilir enerji kaynaklara dönülmesi talebinde bulundu.

Güney Asya ülkesi Bangladeş’in başkenti Dakka’da da iklim krizi için eylem yapıldı. Bangladeş iklim değişikliği konusunda en korumasız ülkeler arasında yer alıyor.

Birçok Afrika ülkesinde de iklim yürüyüşleri yapılıyor. Güney Afrika’nın başkenti ve en büyük kenti olan Johannesburg’da yürüyüşler başladı.

Yürüyüşlerin yapıldığı bir başka Afrika ülkesi de Doğu Afrika’da bulunan Uganda oldu.

Büyük okyanusun güneyindeki Solomon Adaları da iklim değişikliğinin etkilerini yakından yaşıyor. Burada da çeşitli eylemlerle halk sokağa çıktı.