Ana Sayfa Blog Sayfa 2098

Döneminin en büyük şehrini beslemek: Konstantinopolis modeli

Çiftçiden tüccara, halden komisyoncuya, sevkiyatçıdan yine hale, oradan da markete ve tüketiciye uzanan günümüz tedarik zincirinin maliyetleri nasıl yükselttiği, küçük ve orta ölçekli çiftçiyi nasıl bir çıkmaza soktuğu hepimizin malumu. Üreticiyi aracıya bağımlı hale getiren, zinciri uzattıkça aradaki aracıların kâr etmesi için maliyetleri yükselten ve üreticiyi mutsuz eden bu sistemin değişmesi gerektiği konusunda hemfikir olduğumuzu düşünüyorum.

Abdullah Aysu, Yeni İnsan Yayınevi’nden çıkan Kooperatifler: Yemek Yemek Politik Bir İştir kitabının giriş bölümünde, yemek kültürümüz “değiştirilmeden önce” sebze-meyvelerin mevsiminde üretip tüketildiğini, üretici ile tüketicinin arasındaki mesafenin çok uğraklı olmadığını, ürünlerin genel olarak üretildikleri havzada satıldığını vurguluyor. Kitabı okuduktan sonra biraz eskilere gitmek, yaşadığım şehirdeki gıda tedarik zincirinin geçmişine bakmak istedim. Aradığım bilgileri Jonathan Harris’in Alfa Yayınları’ndan çıkan Konstantinopolis: Bizans’ın Başkenti kitabında buldum. Londra Üniversitesi, Royal Holloway Koleji Bizans tarihi profesörü Harris’in 86 yaşındayken, kariyerinin tüm birikimiyle kaleme aldığı 422 sayfalık bu kapsamlı eser, Bizans’ın kuruluşundan çöküşüne başkent Konstantinopolis’teki yaşamı detaylı bir şekilde inceliyor.

Harris’e göre Bizans efsanesinin büyük kısmını dillere destan zenginliği oluşturuyor ve ona göre şaşırtıcı olan şey Konstantinopolis’in zaman içinde giderek zenginleşmesi değil, dönemin en büyük Hıristiyan şehrinin bu nüfus yoğunluğuna rağmen ayakta kalabilmesi. “Bizans başkenti için gerçek tehlike işgal tehdidi değil, açlığa mahkûm edilerek dize getirilebilir olmasıydı” diyor Harris. Dolayısıyla, gıdaya bu denli önem atfedilen bir şehirde, en temel besin olan ekmeği üreten fırıncıların tüm kamu hizmetinden muaf olduğunu, bir fırıncının kirasını yükseltmeye kalkan kişinin ise ömür boyu sürgün cezasına çarptırıldığını söylesem kimse şaşırmaz sanırım.

“Şehrin ihtiyaçları her türlü mülahazanın üstündeydi” diyor yazar. Konstantinopolis ancak bu şekilde ihtiyaç duyduğu yiyeceğe ulaşabiliyordu. Binden fazla kayığın olduğu balıkçı filosunun yakaladığı balığı şehre getirip satmak zorunda olduğu, şehir dışına ihraca yalnızca fazlalık durumunda, balık bozulmasın diye izin verildiği bir sistemden ve şehrin doğal akıntısı nedeniyle uskumru, palamut, orkinos sürülerinin her yıl akın ettiği bir dönemden bahsediyoruz.

Kuşatma ve vebanın kıskacındaki başkent 

Yazara göre şehrin ayakta kalmasının iki ana koşulu, yüksek nüfusu besleyecek kaynakları yaratmak ve halkın temiz su ihtiyacını karşılamak . O dönemde şehrin tek içme suyu kaynağı Bayrampaşa’daki Lykos Deresi. Sur içinde başlayıp sur dışına doğru uzayan bahçe ve bostanlarda yetişen ürünlerle halkı doyurmak imkânsız olduğu için ekmek yapmak için Mısır, Bulgaristan, Kırım ve Ege Denizi bölgesinden tahıl getiriliyormuş.  642’de Arapların Mısır’ı almasıyla birlikte şehrin ana tahıl kaynağı elden gittiğinde, Bizans bir taraftan kuşatmaya karşı direniyor diğer taraftan da vebayla boğuşuyor. 745 senesine gelindiğinde, veba nedeniyle artık mezarlıklarda yer kalmamış, ölüler mecburen sur yakınlarındaki bostan ve bahçelere gömülürken, imparator gıda stoku olmayanları şehri terk etmeye teşvik ediyormuş. Veba etkisini yitirmeye başlayınca ilk yapılan şey temel gıda maddeleri üzerine çalışma yürütmek ve var olan su kemerleriyle sarnıçları restore etmek oluyor. Şehrin toprağı o kadar bereketli ki, kıtlık yaşayan Mısır’a tahıl ihraç edecek kadar ürün toplandığı kayıtlara geçiyor. 

Jonathan Harris.

Peki Konstantinopolis’te üretilemeyen gıdalar şehre nasıl ulaşıyordu? O dönemde gıdanın tedarikinden, tahıl fiyatlarının ve hatta fırıncıların satacağı ekmek fiyatının belirlenmesinden günümüze vali/belediye başkanına eş değer bir konumda bulunan eparkhos/praefectus sorumlu. Acil durumlar içinse Yunanistan’da tahıl stokları bekletilip şehirde tükendiğinde oradan yollanır. Ama işler hep böyle gitmez tabii. Selçukluların Küçük Asya’da hâkimiyetlerini artırmalarıyla beraber mülteciler Bizans’a akın etmektedir. 1070 yılında büyük bir gıda krizi baş gösterir. Başnaip Nikephoritzes tahıl alım-satım fiyatlarına müdahale edebilmek için stokları Rhaidestos (Tekirdağ) limanının dışına taşır, depoların yönetimine kendi adamlarını getirir. Çiftçiler hem kendi mallarını yağmalayan bu yeni depo görevlilerine hem de Nikephoritzes’in belirlediği fiyatlara karşı çıkınca kıtlık büyür. 1077’ye geldiğimizde artık isyan çıkmakta, ambarlar ateşe verilmektedir. Nikephoritzes şehirden kaçar, ama yakalanarak idam edilir. Çiftçiyi, üreticiyi mutsuz etmeye Konstantinopolis’te izin yoktur.

Tahıl ve hayvanlar dışında, şehre dışarıdan getirilen iki ana maddenin Girit ve Ege adalarından gelen peynirlik keçi sütüyle, yine Girit ve Ege adalarıyla Suriye ve İtalya’dan ithal edilen şarap olduğunu öğreniyoruz kitaptan. Jonathan Harris, 1071 yılındaki kıtlık hariç, halkını doyuran ve tüm temiz içme suyu ihtiyacını karşılayabilen, hatta bir işçinin tavernada uygun fiyata şarap içebildiği bu şehir için “geçimlerini sağlayacak kadar tarım yapmanın standardı oluşturduğu bir dünyada, Konstantinopolis bir organizasyon harikasıydı” diyor. Bizi de yaşadığımız şehirde, sağlıklı ve sürdürülebilir gıdaya ulaşmanın bir zamanlar olduğu gibi yine mümkün olabileceği düşüncesiyle baş başa bırakıyor, buna ulaşmak için de yollar aramanın önemini zihnimize bir daha kazıyor.

Adana ve Mersin’in kabusu: Petrokimya fabrikaları

Hindistan‘ın Andhra Pradesh kentinde bulunan, Güney Kore şirketi LG Polymers’e ait plastik polimer üretim tesisinden, çevre sakinleri uyurken bir gaz sızıntısı gerçekleşti. Bu gaz kaçağının ardından en az 11 kişi öldü ve yüzlerce kişi de hastaneye kaldırıldı.

Güney Koreli LG’ye ait bir plastik fabrikası, 7 Mayıs Perşembe günü saat 03:00’te çevre yerleşim alanına köpük türündeki plastiklerin de yapımında kullanılan stiren gazı sızdırmaya başladı. Gaz sızıntısına bazı insanlar uykularında yakalanıp oldukları yerde bayılırken, bazıları ise sızıntıyı fark edip bölgeden uzaklaşmaya çalışmışlardı. Yetkililer sızıntının, işçilerin koronavirüs önlemleri kapsamında kapattıkları tesisi, kısmi olarak yeniden açtıkları esnada, 5.000 tonluk iki tankta meydana geldiğini söylediler. Sızan gaz yaklaşık 3 km’lik bir yarıçapa yayılmış ve çevredeki yerleşim yerleri üzerinde adeta bir gaz battaniyesi oluşturmuştu.

İlkinin ardından ikinci bir sızıntı, ertesi gün sabah meydana geldi ve ortaya çıkan korku ve panikten dolayı binlerce insan yollara döküldü. Visakhapatnam bölgesinde bir itfaiye görevlisi olan N. Surendra Anand, fabrikanın 5 kilometrelik yarıçapındaki insanları önlem olarak evlerinden alarak otobüslere taşındıklarını söyledi. Endüstri bakanı M.Goutham Reddy ise “İlk bilgilerimiz, işçilerin sızıntı başladığında bir gaz depolama tankını kontrol ettikleriydi. Tam kapsamlı bir soruşturma tam olarak ne olduğunu açığa çıkartacak” dedi. Yüzlerce kişi gaza maruz kalma belirtileri ile hastanelere başvurdu. İhmal nedeniyle LG’ye soruşturma açıldı.

Evden toplanan cesetler, hastaneye yığılan’kurban seli’

Eşi ve iki oğluyla birlikte fabrikadan 500 metre uzaklıkta yaşayan 38 yaşındaki MG Reddy, sabah saat 4’te gözlerinde yanma hissiyle uyandığını fark etti. Hükümetin bölgede koronavirüs için dezenfektan ilaçlaması yaptığını düşünüp tekrar uyuyan Reddy, “Ama sabah 6’ya doğru köydeki herkes çığlık atıyordu ve koşuyordu, bu yüzden ben de ailemi alıp kaçtım. O kadar çok insanın sokakta yerde oturduğunu ya da çığlık attığını gördüm. Yolda yatan birçok insan vardı ama kimseyi kurtarmayı düşünemedim, sadece ailemi kurtarmayı düşünebilirdim” dedi.

Bölgeden gelen video görüntüleri, kaldırımlar ve yollarda, kucaklarında cansız çocuk bedenleri taşıyan ebeveynlerin çığlık atarak koştuklarını gösteriyordu. Visakhapatnam’da polis yardımcısı olan Swarupa Rani, olay yerine koşan memurların zehirlenme korkusuyla hızla geri çekilmek zorunda kaldıklarını söyledi: “Havadaki gaz o kadar hissedilirdi ki hiçbirimizin orada birkaç dakikadan fazla kalması mümkün olmamıştı.” Sabaha doğru, polis sızıntıya uykudayken yakalanan ve ölen çevre sakinlerinin cesetlerini toplamak için fabrikanın yakınındaki evleri kapı kapı dolaşıyordu.

Olay sırasında, 22 yaşındaki K. Anitha evinden çıktığını ve “insanların neden yerde yattığını anlayamadığını” söyledi. Kısa bir süre sonra, gözlerinde ve boğazında yanma hissi hissettiğini ve kusmaya başladığını söyleyen Anitha “Uyandığımda hastanedeydim” dedi. Çevrede bulunan Kral George hastanesinde, olaydan etkilenen ve hastaneye kaldırılan yüzlerce kurbanla karşılaşan doktor Divya, kaos anını şöyle anlattı. “Birbiri ardına bilincini kaybetmiş halde getirilen bir kurban seli vardı. Bazıları kan kusuyordu…”

Bir tıp öğrencisi olan kurbanlardan biri ise aşırı dumandan dolayı çıktığı evinin balkonundan düşerek hayatını kaybetti. Aynı hastanede beyin cerrahı olan Dr. Surendra Kumar Chellarapu, ölen tıp öğrencisinin nefes nefese kalarak uyanıp, nefes almak için çıktığı odasının balkonundan aşağıya, dengesini kaybederek düştüğünü ve bundan dolayı da beyin kanaması geçirerek hayatını kaybettiğini belirtiyordu.

LG’nin fabrikasından sızan stiren gazına akut maruziyet durumunda solunumsal ve nörolojik semptomlar meydana gelir. Ayrıca stiren gazının yüksek dozları da öldürücüdür. Chellarapu, “Çoğu kusma, göz tahrişi, deri döküntüleri ve nefes alma problemlerinden mustarip binlerce yaralı olduğunu ancak birçoğunun tehlikeyi atlattığını” belirtti.

Visakhapatnam’daki neyse Mersin ve Adana’daki de o!

Kral George hastanedeki bazı doktorlar, bölgenin karantina altındaki alanlardan biri olduğunu ve aşırı hasta akınının, mağdurlar ile doktorlar arasında koronavirüs yayılmasına yol açacağından endişe duyduklarını belirttiler. King George hastanesindeki bir başka doktor olan Dr. Adarsh, “Burada yaşadığımız olay ambulanslarda, arabalarda ve hatta iki tekerlekli araçlarda çeşitli servislere koşuşturan kurbanların akınına benziyordu” dedi. “Bu hasta akını esnasında kişisel koruyucu ekipman giymek için bile zamanımız yoktu, sadece kurbanları kurtarmak için koşuşturuyorduk” diye de ekledi.

LG Şirketi tesisin gaz sızıntısının kontrol altına alındığını belirten bir açıklama yaptı ve “Ölenlere ve ailelerine en derin başsağlığı dileklerimizi ifade etmek istiyoruz. Teknik ekiplerimizi, olayın kesin nedenine ulaşmak için soruşturma makamlarıyla birlikte çalışmak üzere seferber ettik.” dedi

Olayın gerçekleştiği Visakhapatnam, Kalküta ve Chennai arasında bir sanayi liman kenti ve yaklaşık 5 milyon nüfusa sahip bir yerleşim yeri. Bölge birçok devasa kimya fabrikasının bulunduğu ve çevrecilerin sıkça endişelerini dile getirdikleri bir alan olmasıyla da biliniyor. 

Yukarıda anlattığım olay geçtiğimiz haftalarda Hindistan’da gerçekleşen plastik polimer fabrikası sızıntısının The Guardian gazetesinde yer alan haberinin kısmi çevirisiydi. Bu haberdeki Visakhapatnam isimli şehrin ismini Adana ve Mersin olarak değiştirip Hintli isimlerini Türkçe yapıp, patlamanın yaşandığı şirketin de ismini Rönesans Holding ve Tekfen olarak değiştirdiğinizde, Mersin ve Adana bölgesine kurulacak olan petrokimya fabrikalarının yaratacağı riskin de bir senaryosunu okumuş olursunuz. Her iki bölge de aşırı derecede patlayıcı özellikte olan propan gazının kullanılmasıyla üretilecek polipropilen fabrikasının riski altında. Varın gerisini siz düşünün.

Sadece Ot Değil: Asi botanikçilerden unutulmuş bitkilere grafitili destek

Yazan: Alex Morss

Yeşil Gazete için çeviren: Ece Özen

*

Tebeşir kuşanmış isyankar botanikçilerin uluslararası gücü, Avrupa‘daki kasaba ve şehirlerde kaldırımlar ve duvarların çatlaklarında büyüyen farklı ama ezilmiş floranın adlarını ve önemini vurgulamak için tebeşirle sokak grafitisine başladı.

Fransa’da başlayan, yabani bitkilerin isimlerini yazma fikri, insanların etraflarındaki bitkileri isimlendirip sosyal medyada paylaşmaya başlamasıyla viral oldu. Toulouse Doğa Tarihi Müzesi’nden Boris Presseq’in, Fransa’da yaygın yabani bitkilerin isimlerini yazdığı video 7 milyon izlenme alırken, Londra’nın kenar mahallelerinde isimlendirilen bitkilerin sosyal medya fotoğraflarını 127 binden fazla kişi beğendi. (Türkiye’de de yayılmaya başlayan bu akımın temsilcilerinden Burcu Meltem Arık’ın isimlendirmelerini @burcumeltemarik Instagram hesabında görebilirsiniz-Ç.N.)

“Boris Presseq ve botanikçiler, Toulouse Fransa’da kaldırımdaki bitkilerin isimlerini tebeşirle yazıyor.” Fotoğrafçı: Clarie Van Beek – Handout

Presseq, Guardian’a verdiği röportajda amacını şu şekilde açıklıyor: “Kaldırım kenarlarındaki bu yabani bitkilerin varlığının fark edilmesini, onlara dair bilginin paylaşılmasını ve insanların onlara olan saygısının artmasını istiyorum. İnsanlar daha önce bu bitkileri gözlemlemek için hiç vakit ayırmıyorlardı, şimdi ise bana bakış açılarının değiştiğinden bahsediyorlar. Şehrin doğasıyla ilgili öğrencileriyle beraber çalışmam için okullar benimle iletişime geçiyor.”

Fransa, 2017’de parklarda, sokaklarda ve diğer kamusal alanlarda ve 2019’dan itibaren bahçelerde böcek ilacı kullanımını yasakladı ve bu da ülkedeki kentsel kır çiçekleri konusunda farkındalığın artmasına neden oldu.

Londra’da yaşayan Fransız botanikçi Sophie Leguil, Fransa’da Tela Botanica tarafından başlatılan “Sauvages de ma rue” (“sokağımdaki yabani şeyler”) kampanyasının yayılmasına yardım ettikten sonra, Birleşik Krallık’taki yabani bitkilere bakış açısını değiştirmek amacıyla “More Than Weeds” (ottan daha fazlası) isimli kampanyayı başlattı. Hackney karayolu üzerinde tebeşirle bitkileri işaretleme iznini alan Lequil, karayolu üzerindeki unutulmuş florayı gösteren bir tebeşir rotası oluşturdu. Şimdi ise farklı mekanlar için belediye meclislerinin kendine izin vermelerini talep ediyor.

“Fransa’da pestisitlerin yasaklanması yerel yönetimler ve mentaliteleri değişmeye zorladı ve farkındalığı arttırdı” diyor Leguil. Ve ekliyor: “Bunu bir izne tabii olarak daha geniş alanlarda yapmayı bekliyorum, otoritelerin de bu tebeşir rotalarının oluşturulmasına ilgi göstereceğini umuyorum. Biz çoğunlukla bitki körlüğünden bahsediyoruz. Ya bitkilerin isimlerini belirtir ve insanların onlara farklı gözlerle bakmalarını sağlarsak? Londra’nın bitkilerden nasıl temizlendiğini görünce umutsuzluğa düşüyorum. Bitkiler maliyet tasarrufu, biyoçeşitlilik, eğitim gibi faydaları göz önüne alarak yönetilebilir.”

“Sophie Leguil, Hackeny’deki kaldırımları işaretliyor.” Fotoğraf: Jill Mead 

Birleşik Krallık’ta izin almadan karayollarında tebeşirle seksek oynamak, resim çizmek, botanik isimleri yazmak yasalara uygun değil. Sonuçları, her ne kadar doğa ilgisini arttırıp teşvik de etse izin almanız gerekiyor.

İsimsiz bir Londra ağaç işaretleyicisi ise şöyle diyor: “Günlük yürüyüşlerimde işaretlemeye devam edeceğim. Bunun, insanların şu anda bulundukları durumla bağlantılı olduğunu düşünüyorum. Botanik işaretleme bizimle doğa arasında hızlı bir ilişki kurulmasını sağlıyor. Sizi yanından geçtiğiniz ağacı, yaprakları, ağaç kabuklarını, böcekleri, gökyüzünü fark etmeniz için cesaretlendiriyor. Küresel bir pandemiyle yaşamak ve devam etmek için oldukça yeterli bir sebep. Bana da çok büyük bir mutluluk veriyor.”

“İşaretleyiciler, yaptıkları işlerin doğayla olan ilişkimiz için bizi cesaretlendirdiğini söylüyor” Fotoğraf : Jill Mead – The Guardian & Handout

Birleşik Krallık Bitki Yaşamı Sözcüsü Trevor Dines, kuruluşun, yasalara karşı hiç bir harekete göz yummayacağını söylüyor:“Bitki isimlerini işaretlemeye verilen destek inanılmaz şaşırtıcı ve bence daha büyük bir şeyin parçası. Sanki bitkiler dünyamızda kendi yerlerini ilan ediyorlarmış gibi. Son zamanlardaki anketlerde 16-24 yaş arası vatandaşların sadece yüzde 6’sı yabani menekşeyi tanıyabilmişti ancak bu hareketten sonra bu oran yüzde 70’e kadar çıktı.”

‘Bitki işaretleyicileri’ daha az zehirleme ve çabalamayla duvarlarda ve yollarda 400’den fazla yabani türün yetişeceğini öngörüyorlar. Bu sayı yabani floranın yüzde 10 zenginleşmesi anlamına geliyor.

Sheffield yol kenarlarında yaptığımız araştırma sonucunda 183 yeni türe rastladık. Aynı şekilde Cambridge’de duvarlarda 186 yeni tür bulundu. Tüm bu mikro nişler, birlikte olağanüstü karmaşık bir duvar halısına dönüşüyor,” diye ekliyor Dines:

“Her çiçek önemlidir ve hepsi birer polen taşıyıcıdır. Bir parça ısırgan otu bir çok tırtıla ev olabilir. Yaygın bir yabani tür olan gazal boynuzu 160’tan fazla omurgasız için besin kaynağıdır. Eğer algılarımızı değiştirir, ilk yazdaki bir arı için mutlak bir yaşam kaynağı olan karahindibayı görebilirsek, belki onları daha çok sevmeyi öğrenebiliriz.”

Fotoğraf: @edarcherthinks izniyle

Polenlerle ilgili yapılan araştırmalara göre yabani otların bir çoğu polen ve nektar kalitesi bakımından bahçe bitkilerinin büyük bir kısmından açık ara daha iyi. Ölçülen bitkiler arasında karahindiba ve benzerleri olan; kaba şahin, dağ marulu ve eşek marulu, bunlara ek olarak kanarya otu, engerek otu, malva, yara otu, kuru beybunik, şam çörek otu, yabani mignonette, yakıotu, devedikeni, sürünücü düğün çiçeği ve haşhaş bulunuyor.

BugLife’tan Andrew Whitehouse, yol kenarlarındaki ve duvarlardaki yabani otların daha az çiçeğin açtığı kış aylarında yaban arıları gibi böcekler için önemli bir besin kaynağı olduğunu anlatıyor: “Kökler betonun altında tahta biti, solucan, uzunbacaklı örümcek, diğer örümcek türleri, bebek sümüklü böcek ve bebek salyangozlar için mikro habitatların oluşmasını sağlıyor. Bu böcekler de kirpiler ve kuşlar için besin zincirine dahil oluyor.”

Sophie Leguil, bir parça domuz teresiyle. Fotoğraf: Jill Mead 

Hackney Belediyesi’nden Meclis Üyesi Jon Burke, halkın endişeleri doğrultusunda yabani çiçekleri ve böcek biyoçeşitliliğini arttırmak amacıyla pestisit kullanımını yarıya indirdi. Burke şöyle konuşuyor: “Bitki isimlerini işaretlemenin suç olması çok saçma. Yetişkinleri ve çocukları eğitmek için bu kadar yaratıcı olan bu eğitim aracına hepimiz kucak açmalıyız. Başka nasıl bir çocuk bu kelimeleri öğrenebilir? Doğanın kelimelerini bilmek bizim ona ulaşmamızı, onu sevmemizi ve onu korumak için istek duymamızı sağlar.”

Ceza hukuku uzmanı Drystone Chambers’ten James Gray bitki isimlerini izinsiz ya da yasal bir gerekçe olmaksızın işaretlemenin Birleşik Krallık’ta yasal olmadığını doğruluyor ve asi bir botanikçinin bu durumda 2 bin 500 pounda kadar bir cezayla karşı karşıya kalabileceğini de ekliyor.

Bir haşhaşın varlığı Londralı bir meydan okuyucu tarafından vurgulanıyor. Fotoğraf: Jill Mead 

Victor Hugo’nun ünlü dedektifine atıf yapan Gray, şöyle devam ediyor: “Bu dünyanın Javerts’leri, haydut botanikçilerin karalamalarında büyük zarar görecek ve kovuşturma çağrısında bulunacak, diğerleri onu tamamen zararsız ve hatta belki de sokaklarımızda ferahlatıcı bir saptırma olarak görecek. 

Cezalandırma eşiğinin nerede yattığı yasa uygulayıcılarının tutumuna bağlı olacaktır, güzellik veya düzensizlik sulh yargısı tarafından belirlenecektir.” 

Makalenin İngilizce orijinali

Kelimelerle çizilen portre: Ben bir uçurum incisiyim – Nilay Yağmurdereli

“Geçen kuşaklardan sonra edebiyatımızda derin bir iz bırakmaya aday hangi hikâyeciler geldi?” diye bir soruyla karşılaşsam, okur olarak vereceğim isimlerden biri kuşkusuz Şeyma Koç olur. Fiiliyatın sürmesine neden olan hiçliğe karşı güçlü bir zayıflığı, soylu bir zaafı var: Hikâyeleri!

Şeyma Koç, İthaki Yayınları’ndan çıkan, içinde on hikâyenin yer aldığı Ben Bir Uçurum İncisiyim isimli kitabıyla zamanın içinde yerini aldı.

Kitabın içeriğinden söz etmeden önce, kitabın ismi üzerinde biraz durma hevesindeyim. Çünkü başlık, yazarın okura neyi-neden anlattığını sezdirecek bir ön uyarıcıdır.

İstiridye, kapalı şekli sayesinde dış dünyadan son derece iyi korunabilen bir varlık. Ama beslenmek için kabuğunu her açtığında içine yabancı bir madde giriyor ve bu yabancıyı kendisi için zararsız hâle getirmek için onu sedefle kaplıyor.  İnci böyle oluşuyor! Yazar da beslenmek ve yaşamak için kabuğunu her açtığında, içine sızan her acıyı yabancı bilmiş ve onu sedefle kaplamış. Bu nedenle, yazar için acı değerlidir ya da şöyle söylemeliyim: Acısını sedefle kaplayarak onu değerli kılmış! Peki ya uçurum? İncelikli, duygulu, uç’larda yaşamayı deneyimlemekten gelen çoklu bir iç dünyası olduğunu, bu dünyanın onu yalnızlaştırdığını, bu yalnızlığın onu dehşet ve kederle bir uçurumun kıyısına sürüklediğini hissediyorum. (Yazınsal yaratıcılığını da bu iç dünya besliyor bir taraftan. Ağır bir bedel!)

Ölüm, iyilik ve kötülük, acı ve ihtimallerin kitabı 

Şeyma Koç.

Tuhaf bir kitap bu. Ölüme ait bir kitap! Kitabın açık ya da gizli öznesi bu: Ölüm! Tematik süreklilik içinde, soğuk bir ruhla yazılmış: Zaafla ve kanla! Yazarın “Ben Tanrı olsaydım, kullarım acıya tapardı!” söyleminin hem düşünsel hem duygusal karşılıkları var: Sonsuz ihtimallerle dolu…

Paradoksal bir zekâ, hiptonik bir hava, vahşi bir soluk, yırtıcı bir dil, kışkırtıcı ve tekinsiz bir yaratı. İnsan; iyidir, melektir, şefkatlidir, merhametlidir safsatası yerine benliğindeki kötülüğü, acımasızlığı, yıkımı, hoyratlığı iç içe örerek ilerliyor, soğukkanlılıkla ve çarpıcı bir etki yaratarak yazıyor. “Varoluşa nasıl bir çare bulmalı?” sorusunu acı ile karşılıyor. Dahası acı ve ölüm ile bir anlam kazandırıyor. Çehov ne diyordu? “İnsan, yazı yazdığı için toprağa kakılmaz; gömüldüğü için, başka yere gidemediği için yazar.” Öyle yazıyor.

Hikâyede merakın tetiklenmesi, heyecanın diri ve dikkatin uyanık tutulması kadar önemli olan bir öteki öğe, iyinin ve kötünün nasıl temsil edildiği; yazarın ideolojik anlamda bu temsili nasıl kurguladığıdır. Kurgu, hikâyede büyük bir silahtır ve Koç bu silaha başvurmaktan çekinmiyor. Ürettiği anlamları ustaca kurguluyor, şeffaflaştırıp doğallaştırıyor. 

Hikâyeler; çekim esnasında kameranın yerini değiştirince değişen bakış açısı gibi; anlara/durumlara/duruşlara farklı bir eleştirel perspektiften bakmaya ve görmeye davet niteliğinde. Bu yönüyle aynı zamanda alternatif bir “kendini yaratma deneyimi” olarak da okunabilir. Bu okumayı güçlü ve sürükleyici kılan ise, biçemi.  Koç, bilerek/sezerek/ ayıklayarak yazıyor. Paragrafın düşünce birliğine ya da anlatım akışına uymayan tek bir cümle yok: 

Mutlu Bir Ölüm farklı bir kötülük kurgusuna sahip. Yazar, kendine vicdan bulamayan bir azap gibi yaşamını sürdüren ve en sonunda kalbi çarpan bir bedende çürümeye bırakılan, müthiş ve korkunç bir karakter için (Galya), hikâye tarihinin en büyük takdimlerinden birini yapıyor. Sıcak Karanlıklar ve Hayatta Kalma Alışkanlığı ana karakterlerin sesiyle okuru aniden yakalıyor ve zihni uyanık tutuyor. Manolya Zamanı ve Ah Lola’nın çağrısı insanı çekip alıyor. Flower Face’in kendine has bir tansiyonu var. Acı Bir Sözcüktür, yaşamın biçimlediği sarsıcı bir hikâye. Kan Tohumları, umut için ısrarın ve inadın dirençli diliyle yazılmış. Bonita, tanıklığın diliyle kurulmuş. Et, bu türde yeni bir mihenk taşı olmaya aday!

Kuşkusuz bu kitap; yeni bir bakış, duyuş, hissediş.

Hikâye kitaplarının yükselişte olduğu günümüzde farklı bir yerde duruyor.

Ben Bir Uçurum İncisiyim, karanlık şeylerin uyuduğu derin yerlerde parlıyor!

Trump: DSÖ ile ilişkileri sonlandırdık

Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Başkanı Donald Trump, Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) ile ilişkilerini sonlandırdıklarını açıkladı.

Beyaz Saray‘da bir basın toplantısı düzenleyen Trump, DSÖ’nün ABD’nin “esaslı reform” taleplerini yerine getirmediğini belirtti. Trump, yeni tip koronavirüs (Covid-19) salgınından dolayı da Çin’i sorumlu tutarak, “Çinli yetkililer, DSÖ’ye karşı bildirim yapma sorumluluklarını yerine getirmedi ve dünyayı yanlış yönlendirmesi için DSÖ’ye baskı uyguladı” dedi. 

‘Hak edenlere fon vereceğiz’

Salgının başlarında DSÖ’yü dinlemeyerek Çin’e seyahat yasağı uyguladığını anımsatan Trump, şöyle konuştu:

“Çin’in DSÖ üzerinde mutlak bir hakimiyeti var. ABD, DSÖ’ye yılda neredeyse 450 milyon dolar fon sağlarken, Çin sadece 40 milyon dolar ödedi. DSÖ’den esaslı reformlar yapmasını istedik ancak onlar harekete geçmeyi reddetti. DSÖ, oldukça ihtiyaç duyulan reformları yapmadığı için biz de bugün DSÖ ile ilişkimizi sonlandırıyoruz. Bu örgüte sağlanan fonları, hak eden acil küresel sağlık durumlarına aktaracağız.

Türkiye’de koronavirüs: 28 kişi daha yaşamını yitirdi, 1.141 yeni tanı

 

Test sayısı arttı, yeni vaka sayısı azaldı. Yoğun bakım ve entübe hasta sayısında düşüş devam ediyor. Gelecek günler, el hijyenine dikkate, MASKE VE SOSYAL MESAFE KURALININ HER İKİSİNE BİRLİKTE uymamıza bağlı. Kontrollü Sosyal Hayatla riskten kaçınalım.”

 

 

Yeşiller Meclisi: Kardeşlik Masalları’nı birlikte çoğaltacağız

Hrant Dink Vakfı’nın e-posta adresleri üzerinden Rakel Dink ve vakfın avukatına yönelik ölüm tehdidi aldığını duyurmasının ardından Yeşiller Meclisi konuyla ilgili açıklama yaptı.

Bu tarz tehditleri kaygı ile karşıladıklarının belirtildiği açıklamada “Son günlerde artan nefret dilini ve bu dil ile ortaya çıkan şiddeti kınıyor, karşı çıkıyor ve yetkililerin bir an önce harekete geçmesi çağrısını yapıyoruz” ifadeleri kullanıldı.

‘Sebebi nefret söylemi ile beslenen siyasi iktidar’

Yeşiller Meclisi’nin sosyal medya üzerinden yaptığı paylaşımda “Sabahattin Ali’den Tahir Elçi’ye bu topraklarda böylesi tehditlerin ne anlama geldiğini çok acı bir şekilde tecrübe ettik. Tüm bu cinayetler nefret söylemi ile beslenen siyasi iktidarın yarattığı koşullardan cesaret alanlar tarafından gerçekleştirildi. Bugün Rakel Dink’e, avukatlara ve Hrant Dink Vakfı’na yönelen tehditler de aynı siyasi iklimin bir sonucu” denildi.

Kardeşlik Masalları’nı birlikte çoğaltacağız

Açıklamanın devamında ise şu ifadeler yer aldı:

Biz, Yeşiller Meclisi olarak, ilgili kamu kurum ve temsilcilerinin nefreti besleyen söylemleri terk etmelerini ve barış içinde yaşayacağımız toplumun kurulması için üstlerine düşen sorumluluğu ivedilikle yerine getirmelerini istiyoruz.

Bu tehditler karşısında ortak insan hakları değerlerini paylaştığımız Hrant Dink Vakfı’nın yanındayız. Kardeşlik Masalları’nı birlikte çoğaltmak ve dillendirmek için emek harcamaya devam edeceğiz. Çünkü hayalini kurduğumuz ülkede bir arada yaşamanın ancak bu şekilde mümkün olabileceğine inanıyoruz.

Açıklama “Barış ve kardeşlik içinde yaşamayı ilke edinmiş herkesi Hrant Dink Vakfı’nın yanında durmaya ve ses çıkarmaya davet ediyoruz. Hepimiz Hrant’ız, hepimiz Ermeni!” ifadeleriyle sona erdi.

ABD’de ırkçı polis şiddetine öfke dinmiyor: Adalet yoksa barış da yok

George Floyd‘un geçen çarşamba polis memuru Derek Chauvin tarafından boğularak öldürülmesinin ardından, olayın yaşandığı ABD‘nin Minneapolis kentinde olaylar durulmuyor.

Floyd’un ölümüyle başlayan protestolar dün üçüncü gününe girdi. Kentte pek çok bina ateşe verilirken, Chicago, Los Angeles ve Memphis başta olmak üzere pek çok kentte polis şiddeti protesto edildi.

Olayın yaşandığı Minneapolis’te ise göstericiler üçüncü bölgede bir polis karakolunu ele geçirdi. Eyaletteki Ulusal Muhafız birlikleri, gösterileri bastırmak için Acil Durum ilan edilen Minneapolis’e gönderildi. Dünkü protestolarda polis, üçüncü bölge karakolunun etrafında toplanan kalabalığa karşı göz yaşartıcı gaz ve plastik mermi kullanmış, ancak içeri girmeyi başaran göstericiler burayı ve çevresindeki iki binayı ateşe vermişti.

Fotoğraf: Twitter/ @spiltcoco

Kentin polis şefi John Elder  de bir basın toplantısı düzenleyerek protestolar esnasında çıkan çatışmada bir kişinin vurularak öldürüldüğünü, yağma ve ateşe verme hadiselerine karışan beş kişinin ise gözaltına alındığını bildirdi. Elder, olaydan dolayı çok üzgün olduklarını ve kentteki güvensiz ortamın oluşmasında kendilerinin de payının bulunduğunu kabul ettiklerini söyledi.

Eylemlerin üçüncü gününde ülkeye yayılan yayılan gösterilerde siyah gruplar “Adalet yoksa barış da yok” sloganları atarken, Los Angeles‘ta protestocular bir otoyolu kapattı,  New York’ta da sokaklara döküldüler.

Beyazlar nöbete başladı

Diğer yandan kendilerine “Ağır silahlı denetçiler” adını veren bir grup beyaz Amerikalının da yerel işletmelerin dışında nöbet tutmaya başladıkları anlar kameralara yansıdı.

Diğer yandan kendilerine "ağır silahlı denetçiler" adını veren bir grup beyaz Amerikalının da yerel işletmelerin dışında nöbet tutmaya başladıkları anlar kameralara yansıdı.

Trump’dan protestoculara: ‘Haydutlar…’

ABD Başkanı Donald Trump ise protestocular için “Haydutlar” sıfatını kullandı ve Twitter hesabından “Yağma başlarsa, ateş açma da başlar” diye yazdı. Twitter, Trump’ın bu mesajını “şiddetin yüceltilmesine ilişkin Twitter kurallarını ihlal ettiği gerekçesiyle” kısıtladı.

Bu arada  CNN için Minneapolois’ten olayları aktaran siyah muhabir Omar Jimenez, ekibiyle birlikte canlı yayın sırasında gözaltına alındı. Jimenez daha sonra serbest bırakıldı. Jimenez’in beyaz olan ekip arkadaşı, kendisinin değil onun gözaltına alınmasının, ABD’deki ırkçılığın bir göstergesi olduğunu söyledi.

Katil polis daha önce de 20 şikayet almış

Cinayeti işleyen Chauvin hakkında polislik yaptığı süre boyunca defalarca resmi şikayet geldiği ve hakkında dosyalar tutulduğu öğrenildi. Bunlar arasında, 2006 ve 2008 yıllarında iki ateş açma olayı da bulunuyor. NBC News, buna rağmen Chauvin’in hiçbir zaman disipline sevk edilmediğini ve hakkında yasal işlem yapılmadığını duyurdu.

Chauvin Floyd’u silahsız olmasına rağmen kelepçelemiş ve gözaltına almak üzere yere yatırdığı sırada diziyle boğazına bastırarak boğularak ölmesine neden olmuştu. Floyd ölmeden önce, dakikalar boyunca nefes alamadığını söylemişti.

‘Yasadışı göçmen’ artık yasak

Bu arada ülkede yeniden başlayan ırkçılık tartışmalarının etkisiyle olduğu düşünülen bir karar New York‘dan geldi. Kentin belediye meclisi, olumsuz yüklü olduğu için eleştirilen yabancı (alien) ve “yasadışı göçmen” sözcüklerinin yasal belgelerde kullanılmasını yasakladı. Buna göre bundan sonra resmi belgelerde bu sözcüklerin yerine “vatandaş olmayan” (noncitizen) sözcüğü kullanılacak. Karar oy çokluğuyla alındı.

Meclis üyelerinden Francisco Moya kararla ilgili olarak “Kelimeler önemli. Kullanmayı seçtiğimiz kelimelerin etkileri ve sonuçları var. Şehir olarak, kelimelerimizi insanları canavarlaştırmak ve toplumu bölmek yerine herkesi ‘insan’ olarak kabul edecek şekilde seçmeliyiz” yorumunda bulundu.

Camilerden Çav Bella çalınmasını paylaştığı için tutuklanan Özdemir tahliye edildi

İzmir’deki cami hoparlörlerinden ‘Çav Bella’ marşı çalınmasına ilişkin sosyal medyada yaptığı paylaşım nedeniyle tutuklanan eski CHP İzmir İl Başkan Yardımcısı Banu Özdemir, tahliye edildi.

Özdemir yaptığı paylaşımda “Karşıyaka, Konak, Bornova, Buca gibi birçok ilçede farklı camilerden Çav Bella çalındığı videoları gördük. İzmir İl Müftülüğü bu konu hakkında açıklama yapacak mı?” diye sormuştu.

Sonrasında ise Banu Özdemir “halkı kin ve düşmanlığa alenen tahrik etme” gerekçesiyle tutuklama kararı verilmişti.

Kararı Barış Yarkadaş duyurdu

Tahliye kararını Barış Yarkadaş Twitter hesabı üzerinden duyurdu. Yarkadaş, “İzmir 50. Asliye Ceza Mahkemesi, arkadaşımız Banu Özdemir’i tahliye etti. Banu’nun babası Nevzat Abi ile az önce konuştum. Şimdi Şakran Cezaevi’ne gidip Banu’yu alacaklar. Darısı, Eren Yıldırım ve diğer tutukluların başına…” dedi.

Özdemir’in avukatı Süleyman Karadağ, da Twitter hesabından, “Müvekkilim Banu Özdemir’in tensiple birlikte tahliyesine karar verildiğini öğrenmiş bulunmaktayım. Türkiye’de hakimler var!” yazdı.

Güvercinada Kalesi UNESCO Dünya Mirası Geçici Listesi’ne alındı

Aydın’a bağlı önemli turizm merkezlerinden Kuşadası ilçesinin simgesi olan Güvercinada Kalesi, UNESCO Dünya Mirası Geçici Listesi‘ne girmeye hak kazandı.

Karar, Kuşadası Belediyesi tarafından ‘Ceneviz Ticaret Yolu’nda Akdeniz’den Karadeniz’e Kadar Kale ve Surlu Yerleşimleri’ dosyası kapsamında yapılan başvurunun Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından UNESCO’ya sunulmasının ardından yapılan değerlendirme neticesinde alındı.

‘Tılsımlı adacık’

Kuşadası Belediye Başkanı Ömer Günel, restorasyon ve çevre düzenleme çalışmaları Kuşadası Belediyesi tarafından tamamlanarak ziyarete açılan Güvercinada Kalesi’nin önemine dikkat çekerek şunları söyledi:

Güvercinada, sahip olduğu konum itibariyle yüzyıllar boyunca bölge için çok önemli olmuştur. Ünlü seyyah Evliya Çelebi‘nin ‘kuşların uğramadan geçmediği tılsımlı adacık‘ olarak ifade ettiği Güvercinada’nın üzerinde bulunan ve Osmanlı İmparatorluğu döneminde yenilenmiş olan kalenin tarihinin ise 13. yüzyılın sonlarında ya da 14. yüzyılın başlarında Kuşadası’na gelen Cenevizlere dayandığı bilinmektedir.

İlçemiz için simge niteliğinde bir önemi bulunan Güvercinada Kalesi’nin Dünya Mirası Listesi’nin ilk basamağı olan geçici listede yer alması Kuşadası’nın ulusal ve uluslararası alanda yapılacak tanıtımına çok önemli bir katkı sunacaktır. İlçemize hayırlı olmasını diliyorum.