Hafta SonuHaftasonuKöşe YazılarıManşetYazarlar

Kanal İstanbul kimin projesiyse saklanmasın, çıksın ortaya

0

Kanal İstanbul iktidarın bir projesi mi? Yaratacağı riskleri, çevrenin yaşayacağı yıkımları dikkate almadan ve gereğinden fazla bir iştahla projeyi dayatmaya çalıştığına göre, evet.

İşte yalnızca bu ısrar yüzünden bundan kuşku duyuyorum. İktidarın gözlerini bağlayan, onu taraf haline getiren bu arzunun arkasında acaba ne olabilir diye düşünüyorum.

Daha açık söylemem gerekirse iktidarın Kanal İstanbul gibi derme çatma hazırlanmış bir projede bu kadar taraf olmasının arkasında bir bit yeniği olduğunu tahmin ediyorum. Kafama takılan soru şu: Acaba iktidar bir çelişkiyi gizlemek için bu kadar ısrarla bu projeyi savunuyor ve bu dayatmayı yapıyor olmasın? Kendisine bu görev biçildiği için, ondan bekleneni yerine getirmek için?

Öyle değil mi? Demokratik bir ülkede iktidarlar projelere taraf olmazlar. Araştırma projeleri, şehircilik planları, mimari tasarımlar için yarışmalar açarlar. Böylece çoklu bir fikir geliştirme ortamı yaratır, şehirlerin, istihdam yapısının, yaşam kalitesinin geliştirilmesini hedeflerler. Sosyal hizmetlerden, kültürel programlara, mimari projelerden şehircilik planlarına. Bunların yapılabilirlik aşamaları, çerçeve ve fikir geliştirme aşamaları uzmanlık kuruluşlarına (ve bilgi sahibi olması için halka) açıktır. Çıkar kuruluşları, müteahhitlerin işlevi farklıdır.  Onlar projeler, planlar tamamlandıktan sonra sürece katılabilirler. Dünyada düşünce ve fikir üretimini belirleyen hukuk normlarının neden böyle oluştuğunu tahmin etmek de zor değil. Çünkü ne yapılacağı bilinmeden ihale yapılamaz, planlar ve projeler tamamlanmadan rekabet koşulları oluşmaz. Bunu az çok bu işlerle ilgili herkes bilir. Yoksa şehirlerdeki planlar ve projeler, kamu hizmetleri kamusal nitelik kazanamaz, istihdam koşulları geliştirilemez, yaratıcılık teşvik edilemez. Temsil kabiliyeti olmayan topluluklar dışlanır, yerlerinden kazınır, haksızlıklar artar…

Ayrıca şunu da hatırlamakta yarar olabilir: 80’lerden sonra yalnızca kamu değil, şirket yönetimleri bile fikir ve ürün geliştirme faaliyetlerini kurumsal bürokrasilerinden bağımsızlaştırma ihtiyacı duydular. Yalnızca kapalı uçlu bir fikir geliştirme yapısıyla, araçsal bir kar etme mantığı ayakta kalamayacaklarını fark ettiler.

Bu ısrardan, dayatmadan da anlaşıldığı gibi Türkiye’nin kamu yönetimi sistemi savaş öncesinden kalan neo-klasik bir devlet özelliğini muhafaza ediyor. İktidar aparatı ile örtüşen kapalı uçlu, dayatmacı işleyişler kamusal nitelikli politikaları felç etme işlevi görüyor. Bu yüzden kamusal alan imtiyazlı çıkar grupları tarafından ele geçiriliyor, işgal ediliyor.  Bu nedenle farklı fikirlere açık bir ortam oluşturulamıyor, yaratıcılığı teşvik edecek katılımcı yöntemler geliştirilemiyor ve iktidar teslim oluyor. Bunun işaretleri artık her alanda ortalıkta.

Sihirbazın bu numarayı nasıl yaptığını görmek

Yaşanan krizi anlamak için “3. Köprü İstanbul için bir cinayettir” sözünün merkezi yönetime gelince nasıl unutulduğunu hatırlamakta yarar olabilir. Aradaki çelişkinin “görüş değiştirmek” gibi bir şey olmadığı, nedenlerinin olabileceğini tahmin etmek zor değil. (*Bu kırılma noktasını bir tartışma notu olarak aşağıda sunuyorum.)

Otokratların söylemlerindeki çelişkiler, çarpıklıklar ne söylediklerinden daha açıklayıcı olabilir.

Devlet iktidarı ile örtüşen, iktidar gücü ile ayrıcalık kazanan yapılar bildiğimiz hukuk sistemlerinde ya yoktur ya da iktidarların gölgesi altına saklanırlar, görünmezler. Bu karanlıkta bırakılan alan bir  “istisna hali” olarak bildiğimiz hukuk normları ile idari tasarruflar arasındaki çelişkileri gizler.

Bu projeler geliştirilirken genellikle siyasetçilerin haberleri bile yoktur. Siyasetçiler onları yönetiyormuş gibi gözükseler de işleyiş bunun tam tersidir. Onlar iktidarları yönetirler. Ancak iktidarlar bu gerçeği gizlerler, çünkü hala devleti kendileri yönetiyormuş gibi göstermek zorundadırlar. Hayal makineleri iktidarları kendi imtiyazları için kullanan, onları kendi arzularıyla kendilerine bağlayan güçler olarak iş görür. Tasarım, fikir geliştirme alanını kapatarak, alternatiflerin ortaya çıkmasını engeller. Böylece sistem sorgulanamaz hale gelir ve kendisini yeniden üretir. Tıpkı sihirbazın gösterisini yaparken dikkatleri başka yere çekmesi gibi…

Herkes hayal kurabilir, siyasetçiler de. Ayrıca iktidarların etrafında bu tür projeleri kulaklarına fısıldayacak aracılar da olabilir. Ancak hayallerin projelere dönüşmeleri için bir tür endüstriyel üretim gerekir. Arkalarında bir hayal endüstrisi olmazsa, lafı bile olmaz. Ne kadar baştan savma bir şekilde tasarlanmış olsa da- Kanal İstanbul iktidar tarafından geliştirilebilecek bir proje değil. İstanbul gibi dev bir şehrin sınırları içinde, iki deniz arasında yapılacak 45 kilometrelik bir kanal fizibilite, finansman çalışmaları, altyapı-üstyapı etüdleri, yerleşim alanları için planlar ve projeleri yapılmadan siyasetçilerin kamuoyunun karşısına çıkıp telaffuz etmeleri bile mümkün değil.

Bence Kanal İstanbul tartışmalarında eksik kalan bu projeyi kimlerin hazırladıkları. İşin püf noktası zannedersem burada. Evet, siyasetçiler de hayal kurabilirler. Ama hayalin arkasında bir yapı olmadan otokratların performatif bir gücü yoktur.

Bu krize karşı ne yapılabilir?

Bu neo-klasik modelin yarattığı kriz. Bu kriz yandaşlara ayrıcalık ve pay dağıtılarak ve idealler yaşatılıyormuş gibi yapılarak telafi edilmeye çalışılıyor. Böylece gücü olmayanlar, temsil alanın dışında kalanlar bir kere daha işaretsizleştiriliyor.

Modernleşmenin erken aşamalarında disipliner işlevler sorunlarla boğuşan şehirleri iyileştirmeye çalışıyorlardı. Günümüzün neo-liberal koşullarında ise iyileştirmek şöyle dursun, toksik bir etki yaratıyorlar. Bu nedenle hayalleri özgürleştirmekle işe başlamak gerekli. Modern kamusal alan hayallerin karşılaştığı bir yerdir. Yönetimlerin görevi yalnızca bunların akışlarını düzenlemek, çatışmamalarını sağlamak değil. Asıl mesele hayallerin özgürlüğünü, iktidar aygıtından bağımsızlaşmasını sağlamaktır. İktidar ile fikir üretimini birbirine karıştıran rejimler totaliter rejimlerdir. Aktörler arasında katılımı eşitsiz hale getiren farklılıklar her zaman bulunur. Ayrıca kamu gücünü kullanan aktörlerin de bir kamusal alan tanımlayıcısı olma eğilimi, arzuları olabilir. Sorun iktidarların gücünü kışkırtmak değil, açık bir tartışma ortamında kamusal nitelik kazanmasını sağlamaktır. Kamu adına üretilen bilgileri, imkanlarını, konumları kullanarak proje işleri alan, tekelci ilişkiler içinde fikir ürünleri geliştiren uzmanları düşünelim. Bunların ürettikleri projeler yalnızca niteliksiz ya da kritik düşünce süzgecinden geçmemiş ürünler değildir. Bu projeler totaliter modernleşmenin inşasını sağlar.

Bu krize yalnızca tercihlerle değil, eylemselliklerle, perspektifi olan politikalarla direnilebilir. Kanal İstanbul zırvalığı yalnızca bir politik tercih değil, içinde bulunduğumuz giderek otoriterleşen rejimi oluşturan bir işleyiş, bir pratik. Bu nedenle ona itiraz ederken, onu yaratan maddi koşullarla da mücadele etmek, değiştirmeye çalışmak zorundayız. İnsanların, insan olmayanların geleceği için başka çare yok.

Bu nedenle yalnızca Kanal İstanbul’un ne kadar saçma olduğunu söylemek yetmez. Onun arkasındaki işleyişi deşifre etmek ve onu değiştirmeye çalışmak gerekir. Bu ise yeni bir politik perspektif demektir. Böylece bir şerden iyilik doğabilir.

***

Tartışma konusu: Planların çöpe atılıp, Araç Tüneli, 3. Köprü ve 3. Havalimanı projelerinin ortaya çıkışı.

Bugün gizemini koruyan konu 3. Köprü’nün, Yavuz Sultan Selim Köprüsü’nün neden İstanbul’un kuzeyine yapıldığı. (Diğer bir konu Atatürk Havalimanı’nın neden kapatıldığı.) Kanal İstanbul adı verilen projenin arkasındaki dinamikleri anlamak için bu yer seçimini tartışmak yararlı olabilir. Karayolları Genel Müdürlüğü içindeki etkili bir grup bürokrat “3. Köprü’nün ulaşım ihtiyacının en yüksek olduğu yerde, mevcut iki köprü arasına yapılmasının gerekli olduğunu” söylüyorlardı.

90’lı yılların ortalarında hazırlanan sivil toplumun da itiraz ettiği ve tam iki kez ihaleye çıkarılmasına ramak kalan Arnavutköy-Kandilli geçişinde ısrar ediyorlardı. Onlara göre 3. Köprü’nün başka bir yere yapılması yanlıştı. Basına yaptıkları açıklamada, bir hata yapılmaması için siyasetçileri uyarma sorumlulukları bulunduğunu belirtiyorlardı. Bu deneyimli bürokratların görüşleri acaba neden dikkate alınmadı?

İstanbul Metropoliten Planlama Bürosu‘nda Kadir Topbaş‘ın hazırlattığı ve 2009 yılında oybirliği ile Büyükşehir Meclisi’nde onaylanan master plan hüviyetindeki “Çevre Düzeni Planı”nda 3. Köprü bulunmuyordu, elbette. Bulunmadığı gibi şehrin kuzeyindeki su havzaları ve ormanların, bütün master planlarda olduğu gibi korunması amaçlanıyordu.  Topbaş’a göre “şehrin anayasası” olan bu planlara aykırı olarak “çivi bile çakılamazdı”. Bu planlar da dikkate alınmadı. Büyük bir üniversite kurmaya yetecek kadar bir bütçeyle ve 500 uzmanın çalıştığı bu planlar da Belediye Başkanı için boş zamanlarında okuyacağı “bilgilendirici bir rehber” olarak nitelenmeye başlandı. Planlar bir anda rafa kaldırıverdi.  Belediye şirketinin altında örgütlenmiş bu yapıya hizmet veren uzmanlar şapkalarını alıp gittiler.

Her iki karşıt görüşten uzmanların (plancıların ve ulaşımcıların) görüşlerinin neden dikkate alınmadığını anlamaya çalışalım.

3. Köprü rant makasının en yüksek olduğu, henüz imara açılmamış olan yerde yapıldı. 3. Köprü’yü uzmanların söylediği gibi diğer ikisinin arasına yerleştirmek kentin rant pastasından pay almak isteyenler (siyasetçiler ve yatırımcılar koalisyonu) için hiç bir şey ifade etmeyecekti. İki köprü arasındaki boşluklar çoktan dolmuştu. Ayrıca o tarihlerde Marmaray‘ın arkasına gizlenen Avrasya Tüneli girişimi de harekete geçmişti.

Ulaşımcıların çok iyi bildikleri şey ulaşımdı. Ama burada üzeri örtülen ulaşım ne yaptığıydı. Tıpkı bugün Kanal İstanbul projesinin deniz ulaşımını kolaylaştırmak için yapılacağının söylenmesi gibi, 3. Köprü’nün de ulaşım için yapıldığı söyleniyordu. 3. Köprü’yü savunanlar da, karşı çıkanlar da onun bir ulaşım projesi olduğunu düşünüyorlardı. Oysa bu projeler şehri edilgin bir nesne haline getiren, merkezi yönetimin kayıtsız şartsız egemenliğini dayatmak için geliştirilen şehircilik pratikleriydi.

Ulaşımcıların bilmedikleri, köprülerin ihtiyacı karşılamak için değil, yaratmak için yapıldığıydı. Nitekim her köprü kendi ihtiyacını yaratmıştı. 2010 yılları İstanbul’da emlak değerlerinin belli bölgelerde zirve yaptığı zamanlardı ve bu tarihlerde bu siyasetçi-yatırımcı koalisyonu bu dile getirilmeyeni temsil ediyordu. Ülkede petrol yoktu ama İstanbul petrol zengini yatırımcılar için eşi benzeri bulunmayacak kazançlar sunuyordu. 3. Köprü’nün bu gizemli kuzeye kayışını ulaşımcılar kavrayamadı.

Bilinen bilinmeyen diyorum, çünkü ulaşımcıların çok iyi bildiklerini zannederken köprünün ne yaptığını bilinçaltına ittiler. İktidarlar da bu bastırılmış olan gerçekliği kullanarak kendi güçlerini pekiştirdiler. Bu tarihin hem şehirde, hem ülkede siyasal bir kırılma noktası olduğu söylenebilir. Kanal İstanbul’un bir ulaşım projesi olarak sunulması tıpkı 3. Köprü’de olduğu gibi gerçekliği gizlemek için. Neo-klasik devletlerde bu tür projeler bir karşı-montaj hareketinin aletleridir.

Bu nedenle bunları rant projeleri olarak adlandırmak sorunu kavramamızı ve çözümler geliştirmemizi engeller. Eğer köprüler rant üzerinden değerlendirilseydi, şehrin daha önceki ulaşım projeleriyle gerçekleşmiş rant topografyasına göre tam tersine bir siyasal motivasyonun olması, kuzeye yapılacak köprünün girişimcilerinin şehir halkını karşılarına almaları gerekirdi. Rant sahiplerinin ellerindeki değeri savunmak, korumak adına karşı çıkmaları beklenirdi. Oysa tersi oldu, iktidar ideallerini yaşatıyormuş gibi yaparak yandaşlarını motive etti. Böylece şehrin edilgin bir nesne halini alması ve iktidarın neo-liberal işleyişe teslim olmasının üstü örtüldü, halk bir defa değil iki defa aldatıldı.

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.