Ana Sayfa Blog Sayfa 2290

2019: Hayvan deneylerinde neler oldu?

2019 yılı, hayvan hakları mücadelesinde hem iyi hem kötü olaylara tanıklık ettiğimiz bir yıl oldu. Hayvan deneyleri alanında olumlu sayabileceğimiz bazı gelişmeleri özet şekilde sıralamaya çalıştım.

  • Nevada‘da, 1 Ocak 2020’den itibaren geçerli olmak üzere, hayvanlar üzerinde test edilen kozmetik ürünlerin ithali ve satışı yasaklandı. Nevada Cruelty Free Cosmetics Act vali tarafından imzalandı. Illinois eyaleti de 1 Ocak 2020’den itibaren geçerli olmak üzere hayvanlar üzerinde test edilen ürünlerin satış ve ithalatını yasaklayan üçüncü eyalet oldu.
  • ABD Tarım Bakanlığı, 1982’den beri sürdürülen ve 3 bin yavru kedinin öldürüldüğü toksoplazmoz araştırmalarına son verdiğini duyurdu. Çalışmalarda, yavru kedilere zorla besleme yöntemi ile enfekte etler ve parazit yumurtaları (hatta ölen kediler) yediriliyordu. ABD Çevre Koruma Ajansı (EPA) ise, hayvan testlerini ciddi şekilde kısıtlamayı ve bunun yerine hayvan temelli olmayan araştırmaları teşvik etmek amacıyla beş  üniversiteye 4.25 milyon dolarlık finansman sağladıklarını açıkladı.
  • ABD’de senatörler Martha McSally, Cory Booker, Rob Portman ve Sheldon Whitehouse,  kozmetik ürünlerin hayvanlar üzerinde test edilmesini ve hayvanlar üzerinde test edilen ürünlerin satışını yasaklayacak bir yasa tasarısı sundular.
  • California Eyalet Meclisi üyesi Ash Kalra, California okullarında çağdaş ve insancıl eğitim yöntemlerinin benimsenerek (diseksiyon vb.) hayvan kullanımının son bulmasını sağlayacak AB 1586, Replacing Animals in Science Education (RAISE) Act adlı tasarıyı sundu.
  • Avon, bazı ürün güvenlik testlerinin hayvanlar üzerinde yapılmasının yasal bir zorunluluk olduğu Çin Halk Cumhuriyeti’nde ürünlerini fiziksel olarak satan ilk deneysiz global marka oldu. Deney karşıtları tarafından onyıllardır boykot edilen Procter&Gamble, HumaneSociety’nin 2023’ten itibaren kozmetik ürün ve içeriklerini hayvanlar üzerinde test etmenin küresel olarak yasaklanmasını hedefleyen BeCrueltyFree kampanyasına dahil olduğunu açıkladı.

  • Çin Halk Cumhuriyeti Ulusal Medikal Ürün Yönetimi (NMPA), kozmetik ürün içerik testleri için iki konuda dokuz alternatif bilimsel test yöntemini onayladı. 1 Ocak 2020’den itibaren, bu yeni alternatif bilimsel yöntemler kullanılabilecek.
  • Avustralya, 2017 tarihli Endüstriyel Kimyasallar Yönetmeliği‘ni Senato’dan geçirerek, kozmetik endüstrisinde kullanılacak içerikler için hayvanlardan elde edilen bilgilerin kullanımını yasakladı. Ayrıca gene Avustralya Başkent Bölgesi Yasama Meclisi’nin eylül ayında kabul ettiği Animal Welfare Legislation Amendment Bill ile insandışı hayvanların “hissedebilir canlılar” olduğu kabul edildi.
  • Kanada’da, Cruelty-Free Cosmetics Act (Bill S-214) adlı, kozmetik ürünlerin hayvanlar üzerinde test edilmesini yasaklayan tasarı Senato tarafından kabul edildi.
  • Kolombiya Temsilciler Meclisi Genel Kurulu, hayvanların kozmetik testlerde kullanımını yasaklamak için 120/2018 sayılı Kanun tasarısını oybirliğiyle onayladı. Senatoya iki ayrı oylama için gönderilen tasarı, kabul edilirse 12 ay sonra yürürlüğe girecek.
  • Kozmetik ürün ve içeriklerini hayvanlar üzerinde test etmeyi ve/veya hayvanlar üzerinde test edilmiş ürünlerin satışa sunulmasını halihazırda yasaklamış 40 ülkeden bazıları şunlar: AB ülkeleri, Norveç, Hindistan, Türkiye, Yeni Zelanda, İsrail, Tayvan, Güney Kore, Guatemala, Brezilya (Sao Paulo, Mato Grosso Do Sul, Pará, Amazonas, Paraná, Rio de Jeneiro, Minas Gerais  eyaletleri), ABD (California, Nevada, New Jersey, New York, Virginia eyaletleri).

Türkiye

2019 yılı içinde hayvan deneyleriyle ilgili ülkemizde olanlara bakacak olursak; HADMEK’deki (Hayvan Deneyleri Merkez Etik Kurulu) usulsüz üye seçimi dolayısıyla Hayvan Hakları ve Etiği Derneği, Ankara 2.İdare Mahkemesi’nde Bakanlık aleyhine dava açtı. Yürütmeyi durdurma istemi reddedildi, ret kararına yapılan itiraz da reddedildi. Dava halen devam ediyor.

Eylül ayında, Türkiye’deki ilk deney karşıtı tüzel kişilik olarak Deneye Hayır Derneği kuruldu. Derneğin “Deneysiz Belediye Projesi” kapsamında Didim Belediyesi, meclisinde aldığı karar ile Türkiye’deki ilk deneysiz belediye olduğunu açıklayarak, sokak ya da barınaktan deneyler için hayvan vermeyeceğini taahhüt etti. Ayrıca dernek, LUSH Ödülleri’nde finale kalan Türkiye’deki ilk örgüt oldu.

2020 yılının, tüm insanlar ve insandışı hayvanlar için eşit, adil, özgür bir yıl olması dileklerimle… Yeni yılınız kutlu olsun!

Hasat sonu

Hasat bitti sayılır.

En azından benim köyümde, köyümün civarında.

Artık hiç bir ağaç görmüyorum yolda giderken dalları dolu. Çoktan toplandılar, kalanlar daha derinlerinde olmalı bölgenin, zira köye az da olsa hala gelip giden tayfa var. Yanımızdaki dam da boşalmadı, yarıya indiyse de nüfusu. Yeni yıla kalmaz iş, dedi bir korucu; işi biten tayfanın köyden gitmesi gerektiğini ezanı takiben camiiden ilan etmeye giderken. Hoparlörlerden bazen bir, bazen üç kez tekrarlanıyor bu ilan. Asap bozucu.

Bu yıl memnun köylü zeytinden.

Memnun dediysem, miktarından memnun. Cebine ne girdiği ayrı konu:

Zeytin çuval üzerinden konuşuluyor, toplayanlar arasında. Bir çuval zeytin yaklaşık 90-100 kg geliyor. Biz 100’den ilerleyelim. “Her bir çuvalın hasat maliyeti 40 lira” dedi, bu yıl tayfaya 50 günde 60 bin lira yevmiye ödediğini söyleyen köyümden bir müstahsil. Orta boyutta bir üretici bu. Buraya kadar tamam. Sıkıma gidecek şimdi. Sıkımhaneye giren her çuval başına da 13 lira tahsiliye ödeniyor. Etti mi 53 lira. Etti.

Peki.

Zeytinyağının maliyetine etki eden unsurlar bu kadarla kalmıyor tabi. Zira bir yıl boyunca ağaçlara bakımın da bir maliyeti var. Aldığım bilgiye göre 200-250 ağaca 1 ton hesabıyla gübreleme gerekiyor. Gübre fiyatları değişken. Bölgenin genelinde kullanılan “şeker” gübre bir rakam, Ayvalık Tariş’e yeni gelen ve zeytin için özel oluşu heyecan yaratan bir gübre daha farklı rakam. Ayrıca ağaçların altındaki “yabani” otların tillenmesi diye yaygın bir uygulama var, zeytinliğe kaç kez traktör gireceğini de bu hesaba katmak gerekiyor. Son olarak da ilaçlama maliyetini koymak gerek. İlaç dediğimde illa zeytin sineğine karşı kimyasal mücadeleye değil sadece vurgum, bitkinin sıhhati için yapılan göztaşı uygulaması da dahil. Sadece budama maliyeti girmediğini tahmin ederim hesaplamaya, zira budanan ağaçların odunu satılarak gelire dönüştürülüyor zaten.

Tamam mıyız?

Ulusal Zeytin ve Zeytinyağı Konseyi’nin raporunda bölgenin 1 kg zeytinyağı için 5 kg zeytin ortalaması alınmış. Biz de hesabı buradan tutalım, 100 kg’lık keten çuvaldan 20 kg zeytinyağı çıkar diyelim.

Bu da tamam mı, tamam.

Bu yıl fiyatlar nasıl?

Bir ay öncenin haberi, TARİŞ Zeytin ve Zeytinyağı Birliği Başkanı Hilmi Sürek, 2019-2020 hasat döneminde sızma zeytinyağının kilogram başına alım fiyatını 20 lira olarak belirlediklerini ifade etti. 1 litre zeytin yağı 920 gram olduğu düşünülürse, 1 litre sızma zeytinyağının TARİŞ alım fiyatı yaklaşık 18.4 lira eder.

İki hafta öncenin haberi ise Ali Ekber Yıldırım’dan, “Hasadın ilk günlerinde sızma zeytinyağının litresi 20 liranın üzerinde alıcı bulurken, bugünlerde 17-18 liraya kadar geriledi.” diyor.

Bu bilgiler ışığında Edremit Borsası’na baktım:

Edremit Ticaret Borsası Kasım 2019 Bülteni.

Rakamdaki farklılıklar yağın kalitesine göre. Hatırlamak isterseniz kalite katmanlarını, bu yazı dizisinin 4’üncüsüne bir göz atın yeniden, lütfen.

Bu rakamların tümü benim durduğum yerden, köyümden ve köyümün parçası olduğu Edremit Körfezi’nden. Türkiye zeytin üreticisi memnun mu 2019-2020 hasadından; o sahiden ayrı bir soru.

O halde az çıkartalım kendimizi dışarı ve anlayalım durumu; sonra yine döneriz köye, benim durduğum yere…

Türkiye genelinde durum nedir?

Önce şunları bir yazın kenara:

2019-2020 hasat dönemi için Türkiye zeytinyağı üretim tahmini 225 bin ton.

Henüz aşılanmamış, tarıma katılmamış 80 milyon delicenin yanı sıra, 864 bin hektarlık bir alana yayılan yaklaşık 180 milyon zeytin ağacımız var.

Bu ağaçlar yaklaşık 320 bin aile işletmesi tarafından işleniyor.

Zeytin coğrafyamız sanıldığından geniş, Ankara’da dokuz bin ağacın varlığı şaşırtıcı değilken, İstanbul Adalar’da zeytinini pazarlayan bir kooperatif de dahil olmak üzere Şırnak’tan Artvin’e yayılan bir tarımı mevcut.

Rakamları merakla inceleyeceğinizi tahmin ederim:

2019-2020 Üretim Sezonu Sofralık Zeytin ve Zeytinyağı Rekoltesi Ulusal Resmi Tespit Heyeti Raporu.

Diğer zeytinyağı üreticisi ülkelerle kıyaslamada durum nedir?

2019-2020 hasadının küresel boyutunu Ali Ekber Yıldırım’ın haberinden okuyalım;

“Diğer ülkelerin bu yılki tahmini zeytinyağı üretimine bakıldığında İspanya 1 milyon 200 bin ton ile ilk sırada. Tunus 350 bin ton, İtalya 300 bin ton, Yunanistan 300 bin ton, Fas’ta ise 125 bin ton üretim olacağı tahmin ediliyor.”

Bu rakamlar Türkiye’nin dünya zeytinyağı üretiminde beşinci sırada yer alacağını gösteriyor.

Oysa geçen yıl Tarım ve Orman Bakanı Dr. Bekir Pakdemirli’nin 2018-2019 hasat tahminlerini açıklarken (büyük ihtimalle 2017-2018 hasadına referansla) “Sofralık zeytinde Türkiye’nin İspanya’dan sonra dünyada ikinci, zeytinyağında ise dördüncü sırada” olduğunu ilan etmişti.

Bir dördüncü, bir beşinci… bu dalgalanmalar normal mi?

Zeytin, yüzlerce yıl yaşayan ve meyve veren bir ağacın hasadı. Dalgalanmaları manalandırabilmek için ezberden gidip “var yılı yok yılı” demek bize yakışmaz. Biraz daha geniş bir resim görmeye çalışalım.

O halde önce Cumhuriyet dönemi boyunca zeytinde neydik, ne olduk… bakalım:

Şehir, Yağ, Susam, Eğriburun, İri Kara, Tekir, Ak, Edremit, Çobanisa, Domates, Midilli, Kekre, Memeli, Memecik, Gülümbe, Rufata, Karaca, Çakır, Şakran, Yerli Kara, Hurma Yağ, Tohum, Devedişi, Tekeli, Deli, Çılga, Azman, Yerli Yeşil, Sarı, Düz, Aydın ve Boncuk türlerinden sofralık ve yağlık zeytin alınan 1939’lara kadar yaklaşık 30 milyonmuş zeytin ağaç sayımız. Buna rağmen Cumhuriyet’in ilk yıllarında ciddi ihracat yapabilmişiz ve en çok zeytinyağı sattığımız dış ülke İtalya olmuş. Benim bu paragraftaki bilgileri aldığım, Nadir Yurtoğlu’nun “Zeytin ve Zeytinyağı Üretimi ile Ticareti Üzerine Tarihsel Bir Bakış (1923-1960)” başlıklı çalışmasından detaylarını okumanızı tavsiye ederim; zeytinde büyük bir kalkınma ve refah umudu gören zeytincinin ve Cumhuriyet hükümetlerinin katmanlı gayreti ile, ağaç varlığımız 1960’larda yaklaşık 55 milyona kadar yükseltmiş.

“1950 yılında 29.742.000 olan zeytin ağacı sayısı 25.103.000 artışla 1960 yılında 54.845.000’e; 265.412 ton olan zeytin üretimi 162.065 ton artışla 427.477 tona; 21.258 ton olan yemekliğe ayrılan zeytin 28.078 ton artışla 49.336 tona; 244.154 ton olan yağ çıkarmaya ayrılan zeytin 133.987 ton artışla 378.141 tona; 51.706 ton olan zeytinyağı üretimi 27.294 ton artışla 1960 yılında 79.000 tona yükselmiştir. Böylece 1950’den 1960’a kadar olan süreçte zeytin ağacı sayısında %84,40; zeytin üretiminde %61,06; yemekliğe ayrılan zeytinde %132,08; yağ çıkarmaya ayrılan zeytinde %57,87 ve zeytinyağı üretiminde %52,78 oranında bir artış sağlanmıştır.

TÜİK verilerine göre, artmaya devam eden ve 1988’de 85 milyonu yakalayan zeytin ağacı sayımız, özellikle 2004 yılından itibaren daha da hızlanan bir artış ile 2013’de 167 milyonu yakalamış.

Türkiyenin zeytin ağacı sayısı bugün 178 milyon.

Türkiye hükümetlerinin ortak zeytin politikası ağaç sayısını arttırmak olmuş. Peki ağaç sayısındaki artış zeytinyağı üretimine yansıyor mu? 

Bakalım: 

Sözü önce Mahfi Eğilmez’e vereyim:

“1990’dan bu yana zeytin ağacı sayısı tam iki kat artış göstermiş bulunuyor. Buna karşılık üretimdeki artış 1,6 katla sınırlı kalmış. Bunu kısmen meyve vermeyen ağaçların da sayısında artış olmasıyla ama asıl olarak üretimdeki dalgalanmayla açıklayabiliriz. Örneğin karşılaştırmaya başlangıç olarak 1990 yılı yerine 1995 yılını alsak üretimde 3,4 kat artış olduğu görülecek. Üretimdeki asıl artış, yağlık zeytin üretiminde ortaya çıkmış bulunuyor. Sofralık zeytin üretimi yüzde 28 oranında artarken yağlık zeytin yüzde 70 oranında artıyor.

Yıllar itibariyle zeytin ağacı sayısı ve zeytin üretimindeki gelişme.

Kısacası, ağaç sayısını arttırmak önemli bir hedefse de, bu sayı her zaman meyve veren ağaç anlamına gelmiyor ve dahası, ağacın verimini ifade hiç etmiyor. Verimden de kastım; 300 milyon ağacıyla İspanya 1.5 milyon tona yakın bir zeytinyağı üretimi gerçekleştirirken, 178 milyon ağacımızla (meyve veren 148 milyon) zeytinyağı üretimimiz 225 bin ton seviyelerinde.

Kıyası zeytinyağından yaptığımı unutmayın. Yine de kütlesel fark ciddi.

Eğilmez’in izinden gittim ama seçme yılları değil, 1990’dan 2018’e Türkiye’nin tüm hasatlarını, Uluslararası Zeytin Konseyi’nden (IOOC) aldığım zeytinyağı hasat verileriyle, bir çubuk grafiğe dönüştürdüm:

1990’dan günümüze rakamlara grafiğe oturtma arzum, on yıllar arasındaki farkı tam görebilmekti. Dalgalanma 1990 ile 2008 arasında özellikle dikkat çekici ama insan asıl, nasıl oldu da 2010’dan sonra dalgalanma daha az, diye merak ediyor.

Grafikte iki hasat dönemine dikkatinizi çekmek isterim. İlki 1994-1995 hasat dönemi. Ağaç sayısı bugünkü varlığımızın yarısından biraz az (86,5 milyon). Yine de 160 bin ton zeytinyağı üretimi gerçekleştirilmiş. İkincisi bir yok yılından sonra 1996-1997 dönemi. Bu kez de 200 bin ton zeytinyağı üretimi gerçekleştirmiş Türkiye. Neredeyse bugünkü miktarlar! Neredeyse.. Beni niyesi üzerine bir hayli düşündürdü.

Benzer bir kıyası Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Genel Başkan Yardımcısı ve 26. dönem Bursa milletvekili Orhan Sarıbal da toplam zeytin hasadı üzerinden yapmış: “2002 yılında 102 milyon zeytin ağacına sahip ülkemizde 1,8 milyon ton zeytin yetiştirilirken geçen 17 yıllık süreçte ağaç sayısı 178 milyona ulaşmış ancak verim 1,5 milyon ton seviyelerine gerilemiştir

Sizi sıkmak bahasına hatırlatırım: Benim kıyasım zeytinyağına dair, Sarıbal’ınki toplam zeytin üretim rakamları üzerinden.

Eğilmez’den devam ediyoruz:

“Zeytin yetiştiriciliğinde karşılaşılan en önemli sorunlardan birisi zeytin ağaçlarının bir yıl meyve verirken, ertesi yıl meyve vermemesi ya da çok az meyve vermesi olarak ortaya çıkıyor. Bu durum genetik olduğu kadar iklim koşulları ve kültürel uygulamaların etkisiyle de ortaya çıkabiliyor.” “Zeytinde yaşanan bu dalgalanmaya ‘periyodisite’ ya da halk arasındaki deyim ‘var yılı yok yılı’ adı veriliyor.

Tamam. Bu bize dalgalanmanın sebebini veriyor. Var yılı yok yılını grafiklerde bariz biçimde görüyoruz. Dolayısıyla bir kıyas yaparken doğru yılları seçmek şart.

Mahfi Eğilmez’den son bir grafik seti daha paylaşayım, zira ağaç miktarı ve üretim ilişkisi bağlamında tahmin ederim ki ilginizi çekecek:

Benim yukarıdaki çubuk grafikle kıyaslamada 4 yıl kadar daha geriden, 1988’den itibaren okuyabilirsiniz: Üstte artan ağaç sayısı, altta dalgalı üretim.

Dalgalanma işin doğasında var, anladık fakat bu grafikler bana iki soru daha sorduruyor:

Bir; 2010 öncesinde görülen dramatik artış ve düşüşlerin 2010 sonrasında yükselerek yumuşaması bize ne anlatıyor?

İki; ne oldu da 1996-1997 yılında yarı miktarda zeytin ağacıyla yakaladığımız 200 bin ton zeytinyağı üretimini bir daha ancak 2012-2013 hasat döneminde yakalayabildik?

Bence biraz daha ders çalışmamız gerekiyor. Bir yıl var, ikinci yıl yok olmanın ötesinde, neler etkiliyor ürün miktarını… hadi onlara da bir göz atalım:

Zararlılar: Zeytinyağından açtım konuyu, hatırlıyorsunuz. Bu bağlamda zeytin sineği, zeytinyağının kalitesini temelden etkileyen bir “zararlı”. Asit artışına sebep oluyor. Böyle bir durumda hala ısrarla zeytinyağına mı dönüştürülür o zeytin, sofralığa mı ayrılır yoksa sanayinin başka kollarına mı yönlendirilir… her üretici için her on yılda farklı cevapları var bu sorunun. Ve korkarım üretimde artışı, düşüşü ne kadar etkilediğini anlamak kabil değil. İstatistikler yeterli değil. UZZK raporları da.

Yukarıda sorduğum bir numaralı soruya cevabı burada aramaya başlayalım:

  1. Zeytin sineğine karşı ilaçlama 1990’lara oranla 2010’larla beraber daha sık ve daha çok yapılmaya başlanmış ve dramatik düşüşlerin yerini kabul edilebilir bir dalgalanma almış olabilir.

  1. Ya da zeytin sineğinin sebep olduğu bozulma ve yağdaki karşılığı olan asidi düşürmeye yönelik kimyasal teknoloji yani tağşiş, 2010’lardan sonra daha sık ve yaygın kullanılmaya başlanmış olabilir.

(Bu vesile ile henüz okumadıysanız, Orman ve Tarım Bakanlığı’nın taklit ve tağşişi önleme gayreti içerisinde yapmakta olduğu takip ve neticesi teşhir listelerine eleştirel bir bakışı da Bülent Şık’ın kaleminden okumanızı öneririm.)

Benim yakinen takip ettiğim bir ekol, geçmiş yüzyılların geleneksel yöntemleri arasında kimyasal ilaçlamanın olmadığı, çözümün zeytinliklere incir ağacı dikmekten geçtiğini anlatmaya çalışsa da, gelmiş geçmiş tüm Tarım Bakanları nezdinde değer verilmeyen, zeytinciye telkin edilmeyen bir öneri.

Dursun burada.

Yağışlar ve sulama: Zeytin, kuraklığa dayanıklı bir bitki olarak, sulama gerektiren bir tarımın öznesi değil normal koşullar altında. Yıllık yağışların yer altı sularını besler nitelikte olması yeterli. Yağış sadece çiçeklenme döneminde ve hasattan hemen önce, sıcaklar halen devam ederken olması halinde zarar verebiliyor rekolteye. Yine de, yer altı sularının azalması, büyük kuraklık ve aşırı sıcaklar halinde sulama yapmayı seçen zeytinciler (dünya genelinde zeytinlerin yüzde 10’a yakın bölümü sulanmaktadır) fark yaratabilirler.

2019-2010 zeytin rekolte tahmini toplantısında Ulusal Zeytin ve Zeytinyağı Konseyi (UZZK) Yönetim Kurulu Başkanı Ümmühan Tibet’in “Son 20 yılın dünya zeytin üretimine bakıldığında dalgalanma var. Yüzde 40’lara varan dalgalanmanın nedeni global iklim değişikliğidir” demişliği de kayıtlarımızda kalsın:

“Küresel ısınma nedeniyle kış ve ilkbahar yağışlarındaki dengesizlikler nedeniyle sulamanın olmadığı yada kısıtlı olduğu bölgelerde gerçekleşen yağışlardan bitkinin maksimum düzeyde faydalanması için yeni dikim alanlarında çeşide uygun dikim aralıklarının belirlenmesi yerinde olacaktır. Ayrıca global ilkim değişikliklerinin etkilerini azaltmak amacıyla zeytin dikim alanlarının yeniden belirlenmesine yönelik yapılacak çalışmaların Bakanlık tarafından desteklenmesi uygun olacaktır.

Planlama ve fizibilite: Tarımsal bir üretim, bir ticaret alanı olarak zeytin, planlama ve fizibiliteye muhtaç. Bu bağlamda zeytin üreticisinin hangi bölgede, ne miktar ve ne cins zeytin ağacı dikeceği ya da emanet alacağından başlayarak, pazarlamasını nereye, nasıl yapacağına kadar geniş ve katmanlı bir alanda çalışması, hatta yükselebilmesi için özgün bir kanal açması gerekiyor. Çiftçinin, girişimcinin planlaması ve fizibilite çalışması ile ülkenin zeytin tarımının gelişmesi kabil olmadığından konu elbette öncelikle hükümetlerin ve ilgili bakanlığın sorumluluğunda. Bu bağlamda 92 varyetesi kayıt altında ülkemizin, son 10 yılda, fark gözetmeksizin tüm coğrafyalarında Gemlik tipi ağaçların ekiminin desteklendiğini bilgi olarak bırakayım buraya.

Desteklerin düzensizliği ve azlığı: Türkiye’nin tarımdaki problemi, kalkınmacı hükümetlerin tüm Tarım Bakanları tarafından, arazilerin paylaşılmasından kaynaklı küçülen alanlar ve büyüyemeyen üretim olarak özetlenir, hep. Bir bakalım: Türkiye’de 320 bin aile işletmesi zeytincilik yapıyor. Bu işletmeler 850 bin hektarlık bir alanda zeytin üretimi ile iştigal ediyorlar; yani işletme başına avarajda 2.65 ha düşüyor. 413 bin üreticisinin arazi ortalaması 5.3 ha olan İspanya, 531 bin üreticisinin arazi ortalaması 1.6 ha olan Yunanistan, 776 bin üreticisinin arazi ortalaması 1.3 ha olan İtalya belki değerlendirmemize farklı bir boyut getirir.

Konu, işletmeye düşen arazi ya da ağaç sayısından çok; sulamadan, zirai mücadeleye, daha iyi bir hasattan, pazarlamaya pek çok katmanda ihtiyaç duyulan dayanışma ağları, destekler ve yaygın eğitim olmasın?

“Türkiye Ziraat Odaları Birliği (TZOB) verilerine göre, zeytin üretiminde dekar başına verimlilik ülke bazında değerlendirildiğinde, İspanya 369 kg/dekar, İtalya 256 kg/dekar ve Yunanistan 209 kg/dekar ile öne çıkarken, Türkiye yaklaşık 195 kg/dekar verimlilikle 213 kg/dekar olan dünya ortalamasının altında yer alıyor. Türkiye’deki ağaç sayısındaki artışa rağmen halen ağaçların %80’inin 10 yaşın üzerinde olması, üretimin düşük seyrinde etkili…

Türkiye’de devletin sağladığı desteklere küçük aile işletmelerinin erişimi çok limitli. Bu herkesin kabulü bir gerçek artık. Üç asırdır her türlü örgütlenmeyi bekasına bir tehdit gören idarelerin bir türlü silkinip atamadığı endişeler, kooperatifçiliği de kolay bir ihtimal kılmıyor. Bu sebepler, toplamda, bir yıldan diğerine, o günün koşulları neye, ne kadar imkan veriyorsa o şekilde bir zeytincilik yapılmasına tekabül ediyor. Bir daha zeytinini döverek hasat eden gördüğünüzde ya da pet şişede zeytinyağını satan bir kadınla karşılaştığınızda cehalet, hile, hurda kadar devletin politika eksikliği de gelsin aklınıza.

Evet, işin aslı bu.

“Tarım ve Orman Bakanlığı 27 Mart 2018 tarih ve 30373 sayılı resmi gazetede yayınlanan Bitkisel Üretime Destekleme Ödemesi Yapılmasına Dair Tebliğ’de zeytin üreticisine, ÇKS kayıtlarında belirtilen alan dikkate alınarak 14 TL/da mazot ve gübre ödemesi desteği, 50 TL/da İyi Tarım Uygulaması (İTU) desteği, 70 TL/da Organik Tarım Desteği, 80 krş/kg Zeytinyağı fark ödemesi desteği, 100 TL/da Bitkisel Üretim Yapan Küçük Aile İşletmesi desteği olarak belirlenmiştir. Zeytin ve zeytinyağı sektöründe desteklemeler, çeşitli kalemlerde verilmekte ancak küçük aile işletmeciliğinin yoğun olması nedeniyle verilen desteklerin çok küçük bir kısmı üreticinin faydasına sunulmaktadır. Bunun yanı sıra özellikle zeytinyağı primi ödemelerinde yeterli talep olmadığı ya da müstahsil makbuzu düzenlemelerinde usulsüzlükler de tespit edilmektedir. Ulusal Zeytin ve Zeytinyağı Konseyi olarak önerimiz, toplam zeytin danesine desteklemenin yapılmasıdır. Böylelikle, küçük ya da büyük ölçekli tüm üreticilerimizin faydalanabileceği, çok daha etkili olacağı, sektörün kayıt dışı sorununa çözüm sağlayacağı, üreticinin maliyetlerine katkı yapacağı düşünülmektedir.

Yine aynı tebliğde Geleneksel Zeytin bahçelerinin rehabilitasyonu desteği yayınlanmıştır. Buna göre geleneksel zeytin bahçesi alanının en az 1/5’inde gençleştirme budaması yapacağını tespit ettiren ve 15/10/2018-30/4/2019 tarihleri arasında gençleştirme budaması yapan çiftçilere budanan alan üzerinden 100 TL/da destekleme ödemesi yapacağı belirtilmiştir. Gençleştirme desteği için çiftçiler bu desteğin nasıl uygulanacağına dair bilgileri İl ve İlçe Tarım ve Orman Müdürlükleri’ne başvurdukları bilgileri alınmıştır.”

“Girdi ve hasat maliyetleri yüksekliği ürünün az olduğu yıllarda özellikle dile getirilmekte, yer yer ürünün tarlada kalmasına sebep olmaktadır. Girdi maliyetlerinin azaltılması konusundaki talepler çok yoğun olarak dile getirilmektedir.”

“Piyasa fiyatlarındaki dalgalanmaların; üretici ve tüketici üzerinde negatif etki yaptığı, markalı, ambalajlı market satışlarının %25-30’lara varan oranlarda düştüğü buna karşın merdiven altı satışlarda patlama olduğu, taklit ve tağşişin tavan yaptığı da yaşanan bir gerçektir. Tüm bu gerçekler göz önünde bulundurularak piyasa hareketlerinin dengeli gitmesi, hem üretici ve hem de tüketicinin korunması sektörümüzün sürdürülebilirliği açısından son derece önemlidir. Bu bakımdan AB’de olduğu gibi piyasa müdahale sisteminin kurulması, vadeli işlemler borsasına benzer veya lisanslı depoculuk gibi sistemlerin çalışmasının sağlanması gerekmektedir

Küresel ticaretin yarattığı dalgalanmalar: Buğday rakamlarını tartışılırken duyuyorsunuz, eminim; şu kadar buğday ithal ettik, şu kadar un ihraç ettik diye! Ve muhalefetin soru önergeleri ile Bakanlık tarafından yapılan açıklamalar arasında mümkün değil anlamıyorsunuz; buğdayda kendimize yeter bir üretimimiz var mı, yok mu! Haklısınız. Zira üretilen buğdayın ne kadarı ekmeklik, ne kadarı makarnalık vs bir dolu arayıp bulamayacağınız değerin yanı sıra; büyümeye endeksli bir ekonomiyi besleyen gıda sanayiinin, unla geliştirdiği ama gıda olmayan yemeliklerin kapladığı alanı bu döngüde çözme imkanınız… hiç yok!

Zeytinyağı da çok farklı değil.

İspanya’ya, İtalya’ya ne kadar zeytinyağı sattığımızın bilgisine ulaşmayı denedim, mümkün değil buraya bırakabileceğim kesinlikte bir bilgi bulamadım. Hadi çıkışları önemsemeyelim, kimse zeytinyağsızlık çekmiyor, “satışlar milli kazanç hanesine” diyelim. Peki, ya ithalat? Dışarıdan ülkeye zeytinyağı girişi var mı, varsa müstahsile etkisi ne; insan merak ediyor. Soğan lobisinden bahsedilen, hiza vermek için soğan ithal edilen günler bunlar. Gülmeyin. Ne UZZK raporuna, ne de Mahfi Eğilmez’in grafiklerine girmemiş bu mesele. Oysa küresel bir dünyada zeytinyağına ithalat penceresinden bakmadan durumu anlamak zor:

O halde konumuz Afrin!

“Suriye’de yaklaşık 100 milyon zeytin ağacı olup her yıl 2 milyona yakın yeni ağaç dikilmektedir. Dünya zeytin ve zeytinyağı üretiminde önemli bir yere sahiptir. Toplam tarım alanlarının %10’unu, meyve alanlarının ise %65’ini zeytinlikler oluşturur. Zeytinlikler ülkede 617.000 hektarlık bir alan kaplar. Yaklaşık 200.000 aile ve nüfusun yaklaşık %5 ini oluşturan 1 milyon kişi zeytin tarımı ile doğrudan ve dolaylı olarak ilgilidir. Yıllık ortalama sofralık zeytin üretimi 110.000 ton, zeytinyağı üretimi ise 112.000 tondur. 2010 yılında yaklaşık 200.000 ton zeytinyağı üretmeyi hedeflemiştir. Yıllık zeytinyağı ihracatı ise ortalama 15.000 ton civarındadır. İhracatın %51 ini Avrupa ülkelerine yapar. Tüketim ise kişi başına 6 kg civarındadır (Malevolti, 1999). Halep, Edlip, Dar’a, Şam civarı ve Lazkiye zeytin üretilen başlıca bölgelerdir.”

(Efe, Soykan, Cürebal ve Sönmez (2013) Dünya’da, Türkiye’de, Edremit Körfezi Çevresinde Zeytin ve Zeytinyağı (s. 74) Edremit Belediyesi Yayınları)

Hükümet seviyesinde ilk kez geçen yıl, Tarım ve Orman Bakanı Pakdemirli’nin “Hükûmet olarak PKK’nın eline gelir geçsin istemiyoruz, Afrin’de gelir bize geçsin istiyoruz” ifadesiyle resmi bir mana kazanan Afrin zeytinyağı, zeytinyağı üreticileri için 2012 yılından bu yana büyük bir yara, bir itiraz konusu.

Kıyaslama yapabilmeniz adına paylaşıyorum; yaklaşık 180 milyon ağacı ile Türkiye’deki

“.. toplam tarım alanlarının %2,2’si ve bağ-bahçe alanlarının da %22’si zeytinliktir. Zeytin, uzun yıllar ürün vermesi nedeniyle ekonomik olarak önemli bir üründür. Üretimin çoğu küçük aile işletmeleri şeklinde ve küçük parsellerde yapılır. Zeytin ve zeytinyağı sektöründe yaklaşık 400.000 aile ve 1 milyon tarım işçisi çalışır.”

(Efe, Soykan, Cürebal ve Sönmez (2013) Dünya’da, Türkiye’de, Edremit Körfezi Çevresinde Zeytin ve Zeytinyağı (s. 93) Edremit Belediyesi Yayınları.)

Sözün özü, Suriye ciddi bir zeytinyağı üreticisi ve Afrin zeytinyağı şu anda bölgede egemenliğini kurmaya çalışan tüm güçler adına önemli bir ticari kaynak.

Anlatılan o ki; ürün, üreticisinden dünya ve hatta komşu ülke zeytinyağı taban fiyatının çok, çok altında alınıyor. Satıldığı/satılacağı ülkelerde maliyetin çok üstünde ancak pazarın hala altında bir fiyattan pazarlanıyor.

Yaratılan gelir Suriye’deki savaşın fonlarından biri.

Sayın Bakan da, bir kazanç varsa, bizim olsun derken, bu ilişkiye işaret ediyor kanaatimce.

Hükümet nezdinde yeni yeni telaffuz ediliyor olsa da, dediğim gibi, konu 2012’den bu yana zeytincinin malumu. Kimsenin Suriye’deki savaşı fonlamaya dair endişesi manşetlere yükselmiyorsa da, hali hazırda ederini ancak karşıladığı söylenen zeytinyağı fiyatlarını düşürmesi sebebiyle ticaret odalarının gündemlerine giren önemli bir konu bu.

Nasıl mı?

Antakyalı zeytinci Yahya Kemal Nalçabasmaz ile 2019 yılı Mart ayında (dolayısıyla etkisini ifade ettiği hasat dönemi 2018-2019) yaptığı görüşmeyi haberine aktaran Ali Ekber Yıldırım’dan okuyalım: “Hasat döneminde litresini 16-17 liraya sattığımız dökme dizyem yağları, Afrin’den yağ gelmeye başladıktan sonra litresi 13 liraya geriledi. Alıcılar “biz Afrin’den ucuza alabiliyoruz” diyerek fiyatı düşürdüler.”

Bu haberin yazıldığı tarihte Deutsche Welle’in yaptığı bir haberde sektöre etkisi, bir teyid niteliğinde; yılın ilk dört ayında Afrin’den giren zeytinyağı miktarı 13 bin tonun üzerinde şeklinde geçiyor.

Araştırırken gerçek manada bir şeffaflık talep etme imkanımın olmadığını tekrar tekrar idrak ettiğim bu süreçlere dair Bakan Pakdemirli’nin verdiği rakam, yukarıdaki beyanlardan bir kaç ay öncesinde, Kasım 2018’de 5 bin ton olarak geçiyor. Aynı haberde Afrin, Zeytin Dalı Gümrük Kapısı’ndan çıkış yapan zeytinyağı miktarı 50 bin ton olarak telaffuz edilmiş. Hatay’da bulunan ve Suriye ile ticaret kapımız olarak adlandırılan gümrük kapısından geçen bu zeytinyağı miktarının toplamda kaç olduğuna, kim tarafından, kime ya da nereye satıldığına dair bir bilgiye sayın Bakan yer vermemiş beyanında, gazete de haber yaparken sorgulamamış.

2010 öncesi ve sonrası zeytinyağı üretiminde dalgalanmanın farkını çözme gayretimize bir cevap da burada belki:

  1. Türkiye zeytinyağı üretiminde 1990-2010 arası görülen dramatik dalgalanmanın durulmasında 2012 yılı itibarı ile Afrin’den giren yağın da etkisi olabilir mi diye bakabilmek iyi olurdu ancak konu şeffaf değil. Güvenilir bir istatistiki veri yok, haliyle kıyas imkanı da!

(Bu vesile ile TÜİK ve verilerini TÜİK aracılığı ile derleyen FAO dahil hiç bir istatistik veriye güvenemeyeceğimizi tekrar edeyim; birine lanet okumak istediğinizde söyleyebilirsiniz: “Tarım istatistiklerini karşılaştırıp mana çıkartmak zorunda kalasın!”)

Dünya önce bir gaz ve toz kümesiydi…

Evet. Yine bir dolu anlattım. Öze gel diyorsunuz, duyuyorum.

Evimden 130-150 metre aşağıda 1100 yaşında bir zeytin var. Kimin biliyorum ama ilk kim dikti, kaç emanetçisi oldu bugüne de mümkün değil bulmak.

Anlıyorsunuz demek istediğimi.

“Mal sahibi, mülk sahibi,

Hani bunun ilk sahibi?

Mal da yalan, mülk de yalan,

Var biraz da sen oyalan!”

Yunus Emre

Miras! 

İster simgesel bir miras olarak görün, tarımsal, geleneksel, kültürel katmanlarıyla; ister geçim sağlayan yanıyla bakın, ekonomik bir mana yükleyin ve mirası oradan biçin: Cumhuriyet’le beraber Türkiye’ye miras kalan ve o tarihten bu yana sayıca arttırılan, ekonomisi konuşulan bir ağaç olarak zeytin, elbette hukukun da konusu olmalı. Değil mi?

Hukuki manada miras, kabaca; gerçek kişilerin ölümlerinden sonra parayla ölçülebilen bütün hak ve yükümlülükleridir.

Mal varsa, miras da var.

Ağaç bu bağlamda bir mal, bir mülk müdür?

Hele zeytin gibi seni, beni, hükümetleri, devletleri gömer ömre sahip bir ağaç?

Zeytin ağacının değeri

Benim yaşadığım bölgede arazi satışları imarlı ya da zeytinlik olarak geçiyor. Malum, zeytine imar yok. 1939’da yayınlanan 3573 sayılı Zeytinciliğin Islahı ve Yabanilerinin Aşılattırılması Hakkında Kanun’a göre;

“Madde 20 – (Değişik: 28/2/1995-4086/5 md.)

Zeytinlik sahaları içinde ve bu sahalara en az 3 kilometre mesafede zeytinyağı fabrikası hariç zeytinliklerin vegatatif ve generatif gelişmesine mani olacak kimyevi atık bırakan, toz ve duman çıkaran tesis yapılamaz ve işletilemez. Bu alanlarda yapılacak zeytinyağı fabrikaları ile küçük ölçekli tarımsal sanayi işletmeleri yapımı ve işletilmesi Tarım ve Köyişleri Bakanlığının iznine bağlıdır.

Zeytincilik sahaları daraltılamaz. Ancak, belediye sınırları içinde bulunan zeytinlik sahalarının imar hudutları kapsamı içine alınması halinde altyapı ve sosyal tesisler dahil toplam yapılaşma, zeytinlik alanının % 10’unu geçemez. Bu sahalardaki zeytin ağaçlarının sökülmesi Tarım ve Köyişleri Bakanlığının fenni gerekçeye dayalı iznine tabidir. Bu iznin verilmesinde, Tarım ve Köyişleri Bakanlığına bağlı araştırma enstitülerinin ve mahallinde varsa ziraat odasının uygun görüşü alınır. Bu halde dahi kesin zaruret görülmeyen zeytin ağacı kesilemez ve sökülemez, İzinsiz kesenler veya sökenlerden ağaç başına iki milyon liradan beş milyon liraya kadar hafif para cezası alınır. Kesilen ve sökülen ağaçlar müsadere edilir.

Bu Kanunun yayımından önce zeytinlik alanlarına ilişkin kesinleşmiş imar planları geçerlidir.”

Dolayısıyla imarlı araziler belediyece izin verilen kat miktarına, bölgesine vs göre metrekare fiyatı alırken, tapuda zeytinlik olarak geçen araziler, normal koşulların altında, toprak kalitesi ve ağaç başı üzerinden fiyat alır.

Misal, bizim köyümüzde zeytinliklerde 2 ila 3 bin lira değer biçiliyor, zeytin ağacı başına.

Manalı bir ticaret için, “insanın 10 bin ağacın olmalı” diyorlar. Yani, bizzat sahip olmanız gerekmiyor, kiralayan da var fakat 10 bin herkesin hemfikir olduğu bir rakam. Hesabı siz yapın. Bir dönüm arazide kaç ağaç var ki, diyeceksiniz. Edremit/Ayvalık tipi ağaç konuşuyorsak 10 ancak oluyor. 2 ila 3 bin lira hesabını bu ağaç tipi için verdim. Gemlik olursa, daha fazla olur dediler ama kimse tam bir sayı vermedi sorduğum. Ama bize Ayvalık bilgisi makul bir pusula olacak.

Küresel ekonominin büyümeye endeksli olduğunu unutmadan yapalım hesabı:

Bir dönüm zeytinlik yaklaşık 10 ağaç, ağaç başına 2-3 bin lira, ortalamada 25 bin lira dönüm başına. 10 ağacın 10’u da yetişmiş ağaç, dolayısıyla ortalamada her biri birer çuval zeytin verse, 10 çuval zeytin eder. Çok iyi bakılmış, iyi poyraz almış, dolayısıyla zeytininden çıkan yağ da kaliteli olsun; çıkın yukarı, hesapları gözden geçirin, kaç kazanır müstahsil hesaplayın: 200 kg zeytinyağı. 30 liradan satsın (çok iyi niyetli veriyorum rakamı, bizim köyde ortalama 23 lira), 6 bin lira eder!

Ev yapıp satacak olsa?

Hesaplamayalım bile. İyi ki koruma kanunu var (bu kimsenin zeytine ev yapmadığı manasına gelmiyor, yasasına uydurup, “topu topu sekiz ağaç kestim” deyip zeytine beton bina dikebilmenin şuursuzluğu eğitim, görgü vs tanımıyor)

Peki, biz bina yapmayalım, zaten doğru değil tamam ama bir imar mevzuu var, sürekli gündemde; 7 kez Meclis’e gitti ve döndü misal… neden?

Zira Bandırma’da bir liman ve büyütülen bir organize sanayii bölgesi, Marmara çevresinde bir Altın Ring, Çanakkale’de bir köprü ve Edremit-Burhaniye Doğal Gaz Boru Hattı gibi projeler var!

Tüm bu projelerin yer alacağı alan, zeytin ağaçlarının bölgesi.

Güney Marmara’nın tüm zeytinlikleri ister istemez istimlak tehdidi altında. Memleketin ali çıkarları (!) gereği istimlak edilen ve edilecek zeytin ağaçlarına biçilen değerin ne Ayvalık, Mutluköy tarifesi, ne Gemlik tarifesi, ne de devletin istimlak tarifesiyle ölçülmediği; rakamların asıl belirleyeninin tümü birer beton yatırımı olan bu dev projelerin maliyetleri içerisinde ancak ölçülebilirliği aşikar.

Miras mı demiştik?

Emanet miydi bu bizden önce var, bizden sonra da var olacak ağaçlar?

Miras oldukları için, Türkiye’nin tüm hükümetlerinin yatırımı oldukları için, zeytinden sürdürülebilir ve değeri yükseltilebilir bir ekonomi yaratılabileceği için var 3573 sayılı Zeytinciliğin Islahı ve Yabanilerinin Aşılattırılması Hakkında Kanun, değil mi?

O halde, yukarıdaki projeler teker teker Meclis’e getirilirken neredeydik?

Yedi kez Meclis’e gelen yasa değişikliği talebini bölgenin tüm Ticaret Odaları, tüm Milletvekilleri, tüm yaşayanlarının yanı sıra İstanbul’dan, Ankara’dan, Diyarbakır’dan Muş’dan, Giresun’dan destekleriyle geri çektiren bizler, neden yukarıdaki projelere uyanamadık?

Sanırım yediğimizle, içtiğimizle, giyip çıkarttığımızla, kısacası özendiğimiz tüm yaşam biçimimizle, iklim krizine giden yolun taşlarını nasıl döşediysek (evet, bilmeden ama) öyle.

2020 ile beraber 21. Yüzyılın ikinci onunu da geride bırakıyoruz. 

Çok şey var uyandığımız bu son 10 yılda.

Zeytinden lüfere, Kuzey Ormanları’ndan Adalar’daki faytonlara bir dolu mücadele verdik. Arazilerin hukuksuz gaspı, şeffaf olmayan rant ilişkileri bir yandan, fikir hürriyeti diğer, Gezi Parkı’ndan imc tv’ye bir dolu alanda hak mücadelemiz devam ediyor. Bir önceki on yılda başlattığımız gerçek gıda talebimiz, ekşi maya ekmeklerin ve kooperatiflerin sıradan günlük konuşmaya sızdığı günlere evrildi.

Ne mutlu.

Üzerimize giymek için indirimden satın aldığımız üçüncü, dördüncü bir tshirt ile zeytin arasında bağ kurabilecek şuur artık mevcut bizde. Bu şuur bize çok ders çalışmamız, görmediklerimizi görmekle yetinmeyip derinlemesine öğrenmemiz, ezberci bir muhalefetten kurtulup geniş resimler çizen türde bir kavrayışı talep etmemiz gerektiğini söylüyor, umarım. Bu yolda dilerim zeytinin bereketi, zeytinin muhabbeti, zeytinin barışı üzerinize olsun. 2020 hakkını vereceğimiz bir yıl olsun, mücadele ile, muhabbetle ve en çok da daha fazlasına uyanışla ve birbirimizden cesaretle arttıracağımız bir dönüşümle.

Sözümü unutmadım, likörler ne durumda, raporum hazır:

Fotoğrafta ceviz likörü, beyaz ve siyah murt likörleri ile safran likörüm var. Reçetelerini paylaştığım kuşburnu ve güvem henüz hazır değiller. Sanırım onları denemek için kızımın yaş gününü bekleyeceğim fakat bu fotoğraftakiler 2020 için iyi dileklerimi paylaşacağım tüm dostlarıma ikram için rafta yerlerini aldılar.

Likör için geç kaldığınızı düşünüyorsanız, haklısınız ama içki ile aranızda inançtan ya da sağlık vb sebeplerle bir mesafe yok ama niyetiniz varsa; sanmam ki şu iki günde kakuleli bir cin yapmak ve yeni yıla iyi bir martini kokteyli ile girmemek için sebebiniz olsun!

Buyrun:

1 şişe yerli cin (biliyorsunuz, ben filtreden geçiriyorum ama şart değil)

7-8 adet kakule

2 küp şeker

Karıştırın ve karanlık bir yere kaldırın. İki gün içinde farkı koklayacaksınız. Bir haftadan uzun tutmayın. Şeker miktarını arttırmayın. İlla bir tık daha lezzet isterseniz, incecik bir portakal kabuğu atabilirsiniz içine ama incecik ki çok baskın olmasın.

Martini kokteyli için vermut (dry) gerekecek. Ben bardağı yıkayacak kadar koyanlardanım. Makul insanlar 1 ölçü vermuta 6 ölçü cin koyuyorlar. Vermut yok, ne yapsam diyorsanız, cin tonik de süper olur bu kakule aroması sayesinde. Yerli tonikler var, içinde mısır şurubu olan endüstriyellere alternatif. Çok da lezzetliler, üstelik.

Lütfen kadehinizi muhabbetimize ve bizi bekleyen büyük dönüşüme kaldırmayı ihmal etmeyin.

Hak ettiğimiz gibi bir yıl olsun, 2020!

Kanal İstanbul kimin projesiyse saklanmasın, çıksın ortaya

Kanal İstanbul iktidarın bir projesi mi? Yaratacağı riskleri, çevrenin yaşayacağı yıkımları dikkate almadan ve gereğinden fazla bir iştahla projeyi dayatmaya çalıştığına göre, evet.

İşte yalnızca bu ısrar yüzünden bundan kuşku duyuyorum. İktidarın gözlerini bağlayan, onu taraf haline getiren bu arzunun arkasında acaba ne olabilir diye düşünüyorum.

Daha açık söylemem gerekirse iktidarın Kanal İstanbul gibi derme çatma hazırlanmış bir projede bu kadar taraf olmasının arkasında bir bit yeniği olduğunu tahmin ediyorum. Kafama takılan soru şu: Acaba iktidar bir çelişkiyi gizlemek için bu kadar ısrarla bu projeyi savunuyor ve bu dayatmayı yapıyor olmasın? Kendisine bu görev biçildiği için, ondan bekleneni yerine getirmek için?

Öyle değil mi? Demokratik bir ülkede iktidarlar projelere taraf olmazlar. Araştırma projeleri, şehircilik planları, mimari tasarımlar için yarışmalar açarlar. Böylece çoklu bir fikir geliştirme ortamı yaratır, şehirlerin, istihdam yapısının, yaşam kalitesinin geliştirilmesini hedeflerler. Sosyal hizmetlerden, kültürel programlara, mimari projelerden şehircilik planlarına. Bunların yapılabilirlik aşamaları, çerçeve ve fikir geliştirme aşamaları uzmanlık kuruluşlarına (ve bilgi sahibi olması için halka) açıktır. Çıkar kuruluşları, müteahhitlerin işlevi farklıdır.  Onlar projeler, planlar tamamlandıktan sonra sürece katılabilirler. Dünyada düşünce ve fikir üretimini belirleyen hukuk normlarının neden böyle oluştuğunu tahmin etmek de zor değil. Çünkü ne yapılacağı bilinmeden ihale yapılamaz, planlar ve projeler tamamlanmadan rekabet koşulları oluşmaz. Bunu az çok bu işlerle ilgili herkes bilir. Yoksa şehirlerdeki planlar ve projeler, kamu hizmetleri kamusal nitelik kazanamaz, istihdam koşulları geliştirilemez, yaratıcılık teşvik edilemez. Temsil kabiliyeti olmayan topluluklar dışlanır, yerlerinden kazınır, haksızlıklar artar…

Ayrıca şunu da hatırlamakta yarar olabilir: 80’lerden sonra yalnızca kamu değil, şirket yönetimleri bile fikir ve ürün geliştirme faaliyetlerini kurumsal bürokrasilerinden bağımsızlaştırma ihtiyacı duydular. Yalnızca kapalı uçlu bir fikir geliştirme yapısıyla, araçsal bir kar etme mantığı ayakta kalamayacaklarını fark ettiler.

Bu ısrardan, dayatmadan da anlaşıldığı gibi Türkiye’nin kamu yönetimi sistemi savaş öncesinden kalan neo-klasik bir devlet özelliğini muhafaza ediyor. İktidar aparatı ile örtüşen kapalı uçlu, dayatmacı işleyişler kamusal nitelikli politikaları felç etme işlevi görüyor. Bu yüzden kamusal alan imtiyazlı çıkar grupları tarafından ele geçiriliyor, işgal ediliyor.  Bu nedenle farklı fikirlere açık bir ortam oluşturulamıyor, yaratıcılığı teşvik edecek katılımcı yöntemler geliştirilemiyor ve iktidar teslim oluyor. Bunun işaretleri artık her alanda ortalıkta.

Sihirbazın bu numarayı nasıl yaptığını görmek

Yaşanan krizi anlamak için “3. Köprü İstanbul için bir cinayettir” sözünün merkezi yönetime gelince nasıl unutulduğunu hatırlamakta yarar olabilir. Aradaki çelişkinin “görüş değiştirmek” gibi bir şey olmadığı, nedenlerinin olabileceğini tahmin etmek zor değil. (*Bu kırılma noktasını bir tartışma notu olarak aşağıda sunuyorum.)

Otokratların söylemlerindeki çelişkiler, çarpıklıklar ne söylediklerinden daha açıklayıcı olabilir.

Devlet iktidarı ile örtüşen, iktidar gücü ile ayrıcalık kazanan yapılar bildiğimiz hukuk sistemlerinde ya yoktur ya da iktidarların gölgesi altına saklanırlar, görünmezler. Bu karanlıkta bırakılan alan bir  “istisna hali” olarak bildiğimiz hukuk normları ile idari tasarruflar arasındaki çelişkileri gizler.

Bu projeler geliştirilirken genellikle siyasetçilerin haberleri bile yoktur. Siyasetçiler onları yönetiyormuş gibi gözükseler de işleyiş bunun tam tersidir. Onlar iktidarları yönetirler. Ancak iktidarlar bu gerçeği gizlerler, çünkü hala devleti kendileri yönetiyormuş gibi göstermek zorundadırlar. Hayal makineleri iktidarları kendi imtiyazları için kullanan, onları kendi arzularıyla kendilerine bağlayan güçler olarak iş görür. Tasarım, fikir geliştirme alanını kapatarak, alternatiflerin ortaya çıkmasını engeller. Böylece sistem sorgulanamaz hale gelir ve kendisini yeniden üretir. Tıpkı sihirbazın gösterisini yaparken dikkatleri başka yere çekmesi gibi…

Herkes hayal kurabilir, siyasetçiler de. Ayrıca iktidarların etrafında bu tür projeleri kulaklarına fısıldayacak aracılar da olabilir. Ancak hayallerin projelere dönüşmeleri için bir tür endüstriyel üretim gerekir. Arkalarında bir hayal endüstrisi olmazsa, lafı bile olmaz. Ne kadar baştan savma bir şekilde tasarlanmış olsa da- Kanal İstanbul iktidar tarafından geliştirilebilecek bir proje değil. İstanbul gibi dev bir şehrin sınırları içinde, iki deniz arasında yapılacak 45 kilometrelik bir kanal fizibilite, finansman çalışmaları, altyapı-üstyapı etüdleri, yerleşim alanları için planlar ve projeleri yapılmadan siyasetçilerin kamuoyunun karşısına çıkıp telaffuz etmeleri bile mümkün değil.

Bence Kanal İstanbul tartışmalarında eksik kalan bu projeyi kimlerin hazırladıkları. İşin püf noktası zannedersem burada. Evet, siyasetçiler de hayal kurabilirler. Ama hayalin arkasında bir yapı olmadan otokratların performatif bir gücü yoktur.

Bu krize karşı ne yapılabilir?

Bu neo-klasik modelin yarattığı kriz. Bu kriz yandaşlara ayrıcalık ve pay dağıtılarak ve idealler yaşatılıyormuş gibi yapılarak telafi edilmeye çalışılıyor. Böylece gücü olmayanlar, temsil alanın dışında kalanlar bir kere daha işaretsizleştiriliyor.

Modernleşmenin erken aşamalarında disipliner işlevler sorunlarla boğuşan şehirleri iyileştirmeye çalışıyorlardı. Günümüzün neo-liberal koşullarında ise iyileştirmek şöyle dursun, toksik bir etki yaratıyorlar. Bu nedenle hayalleri özgürleştirmekle işe başlamak gerekli. Modern kamusal alan hayallerin karşılaştığı bir yerdir. Yönetimlerin görevi yalnızca bunların akışlarını düzenlemek, çatışmamalarını sağlamak değil. Asıl mesele hayallerin özgürlüğünü, iktidar aygıtından bağımsızlaşmasını sağlamaktır. İktidar ile fikir üretimini birbirine karıştıran rejimler totaliter rejimlerdir. Aktörler arasında katılımı eşitsiz hale getiren farklılıklar her zaman bulunur. Ayrıca kamu gücünü kullanan aktörlerin de bir kamusal alan tanımlayıcısı olma eğilimi, arzuları olabilir. Sorun iktidarların gücünü kışkırtmak değil, açık bir tartışma ortamında kamusal nitelik kazanmasını sağlamaktır. Kamu adına üretilen bilgileri, imkanlarını, konumları kullanarak proje işleri alan, tekelci ilişkiler içinde fikir ürünleri geliştiren uzmanları düşünelim. Bunların ürettikleri projeler yalnızca niteliksiz ya da kritik düşünce süzgecinden geçmemiş ürünler değildir. Bu projeler totaliter modernleşmenin inşasını sağlar.

Bu krize yalnızca tercihlerle değil, eylemselliklerle, perspektifi olan politikalarla direnilebilir. Kanal İstanbul zırvalığı yalnızca bir politik tercih değil, içinde bulunduğumuz giderek otoriterleşen rejimi oluşturan bir işleyiş, bir pratik. Bu nedenle ona itiraz ederken, onu yaratan maddi koşullarla da mücadele etmek, değiştirmeye çalışmak zorundayız. İnsanların, insan olmayanların geleceği için başka çare yok.

Bu nedenle yalnızca Kanal İstanbul’un ne kadar saçma olduğunu söylemek yetmez. Onun arkasındaki işleyişi deşifre etmek ve onu değiştirmeye çalışmak gerekir. Bu ise yeni bir politik perspektif demektir. Böylece bir şerden iyilik doğabilir.

***

Tartışma konusu: Planların çöpe atılıp, Araç Tüneli, 3. Köprü ve 3. Havalimanı projelerinin ortaya çıkışı.

Bugün gizemini koruyan konu 3. Köprü’nün, Yavuz Sultan Selim Köprüsü’nün neden İstanbul’un kuzeyine yapıldığı. (Diğer bir konu Atatürk Havalimanı’nın neden kapatıldığı.) Kanal İstanbul adı verilen projenin arkasındaki dinamikleri anlamak için bu yer seçimini tartışmak yararlı olabilir. Karayolları Genel Müdürlüğü içindeki etkili bir grup bürokrat “3. Köprü’nün ulaşım ihtiyacının en yüksek olduğu yerde, mevcut iki köprü arasına yapılmasının gerekli olduğunu” söylüyorlardı.

90’lı yılların ortalarında hazırlanan sivil toplumun da itiraz ettiği ve tam iki kez ihaleye çıkarılmasına ramak kalan Arnavutköy-Kandilli geçişinde ısrar ediyorlardı. Onlara göre 3. Köprü’nün başka bir yere yapılması yanlıştı. Basına yaptıkları açıklamada, bir hata yapılmaması için siyasetçileri uyarma sorumlulukları bulunduğunu belirtiyorlardı. Bu deneyimli bürokratların görüşleri acaba neden dikkate alınmadı?

İstanbul Metropoliten Planlama Bürosu‘nda Kadir Topbaş‘ın hazırlattığı ve 2009 yılında oybirliği ile Büyükşehir Meclisi’nde onaylanan master plan hüviyetindeki “Çevre Düzeni Planı”nda 3. Köprü bulunmuyordu, elbette. Bulunmadığı gibi şehrin kuzeyindeki su havzaları ve ormanların, bütün master planlarda olduğu gibi korunması amaçlanıyordu.  Topbaş’a göre “şehrin anayasası” olan bu planlara aykırı olarak “çivi bile çakılamazdı”. Bu planlar da dikkate alınmadı. Büyük bir üniversite kurmaya yetecek kadar bir bütçeyle ve 500 uzmanın çalıştığı bu planlar da Belediye Başkanı için boş zamanlarında okuyacağı “bilgilendirici bir rehber” olarak nitelenmeye başlandı. Planlar bir anda rafa kaldırıverdi.  Belediye şirketinin altında örgütlenmiş bu yapıya hizmet veren uzmanlar şapkalarını alıp gittiler.

Her iki karşıt görüşten uzmanların (plancıların ve ulaşımcıların) görüşlerinin neden dikkate alınmadığını anlamaya çalışalım.

3. Köprü rant makasının en yüksek olduğu, henüz imara açılmamış olan yerde yapıldı. 3. Köprü’yü uzmanların söylediği gibi diğer ikisinin arasına yerleştirmek kentin rant pastasından pay almak isteyenler (siyasetçiler ve yatırımcılar koalisyonu) için hiç bir şey ifade etmeyecekti. İki köprü arasındaki boşluklar çoktan dolmuştu. Ayrıca o tarihlerde Marmaray‘ın arkasına gizlenen Avrasya Tüneli girişimi de harekete geçmişti.

Ulaşımcıların çok iyi bildikleri şey ulaşımdı. Ama burada üzeri örtülen ulaşım ne yaptığıydı. Tıpkı bugün Kanal İstanbul projesinin deniz ulaşımını kolaylaştırmak için yapılacağının söylenmesi gibi, 3. Köprü’nün de ulaşım için yapıldığı söyleniyordu. 3. Köprü’yü savunanlar da, karşı çıkanlar da onun bir ulaşım projesi olduğunu düşünüyorlardı. Oysa bu projeler şehri edilgin bir nesne haline getiren, merkezi yönetimin kayıtsız şartsız egemenliğini dayatmak için geliştirilen şehircilik pratikleriydi.

Ulaşımcıların bilmedikleri, köprülerin ihtiyacı karşılamak için değil, yaratmak için yapıldığıydı. Nitekim her köprü kendi ihtiyacını yaratmıştı. 2010 yılları İstanbul’da emlak değerlerinin belli bölgelerde zirve yaptığı zamanlardı ve bu tarihlerde bu siyasetçi-yatırımcı koalisyonu bu dile getirilmeyeni temsil ediyordu. Ülkede petrol yoktu ama İstanbul petrol zengini yatırımcılar için eşi benzeri bulunmayacak kazançlar sunuyordu. 3. Köprü’nün bu gizemli kuzeye kayışını ulaşımcılar kavrayamadı.

Bilinen bilinmeyen diyorum, çünkü ulaşımcıların çok iyi bildiklerini zannederken köprünün ne yaptığını bilinçaltına ittiler. İktidarlar da bu bastırılmış olan gerçekliği kullanarak kendi güçlerini pekiştirdiler. Bu tarihin hem şehirde, hem ülkede siyasal bir kırılma noktası olduğu söylenebilir. Kanal İstanbul’un bir ulaşım projesi olarak sunulması tıpkı 3. Köprü’de olduğu gibi gerçekliği gizlemek için. Neo-klasik devletlerde bu tür projeler bir karşı-montaj hareketinin aletleridir.

Bu nedenle bunları rant projeleri olarak adlandırmak sorunu kavramamızı ve çözümler geliştirmemizi engeller. Eğer köprüler rant üzerinden değerlendirilseydi, şehrin daha önceki ulaşım projeleriyle gerçekleşmiş rant topografyasına göre tam tersine bir siyasal motivasyonun olması, kuzeye yapılacak köprünün girişimcilerinin şehir halkını karşılarına almaları gerekirdi. Rant sahiplerinin ellerindeki değeri savunmak, korumak adına karşı çıkmaları beklenirdi. Oysa tersi oldu, iktidar ideallerini yaşatıyormuş gibi yaparak yandaşlarını motive etti. Böylece şehrin edilgin bir nesne halini alması ve iktidarın neo-liberal işleyişe teslim olmasının üstü örtüldü, halk bir defa değil iki defa aldatıldı.

Ya kanal ya SUSAM!

Bizim Susam’ın varlığından haberimiz yoktu. Oralarda gezen bir öğretmen arkadaşımız ondan bahsedince öğrendik varlığını. Tanıştık. Tabi fotoğraf vermeyi pek sevmediğini söyleyince Aydan Çelik çizgileriyle onu resmetmek zorunda kaldı. Susam’ın da hoşuna gitti bu çizgiler ve bir süre sonra aramıza katıldı. Eylemlerde en önde pankartlarımızı o taşıdı.

Susam’a göre insan türü bu dünyayı kendi hâkimiyeti alına almak istiyor ve onlara da pek yaşama alanı bırakmıyordu. Röportajda “… Zannediyorsunuz ki bizi yönetebilirsiniz, su, toprak, ovalar, denizler sadece sizin hakkınız ve her şey sizin için… Oysa doğada aslında hepimizin eşit hakkı var. İnsan yüzünden iklimler değişiyor ve bundan biz de mağdur oluyoruz. Sadece ben değil tabii, bütün türler. Üstelik tek bir tür yüzünden oluyor bunlar, insan türü yüzünden…” diyordu.

Haklı. Nasıl ki biz insanlar için en değerli hak yaşama hakkıysa, bu hak onlar için de vardı: Yaşama ve türlerini sürdürme hakkı…

Bu kampanyadan çok daha önce Yeşiller, Ekolojik Anayasa çalışması başlatmış, bu ekolojik anayasada da doğa hakkı kavramı ilk kez ortaya atılmıştı. Doğanın haklarının anayasaya girmesi talebiyle bir anayasa taslağı hazırlanmış ve meclise sunulmuştu.

22 Nisan 2010’da Bolivya’da toplanan Dünya Halkları İklim Değişikliği ve Toprak Ananın Hakları Konferansı’nda kaleme alınan Toprak Ana Hakları Evrensel Bildirgesi bu gerçeğin küresel bağlamda farkına varıldığının kanıtıydı. Bolivya hükümeti tarafından Birleşmiş Milletler’e sunulan bildirge bugüne dek 122 ülkeden 125 bin kişi tarafından imzalandı fakat henüz bu haklar BM üyesi ülkelerin hükumetleri tarafından toprak anaya bir türlü teslim edilemedi!

Sazlıdere Sulak Alanı ve Altınşehir Köyü, 1963.

İçinden kanal geçen köy, Altınşehir

Kanal İstanbul projesi 2011’de ortaya atılmıştı, kısa bir süre önce bir kez daha gündeme geldi ve bu karar bu kez geniş kesimlerin tepkisini çekti. Toplantılar yapılıyor, imza kampanyaları düzenleniyor; kanalla yatıp, kanalla kalkıyoruz. Tartışmanın ivmesi de giderek yükseliyor. Sonucu merakla bekliyorum…

1962’den beri Kanal İstanbul rotasında, Küçükçekmece- Sazlıdere Sulak Alanı’nın kuzey doğusunda yer alan Altınşehir Köyü’nde yaşıyorum. Yıllar içerisinde (burada yaşayan bütün canlılarla birlikte) bölge ekosisteminin neler kaybettiğini yaşayarak gördüm. Bu canlıların çoğu bugün artık yoklar, gittiler. Bazıları biz insanlar gibi gitmemekte diretiyorlar hala, ama sayıları çok azaldı. Geçen baharda, her yıl dere boyundaki bataklıkta konaklayan leylekler yoktu örneğin…

Keşke biz de o zaman onlarla gitseymişiz!

Küçükçekmece Gölü, iki kıyısı tepelerle kaplı sulak bir vadi. Tarihte insanlığın önemli yerleşim yerlerinden birisi olmuş bu bölge. Coşkun Aral “İlk Avrupalı” belgeselinde bu yolu izlemiş ve yolun insanlık tarihi için evrensel değerde ipuçları taşıdığını anlatmaya çalışmıştı.

İlk insansı atalarımız günümüzden yüz binlerce yıl önce dünyaya yayılırken bir kısmı da Avrupa’ ya geçmek için bu vadiyi güney-kuzey istikametinde kat etmiş. Yaklaşık 400 bin yıl önce Marmara Denizi’nin doğusundan geçip, Küçükçekmece Gölü ve Sazlıdere’yi takip ederek Yarımburgaz Mağaraları’na gelmiş ve binlerce yıl bu mağaraları barınak olarak kullanmış; aletler üretmiş, avlanmış, çoğalmış ve evrimini sürdürmüş. Sonra bazıları kuzey- batı yönünde Avrupa’ya doğru yola devam etmiş. Geçen gün anneme anlatıyordum. 86 yaşında ve 1957’den beri burada yaşıyor. “Keşke biz de o zaman onlarla gitseymişiz!” deyiverdi. Komik kadın…

Atlas Tarih Dergisi, Küçükçekmece Gölü’ nü çevreleyen meralarının günümüzden bir milyon yıl önce fillere, kaplanlara, sırtlanlara, geyiklere ve daha birçok canlıya yaşam alanı olduğundan bahsediyordu. O yıllara yaşım yetmedi tabi ama Turing’ in kurucusu Çelik Gülersoy’un “İstanbul evde Yok” yazısında Altınşehir’ in bir zamanlar sahip olduğu endemik dokusunun İngiltere’ nin toplam endemik dokusuna eşit olduğunu yazdığı günlerin sonuna yetiştim.

40-50 yıl önce bu bölgede 140 çeşit kuş türü yaşıyordu. Uzun bacak, saz delicesi, karabatak ve dik kuyruk dünyada sadece bu bölgede bulunuyordu, artık yoklar. Yine sadece bu bölgede yaşayan Beyaz Kesici Dişli Kör Fare, Benekli Kaplumbağa, Barius Kelebeği ve Yalancı Apollon Kelebeği de artık yok.

Leylek ve diğer göçmen kuşlar için önemli bir konaklama alanı olan sazlıklara bu sürüler artık uğramıyorlar. Tek tük gelenler var, ama sadece o kadar. Su yılanları ve su kaplumbağaları da yoklar.

Sazlıdere Sulak Alanı ve Küçükçekmece Gölü, 2016.

Sazlıdere’ de ve gölde yaşayan Turna Balığı, Kızılkanat ve Sazan balığı artık yok. Kefal sadece Marmara Denizi’ ne yakın bölgede tutulabiliyor, ama o da göldeki metal kirliliğinden payına düşeni almış. İşin uzmanları “…bu gölden çıkan balıkları sakın yemeyin” diyorlar. Balık türlerinin tükenmesinin bir başka nedeni de uzun yıllar dinamitle yapılan avlanmalar. Dinamiti yüzeyde patlatıyorsun, basınç dipteki balıkları parçalamadan öldürüyor ve cesetler yüzeye çıkıyor. Tek yapacağın iş onları kayığa almak. Bir de gece balıkçılığı vardı. Fenerin ışığına gelen balıkları avlamak da çok kolay oluyordu! Gece atılan ağlar da balıklar için tehlikeliydi. Balıkçılık kooperatifi kurularak bunlar engellenmeye çalışıldı. Ama artık bugün hepsi masal oldu. Yüzmeyi, kürek çekmeyi, hayal kurmayı öğrendiğim, çocukluğumun en büyük su parçası, benim küçük okyanusum artık, çamurla, ağır metallerle, azotla, fosforla yüklü bir acıgöl!

1980’ li yıllara kadar sahip olduğu biyoçeşitlilikle binlerce canlı için bir yaşam alanı, can suyu olan; zaman zaman yağışlarla taşan, deli gibi göle, oradan da denize ulaşmaya çalışan, ama 1996’da kurulan baraj nedeniyle suyu kesilen; bugün sadece kurbağaların ve tek tük diğer bazı canlıların yaşadığı ölü bir bataklığa dönüşen, üzeri adeta koyu yeşil bir kefenle örtülmüş gibi duran Sazlıdere yaz sıcağında çürük yumurta gibi kokuyor artık…

Sulak alandaki canlılarla beslenen ve mağaranın dış duvarlarındaki kayalıklarda yaşayan şahin, atmaca ve kartal yuvaları da artık boş. Yine bu canlılarla beslenen sansarların sesini de geceleri artık duyamıyoruz. Gelincikler de aç kaldılar ve başka yerlere göçtüler. Yabani tavşan ve kaplumbağalara da epey zamandan beri rastlayamıyoruz. Doğanın dengesini sağlayan yılanlar da artık yoklar.

1970’lerde çoğu zaman arkadaşım Ateş ile (köpeğim diyemiyorum, arkadaşımdı ve karlı bir kış gününde trenin altında kalarak hayatını kaybetmişti) bir başıma dolaştığım; her bahar gümrah açan sarı renkli-çılgın kokulu katır tırnaklarla, ormanlarla, meralarla, bereketli tarım arazileriyle, topraktan adeta fışkıran tatlı su kaynaklarıyla, Sazlıdere boyunca göğe yükselen sazlıklarıyla, suda balıklarla, havada kuşlarla ve bin bir türlü börtü-böcekle bezeli bu güzelim doğa parçası, bugün beton adalarıyla çevrelenmiş bir çöle dönüştü adeta. Özellikle son 40 yıl içerisinde Sazlıdere Sulak Alanı’nı çevreleyen bölgenin geçirdiği toplumsal ve fiziksel morfolojiye, ekosistemin çöküşüne canım acıyarak şahit oldum.

Şimdi bu güzelim toprak parçasına son darbe kanalla vurulacak. Kanal projesinden Küçükçekmece, Avcılar, Başakşehir ve Arnavutköy ilçelerinde 37 mahallede, 373 bin hanede yaşayan 996 bin insanın olumsuz etkileneceğinden söz ediliyor. Peki ya Susam ve arkadaşlarının nasıl etkileneceği bugün kaç kişinin umurunda? Benim umurumda…

Susam aslında bizden daha eski bir İstanbul sakini ama onunla aynı havayı soluduğumuzu bilen insan sayısı henüz pek az. Susam, Gözde Kazaz’a verdiği röportajda “Hâlâ Anadolu köylerinde var, bundan yıllar önce çiftçiler ‘kurda, kuşa, aşa’ diye tohum ekerlermiş. Kendi gıdaları için tohum ekerken bizi de düşünürlermiş. Şimdi insanların çoğu kentlerde yaşıyor ve doğadan koptukları için bizim nerede ve ne şartlarda yaşadığımızı pek bilmiyorlar. Bizim de kendi haklarımız olduğunu onlara yeniden hatırlatmamız gerekiyor” diyordu.

Susam 2014 kampanyasından beri ortada yok. Hala Terkos Gölü’nün oralarda mı; yaşıyor mu, bilemiyorum. Umarım daha önce yaptığı gibi bir gün elinde pankartları, bu kez arkadaşlarıyla birlikte çıkıp geliverirler ve biz kentlileri (!) bir kez daha varlıklarıyla onurlandırırlar.

Bu arada Susam ve arkadaşlarının yeni yılını da kutluyorum. Umarım yeni yılda hep beraber, daha güzel, daha yaşanabilir bir dünyaya uyanırız…

 

 

Adalar yöneticilerine ‘at katliamı’ suç duyurusu

Cumhuriyet gazetesi yazarı ve hayvan özgürlüğü aktivisti Zülal Kalkandelen, Adalar’da görevini yerine getirmedikleri ve atlı fayton uygulamasını sürdürerek at katliamına neden oldukları iddiasıyla çok sayıda devlet görevlisi hakkında Adalar Cumhuriyet Savcılığı‘na suç duyurusunda bulundu. 

Kalkandelen’in suç duyurusunda, şu an görevde olan Adalar Kaymakamı Dr. Mustafa Ayhan ve geçmişte kaymakamlık görevini sürdüren Hikmet Dengeşik ve Ahmet Arabacı, Adalar İlçe Tarım ve Orman Müdürü Feramiş Çiftçi, İstanbul İl Tarım ve Orman Müdürü Ahmet Yavuz Karaca, Adalar İlçe Sağlık Müdürü Güliz Ülkü’nün isimleri yer alıyor.

Avukat Dilruba Uslu‘nun hazırladığı başvuru dilekçesinde şu ifadelere yer verildi:

“Son yıllarda özellikle at ölümleri nedeniyle sık sık gündeme gelen adalardaki faytonlarla ilgili fiili durum ve yıllardır Ruam hastalığı sebebi ile çok sayıda atın öldürülmesi bizi derinden üzmüş ve üzmektedir. Yetkililerin umarsızlığı hem adalardaki atların hem de insanların hayatını tehlikeye atmaktadır. Bu durum artık kabul edilemez bir hal almıştır. Bu sebeple de Sayın Savcılığınıza başvurarak ilgili tüm yetkililerin cezalandırılmasını talep ediyoruz.”

Suç duyurusu sosyal medyadan da duyuruldu:

 

Plastiğe bağlı konforlu yaşamanın bedeli: Gökten yağmur gibi yağan kimyasallar

“Gökten kar gibi yağan plastikler yetmedi şimdi de gökten yağmur gibi zehirli eklentileri yağmaya başladı. Bu son durum, halk sağlığını hiçe sayan ve “plastiği medenice tüketmediğimiz için çevrenin kirlendiğini, oysaki plastiğin gayet mükemmel olduğunu” iddia eden lobilerin sorumlu tutulması gereken bir alanın daha olduğunu ortaya koyuyor.” 

Eski korkular

Çocukken dışarıya (açık havaya ya da doğaya, adına ne derseniz) dair en çok korktuğumuz şeylerin başında asit yağmurları, nükleer serpinti ya da kimyasal saldırılar gelirdi. Ne yabani hayvanlardan, ne böceklerden, ne de başka bir şeyden korkardık. Okul panolarında, TV’lerde sürekli olarak bu üç tehlike dillendirilir ve bunlara karşı nasıl önlemler almamız gerektiği konuşulur, yazılır ve çizilirdi. Okulların panolarında, nükleer serpinti esnasında nasıl davranmamız gerektiği, asit yağmurlarından nasıl korunacağımız ve kimyasal bir saldırı olduğunda ne yapmamız gerektiğini işleyen bilgilendirici grafikler bulunurdu. Çocuk aklımızla olayın asıl mahiyetini çözemesek bile kendimizce bazı senaryolar ile bu korkuları beslerdik. Örneğin asit yağmurlarına maruz kalırsak kel olacağımız ya da döneminin filmlerindeki korku sahnelerinde gerçekleşen çoğunluğu yüzleri eriyen insanlar gibi bir şeyler olacağını düşünürdük. Haliyle korkardık. Nükleer serpinti ya da kimyasal saldırı pek hayal edemediğimiz şeyler olduğu için korkularımızı daha çok hayal edebildiğimiz asit yağmurları ile beslerdik. Asitli içecekler ya da okul laboratuvarlarındaki sınırlı imkânlar ile getirilmiş sülfürik ya da hidroklorik asidin yarattığı etkiyi bildiğimiz için bunun üzerine korku geliştirmek de daha kolay olurdu. Üstelik buna dair hali hazırda canlı örnekler de sürekli olarak medyada yer alıyordu. Avrupa’nın Çin’in ya da ABD’nin birçok yerinde aşırı endüstrileşme ve fosil yakıt tüketiminin hava kirliliğini arttırdığını ve bunun da asit yağmurlarının başlıca nedeni olduğu sürekli olarak işleniyordu. Zamanla bu konu varlığını korusa da unutuldu ve asit yağmurları tıpkı ozon tabakasının delinmesi meselesi gibi gündemden düştü. Hala asitli yağmurlar yağıyor ancak eskisi kadar gündeme gelmiyor.

Bunlar gündemden düştü ancak yerine daha büyük çevre problemleri ortaya çıktı: Küresel iklim krizi ve aşırı çevre kirliliği. İklim krizi elbette ki artık yolun sonunun işaret fişeği, ancak bununla beraber yolu daha da çetrefilli yapan bir de kirlilik problemiz var. Üstelik daha önce bilmediğimiz yeni, şekil ve biçimlerde! Özellikle tarım kimyasalları, endüstri atıkları ve tabii ki plastikler bu anlamda en bilinenleri. Ancak bunların yanında yeni yeni ortaya çıkan başka kirleticiler de yavaş yavaş gündeme gelmeye başladı. O da konforlu yaşamlarımızın ana sağlayıcıları olan ev eşyaları ya da tüketim çılgınlığımızın bir sonucu olan kimyasal eklenti maddeleri.

Yancı kimyasallar

Bisfenoller, fitalatlar ve daha da korkunç olan per- ve polyfluoroalkyl substances (PFAS) olarak bilinen aşırı zehirli kimyasallar bu anlamda başı çekiyor denilebilir. En son Almanya’da çocukların idrarlarında yüksek düzeyde bulunan özellikle PFAS isimli zehirli kimyasal, birçok açıdan tam bir kara madde. Bu öldürücü kimyasal; yanmaz yapışmaz tavalardan, su geçirmez elbiselere, gıda ambalajlarında kullanılan ve dost olduğu iddia edilen plastiklerden, ev tekstillerine kadar birçok uygulama alanına sahip. Nasıl etkiler yaptığını ise şurada yazmıştık. Bu kimyasala uygulama alanının genişliğinden kaynaklı olarak direkt maruz kalabiliyoruz.

Ancak direkt maruz kalınan bu kimyasallara artık bir de dolaylı yoldan maruz kalma durumu söz konusu. Nereden mi biliyoruz? En son ABD’de yapılan bir çalışmadan. The Guardian’da yer alan bir yazıda; ABD’nin 30 farklı bölgesinden toplanan yağmur suyu örneklerinde ciddi miktarda PFAS olduğu tespit edilmiş. Yani gökten kar gibi yağan plastikler yetmedi şimdi de gökten yağmur gibi zehirli eklentileri yağmaya başladı. Artık yağmur yağınca yağan yağmura ağız açıp romantik pozlar vermeden önce bir kere daha düşünün. Çünkü sosyal medyaya koyacağınız fotoğrafın bedeli ağır olabilir.

Üreticilerin sorumluluğu

Bu son durum, halk sağlığını hiçe sayan ve “plastiği medenice tüketmediğimiz için çevrenin kirlendiğini, oysaki plastiğin gayet mükemmel olduğunu” iddia eden lobilerin sorumlu tutulması gereken bir alanın daha olduğunu ortaya koyuyor. Sadece bu da değil, özellikle ev tekstili üzerinden yaratılan “ev eşyası fetişizmi” ile bu zehirli kimyasallar daha da ciddi bir tehdit olabilecek potansiyelde. Çünkü ev içinde serbestçe toz şeklinde solunmaya hazır dolaşıyorlar. Almanya’da yapılan çalışma, bu tozların en çok bebekleri etkilediğini söylüyor. Gelecek nesilleri öldürücü kimyasallarla zehirliyoruz, hem de vahşice. Hatırlarsanız ortalama bir evde yıllık 20 kg toz oluştuğunu ve bunun da 6 kg’ının mikroplastik ve bağlantılı zehirli kimyasallardan oluştuğunu tespit edilmişti. Konuyla ilgili ilginç bir yazı burada mevcut, ilgilenenler okuyabilir.

Zehirli kentler

ABD’de yapılan çalışmada, yağmur suyundaki PFAS miktarının litrede 5.5 ng miktara kadar olabildiği bulunmuş. Bu durum ölümcül alım limitlerinin çok üstünde. Örneğin Wisconsin eyaletinde alım limiti litrede 2 ng. Yani alınabilir limitin sadece 2 katı yağmur suyu ile alınabilecek durumda. Üstelik bu değerler endüstriyel alanlarda 500 kat daha fazla olabiliyor. Yani yakınınızda sanayi bölgesi varsa bu zehirli kimyasal ile kesinlikle ciddi şekilde zehirleniyorsunuzdur. Sadece siz de değil, etrafınızdaki tüm canlı varlıklar bundan etkileniyor. Bir de sizin yaşam alışkanlığınız “plastiği medenice kullanma” şeklindeyse vay halinize çünkü bunun yanında ciddi miktarda zehirli kimyasalı da diğer eşyalardan alıyorsunuz. Üstüne bir de hava kirliliğini ekleyin, zombi olmak için başka bir şeye ihtiyacınız kalmayabilir.

Sonuç olarak bize dayatılan tek kullanımlık yaşam tarzı aslında bir bakıma sonumuzu da hazırlıyor gibi. Üstüne üstlük bunun birincil sorumlusu olması gereken üreticiler de bu konuda sizi suçlayıp, sorumluluğu size yüklüyor. Çünkü üreticilere göre plastiğin öldürücülüğünün tek nedeni; vatandaşın medeni olmaması ve plastiği doğru bir şekilde kullanmayı becerememesi! Üreticilerin bu konuda önlem almayacağı kesin çünkü onlar kar etmenin peşinde! Asıl sorumluluk devlette. Ve vatandaşta. Devletten gelecekleri beklemeden önlem almak en yapılabilecek olanı. O zaman plastiğe ve diğer konforlu yaşamın zehirlerine kuvvetlice hayır demekten başka çare yok.

Orman diye diye (9): Doğa hakkı

10 Aralık 1948’de İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi (İHEB) kabul edildi. Ülkemiz 1949 yılında taraf oldu. Her yıl 10 Aralık ile başlayan hafta İnsan Hakları Haftası olarak kutlanıyor.

İHEB’in üçüncü maddesi “Yaşamak, özgürlük ve kişi güvencesi herkesin hakkıdır.” diyor.

1972 Haziranında ilk kez Birleşmiş Milletler Çevre Konferansı toplandı.[1] Konferansın bitişinde duyurulan Stockholm Bildirgesi’nin birinci ilkesi ise şöyle: “İnsan kendine onurlu ve iyi bir yaşam sürmeye olanak veren nitelikli bir çevrede, özgürlük, eşitlik ve tatmin edici yaşam koşulları temel hakkına sahiptir.”

1982 Anayasası’nın 56. maddesi bunların etkisi altında şu şekilde başlıyor: “Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir…”

Odağına insanı koyan bu ve benzeri yaklaşımlarla serpilen insan hakları zamanla çocuk hakları, engelli hakları, kadın hakları, yaşlı hakları vb. alt başlıklara da evrildi.

15 Aralık’ta İnsan Hakları Derneği İstanbul Şubesi tarafından düzenlenen İnsan Hakları Panoraması’nda konuşma yapmak üzere davetliydim. Bir ormancının böyle bir toplantıya çağrılmış olmasına en azından ben çok alışık değilim. Fakat memnuniyetle karşıladım.

Etkinlikte yapılan konuşmalarda KHK’lıların sorunlarından kadın haklarına, engelli sorunlarından Kürt meselesine kadar pek çok konu dile getirildi. Hepsi birbirinden anlamlı konu başlıkları elbette. Konuşmacılar da konularına oldukça hakimdi ve dinleyenler sanırım memnun ayrıldılar etkinlikten.

Temel sorun şu ki, herkes olumsuz anlamda ayrımcılığa maruz kalan, hakkı yenilen insan gruplarının haklarını savunmaya odaklı. O insan grupları kimi zaman bir etnik köken, kimi zaman bir dinsel inançla diğerlerinden ayrılıyor. Başka bir yerde cinsiyet ayrımcılık nedeni olurken, herhangi bir fiziksel engel ya da yaş ölçütü de ön plana çıkabiliyor. Öyle ki, benimsenen ideoloji, tutulan takım ya da sahip olunan meslek gibi ilk bakışta çok saçma görünen farklılıklar bile ayrımcılığın nedeni haline gelebiliyor. Bu tür ayrımcılıkların küçük ya da büyük örneklerine günlük yaşamda hepimiz şahit oluyoruz mutlaka. Ayrımcılığın nedenleri bunca farklı olabilirken hepsini basitçe tek bir potada eritmek de olanaklı. Bunun için küçücük bir soru sormak yeterli: “Kime karşı ayrımcılık yapıyoruz?” Yanıt oldukça kolay: “Kendimizden farklı olana.”

O halde kaldıralım farklılıkları dediğimizde, hepimizi tek başlık altında toplamaya çalıştığımızda, “herkes” sözcüğünün anlamına yoğunlaştığımızda varabildiğimiz en derin nokta sadece ve sadece insan. Çünkü biz insanız ve elbette en değerli olan biziz. Ötekiler; ağaçlar, kuşlar, böcekler, toprak, sokaktaki köpek, ormandaki ayı, okyanustaki köpek balığı yahut yaylada açan çiçekler, hepsi ama hepsi insanla kıyaslanamaz ve zaten onlar insana hizmet için varlar. Binlerce yıllık uygarlık(!?) birikimimizin bizi getirebildiği nokta işte bu; İnsan hakları!

Peki! O halde soruyorum size. Kendimiz insanız diye diğerlerini kenarda ve altta tutup yalnızca insanın haklarına odaklanmak normal ise kendimiz erkeğiz diye kadını kenarda ve altta tutmanın, kendimiz beyazız diye siyahı kenarda ve altta tutmanın, kendimiz Fenerbahçeliyiz diye Galatasaraylıyı kenarda ve altta tutmanın nesi anormal?

İnsanız ve kendimizi yüceltiyoruz. Ne olduğumuzu unutup kendimize gerçekle örtüşmeyen roller tanımlıyoruz. Basit ve sıradan bir canlı olduğumuzu çoktan unuttuk. İnsan olmayı biz seçmedik. İnsan olmak için zerre kadar çabamız yok. Fakat insan olduğumuz için böbürlenip duruyor; kendimize inançlar, ideolojiler yaratıyor ve onlara, daha doğrusu kendimize tapınıp duruyoruz. Bu da yetmezmiş gibi, bir insan hakları hikayesinin peşinden sürüklenip duruyoruz. Elbette, ayrımcılık kötü. Ama ayrımcılığın her türü kötü. Beyazı siyaha, erkeği kadına üstün tutmak ne derece kötüyse insanı diğer doğa unsurlarına üstün tutmak da o derece kötü.

Çok daha basit düşünmeli ve çok daha basit yaşamalıyız. Farklı değiliz, böbürlenmeyi bırakmalı ve gerçekleri görmeliyiz. Kansas’ın unutulmaz şarkı sözündeki[2] gibi “rüzgarda bir toz taneciği” olduğumuzu fark etmeliyiz.

Henry David Thoreau, Walden’de[3] “Birçok kişi Batı’daki ve Doğu’daki anıtları merak eder, onları kimin yaptığını bilmek ister. Bense o günlerde o anıtları kimin inşa etmediğini, böylesi ehemmiyetsiz işlere kimin tenezzül etmediğini bilmek istiyorum.” diyor. Tarih bize böbürlenenleri, dünyaya kazık çakma amacıyla yanıp tutuşanları anlatıp duruyor. Dünyanın yedi harikası (ister eski dünyanın ister yeni dünyanın) diye tapındığımız, ağzımızı açık bırakan şeylerin hepsi taştan inşa edilmiş insan yapıları. Sonra da kentlerin betonlaşmasından, Kanal İstanbul’dan, Çamlıca Tepesi’ne kondurulan caminin anlamsızlığından bahsedip çevrecilik yapıyoruz. Tıpkı diğer canlılara, doğaya ettiğimiz zulmü unutup insan haklarından bahsetmek gibi eğreti kalıyor bu.

“Hak” temelli yaklaşımlar çok değerli. Ama ihtiyaç duyduğumuz şey daha basit yaşayıp hak kavramını çok daha geniş ele almak ve “doğa hakkı”na kadar uzatmak. Bunu içtenlikle yapabilecek durumda mıyız? Çok umutlu değilim. En azından kısa sürede olacağını pek sanmıyorum. Belki de çok büyük bir felaket yaşamadan o noktaya hiç gelemeyeceğiz. Bilmiyorum…

[1] 5 Haziran’da başlayan konferans nedeniyle 5 Haziran tarihi Dünya Çevre Günü olarak kutlanır.

[2] Kansas, Dust in the Wind. https://www.youtube.com/watch?v=tH2w6Oxx0kQ adresinden erişilebilir.

[3] Walden: Ormanda Yaşam. Zeplin Yayınları.

Su altından kıymetlidir

28Son dönemde azalan yağışlar ve özellikle İstanbul’u besleyen barajlardaki doluluk oranlarındaki düşüşlerle birlikte kuraklık tekrar gündemimize girmeye başladı. Aslında kuraklık kavramı yaşadığımız coğrafyada aklımızdan hiç çıkmaması gereken bir konu, çünkü ülkemiz yeterince yağış almıyor. Üstüne üstlük bir de hızla artan bir nüfusumuz var.

Eğitim hayatımız boyunca iki kavramı bolca duyduk: Suyu bol bir ülkeyiz ve tarımda kendisine yetebilen az sayıda ülkeden biriyiz. Bu kavramların eğitim sistemimize sokulduğu zamanlar düşünüldüğünde bu iki kavram da çok yanlış değil. Gökten düşen yağış miktarı dönemsel olarak farklılık gösterse de son yüz yıl içerisinde bir sorunu yoktan var edecek kadar değişmedi. Ancak cumhuriyetin ilk yıllarında 15 milyon olan nüfusumuz bugün 80 milyonu aşmış durumda. Bunun bize getirdiği önemli fark ise kişi başına düşen su miktarının neredeyse altıda birine düşmüş olması. Yani bundan yüz yıl önce suyumuz boldu, bugün ise su stresi yaşıyoruz. Bunun nedeni de suyun azalması değil bizim çoğalmış olmamız.

Küreselleşme riski

Bir diğer olgu da bizim oldukça dışımızda gelişen ve devletimizin tam da doğru tepkiyi veremediği küreselleşme olgusudur. Biz dünyanın başka bölgelerinin ihtiyaç duyduğu nesneleri burada daha kolay ve ucuza üretiriz, dünyanın geri kalanı da bizim ihtiyaç duyduğumuz nesneleri daha kolay ve ucuza üretir, sonra bu nesneleri birbirimize satarız. Aslında fikir olarak çok kötü gözükmese de konu gıda olduğunda küreselleşme ciddi sorunlara yol açabiliyor. Dünyanın muhtaç olduğu ve bizden başka kimsenin sahip olmadığı bir kaynağa sahipsek kendi şartlarımızı öne sürerek gıda güvenliğini sağlayabiliriz, ama ne yazık ki şu anda o durumda değiliz. Küreselleşme de kendimizi besleyebilme becerimizi elimizden almış durumda. Bundan dolayı ülke politikasında atmamız gereken en önemli adım kendi toprağımızda kendimizi besleyebilecek ürünleri yetiştirebilmeyi sağlamaktır.

Dünyada her sene kaynaklardan 3500 km3 su çekiliyor ve bu suyun sadece üçte biri verimli şekilde kullanılıyor. Kaynaklardan çekilen suyun neredeyse üçte ikisinden tarımda faydalanılıyor. Burada kolayca görebileceğimiz sorun, biz diş fırçalarken musluğu kapatsak da tarımda vahşi sulama yaptığımız müddetçe su stresimizin artacak olmasıdır.

Ayrıca ülkemizde tarımda kullanılan su miktarı da tarımsal üretim için gerekli olan mevsimlerde yeterli yağış alınıp alınmadığına bağlıdır. Çoğu bölgede üretilmesi planlanan ürünler sulama gerektirmektedir ve bu sulama miktarının azalan yağışlar sebebiyle artması doğaldır. Ülkemiz genelinde baktığımızda ise gerek yağış ile beslenen gerekse de sulama gerektiren tarımda kuraklık önemli risk faktörü olarak karşımıza çıkmaktadır.

Özellikle yağış ile beslenen tarımda ülkemizin neredeyse tamamı bir kuraklık riski altında bulunmaktadır. Bu risk tahmin edebileceğimiz üzere Orta Anadolu’da yoğunlaşmakta ancak Trakya, Güneydoğu Anadolu ve Doğu Karadeniz bölgeleri de orta-yüksek kuraklık riski kategorisinde değerlendiriliyor. Bu riskler üzerimize duraklamadan gelmekte olan iklim krizi ile birlikte çok daha fazla artacaktır. İklim değişikliği düşen toplam yağış miktarını değiştirmese de yağış rejimini etkileyerek kurak dönemlerin uzayarak şiddetlenmesine ve bu dönemler sonundaki yoğun yağışların da artmasına neden olacaktır. Yoğun yağışların artması ise suyun toprağın altına inip bitkilerin köklerini beslemek yerine akışa geçerek zarar kaynağı olmasına neden olacaktır.

Sulamalı tarım yapılan bölgelerdeki kuraklık beklentisi de benzer bir dağılım göstermektedir. Burada sulamalı tarımda ülkemizin büyük kısımlarında yer altı suyu kullanıldığını ve yer altı suyunun sürdürülebilir bir kaynak olmadığını eklemek gerekiyor. Eğer sulamayı nehirlerden aldığımız suyla yapmıyorsak kısa vadede suyumuzun tükeneceğini unutmamamız gerekiyor. Bugün, özellikle Orta Anadolu’da kuyulardan çekilen suyla yapılan tarım sürdürülebilir değildir ve en kısa zamanda bölgenin geleceği için alternatif ürün desenlerine geçilmesi gerekmektedir.

Kuraklık sinsi bir sorundur. En fazla yağış aldığını düşündüğümüz bölgelerde bile değişen yağış rejimi tarımsal üretimi ciddi biçimde etkileme yetisi taşır. Mesela Doğu Karadeniz dediğimizde aklımıza asla kuraklık gelmese de bugün için çay üretiminde ciddi bir kuraklık riski bulunmaktadır. Doğu Karadeniz’deki 210 bin ton çay üretiminin %98.5’luk kısmı ülkenin diğer bölgelerinde olduğu gibi orta-yüksek kuraklık riski altındadır. Ancak Gürcistan sınırına yakın ve çok kısıtlı bir bölgede bu risk orta seviyeye düşmektedir. Bu nedenle su konusunda artık rahatça yerimizde oturabilmemiz mümkün değildir. Su çok kıymetli bir kaynaktır ve besin üretiminin temelini oluşturmaktadır. Sürdürülebilir bir gelecekte önemli açlık sorunları ile karşılaşmak istemiyorsak suyumuza sahip çıkmak zorundayız.

Not: Bu yazıdaki verilerin tamamı World Resources Institute (WRI) tarafından sağlanmıştır.

Teknoloji, teknolojik gelişmeler ve teknoloji kullanımı üzerine denemeler (3)

Teknoloji ve kullandığımız/ kullanmayı tercih edebileceğimiz teknolojik düzeylerle ilgili tartışmayı biraz daha sürdürmek yararlı olabilir. Gerçekte teknolojik gelişmeler karşısında, sıradan insanlar olarak ne çok fazla söz söyleyebilme ne de özgür seçimler yapabilme şansına çok fazla sahibiz. Üstelik teknolojinin etkilediği ölçekler büyüdükçe karar alabilecek mekanizmaların nasıl tanımlanabileceği bakımından giderek daha da umutsuz olmamak çok güç.

Nükleer silahların ve silah yapımına yönelik teknoloji geliştirilmesinin sınırlanması ve iklim değişikliği gibi konularda, dünyanın, küresel ölçekteki kurumların, devletlerin ve ulusların ya da özel kişilerin/ tekellerin elindeki dev şirketlerin, bu tür teknolojik kararlar bakımından şimdiye kadar gösterdikleri performans doğrusu, pek de iyimser olma şansı bırakmıyor.

Teknoloji obezitesi

Daha alt ölçeklere geçtiğimizde ve kırda ya da kentlerde yaşayan küçük topluluklar, hatta bireyler olarak, yapabileceğimiz hiçbir şey yok mu, sorusu üzerinde düşündüğümüzde, yine de, arayışımızı sürdürebiliriz gibi…

Gerekli olmayan ya da gerekli olsa bile, bir alt teknolojik düzeyle de yaşayabileceğimiz halde, bazı küçük ilerlemelerin konforu ya da daha kötüsü gösterişi için, bir üst düzeydeki teknolojiyi satın almak, neredeyse hiç düşünmeden geliştirmiş olduğumuz bir davranış türü.

Yeme-içme alışkanlıkları ya da olanakları bakımından, dünya nüfusunun bir bölümünün obezite, başka bir bölümünün de açlık sorunlarıyla baş etmek durumunda kalmasıyla ortaya çıkan saçma durum gibi teknoloji kullanımında da, dünya nüfusunun bir bölümü tam bir teknoloji obezitesi içinde. Bu bir ihtiyaç değil. Gerçekten bir teknolojik obezite… Birçok insan da temiz su, kanalizasyon, bazı durumlarda sağlıklı ısınma vb. gibi teknolojik olanakların çok uzağında yaşamak zorunda kalıyor.

Eğer pazarlanabilir ve kişisel doyumlara, hatta hırslara-gösterişlere, gösterişle iktidar elde etmeye yönelik değilse, teknolojinin hızla geliştirilmesi de gerekmiyor zaten. Daha çok, daha ucuz ve daha sağlıklı kamusal yaşam ya da yararlar için teknoloji üretimi pek o kadar hızlı değil. Ama eğer kişisel tüketim ve bunun için rekabetçi bir pazar olsaydı, teknoloji hızla gelişmeye ya da gelişiyormuş görünümü verecek tanıtımlara/ reklamlara çoktan yönelmiş olacaktı.

Sonuç olarak obezleşmiş bir beslenme alışkanlığı için yiyecek üretmek de obezleşmiş bir teknolojik ihtiyaç üretmek de, dünyanın kaynaklarının bu doğrultuda kullanılması ve tüketilmesi anlamına geliyor.

Bireysel kararların kümülatif birikimi

Galiba, kendimize şu soruyu sormak gerekiyor: Hala bir alt teknoloji düzeyi ile yaşamımı sürdürebilir miyim? Bunun için bazı küçük fedakarlıkların yapılması gerekiyorsa, bunu yapabilecek miyim? Bu noktada, şunun da söylenmesi gerekiyor: Seçtiğimiz her yeni teknolojik düzeyle ilgili karar, kişisel bir karar olmakla birlikte, bu teknolojiyi kullananların sayısı belirli bir düzeye ulaştığında, artık toplumsal olarak o teknolojik düzeye herkesin ulaşmasını kaçınılmaz hale getirmiş; o teknolojik düzeyi tercih etmemiş olanları da o düzeye geçmeye mecbur etmiş oluyoruz.

Bunu yaptığımızda, yani bireysel kararların kümülatif birikimiyle o teknolojik düzeyi kamusal norm haline getirdiğimizde, yaptığımız şey gerçekte o teknolojik düzey için yatırım yapmış olan sermayenin pazarını genişletmesi için gönüllü bir piyon (ya da pazarlama gönüllüsü) haline gelmek oluyor. Teknoloji yatırımcısı, sadece başlangıçta yeni teknolojinin reklamını yapıyor ve sonra gerisini bize bırakıyor. O pazar da doygunluğa ulaşınca, yine “bir tık” ilerisinin reklamı ile başlıyor işe…

Toplum ya da toplumun bireyleri, bunu bilinçli bir seçmeyle yapmıyor elbette. Ancak işleyen mekanizmanın açıklaması ve sonuçları bunlar oluyor. Yaptığımız her ileri teknoloji seçimi, bu nedenle, hem bizimle birlikte yaşayan başka bir bireye de bu seçimi yapma zorlaması olarak yöneliyor hem de dünyanın kaynaklarının o doğrultuda hızla tüketilmesine yol açıyor.

Bu tüketim de iki yönlü oluyor: Bir yandan daha kullanılabilme ömrü bulunan ama eskimiş olan teknolojileri hızla “çöpe” atıyoruz, bir yandan da bir üst düzey teknolojinin üretilmesi için yeni kaynakların kullanılması üzerine talep yaratmış oluyoruz… Böylece gereksiz teknolojik obezitenin sonucu, giderek büyüyen teknolojik çöplükler oluyor…

Teknoloji konusunda “temkinli davranmayı” herkese önermek güç olabilir. Toplumun hemen bir teknoloji perhizine girmesi ya da daha ileri teknoloji kullanımı hayranlığından vazgeçmesi de kolay olmayabilir. Ancak çevreciler/ ekolojistler, evrenin kaynaklarının tükenmesi konusunda duyarlı olanlar veya “tüketim toplumunun” ve “gösteri toplumunun” kurmuş olduğu norm ve standartlardan pek de hoşnut olmayanlar, belki daha duyarlı davranabilirler.

Su, toprak ve hava ne istiyor?

Vejetaryenlerin hatta veganların, sadece kişisel bir etik kaygıyla ve gönüllü olarak neleri yiyebilecekleri ve neleri yemek istemedikleri ya da etik bulmadıkları konusunda düşünmeye başlamaları ve toplumun içinde “tuhaf, ya da aykırı şeyler” yapan insanlar kategorisinde bulunmaktan giderek çıkarak, kabul edilir düzeye ulaşmaları gibi benzer bir duyarlılığı, önce bireysel olarak, ama toplumsallaşmasının kazanımlarını da bilerek, teknolojik düzey seçimi konusunda da yapabiliriz.

Ayrıca şu soruyu da sormalıyız: Toprak, o kadar kimyasal teknolojiyi ve altyapı ile kaplanmayı istiyor mu ve hazır mı bu teknolojiyi hazmetmeye? Su, bu kadar su alt yapısına hazır mı ve istiyor mu bu kadar regüle edilmeyi ve kimyasal atığın karışmasını? Hava bu kadar kirletilmeye, partiküllere, elektromanyetik dalgaya ve titreşime hazır mı ve istiyor mu bu kadar teknolojiyi? Ağaçlar ve tavuklar, çipuralar ve levrekler, domatesler ve buğday ve bütün sanayileşmiş bitkiler ve hayvanlar, istiyorlar mı bu kadar teknolojiyi? Sormuyoruz onlara, teknoloji ile ilişkilerindeki doyum noktasının nerelerde olduğunu…Sadece, empoze edebileceğimiz/ zorbalıkla bastırabileceğimiz kadar preslemeye devam ediyoruz.

Gereksiz şeyleri yediği için yüzlerce kilo almış bir insanı obezitenin sağlıksızlaştırması gibi, gereksiz teknoloji de bizi boğuyor. Toplumu boğuyor ve giderek doğayı ve dünyayı boğacak…

Değişen çocukluk, değişen doğa ve Serhan Ada’nın çocukluk denemeleri

Çocukluğa dair en gerçekçi ve yalın anlatımlardan biri, Virginia Woolf’a aittir. Woolf, çocukluğun insanın sonraki hayatını nasıl etkilediğini şöyle dile getirir: “Birinin geçmişi… Çocukların bahçede koştuğunu görüyorum. Gecede denizin sesi. Neredeyse hayatın kırk yılı, hepsi onun üzerine kurulu, öyle nüfuz etmiş ki asla açıklayamam.” Onun bu anlatımına daha önce başka bir yazımda da yer vermiştim. Yazar, çocukluğumuzun hayatımızın geri kalanına nasıl tesir ettiğini, nasıl tekrar tekrar geriye baktığımızı öyle güzel anlatır ki! Bu nedenle, Woolf’un dile getirdikleri defalarca hatırlanabilir. Çocuklukta yaşanan her şeyin, iyisi ve kötüsü ile, bizi ve geleceğimizi şekillendirmesi ve her şeyin çocukluğun üstüne inşa edilmesi ne kadar doğru bir tespittir. Çocukluk anavatanımızdır.

Serhan Ada da “Geçen Yüzyılın Ortasında Çocukluk Nesneleri” isimli son kitabı ile, bir kez daha anavatanımızın kapılarını aralıyor. Kitap, Ada’nın köklerinin dayandığı yer olan Girit’e, dedesinin duyduğu özlem ile bitiyor: Anavatana duyulan özlem… Serhan Ada, bunu özellikle mi kurgulamış, yoksa bellek müthiş bir oyunu ile iki nesil öncesinin geçmişini mi kurcalamış bilinmez. Bu soruyu, kitabın yazarına sormak lazım.

Büyülü bir anlatıma sahip olan bu kitap, neleri çağrıştırmıyor ki! Emile Ajar’ın (aslında Romain Gary) “Onca Yolsulluk Varken” romanında nasıl Momo, Madam Rosa’yı gençliğinde neye benzediği görmek için onu geri vitese takıyorsa, Ada da bizleri geri vitese takarak çocukluğumuza götürüyor. Değişen çocukluk ve değişen doğa. Kitapta anlatılan bir çok hikaye, daha doğrusu bellekte kalan bir çok anı, insanın doğa ile olan ilişkisinin 50-55 yıl gibi kısa sürede nasıl tahribat boyutlarına ulaştığını da anlatıyor. Serhan Ada, kitabı tabii ki bu amaçla yazmamış. Kitabın başında kendisinin de belirttiği gibi, Walter Benjamin’den esinlenerek kendi belleğinde kalan sisli anıları gün yüzüne çıkarmaya çalışmış. Ancak farkında olmadan, doğa ile insan ilişkisinin çok kısa bir sürede nasıl değiştiğini de pek güzel anlatmış.

Plastik atıklardan oluşan insan yapımı yedinci kıtanın olmadığı bir dünya, yoğurtçudan yoğurt almak için evlerden götürülen kapların önce darasının alındığı (darasını almak lafını şimdilerde kaç çocuk biliyor acaba?) bir dünya, çocukların sokakta oynayabildiği ve bazı oyuncaklarını kendilerinin imal ettiği bir dünya, balıkların adabı ile avlandığı bir dünya. Bütün bölümleri burada tek tek anlatarak okumak isteyenlerin hayal dünyasına müdahale etmek istemem. Ancak, özellikle doğa ile ilişkilerimizde gelinen noktayı bir kez daha hatırlatmak amacı ile, beni en çok etkileyen bir kaç bölüme değinmek istiyorum.

Balıkçıların lüfer avına çıkmasının ritüeli, balığı büyük bir zarafet ile avlayabilmenin güzelliği, bana doğaya olan şükran duygumuzu ve saygımızı anımsattı misal. Oysa şimdilerde balıklar böyle sabır, emek ve saygı ile avlanmıyor. Trol, gırgır ve daha ne varsa bunlar ile dalınıyor denizlere. Köroğlu, ne güzel söyler, “Tüfek icat oldu, mertlik bozuldu” diye. Gerçekten de insanın doğaya, diğer canlılara karşı mert olmayan bir şekilde hükmetme isteği artık sınır tanımıyor.

Serhan Ada.

Çocukların sokaklarda oynayabilmesinin güzelliği de kitapta farklı bölümlerde yer alıyor. Ama çocukların toplandığı alanı anlatan bölüm ayrı bir güzel; o gün oynanacak oyunlara o alanda karar verilmesi ve günün sonunda muhasebenin yapılması için evlere dağılmadan önce gene bu alanda toplanılması… Kitapta anlatılan olaylar ile benim çocukluğum, zaman açısından birebir örtüşmese bile, oyunların sokaklarda oynanabildiği döneme denk gelen bir çocukluk yaşadım ben de. Saklambaç oyununda ebe, çocuklardan birinin adını yanlış söylediğinde çanak çömlek patladı diye bağırırdık ve bu sesler bütün sokaklarda yankılanırdı. Muhtemelen bu sesler, evlerde iş yapan annelerin içlerini ısıtırdı. Ne çocukların oynayabileceği sokak kaldı, ne de nesilden nesile geçen oyunlar ile çanak çömlek patladı diye bağıran çocuklar. Nasıl bir değişimdir bu! Sadece 40-50 yılda unutulmaya yüz tutan ne çok güzellik var. Dünya, nereye koşuyor ve koşarken arkasında nasıl güzellikler bırakıyor…

Kitaptaki anılara ait son bölüm ise, değişen iklimler ve zorunlu göçlerin nelere yol açabileceğinin habercisi. İnsanların, sebep ne olursa olsun alıştıkları yaşamdan koparılmaları ya da kopmak zorunda kalmaları hüzünlü, hem de çok hüzünlü… Son yıllarda yapılan çeşitli çalışmalar çocukların, kadınların ve yaşlıların bu göçlerden nasıl etkilendiğini, ruh hallerinin nice olduğunu araştıyor.  Ama sanırım, aslında bu ruh halinin nice olduğunu en güzel Dadaloğlu anlatmış.  Osmanlının güneyde mevsime bağlı olarak konup göçen aşiretleri, güvenlik nedeni ile yerleşik düzene zorlayan fermanı güneye ulaşınca, Dadaloğlu sazı eline almış ve “Göründü de Hemite’nin Kalesi, hiç gitmiyor aşiretin belası…Devemiz gelirdi tütülü bazlı, tütülün sesi de bülbül avazlı” diye ağıt yakmıştır.

Babam, ne zaman efkarlansa, sıkılsa bu ağıdı söylerdi. Ben de belli bir yaşa kadar bu ağıdı, bizim aşiretin ağıdı sanırdım. Ne de olsa atalarım da bir zamanlar develeri ile kışın Andırın-Kadirli tarafındaki topraklarına çekilen, yazın Göksun çevresindeki yaylalarına inen, göç yolunda Hemite Kalesi’ni gören, toprak sahibi olmayı ve tahsili zenginlik ile eşdeğer tutan o yörenin belirli aşiretlerindenmiş. Dadaloğlu’nun yaktığı ağıt, belki de güneydeki yerleşik düzene zorlanmaktan nasibini alan bütün aşiretlerin ağıdı idi.

Kitabın yazarı Ada’nın dedesinin, rakı sofrasında hüzünlenip, Ada’nın bilmediği bir dilde usulca şarkı söylerken gözlerinden süzülen iki damla yaş çok şey anlatıyor. O göz yaşlarında aslında çocukluğun anavatanına duyulan özlem var.  Göçün hüznünü, en güzel o iki damla gözyaşı anlatıyor. Tıpkı, Mert Gökalp’ın çektiği “Lüfer” isimli belgeselde, göç zamanı geldiğinde Karadeniz’e geri dönmek icin yola koyulan lüferin, Boğaz’ın çıkışında dalyanlara takılmasını ve oradan çıkabilmek için yürek dağlayan çırpınışlarını izlerken gözünüzden süzülen iki damla yaşın anlattığı hüzün gibi…