Ana Sayfa Blog Sayfa 2097

Atık sularda niçin virüsün izini arıyoruz?

Covid-19 hastalığı da dahil olmak üzere tüm bulaşıcı hastalık salgınları sırasında insan sağlığını korumak için güvenli su, sanitasyon ve hijyenik koşulların sağlanması temel bir gereklilik.  Dünya Sağlık Örgütü’ne (WHO) göre genel alanlarda, evlerde, okullarda, toplu alışveriş merkezlerinde ve sağlık tesislerinde bilimsel WASH (yeterli su, sanitasyon, hijyen) uygulamaları ve iyi atık yönetiminin sağlanması, Covid-19’a neden olan ve havada asılı virüs taşıyan damlacıkların solunum yoluyla alınmasıyla insandan insana bulaşan virüsün yayılmasını önlemeye yardımcı olacak.

Son yaşadığımız ve yaşamaya devam ettiğimiz pandemi günlerinde WHO tarafından önerilen sık sık el yıkama, maske kullanımı, sosyal mesafenin korunması, başta tıbbi atıklar olmak üzere iyi ve hızlı atık yönetiminin önemli bir bölümü bulaşıcı hastalıkların yayılmasını önlemeye dönük WASH uygulamalarına dayanıyor. Ancak şu anda üzerinde pek tartışmadığımız sorun; WASH uygulamalarının temelinde yer alan yeterli güvenilir su sağlama gerekliliğinin dünya üzerinde 2 milyarı aşkın insan için sağlanamaması. Büyük bir kısmı Afrika ve Güney Doğu Asya ülkelerinde yaşayan bu insanların büyük çoğunluğu bırakın sık sık ellerini yıkamayı evlerine 10-15 litre su taşıyabilmek için günde ortalama 20 kilometre yürümek zorunda.

İçme ve kullanma suyunu klorlama yeterli 

Tekrar yaşadığımız pandemi günlerine dönecek olursak salgının Avrupa ülkelerine sıçraması ile beraber özellikle içme ve kullanma suyu kaynakları ve atık sularla ilgili çeşitli araştırmalar başladı. Bu çalışmalarda Covid-19’a neden olan SARS-CoV-2 virüsünün izleri gerek ham suyun gerekse atık suyun içinde arandı, aranmaya da devam ediyor. Şu ana kadar içme ve kullanma suyu kaynaklarında herhangi ciddi virüs izine rastlanmadığı gibi bu kaynakların klorla 0.3mg/l serbest klor sağlanacak şekilde yeterli dezenfeksiyonu da virüsü ortadan kaldırıyor. Klorla dikkatli bir dezenfeksiyon koşulu yüzme havuzları için de geçerli. Bu nedenle bugünlerde özellikle bazı bölgelerinde içme ve kullanma suyu için yeterli dezenfeksiyon yapılmayan ülkemizde bu alt yapı eksikliklerinin hızla tamamlanarak insanlarımıza güvenilir su sağlanması önemli.

Atık sulara gelince; WHO’ya göre enfekte bir kişinin dışkısından Covid-19 virüsünün başka bir insana bulaşma riski çok düşük gibi… Atık sular üzerinde yapılan çeşitli araştırmalar virüsün, ishal veya bağırsak enfeksiyonu belirtilerinden bağımsız olarak dışkıyla atılabileceğini gösteriyor.  Şu ana kadar yapılan bilimsel çalışmalar Covid-19 hastası olduğu doğrulanmış kişilerin yaklaşık % 2-27’sinde hastalık tablosuna ishalin de eşlik ettiğini gösteriyor. Üstelik bu hastalar iyileştikten sonra da dışkılarında hastalığın viral RNA fragmanları tespit edilmiş. Ancak bugüne kadar SARS-CoV-2 virüsünün fekal-oral yolla bulaştığına dair bilimsel bir kanıt ortaya konamadı. Şimdilik atık sulardan SARS-CoV-2 virüsünün insanlara bulaşabilmesi için tek yol atık su arıtım tesislerinde havalandırma aşamasında damlacıkların sıçraması gibi duruyor. Bu da sadece bu tesislerde çalışanlar için bir risk oluşturuyor. Gerekli koruyucu ekipmanın (maske, özel giysi, siperlik vs.) kullanılması ile ortadan kaldırılabilecek bir durum. WHO ayrıca pandemi boyunca haftada iki defadan az olmamak üzere tuvaletlerin %10’luk çamaşır suyu ile dezenfekte edilmesini öneriyor.

Park, bahçe ve tarla sulamasında kullanılıyor

Peki, SARS-CoV-2 virüsünün fekal-oral yolla bulaştığına dair bilimsel bir kanıt yoksa o zaman neden atık sularda SARS-CoV-2 virüsünün izini sürüyoruz? Bunun iki temel nedeni var. Birinci neden birçok ülke de arıtılmış atık sular parkların, bahçelerin ve tarlaların sulanmasında, yolların yıkanmasında kullanılıyor. Biyolojik arıtma sistemi çıkış suyunda SARS-CoV-2 virüsüne bugüne kadar rastlanmadı. Arıtılmamış atık sularda ise virüs 20ºC de iki gün varlığını koruduğu görülmüş. Bu nedenle arıtılmamış atık sular hiçbir şekilde sulama suyu olarak kullanılmamalı.

Arıtılmış atık suların ise kullanımından önce sadece SARS-CoV-2 açısından değil, tüm mikrobiyolojik ajanlardan temiz olduğuna emin olunmalı. Üstelik buna rağmen sulama yapılırken küçük damlacıkların havaya karışabileceği düşünülerek yağmurlama sisteminden de kaçınılmalı. İkinci neden ise bir kentin atık suyunun COVID-19 salgını geleceğini belirlemek için kullanılabileceği gerçeği. Kanalizasyon epidemiyolojisi veya atık su bazlı epidemiyoloji (WBE) olarak isimlendirilen bu yaklaşım bugüne kadar hepatit A, poliovirüs ve norovirüs gibi virüs salgınlarının erken uyarılarını izlemek ve salgın öncesi hazırlık açısından zaman sağlamak için başarıyla kullanıldı.  The Science Total Environment dergisinin Mayıs 2020 tarihli sayısında yayınlanan ‘Early SARS-CoV-2 Outbreak Detection by Sewage-Based Epidemiology’ başlıklı makaleye göre arıtılmamış atık sularda Covid-19’un saptanması, dünyadaki Covid-19 hastalarının doğrulanması için kullanılan nükleik asit bazlı polimeraz zincir reaksiyonu (PCR) metotu ile gerçekleştiriliyor. Arıtılmamış atık sulardaki biyolojik ve kimyasal maddelerin konsantrasyonu o atık su toplama sistemine bağlı bölgede ikamet edenlerin durumu ve davranışları hakkında önemli nitel ve nicel bilgiler verebiliyor

Kanalizasyon suyunda tespit edilebilir

Bu bilgiler kullanılan ilaçlardan, çeşitli kimyasallardan; bulaşıcı hastalık ajanlarına kadar uzanabilir. Covid 19 hastalığının üçüncü gününden itibaren feçes ve idrarla atılmaya başlanan virüs kısa bir süre içinde kanalizasyon suyunda tespit edilebiliyor. Son aylarda yapılan araştırmalara göre, bir kentte herhangi bir vaka bildirilmeden önce o kentin atık sularından alınan örneklerde SARS-CoV-2 RNA tespit edildi. Bu çok önemli; çünkü bu virüsü atık sulardan izlemenin mümkün olabileceğini düşündürüyor. Bunu doğrulayan bir çalışma; 5 Mart – 7 Nisan 2020 tarihleri arasında Paris‘te yapılmış. Toplanan atık su örneklerinde yapılan çalışmada, SARS-CoV-2 genom birimlerindeki artıştan kısa bir süre sonra hem bölgesel hem de ulusal düzeyde kaydedilen ölümcül vaka sayısındaki artış izlendi.

Sonuç olarak atık sulardaki SARS-CoV-2 genom birimlerindeki artışın izlenmesi oldukça kolay bir yöntemdir ve çok sayıda insanın teste tabii tutulmadan salgının o bölge için önceden tahmin edilmesini sağlayabilir. Şu anda çok sayıda araştırma grubu gelecekte yaşanacak koranavirüs salgınlarını önceden öğrenmek için kanalizasyon suları üzerinde çalışıyor.

Ülkemizde de pilot uygulama olarak İstanbul, Ankara ve Samsun’da gerek ham atık suda, atık çamurunda ve gerekse arıtılmış atık suda PCR yöntemi ile SARS-CoV-2 virüsünün izleri aranıyor. Bu önemli çalışmanın şimdilik sonuçlarını bilmiyoruz. Ama sonuçlar halk sağlığı açısından çok önemli. Yeni SARS-CoV-2 ataklarıyla karşılaşıp karşılaşmayacağımıza; gerekse arıtılmış atık suyun sulama suyu başta olmak kullanıp kullanamayacağımıza bu çalışmanın sonuçlarına bakarak karar verebiliriz…

Yaşadığımız pandemi günleri bize kentlerimizde güçlü alt yapının; suyun ve sanitasyonun önemini hatırlattı bize… Sadece o mu? Gelecekte kent yaşamını tekrar en baştan düşünmemiz; karşılaşmamız olası yeni pandemiler için sağlıklı havalandırmaya uygun binalar; fiziki mesafeye uygun kentler planlamamız gerektiğini de gösterdi.

İki tanıklık: Gezi ve Yassıada

Bu haftaki yazımda iki konuya değineceğim: Gezi‘nin 7 yılında 28 Mayıs sabahı olanlar. İkincisi 27 Mayıs günü Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan tarafından açılışı yapılan “Demokrasi ve Özgürlükler Adası”.  Aslında bir de değinmem gereken 29 Mayıs Fetih törenleri de vardı.  Ama onu defalarca yazdım. Bu sefer önceliği Gezi ve Yassıada’ya veriyorum. 

28 Mayıs’ta Gezi’de ne oldu?

Burada sözünü edeceğim ilk günle ilgili bir detay. 28 Mayıs’tan önce de yapılmak istenen projeye karşı Gezi’de bir çok gösteri yapılmıştı. 28 Mayıs sabahı da bunlardan biri gibi ağaçların sökülmesine karşı küçük çaplı bir gösteri gibi başlamıştı. Ancak sonrasında muazzam bir olaya dönüştü. Bu yazı bu dönüşümün nasıl olduğunu tartışmayı deniyor.

28 Mayıs sabahı, gece gerçekleştirilmeye çalışılan ağaçları sökme operasyonunun başarısız olmasından sonra, Çevik Kuvvet adı verilen emniyet güçleri ağaçları sökmek için çalışan kepçe adı verilen iş makinesi ile ağaçların kesilmesine karşı direnen 40 kişilik bir topluluk arasına yerleştirilmişti. 

Kalkan taşıyan ve tam teçhizatlı bu emniyet güçlerinin arkasında gene düzenli dizilişleri ile dikkat çeken yaklaşık bir o kadar da sivil bir topluluk bulunuyordu. Bu topluluğun orada neden bulunduğu zannedersem daha sonra pek sorgulanmadı. Bu sivillerin orada bulunuşu ile orada gerçekleştirilmek istenen çatışma ve polis şiddeti arasında bir ilişki olduğunu tahmin ediyorum

Kalkanlıların içinde yer alan iki emniyet görevlisi de topluluğu gazlıyordu. Bunların arkasında sivil giyimli, bej pardösülü bir kişi de gaz sıkma talimatı veriyordu. Aynı zamanda o dizili duran sivilleri bize karşı kışkırtmak için “haydi, haydi” diyordu. Ancak ne göstericilerin bir şiddet kullanma eğilimi görülüyordu, ne de o topluluğun. Şaşkın bir şekilde göstericilere bakıyorlardı. Bu sırada yanımdaki yaşlı bir kadının gaz sıkan polise “neden bunu yapıyorsun, evladım” dediğini duydum. Çünkü gaz sıkmak için bir neden yoktu, “Kırmızılı Kadın” fotoğrafının da gösterdiği gibi. 

Burada kişisel bir gözlemimi anlatmak istiyorum. Bu gözlemle birlikte zannedersem mesele daha iyi anlaşılır olacak: Yanımdaki kadını örnek alarak arkada bir oraya bir buraya gidip emirler yağdıran, gaz sıktıran kişiyi gözüme kestirdim. Ona seslenmeye başladım: “Neden bunu yapıyorsun? Gel buraya konuşalım…” Benim her bağırışımda bu kişi duymamazlıktan geliyor, başını çeviriyordu. Ama bal gibi duyuyordu. Beklendiği gibi olmadı, kavga çıkmadı. Polis barikatının içinden Sırrı Süreyya Önder de fırlayıp kepçenin üstüne oturunca, durum iyice bu kişinin kontrolünden çıktı. O zaman belki de artık yapacak bir şey kalmadığını düşünerek olsa gerek, bir anda yanımda bitti ve aynen şunları söyledi: “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?” Şöyle bir baktım, acaba tanıyor muyum bir yerlerden diye. “Bilmiyorum, ama gördüğüm kadarıyla siz kışkırtıyorsunuz insanları” dedim. “Ben emniyet müdür yardımcısıyım. Biz bu sizin çevre dediğiniz işlerden anlamıyoruz değil mi” diyerek o zaman pek anlam veremediğim bir dokundurma yaptı.

Benim bu olaydaki gözlemim daha sonra başka iki konuyla ilişkili olarak anlam kazandı. Birincisi gaz sıkan polis mahkemedeki ifadesinde niye gaz sıktığını şöyle gerekçelendiriyordu: “Amirim emir verdiği için.” Bu doğru, ben de buna şahidim. Ancak ikinci bir şey daha söylüyordu: “Taşlı sopalı kavga çıktı, bu nedenle gaz sıkmak zorunda kaldım.”  Bu ikinci gerekçesi yanlış, öyle bir durum hiç olmadı. Polisin ifadesi yanlış deyip geçebilirdim.  Ancak aylar sonra İçişleri Bakanlığı müfettişlerinin hazırladığı rapor açıklanınca, orada da “taşlı sopalı kavga çıktığı için gaz sıkıldığı” cümlesini gördüm. Bu belgeleri ve gördüklerimi değerlendirince aklıma şu geldi: Arkaya yerleştirilen o siviller, ki kimdiler bilmiyorum ama pek kavga edecek insanlara benzemiyorlardı -muhtemelen müteahhidin ya da taşeronun çalışanları olabilir- bu belgede yer aldığı gibi “taşlı sopalı kavga çıksın” diye oraya yerleştirilmişlerdi. Ancak başlarındaki kişinin bütün çabalarına rağmen saldırmadılar ve senaryo gerçekleşmedi. Çünkü ortada şiddet yoktu. Buna karşılık polisin uyguladığı şiddet görüntüleri hemen yayıldı ve binlerce insan Gezi’ye geldi.

Kurgulanan senaryoya göre kavga çıkacak, polis de gaz sıkarak parkı boşaltmak zorunda kalacaktı. Bunun için hazırlık yapılmasına rağmen senaryo uygulanamadı. Ne göstericilerin, ne de oraya yığılan kişilerin şiddet kullanmakla uzaktan yakından ilgileri yoktu. Bu nedenle emniyet güçlerinin uyguladığı şiddet açığa çıktı. Bu haksızlık da büyük bir ihtimalle Gezi’deki ağaçları sahiplensin, sahiplenmesin çok daha geniş bir kitlenin duyarlı hale gelmesine yol açtı.

Nitekim Gezi bildiğimiz direniş, polisle çatışma gibi bir havada hiç olmadı.     

 Yassıada gerçekten demokrasi ve özgürlükler adası olabilirdi

27 Mayıs’ta “Demokrasi ve Özgürlükler Adası” ismi verilen Yassıada‘nın açılışı yapıldı.

Bu proje ile Gezi arasında bir parça benzerlik var. Biz Gezi’de ağaçlardan söz ederken, iktidar hiç şüphesiz ki başka bir meselenin peşindeydi. Emniyet müdürünün sözleri de bununla ilgili.

Onunla ilgili de benzer bir gözlemim var.

Yassıada’yı korumak için yapılan bir eylemde mahkeme salonu olarak kullanılan spor salonunda toplanmıştık. İlk konuşmayı tanınmış bir müzeolog profesör yaptı. “Bu işi en iyi bilen kişi” diye Adalar Belediye Başkanı tarafından takdim edilen bu müze uzmanı profesör “ne hafıza mekanı, ne müzesi? Burada müze yapacak bir koleksiyon yok. Binaların da hiç bir değeri yok, hepsi yıkılabilir” buyurdu. Hayretler içinde kaldım.

Ben de konuşmamda bu yaklaşımı protesto etmek için “bu müzeyi hangi mimar tasarlamışsa, ne müthiş bir şey yapmış, her şeyi açık uçlu bırakmış. Menderes ve arkadaşlarının düzmece bir mahkeme ile ölüme mahkum edildiği bu salona bir fotoğraf, yerleştirme bile koymamış. Ayakta beklediği komutanın odasına da ne bir fotoğraf  ne de bir yazı. İşkence gördüğü oda hala duruyor ama en ufak bir bilgi yok. Hiç bir şey koymamış, bir işaret bile. Oysa benim dedem de dahil milyonlarca insan için bu mekanın bir travmatik geçmişi var. Milyonlarca insanın bu yer hakkında geçmişten gelen ya da aktarılan bir bilgisi var. Burada hiç bir şeyin yazılmamış, işaretlenmemiş olması muazzam bir müzecilik mimarisi. Düşünceyi kışkırtmak, hayali özgürleştirmek için seçilen yöntem olağanüstü” demiştim. Çünkü bu cahilliğe, bu yukarıdan bakışa zannedersem ancak mizahla cevap verilebilir.

Yaptığım konuşmanın insanları etkilediğini gözlerinden anladım. Gülümseyenler çoğunluktaydı. Mesaj anlaşılmıştı. Ancak sanki benim konuşmamın etkisinden rahatsız olmuş gibi, mikrofonu aldı, “Burası bir hafıza mekanı değil, doğa müzesidir. Tarihi çarpıtmayalım, Menderes burada asılmadı” gibi özetleyebileceğim bir konuşma yaptı güya “solcu” olan Belediye Başkanı.

Benim görüşüme göre Gezi’ye yaklaşıldığı gibi olsaydı, Yassıada gerçekten bir demokrasi ve özgürlükler adası olabilirdi. Bu büyük fırsat kaçırıldı. Öyle yapılmak şöyle dursun, dışlayıcı  bir şekilde Yassıada’nın yalnızca doğa ve arkeoloji değerleri öne çıkarıldı, düzenlenen toplantılarda. Hafızadan söz etmek iktidara destek vermek gibi yorumlandı. Dolayısıyla Yassıada’daki berbat projenin tek sorumlusu ne yazık ki iktidar değil. Keşke bu kadar basit olsaydı. Yassıada bir doğal alandır dediğimizde “iktidarın ha öyle mi, o zaman ben de bu meseleyi sorun etmekten ve projeden vazgeçiyorum” demesini mi bekliyorduk?

Bu yüzden kimse bir hafıza mekanının projesini bir inşaat şirketinin, gümrük mağazaları işleten bir imtiyaz sahibi tekelin yönetemeyeceğini söylemedi. Eğer Gezi’deki gibi diyalog kuran, kapsayıcı bir yaklaşım olsaydı, önce bu hafıza yalnızca bir siyasal grubun temsiline dönüşmezdi. En başta AKP içindeki vicdan sahibi insanlar bu hafıza mekanın korunmasına sahip çıkarlardı.

Bu arada ne benzerlik ama… Akşam gazetesinden Mustafa Kartoğlu “ilk geldiğimde yıkılmış haliyle iç karartıcıydı, zulmü anlatıyordu… Şimdi bunun izleri silinmiş, ne güzel olmuş” diyor. Müze uzmanı profesörle aynı şekilde bakıyor. Hafıza ona göre üretilmesi gereken bir kurgu… Cahit Özkan, AKP Grup Başkanı “emperyalistler, dış güçler”den söz ediyor. Sanki yerli ve milli güçler hiç darbe yapmamışlar, ne yaptılarsa hep başkaları yapmış.

Böylece rejimin karakterini belirleyen devlet iktidarı içindeki çatışmalar perdeleniyor. Tam günün anlamına uygun bir yorum. Ayrıca tarih turizminden söz ediyor, akın akın turistler gelecekmiş. Burada Türkiye’nin çektiği acılar yabancılara gösterilecekmiş, bir kez daha anlamaları için. Bu nasıl bir mağdur söylemi?

Nihayet Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan yaptığı konuşmada sanki sorumluluğunu ortadan kaldırıyormuş gibi darbenin önderlerinden Alpaslan Türkeş‘i “idamlara karşıydı” diyerek göklere çıkarıyor, İsmet İnönü ve “dış güç”lerin de idamlara karşı çaba gösterdiklerini unutarak. Hafızanın iktidarla ilişkisi böyle bir şey. Duruma göre yeniden üretilebiliyor.   

Günümüzde de aynısını yapmaya çalışanlar varmış, 1960 darbesi gibi… Türkiye’de hafıza böyle bir şey, yeniden kurulması, düzenlenmesi gerekiyor sürekli. Ama bir hafıza mekanının yarattığı etki kapasitesi inşaattan değil, sınırsız bir şekilde deneyimlenen düşüncelerden, demokratik zihinsel üretimden kaynaklanır. Bu yüzden bu olay dünyada ders kitaplarına konu olacağa benziyor…

Atina, Türkiye-Yunanistan sınırına 208 kilometrelik bariyer örüyor

Yunanistan hükümeti, Türkiye-Yunanistan sınırını oluşturan Meriç Nehri‘nin kendi tarafındaki bariyerleri genişletme kararı aldığını duyurdu. Sınır hattının kuzeyinde halihazırda 12 kilometrelik bariyeri olan Atina, bariyer uzunluğunu 208 kilometreye çıkaracak.

Yunanistan Dışişleri Bakanı Nikos Dendias, ülkesinde Pazar günleri yayınlanan Realnews gazetesine yaptığı açıklamada, Ankara’dan gelen, binlerce göçmenin Avrupa’ya geçmeyi yeniden deneyebileceğine ilişkin ifadeleri hatırlattı.

DW Türkçe’nin haberine göre Dendias, “Egemenliğimizi korumak için gerekli olduğunu düşündüğümüz tüm önlemleri alıyoruz” diye konuşarak inşa edilmesi planlanan bariyerler hakkında bilgi verdi.

Yunanistan polisinin sınırı geçmeye çalışanlara uyguladığı şiddet sebebiyle yaralananlar olmuştu. Fotoğraf: Göktay Koraltan

Yunanistan’dan sığınmacılara sert müdahale

Geçtiğimiz Şubat ayı sonunda Türkiye, Yunanistan ve Bulgaristan sınırındaki kapıların, Avrupa Birliği’ne gitmek isteyen göçmen ve sığınmacılar için açık olduğunu ve bu kişilerin Türk güvenlik ve sınır görevlileri tarafından durdurulmayacağını açıklamıştı.

Bunun üzerine Bulgaristan ve Yunanistan üzerinden Avrupa’ya geçmek isteyen mülteciler birçok ilden sınır kapılarına doğru ilerlemişti. Yunanistan sınır güvenlikleri mülteci ve göçmenlere biber gazı ile saldırmıştı.

Yunanistan sınır güçlerinin sert müdahalesiyle karşılaşan sığınmacılardan pek çoğu yaşanan bu şiddet olaylarında yaralanırken, iki kişinin de hayatını kaybettiği bildirilmişti. Sınırı geçmeyi başaran birçok göçmen de Yunan güvenlik güçleri tarafından darp edildikten sonra Türkiye’ye dönmeye zorlandığını aktarmıştı.

Oruç Aruoba’ya veda

Akademisyen kimliği, çevirileri, felsefeyle şiiri harmanladığı eserleriyle Türkçe şiirine önemli katkılarda bulunan Oruç Aruoba, dün 72 yaşında hayata veda etti.

İle“, “Uzak”, “Yakın”, “Yürüme”,De ki İşte“, “Tümceler“, “Ne ki Hiç” isimli kitaplarıyla tanınan Aruoba; Hume, Rilke, Wittgenstein, Nietzsche, Von Hentig, Başo ve Celan’ın Türkçe’ye çevirerek, literatüre kazandırmıştı.

Biz de Yeşil Gazete yazarlarından Alper Tolga Akkuş’un 2014’de Aruoba’nın evine yaptığı ziyaretinden diyalogları kaleme aldığı yazı ile onunla  vedalaşıyoruz.

*

Oruç Aruoba’nın evinde

Bayramiç Tohum Takas Şenliği’nde iken Zerrin abla (Boynudelik) bahsetti Oruç abinin (Aruoba) de şenliğe gelme ihtimalinden. İzmir’de yaşadığını söyledi ardından. E ben de burdan sonra oraya geçeceğim, Yeşil Gazete’ye yazması için görüşeyim diyorum kendisi ile, var mıdır çaresi dedim. Mahmut abi (Boynudelik) yetişti imdada. Oruç abiyi aradı benden, niyetimden (Yeşil Gazete’ye yazılar istemek) ve İzmir’e uğrayacağımdan dem vurdu, bana da Oruç abinin telefon numarasını verdi.

Pazartesi sabahı 11 küsur saatlerde aradım Oruç abiyi. “Oruç Bey merhaba, ben Yeşil Gazete’den …” diye başlayıp ikinci söz alışta, “Oruç abi o halde ben sizi yarın bir daha arıyorum” deyişim ile hayli eğlendi İzmir’de beni misafir eden arkadaşlarım Çiğdem ile Sevil. Oruç abi o gün Aydın’da olduğunu, akşam saatlerinde döneceğini, kendisini yarın bir kez daha aramam gerektiğini söylemişti. “Bey”li başlayıp iki saniye sonrasında “abi”li devam etmem ise benim kendi alışkanlığım. Hiç tanışmadığım, daha önce bir vesile hiç konuşmadığım birisine hali ile samimi şekilde hitap edemezdim, ama bir lafın beli kırılmayagörsün “bey”i de atarım “paşa”yı da, hiç bakmam “ustedes”lerin gözünün yaşına.

Pazartesi bir kez daha aradığımda oyunu bozan Çiğdem oldu. İzmir cahili olduğumdan adres tarifi için telefonu kendisine vermiştim. Oruç abi otobüsten indikten sonra 2 kilometre kadar yol var, yürüyebilir misiniz diye sorunca, “Ben yürürüm yürümesine de Alper zorlanabilir engelli olduğu için” dedikten sonra karıştı bence işler. Oruç abi birkaç kez daha arayıp “Bilal’e anlatır gibi” tek tek anlattı kendi evinin yerini, bizim hangi durakta inmemiz gerektiğini, durağa varmadan kaç dakika önce arayınca çok fazla bizi bekletmeden bizi almaya gelebileceğini vsr.

Oruç abi (Aruoba) ile pek çok şeyden konuştuk.

Kimisini not aldım kimisi muhabbetin demi oldu kaynadı.

Çok güzel bir bahçesi var balkonunda, bahçeli bir ev olaydı daha iyi olurdu der.

Oruç abi'nin eviningeniş balkonunun ön kısmında adım atacak yer yok neredeyse çeşit çeşit btkiden. Her birinin hikayesini bize de aktardı

Oruç abi’nin geniş balkonunun ön kısmında adım atacak yer yok neredeyse çeşit çeşit bitkiden. Her birinin hikayesini de bize aktardı


Bize kumkat ikram etti, Hindistan menşeili olduğunu belirttiği bu bitki portakal ve mandalina arası bir tür, ebadı ise erik kadar, kabuğu ile birlikte yenebiliyor.

Açık Radyo’da fi tarihi zamanlarında “Filozof Dedikoduları” isminde bir program yaptığını aktardı Ömer abi (Madra) ile birlikte.

Çiğdem hemşire olduğu için o sularda da yüzdük, İzmir’de misafir olduğum Çiğdem ve Sevil’in evindeki dolapta “Nursing is art” magnetini görmüştüm, konuyu ordan açtım. Nurse fiilinden girdik Ebe Gümeci’nden çıktık.

16 Oruç Aruobanın evinde

Oruç abi bize kendi elleri ile hazırladığı ve “Menemenin hammaddesi olur” diye sunduğu yemeği ikram ederken

Çiğdem’in “İle“yi bir dönem elinden düşürmediğini sıkıştırdım ben arada bir yerde. Çiğdem de “İle”nin bir dönem kendisini çok etkilediğini, (tam ne söylediğini hatırlayamasam da mealen) hem can simidi olduğunu hem de yaralarını derinleştirdiğini eklediğinde Oruç abi, “Demek ki okuyan kişide yaratmak istediğim etkiyi becerebilmişim” dedi. 

Oruç abi ile işim henüz bitmedi ama. Yeşil Gazete'ye yazı yazdırana kadar bana durmak yok!

Oruç abi ile işim henüz bitmedi ama. Yeşil Gazete’ye yazı yazdırana kadar bana durmak yok!


Dümeni Yeşil Gazete’ye kırdım sonra. Bayramiç Tohum Takas Şenliği, Kaz Dağları Buluşması, ekolojik hareket derken ÇEYO, Huriye Hoca (Kara) ve solucanlara, solucan kelimesinin kökenine, tekilaya sarkıtılan solucana yol aldık. Böyle hararetli hararetli muhabbeti koyultmuşken bi ara Oruç abi, “Biz buraya nerden geldik yahu” diye başını kaldırıp hemen ardına parmağını bana doğru sallayarak, “Hep senin başının altından çıkıyor bunlar” diyerek sevimli sevimli payladı. Yeşil Gazete’ye yazma konusunda ise kesin bir yanıt vermedi. 

Sinema da konuştuk edebiyat da. Orhan Veli’yi de andık Can Yücel’i de. 

Oruç Aruoba kimdir?

14 Temmuz 1948 yılında Karamürsel’de dünyaya gelen Aruoba, ortaöğrenimini Ankara TED Koleji‘nde tamamladıktan sonra, Hacettepe Üniversitesi‘ne devam etti.

1976 yılında başlamak üzere bir yıl süreyle Almanya‘daki Tübingen Üniversitesi‘nde felsefe semineri üyeliği yaptı. Ayrıca 1981‘de Yeni Zelanda‘ya gitti, Victoria Üniversitesi‘nde konuk öğrenim üyeliğinde bulundu.

Wittgenstein’ın ilk çevirisi

1983 yılında akademisyen olarak çalışmayı bırakıp üniversiteyle ilişiğini kesti. Bu dönemde İstanbul‘a yerleşti ve çeşitli basın organlarında yayın yönetmenliği, yayın kurulu üyeliği ve yayın danışmanlığı yaptı.

Akademisyen olarak başladığı kariyerine yazar ve çevirmen olarak devam etti. Türkiye’nin önemli düşünürlerinden olan Aruoba; Hume, Rilke, Wittgenstein, Nietzsche, Von Hentig, Başo ve Celan‘ın eserlerini Türkçe’ye çevirerek literatüre kazandırdı.

Bir dönem Açık Radyo‘da Filozof Dedikoduları isimli programı da hazırlayıp sundu.

Hrant Dink Vakfı’na ölüm tehdidinde bulunan kişi tutuklandı

Hrant Dink Vakfı’na e-posta aracılığıyla tehditte bulunduğu belirlenen H.A, terörle mücadele ekiplerince Konya‘da gözaltına alınarak İstanbul‘a getirildi. H.A’nın “kasten yaralama, tehdit ve hakaret” suçlarından kaydı olduğu tespit edildi.

Sağlık kontrolünden geçirildikten sonra Çağlayan Adliyesi‘ne sevk edilen H.A., sorgusunun ardından tutuklanarak cezaevine gönderildi.

‘Azeri sevgili’ savunması

H.A ilk sorgusunda “Azeri sevgilisinin etkisinde kalarak” mesajı gönderdiğini, ayrıca bir Ermeni kilisesini de aradığını ancak kimsenin cevap vermediğini söyledi.

Hrant Dink Vakfı 29 Mayıs’ta yaptığı duyuruyla e-mail yoluyla gelen bir ölüm tehdidini kamuoyuyla paylaşmıştı. Duyuruda “Tehdit, Hrant Dink Vakfı’nı “kardeş masalları” anlatmakla itham ediyor, ülkeyi terk etmemizi talep ediyor, Rakel Dink’i ve avukatımızı ölümle tehdit ediyor” denilmişti.

Kuzguncuk Kilisesi’nin kapısındaki haçı söküp yere atan kişi tutuklandı

İstanbul Kuzguncuk’ta bulunan Surp Krikor Lusavoriç Ermeni Kilisesi’ne nefret saldırısı düzenleyen kişi tutuklandı. Tutuklama, gözaltına alınan zanlının adli kontrol şartıyla serbest bırakılmasının ardından hakkında ikinci kez yakalama emri çıkartılması ile yaşandı.

28 Mayıs’ta kilisenin kapısındaki haçı söküp kaldırıma atan M.S, olayın ardından gözaltına alınmış ve daha sonra da adli kontrol şartıyla serbest bırakılmıştı. Soruşturmayı yürüten İstanbul Anadolu Cumhuriyet Başsavcılığı, mahkemenin kararına itiraz etti.

Savcılığın kararını bir üst mahkeme sıfatı ile değerlendiren İstanbul Anadolu 8. Sulh Ceza Hakimliği, M.S. hakkında tutuklamaya yönelik yakalama kararı çıkardı.

https://twitter.com/GaroPaylan/status/1265710178449719299?

Savunma: Olay anlık gelişti

Mahkemenin kararı üzerine yeniden gözaltına alınan M.S., emniyet işlemlerinin ardından adliyeye sevk edildi. Saldırgan, Nöbetçi Sulh Ceza Hakimliği’ndeki sorgusunda, tüm ibadethanelere saygısı olduğunu, olayın anlık geliştiğini savundu.

Savunmasında “Olay tamamen anlık gelişti. Yaptığım şeyin kimseye faydası olmadığını biliyorum. Keşke hiç yapmasaydım. Bu olaydan dolayı çok pişmanım. Yoldan geçerken düşünmeden yaptığım bir olaydır. Kilisenin maddi zararını karşılamaya hazırım” ifadelerini kullanarak adli kontrol talebinde bulundu.

Hakimlik, şüphelinin üzerine atılı suçu işlediğine dair kuvvetli suç şüphesi bulunduğundan tutuklanmasına karar verdi.

 

Türkiye’de koronavirüs: Can kaybı 25, vaka sayısı 839

Sağlık Bakanı Fahrettin Koca yeni tip koronavirüse ilişkin 31 Mayıs 2020 tarihli güncel verileri paylaştı. Buna göre bir gün içerisinde koronavirüs testi pozitif çıkan kişi sayısı 839 olurken, can kaybı sayısı ise 25 oldu.

Böylece 11 Mart tarihinden bu yana görülen toplam vaka sayısı 163 bin 942’ye, virüs sebebiyle hayatını kaybedenlerin sayısı ise 4 bin 540’a ulaşmış oldu.

‘Vaka sayısı öngörülen seviyede’

Toplam yoğun bakımdaki hasta sayısı 648, solunum cihazına bağlı hasta sayısı 287 oldu. Ayrıca, 989 kişinin daha iyileşmesiyle Covid-19 tedavisi tamamlananların sayısının 127 bin 973’e ulaştığını bildirdi.

Bakan Koca, yaptığı paylaşımda “Vaka sayısı öngörülen seviyede seyrediyor. Solunum desteğine ihtiyaç duyan hasta sayısı azalmaya devam ediyor. Gelecek günler, el hijyenine özene; maske ve sosyal mesafe kuralının her ikisine birlikte uymamıza bağlı” dedi.

 

 

Ormanlar nereye gidiyor -2

Geçen hafta FAO’nun son verileri ışığında dünya ormanlarının genel durumunu ve coğrafi bölgelere göre dağılım ve değişimini gözden geçirmiştik. Kaldığımız yerden devam edelim.

Doğal ormanlar-ağaçlandırma ormanları

Toplam orman alanının %93’ü doğal yöntemlerle gençleştirilen ormanlardan oluşmaktadır. Ne var ki bu tür ormanlar 1990-2020 döneminde, hızı düşüyor olsa da azalmaktadır. Buna karşılık toplam orman alanının %7’sini oluşturan ağaçlandırma ormanları ile ağaçlandırılmış ormanlar[1] artmaktadır. Bu durum, geçen yazıda da belirttiğim gibi ekolojik işlevleri yüksek doğal ormanların azalmasını ekolojik işlevleri düşük ağaçlandırma ormanları ile dengelemeye çalışmak anlamına gelmektedir.

Korunan orman alanları

Dünya genelinde 726 milyon ha orman değişik statülerdeki korunan alanların sınırları içerisinde kalmaktadır. Bu miktar toplam orman alanının %18’ine karşılık geliyor. Hemen belirtmek gerekir ki, korunan alanların koruyuculuk işlevi korunan alan statüsüne göre ve ülkeden ülkeye değişmekte. Örneğin, ülkemizde sayıları son yıllarda hızla artan tabiat parklarının koruyuculuk işlevi olmadığı gibi, bu alanların diğer orman alanlarına kıyasla daha fazla zarar görmelerine yol açan geniş çaplı kullanımlara fırsat tanındığını akıldan çıkarmamak gerekiyor.

Korunan orman alanlarının miktarı 1990-2020 döneminde 191 milyon ha artmış durumda. Orman alanlarının oransal olarak en çok koruma altında olduğu kıta %31 ile Güney Amerika. En düşük olduğu kıta ise insan uygarlığının, endüstri devriminin ve ekonomik büyüme anlayışının merkezi olan Avrupa. Avrupa’da toplam orman alanının yalnızca %6’sı koruma altında, zira ormanlar Avrupa’da o kadar çok tahrip edilmiş durumda ki, koruma altında tutulmaya değer niteliklere sahip orman alanı diğer kıtalardan çok daha az. Var olan ormanların büyük bir bölümü yoğun şekilde işletilen ve doğallığını kaybetmiş ya da sonradan ağaçlandırmayla oluşturulmuş ormanlar.

Karbon depolama

Doğal ormanların azalmasına paralel olarak ormanların karbon depolama kapasitesi de azalıyor. 1990 yılında dünyadaki bütün ormanların yıllık karbon depolama kapasitesi 668 gt iken 2020 yılında bu miktar 662 gt’ye düşmüştür. Ortalama bir hektar orman alanının karbon depolama kapasitesi ise 163 tondan 159 tona gerilemiştir. Diğer yandan ormanların karbon depolama kapasitesinin en büyük kısmı, sanıldığının aksine bitkilerle değil, orman toprağındaki organik maddelerle ilgilidir. Aşağıdaki şekilde ormanların hangi unsurlarıyla ne oranda karbon depolayabildiği gösterilmektedir.

Diğer konular

• Yaklaşık 1 milyar 110 milyon ha orman primer orman niteliğinde. Yani yerel türlerden oluşuyor, gözle görülür bir insan etkisi yok ve ekolojik süreçler önemli ölçüde zarar görmemiş durumda. Primer ormanların %61’i ise yalnızca üç ülkede: Rusya, Brezilya ve Kanada.
• Yaklaşık 2 milyar ha ormanın uzun dönemli yönetim planları var. Yönetim planı bulunan orman alanlarının oranı Avrupa’da çok yüksek. Buna karşılık bu oran Afrika’da %25’ten Güney Amerika’da ise %20’den daha az. Bu, yönetim planı olmayan ormanların devamlılığının garanti altında olmadığı anlamına geliyor.
• 2015 yılı rakamlarıyla 98 milyon ha orman alanı orman yangınlarından etkilendi. Bu toplam orman alanının %4’üne karşılık geliyor. Daha da vahimi yangınlardan etkilenen ormanların üçte ikisi Afrika ve Güney Amerika’nın tropikal bölgelerinde.
• Yine 2015 yılında böcek ve hastalıklar ile aşırı hava olaylarından zarar gören orman alanı miktarı ise 40 milyon ha civarında.
• Ormanların %73’ü kamu mülkiyetinde. Kamu mülkiyetinin en yüksek olduğu kıtalar sırasıyla Avrupa, Asya ve Afrika. Güney Amerika, Orta ve Kuzey Amerika ile Okyanusya’da ise nispeten daha fazla özel orman bulunuyor. Kamu orman mülkiyeti oranının en düşük olduğu Okyanusya’da bile kamu mülkiyetinin oranı %50’nin üstünde.
• Ormanlardaki dikili ağaç serveti de azalıyor. 1990 yılında 560 milyar m3 olan dikili ağaç serveti 2020’de 557 milyar m3’e düştü. Ancak orman alanlarındaki azalmayı hesaba kattığımızda bir hektar orman alanındaki dikili ağaç servetinin 132 m3’ten 137 m3’e çıktığını görüyoruz.
• 1 milyar 150 milyon hektar orman alanı, yani toplam orman alanının %30’u birincil olarak odun üretimi amacı ile yönetiliyor. Buna yaklaşık 750 milyon ha civarındaki çok amaçlı yönetilen ormanları da katarsak odun üretimi yapılan orman alanı miktarı 2 milyar hektara yaklaşıyor.
• 424 milyon ha orman alanı öncelikli olarak biyolojik çeşitliliği koruma amacına ayrılmış durumda. Bu alanların 119 milyon hektarı 1990 yılından sonra bu amaca tahsis edildi.
• Öncelikli yönetim amacı toprak ve su koruma olan orman alanlarının toplam miktarı 339 milyon ha ve bu alanların 119 milyon hektarı 1990 yılından sonra ayrıldı.
• 188 milyon ha orman alanı ise öncelikli olarak rekreasyon, turizm, eğitim ve kültürel alanların korunması gibi sosyal hizmetlere tahsis edilmiş durumda. 2010 yılından itibaren bu amaca tahsis edilen orman alanı miktarı her yıl ortalama 186 bin ha artıyor.

Bu yazıyı geçen haftaki yazıyla birleştirip özetlemek gerekirse; dünya ormanları hem miktar olarak hem de kalite olarak azalıyor. Ormanlar gittikçe daha az karbon depoluyor, ormanların ekolojik işlevleri geriliyor. Yangınlar, hastalıklar ve aşırı hava olayları ormanlara daha çok zarar veriyor. Bu gidişi doğal ormanları korumadan tersine çevirmek mümkün değil.

Ağaçlandırmayla oluşturulan orman alanları kuşkusuz çok önemli ama bu alanlar doğal ormanların işlevlerini karşılayamıyor. Çok mu geç? Hayır, henüz değil. Umut var mı? Evet, elbette. Ama salt umut etmekle hiçbir yere varılmıyor. Ormanı savunan seslerin gerçekleri çok daha yüksek sesle, aklın ve bilimin ışığında ve elbette demokratik yol ve yöntemlerle haykırması gerekiyor. Çünkü bazıları ormanın sesine kulaklarını tıkamayı marifet saymaya devam ediyor.

*

[1] Ağaçlandırma ormanları yoğun olarak işletilmektedir. Diğer ağaçlandırılmış ormanlar, yoğun işletmecilik yapılmadığı için doğal ormanlara daha yakın bir yapı sergilemektedir.

Ergene sizi çağırıyor!

Trakya Havzası’nı sulayan Ergene Nehri beni en çok yıllar önce izlediğim Gündöndü Belgeseli’yle yüreğimden  yakaladı. Önceden Çernobil bulutlarının getirdiği yağmurun havzadaki çeltik tarlalarında yol açtığı radyoaktif kirliliğin detaylarını merak ederken, bu belgesel siyasi iktidarların umursamazlığının ve ihmalkarlığının Çernobil kadar ölümcül sonuçları olduğunu gösteren net bir örnek olarak belleğimde yer etti. Kendime “Peki ben Ergene için ne yapabilirim?” diye  sorduğumda ise bu yazının sözünü vermiş olduğum üzere şu anda bu satırları okuyorsunuz…
 
Zira bugünlerde Ergene’nin sesini duyurmak gibi bir şansı var: Gündöndü Belgeseli bu yazının sonunda vereceğim linklerden izlenebilecek şekilde erişime açık, hatta önümüzdeki günlerde belgeselin yapımcısı ve yönetmeni olan Nejla Demirci ile bir söyleşi de planlanıyor. Demirci  aynı zamanda Yüzleşme, Kanun Hükmü ve yapım aşamasındaki Güneş belgesel filmlerinin de yapımcısı ve yönetmeni.
 
Gündöndü’nün ilk gösterimi 2012 yılında Fransa’nın Marsilya kentinde dünyanın birçok ülkesinin ekoloji mücadelesi veren gruplarından, üniversitelerden, çiftçi hareketlerinin katılımıyla gerçekleştirilen Alternatif Su Forumu’nda yapıldı. 2 Aralık 2012 Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali’nde Çevre Filmleri Festivali 2012 “En İyi Belgesel Ödülü” ve 24 Mart 2013 Ankara Film Festivali “Jüri Özel Ödülü”ne layık görülen belgeselin bugüne kadar 80 civarında özel gösterimi oldu. Demirci’nin “Ergene’ye sahip çıkmak herkesin kendi yaşamına sahip çıkmasıdır” vurgusuyla ürettiği belgesel bir dramı gözler önüne seriyor. Istranca Dağları’ndan tertemiz doğduktan 7 kilometre sonra evsel ve sanayi atıkların hücumuna uğrayan Ergene, maruz kaldığı şiddeti on yıllardır istemsizce etrafına yayıyor, yaşamları söndürüyor… Bu feryadı duymaya hazır mısınız? 
 

Ben büyünce burada yaşamayacağım, Çorlu’da da yaşamayacağım. Derenin kokusu Çorlu’ya da geliyor…

Fazla detaya girmeden ön bilgi vermek adına ilk söylenmesi gereken sanırım Ergene’nin Türkiye’de sınırları belirlenmiş 23 havzadan biri olduğudur. Zira Ergene 35-40 yıl öncesine kadar geçtiği topraklara can veren bir nehirken plansız sanayileşme, öngörüsüzlük ve ihmalkarlık  nedeniyle Türkiye’nin en kirli nehirlerinden biri haline gelmiş bulunuyor. Bırakın sağlıklı yaşamayı küçük bir çocuğun bile tahammül sınırlarını zorlayan koku nehre boşaltılan atıkların eseri! Öyle ki atıklarla suyun debisi altı  katına çıkarken Saray, Çerkezköy, Çorlu, Muratlı, Lüleburgaz, Babaeski, Pehlivanköy, Hayrabolu, Uzunköprü ve Meriç’ten geçerek İpsala’da Meriç Nehri ile birleşen 285 kilometre uzunluğundaki nehirdeki kirliliğin izi Ege Denizi’nden devam edilerek Adriyatik Denizi’ne kadar sürülebiliyor.  

Ergene deşarj

Türkiye’de 90’lı yıllar itibariyle yoğun uygulanan neoliberal politikalar, altyapısız ve düzensiz sanayileşmenin önünü açarken doğduğu yerde içilebilen 1. kalite suyun Çerkezköy’den sonra döküldüğü Meriç’e kadar uzandığı hat boyunca 4. kalite ve neredeyse simsiyah olarak devam etmesinin temel nedeni. Ne var ki bugüne dek bu durumu değiştirecek somut bir adım atılmadığı gibi bölgeye yeni sanayi tesislerinin gelmesiyle sorunlar derinleşmiş durumda. Nitekim belgeselde nehir boyunca kurulu bulunan köylülerle yapılmış olan mülakatlar bölge sakinlerinin acı, endişe ve umutsuzluklarını net bir biçimde ortaya koyuyor.  

Nehirdeki kirliliğin temel müsebbibi olan sanayi tesisleri Tekirdağ civarında konuşlanmış bulunuyor. Buna göre Çerkezköy, Çorlu, Muratlı ve Lüleburgaz çevresinde gelişmiş sanayi ve kirleticilik sırasına göre birinciliği tekstil sektörü alırken onu gıda, kimya, deri ve maden sektörleri izliyor.  Yapılan bilimsel araştırmalarla içinde ağır metal, kurşun, kadmiyum, nikel, bakır, çinko gibi maddeler tespit edilen nehir denize dökülene dek aldığı yol boyunca ekolojik kirlilik ve dolayısıyla hastalık saçıyor. Nehir boyunca yerleşik köylüler kirli suyla tarım yapmak zorunda kalırken nehrin denizle buluştuğu Enez’de balıkçılar denizdeki kirliliğin balığı bitirdiğini anlatıyor.

Belgeselden yola çıkarak yaptığım genel bir araştırma önüme Marmara Belediyeler Birliği Raporu’nu getirdi. Buna göre, havzaya günlük yaklaşık olarak 700 bin metreküp atık su deşarj ediliyor; bunun %34’ünü evsel atık su, %66’sını ise endüstriyel atık su oluşturuyor. Dolayısıyla Ergene Havzası bu haliyle bile Türkiye çapındaki çeltik üretiminin %50’sini, ayçiçeği üretiminin %70’ini , buğday üretiminin de %10’unu karşılayan Trakya Bölgesi içinde önemli yer tutarken Ergene temiz akabilseydi neler olurdu hayal etmek serbest! [1]

Trakya ErgeneArıtma girişimleri bile işlevsiz…

Ergene Nehri’nin temiz tutulması için başlatılan çalışmalar yok değil; ne var ki bir sonuç alınamıyor. Örneğin 25 Şubat 2017 tarihinde gerçekleştirilen Marmara Belediyeler Birliği Encümen Toplantısında Ergene Havzası Koruma Eylem Planı masaya yatırılarak yeni yapılan sekiz adet Islah Organize Sanayi Bölgesi devreye alınmışsa da süreç üzerinde olumlu etkisi hala yok. Nitekim Ergene Nehri’nin halk sağlığını tehdit etmesi münasebetiyle arıtma tesislerinin işlevsizlik sorununa çözüm bulunması gerektiğinin altını çizen Türkiye Barolar Birliği’nin açıklamasına göre Orman ve Su İşleri Bakanlığı tarafından 2019 Nisan ayı içerisinde bitirilebileceği öngörülen projenin 2021’de tamamlanması bile uzak ihtimal. [2]

Kuşkusuz Türkiye genelinde aşina olduğumuz siyasi kültür gereği Ergene’nin kirletilmesinin yıllardır önüne geçilemeyişinin arkasında sermaye gruplarının siyasi temsilleriyle ilişkisi var. Çok uzağa gitmeden bu baskının gücünü 2011 – 2016 yılları arasında Sağlık Bakanlığı tarafından Kocaeli, Kırklareli, Edirne, Tekirdağ ve Antalya’da yapılan araştırmadan elde edilen fakat kamuoyuna açıklanmayan sonuçları kamuoyu ile paylaşan Bülent Şık’a dava açılarak hapis istemiyle yargılanmasında da görüyoruz. Nitekim Şık, Ergene Havzası’nda hangi noktada kurşun karıştığına kadar tespit edildiğini ve bu nedenle projenin bu kadar gizlenmeye çalışıldığını, açıklamasının bazı çevreleri rahatsız ettiğini belirtmişti. 

Kırmızı Ergene

Tüm bunlara ek olarak benim aklıma takılan önemli bir husus ise Trakya Bölgesi’nde bu kirliliğe hasıl olan üç önemli şehirde Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) seçmeninin etkin olması. Nitekim ’90’lardan bugüne “CHP’nin kalesi” olarak bilinen Trakya’da Edirne ve Tekirdağ belediye başkanları CHP’den olurken Kırklareli’nde de önce CHP’den sonra bağımsız aday kategorisinden yerel seçimi almış bir başkan görevde. Bu durum ister istemez sanayi bölgelerinin yönetiminde yerel yönetimlerin payı ve etkisi yok mu ya da on yıllardır  göz yumulan bu sorunun müsebbibinin diğer illerde siyasi iktidar olduğunu gördüğümüz gibi Trakya için de ana muhalefet partisi mi sorularını akıllara getiriyor. 

Gündöndü Belgeseli’nin gösterimi ve bir söyleşi 

Özetle Türkiye genelinde uzmanların da altını çizdiği gibi kaynağından tertemiz çıkmasına rağmen temiz kalabilen nehir neredeyse kalmamışken Gündöndü Belgeseli bir yaşam kaynağı olan suyun zehre dönüşmesinin boyutlarını, diğer bir deyişle tüm nehirlerle canlı cansız çevresinin dramını gözler önüne seren  çarpıcı bir yapım. Belgesel 1001 Film Festivali kapsamında ve sonrasında da açık olarak şu fragman ve linkten  izlenebileceği gibi, 5 Haziran Dünya Çevre Günü’nün bir ertesi günü yani, 6 Haziran Pazartesi saat 21:00’da Belgesel Sinemacılar Birliği’nin Youtube kanalında da Nejla Demirci ile belgesel üzerine bir söyleşi gerçekleştirilecek.

Yazının başında söylediğim gibi, Ergene’nin bir şansı var! Çünkü gidişatın değiştirilmesi durumdan rahatsız olmakla mümkündür. İzleyip rahatsız olmanız temennisiyle…

(Bu yazı Sivil Sayfalar’da da yayımlanmıştır.)

*

[1] Ergene Havzası, Koruma Eylem Planı Durum Değerlendirme Raporu, Aralık 2018, İstanbul

[2] Türkiye Barolar Birliği(TBB), Ergene Derin Deniz Deşarjı Projesi ve Marmara Denizi Ortak İnceleme Raporu, 2015

 

Siyah hayatların ‘önemsizliği’

Yazan: Kimberle Williams Crenshaw

Yeşil Gazete için çeviren: Özde Çakmak

*

20 Mayıs 2015’te – neredeyse bundan tam beş yıl önce – African American Policy Forum’un sunduğu #SayHerName: A Vigil in Memory of Black Women and Girls Killed by the Police (#OnunAdınıSöyle: Polis tarafından öldürülen Siyah kadınların ve kız çocuklarının anısına bir gece nöbeti) adlı anmada ülkenin dört bir yanındaki aileler, hayatını kaybeden sevdiklerinin hikayelerini yüceltmek için güçlü bir dayanışma gösterisinde biraraya geldiler. Bu kişiler Alberta Spruill, Rekia Boyd, Shantel Davis, Shelly Frey, Kayla Moore, Kyam Livingston, Miriam Carey, Michelle Cusseaux ve Tanisha Anderson’ın aile fertleriydi. Onların adlarını söyledik.

Ahmoud Arbery’nin takip edilerek öldürülmesi iyi bilinen bir trajediyken, çoğu kişi Breonna Taylor’ın – sivil polislerin yanlışlıkla evini bastığı ve sekiz kez ateş ederek öldürdüğü Siyah kadın – hikayesini henüz duymadı. Taylor son saatlerinin çoğunu başkalarına yüksek riskli hizmet sunarak geçiren sertifikalı bir acil medikal teknisyeniydi. Onu hayatından eden tehdit ise – kapısını kırarak üzerine mermi boşaltan – Siyah kadınların karşı karşıya kaldığı son derece yaygın bir tehlikeydi: Beyaz polislerin eliyle öldürülme ve öldükten sonra kamusal anonimliğe geçiş.

Bu iki ölüm – biri güpegündüz duygusuz infazcıların elinden, diğeri gece yarısından sonra heyacanlı polislerin elinden – Afrikalı Amerikalı komünitesinde yaygın olarak anlaşılan bir şeyi temsil ediyor: Covid-öncesinde, Covid-ortasında ve Covid-sonrasında kolluk kuvvetlerinin keyfi emirleriyle sürekli olarak öldürülüyoruz. Ani, mantıksız ve acımasızca rasyonelize edilen ölümlerimizin heyulası, Siyah olmanın basit statüsüyle o denli doğrudan ilişkili ki masum bir etkinliki en ağır şekilde cezalandırılması gereken bir suç saymaya kadar vardırıldı. Arbery’nin suçu koşu yapmaktı; Taylor’ın ise bir siyah olarak kendi evinde barınmak.

Bu ölümler geçmişte kaldığını düşünmekten hoşlandığımız bir döneme – kökleri kölelikte ve Jim Crow’da olan beyazların dokunulmazlık saltanatı – dayanan ırkçı terörün somutlaşmış modern örnekleridir.  O dönemlerde Siyahların öldürülmesine karşı hiçbir kural, yasa ya da beklenti yoktu.

Ülkemizdeki o çok belirli terörizm tarihinin anımsatıcıları olarak Mary Turner’ın – kocasının birkaç gün önce linç edilmesinin ardından Mayıs 1918’de kendisi de linç edilen hamile bir Siyah kadın – grenli, siyah-beyaz fotoları hala elimizde duruyor. Bu devlet yaptırımlı ırkçı bir cinayet ifadesi olarak erkeklerin, kadınların ve çocukların hayatlarını söndüren bir terörizm.

Geçmişle şimdi arasında çizilen çizgi kurgudan ibaret

Irkçı yırtıcılığın hala yaşayan mirasını Black Wall Street’te Siyah ekonomik kendine yeterliğin ilk kıpırtıları onu yerle bir eden kinci beyazların ters tepkisini tetiklediğinde, ırk ayaklanmaları ve linçler bir grubun tümünü hedef alan ve terörize eden vahim bir anilikle patladığında ve merkezi hükümet Siyah vatandaşlarının kaderini düpedüz beyaz egemenliğin zorbalığına bıraktığında; oy kullanmanın bedelinin ölüm olabildiği bir dönemde yaşamadığımızı rahatlıkla anımsayarak görmezlikten gelme eğilimindeyiz. Ne var ki geçmiş ile şimdi arasında çizilen bu kayıtsız çizgi bir kurgudan ibaret. Günümüzün ırkçı terör şoku sözde mazide kalan bir döneme zoraki bir dönüş ve büyük ölçüde Siyahların yaşamıyla beslenerek tanımlanan kültürel bir ortamın yeniden dirilişidir. Siyah Amerikalıların bu boğucu geçmiş tarafından rastgele mağduriyeti, evlerinden edilen atalarının zorla yerleştirilmelerini yansıtır ve Amerika’nın servetini inşa etmekle görevli yük hayvanları olarak hizmet vermeleri için zorlar. Aynı şekilde Siyah yaşamın bu duygusuz önemsizliği de bu ölümleri, diğerleri ile birlikte, alışılmadık biçimde dayanılmaz kılar.

Devlet şiddetinde kaybolup giden Siyah yaşamların bu önemsizliğinin büyük bir parçası, ırkçı sağlık ve servet eşitsizlikleri yoluyla bedenlerimizin gizli mağduriyetiyle Siyah Amerikalıların kurban edilmesidir. Bir kez daha şiddetli Covid-19 pandemisiyle karşı karşıya kalan Siyah komünitelerde orantısız ölümlere tanık oluyoruz. Fakat bu ölü sayısının uzun vadeli arka planı Siyah bedenlerin sosyal zararının beyazlara kıyasla onların yaşamlarından 15, 20 hatta 25 yıl götüren sıradan bir patojen olarak doğallaşmasıdır. Siyah Amerikalılar arasında Covid-19’un orantısız ölümcüllüğü ondan çok daha önce varolan çevresel ırkçılık ve sağlık hizmetleri eşitsizlikleriyle doğrudan ilişkili. Bu sürecin acımasız öngörülebilirliği tantana yaratmaz. Bunun yerine, egemen sağlık ve servet eşitsizlikleri kapsamında Siyah bedenlerin yavaşça ve sabit biçimde ortadan kaldırılmaları bir tür ikinci doğa – kader, seçim ve doğal durumların görünmez eli tarafından teslim edilen kitlesel bir ölüm varsayımı – olarak görülür.  

Haklı olarak Arbery ile Taylor’ın öldürülmesini, mazide kaldığını umduğumuz keyfi devlet politikaları tarafından yetkilendirilen ve kolaylaştırılan cinayetler olarak nitelendiriyoruz. Fakat Siyah insanların ölümlerinin bu farklı yöntemleri arasındaki kesişimden ne anlam çıkarmalıyız? Siyah işçiler için toplam ölü sayısının yüksekliği bilindiği ve bu işçilerin güvenli biçimde oldukları yerde barınmaya devam etmelerine izin veren yaşamsal giderlerle kısmen önlenebilir olduğu halde eyalet hükümetleri tarafından alınan “ekonomiyi yeniden açma” konusundaki – ki bu doğrusunu söylemek gerekirse ezici çoğunluğu beyaz ve varlıklı müşteri tabanının hayatını kolaylaştırmak amacıyla daha fazla Siyah sağlık ve hizmet çalışanını doğrudan doğruya pandeminin yoluna itmek için ırksallaştırılmış bir talimat – acil kararları nasıl anlamalıyız?

Covid-19 ve ‘kabul edilebilir’ ölümler

Arbery’nin ölümünün linç, Taylor’ın ölümünün ise infaz olarak nitelendirilmesine sinirlenenler bu apaçık politik hesabın – beyaz olmayan, daha yoksul komünitelerde “kabul edilebilir” ölü sayısı üzerinde dönen bir hesap – bir tür soykırım olduğu önermesine de şüphesiz ayak direyecek. Bu terimin belirli tarihsel çağrışımlarla ve idaresi zor bir nüfusu ortadan kaldırmak için kullanılan somut teknolojilerle yüklü olmasını anlıyoruz. Fakat tıpkı linç için ip gerekmemesi ve infazcıların düzenli bir ateş mangasının olmayabileceği gibi, tarihsel olarak ırksallaştırılmış bir grupta oransızca yoğunlaşan büyük ölçekli ölüm ve yıkımın hoşgörülmesinin – ve hatta açıkça rasyonelleştirilmesinin – doğrudan soykırım alanına girebileceğini kabul etmek zorundayız.

Siyah komünitenin Covid-19 etkisinde oransızca yaşamlarını kaybettiğine dair kanıtlar yığılmaya devam ederken bu şok edici bulguların bir şekilde karşılıklılık ruhunu ve insancıl şefkati hızlandıracağını ummak için bazı sebepler olabilirdi. Oysa Covid-19 nedeniyle hastaneye kaldırılanların yüzde 80’den fazlasının Siyah olduğu Arbery’nin memleketi Georgia bu ayın başında “yeniden açıldı.” Bu yeniden açılmanın orada yaşayan Siyahlar için ne anlama geldiği ilk bakışta belli olmayabilir: Banliyö şehri Atlanta’nın zengin beyaz bölgesinden olan ve yeni kavuştuğu özgürlükten başı dönen bir müşteri Washington Post’a şöyle konuştu: “Vakaların nereden geldiğini ve demografileri görmeye başladıktan sonra – endişeli değilim.” O zamandan beri, çeşitli sağlık otoritelerinin yirmibirinci yüzyıl vebasının Siyah kurbanlarını beslenme ve yaşam tarzlarında değişiklik yapmaya zorlamaları gibi, usandırıcı bir ırksallaşmış mağdur-suçlama dizisi daha peydah oldu.

Böyle bir görüş, beyaz sağ kanat uzmanları arasında geçerli olan ve basitçe egzersiz faaliyetinden kaçınmış ve kamusal alanın dışında kalmış olması halinde Arbery’nin ölümden kaçınılabileceği önerisine rahatsızlık verecek derecede yakındır. Ya da partneri evini ve sevdiğini haneye tecavüz – savunmasız işçilerden itaatkar hizmet talep etmek için devletin yasama işlerini sekteye uğratan ve çoğunluğu beyaz olan silahlı protestocuların görüntüsüyle karşılaştırıldığında en hafif tabirle tüyler ürperten bir tezat – gibi görünen bir durum karşısında savunmaya teşebbüs etmemiş olsaydı Taylor hayatta kalabilirdi.

Bu ırksallaşmış, suçu başkasının üzerine atma pratiğinin toksik etkisi o denli yaygın ki bizim gibi ırkçılığın risklerini paylaşanlar bile ona kolayca yenik düşebiliyor. Hepimiz hayatlarımız üzerinde kontrol sahibi olduğumuza inanmak isteriz. Fakat Afrikalı Amerikalı olarak bu bizim için kesinlikle kontrol sahibi olmadığımız bir zamandan bu yana katettiğimiz mesafeyi; bizleri o kahrolası döneme her an geri postalayabilecek dehşetin ötesinde yaşamaya devam etmemizi sağlayan bir umudu belirtir. Bu korku hikayesinde asıl dehşet verici olan bir canavardan kaçmanın başka bir canavara yem olmaktan geçtiğini farketmektir. Bu canavarlarla yüzleşilmediği takdirde, her zaman bir başka canavar olacak.

Bir başka devam filminden kaçınmak için, Siyah hayatların güvencesizliğinin asla üstesinden gelinmediği gerçeğiyle doğrudan yüzleşmek gerekir. Ahmaoud Arbery ve Breonna Taylor’ın adlarını söylemek zorundayız çünkü geçmişteki şiddetin şimdiki şiddeti – hayatlarımıza ve aynı şekilde temsiliyetimize yönelik bir tehdit olarak aramızda kol gezmesine izin verilen – doğurmasına neden olan kasti yöntemlere karşı her daim tetikte olmalıyız

Ve tüyler ürperten şu gerçeği idrak etmeliyiz: Siyah Amerikalılar arasında Covid-19’un hızla yayılması ve oransız ölüm hızları, yaşamlarımıza aldırış edilmemesinin sıradan bir sonucu. Tahmin edildiği gibi kırılgan bir halkın istemsizce kurban edilmesi son derece adaletsiz ekonomi ve güç dağılımını desteklemekten daha fazlasını yapar. Bununla doğrudan yüzleşmek gerekir: Bu bazı bedenlerin başkalarının ayrıcalığı ve rahatlığı için toplu halde kurban edildiği Amerikalı ırksal gücün yıllığından bir bölümdür.

Makalenin orijinali için tıklayın