Ana Sayfa Blog Sayfa 1968

Almanya Çevre Bakanı: Koronavirüs olmasaydı 2020 yılı iklim hedefine ulaşamazdık

Almanya Çevre Bakanı Svenja Schulze ülkenin 2020 iklim hedeflerine ulaşabileceğini ancak koronavirüs salgınının neden olduğu ekonomik durma sera gazı emisyonlarında büyük bir üşüşe neden olmasaydı bu hedefi kaçırabileceklerini açıkladı.

Avrupa’nın en büyük emisyon üreticisi Almanya, bu yıl emisyonlarını 1990 seviyesine kıyasla yüzde 40’ın üzerinde düşürmeyi hedeflemiş ve 2019’da yeni iklim politikaları geliştirmişti.

‘Başarısızlıklarımızdan ders aldık’

Euractiv’de yer alan habere göre bakanlık çarşamba günü yaptığı açıklamada yalnızca yüzde 37,5’lik bir emisyon azalımı sağlayacaklarını belirtti.

Schulze yaptığı açıklamada “Geçmiş başarısızlıklardan doğru dersler aldık. Her yıl, üzerinde anlaştığımız yolda olup olmadığımızı kontrol edeceğiz ve gerekirse daha fazla önlem alacağız” ifadelerini kullandı.

Emisyonlarda sert düşüş

Salgının emisyonlar üzerindeki etkisi hala tam olarak belirlenmedi. Ancak emisyonların bu yıl koronavirüs sebebiyle kirleten endüstrilerin geçici olarak durdurulması ve enerji ve ulaşımdaki kullanımın azalması nedeniyle 1950’lerden bu yana ilk kez görülecek seviyelere düşmesi bekleniyor.

Avrupa Birliği ülkelerin önümüzdeki on yıl içinde daha büyük CO2 kesintileri yapmalarını istiyor. Önümüzdeki ay Avrupa Komisyonu yeni bir 2030 hedefi belirleyerek emisyonların 1990 yılına kıyasla yüzde 50 ile yüzde 55 arasında azaltılmasını talep edecek.

Daha önce belirlenen hedefte yüzde 40’lık bir azaltım öngörülüyordu.Almanya ise üye ülkeler arasındaki görüşmeleri yönlendirecek. Belirlenecek hedef, iklim krizini önlemek için gereken asgari çabanın yüzde 65’lik kesinti olduğunu belirten bazı milletvekillerinin bulunduğu Avrupa Parlamentosu’nun onayına sunulacak .

AKP’li Canikli: Giresun felaketinin yapılaşmayla alakası yok

Yedi kişinin hayatına mal olan, hala kayıpların arandığı Giresun’daki sel felaketinin ardından konuşan AKP Genel Başkan Yardımcısı Nurettin Canikli, yaşanan faciada kusurun toprakta olduğunu söyledi. 

Tarım ve Orman Bakanı Bekir Pakdemirli‘nin yanı sıra uzmanlar, meslek örgütleri ve muhalefet sözcülerinin doğaya yapılan müdahaleler ve dere yataklarına yapılaşmaya dikkat çekmesine rağmen, A Haber‘e konuşan Canikli, vatandaşları da suçladı. Canikli şöyle konuştu: 

Buranın özelliği sürekli yağmur alan bir bölge. Yağmurla toprak suya doyuyor, toprak kayganlaşıyor. Yağmur yağdığı zaman toprak su gibi akıyor, önüne ne katarsa götürüyor… İnsanlar konut ihtiyacını yapılaşma olmaması gereken dere yataklarına yapmak suretiyle gidermeye çalışmışlar. Bu tercihi vatandaş yapıyor. Ama vatandaşa konutu yapacağı arazi önerilemiyor. Bu sefer vatandaş sınırları zorluyor bu sefer. Dere yataklarına, zemini sağlam olmayan yerlere doğru bunu genişletmek zorunda kalıyor. Bu sıkıntı bütün Karadeniz’de var. Ama tekrar söylüyorum. Yaşadığımız bu afetin yapılaşmayla alakası yok. Buranın  coğrafi yapısından kaynaklanan bir hadise.”

Pakdemirli: Süper devlet de olsanız yetişemezsiniz

Dün bölgeyi ziyaret eden Tarım ve Orman Bakanı Bekir Pakdemirli de şehrin siluetini değiştirdiğini söylediği felaketten vatandaşları suçlamıştı. ilk defa böyle büyük bir doğal afet gördüğünü belirten Pakdemirli şöyle konuşmuştu: “Ciddi uyarılar yapmamıza rağmen vatandaşlarımız ‘Nasıl olsa bana olmaz’ düşüncesi içinde. Bu da can kayıplarına yol açabiliyor. Bu taşkınları tamamen önlemenin imkânı yok, dere yataklarına ev ve dükkânları yapmamak gerekiyor. İsterseniz süper güç olun, süper devlet olun ama bunların hepsine yetme imkânı yok.”  

CHP’li Öztunç: Karadeniz Sahil Yolu ve yapılaşma tetikliyor

CHP Doğa Haklarından Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Ali Öztunç ise doğa tahribatları, yanlış imar ve yapılaşma politikaları, HES’ler ve dere ıslah çalışmalarının felaketleri tetiklediğini belirterek ders alınması gerektiğini belirtti: “İnsan kaynaklı doğa tahribatları, yanlış imar ve yapılaşma politikaları, yanlış su yönetimi politikaları, HES’ler, dere ıslah çalışmaları bu felaketleri tetikliyor. Her gün bir başka yerleşim yerinde bu acıları yaşıyoruz. Artık bir ders almamız gerekiyor.”

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından hazırlanan Karadeniz İklim Eylem Planı’nda, Karadeniz Sahil Yolu ve bölgedeki yapılaşmanın dere yataklarındaki imar uygulamalarının aşırı doğa olaylarını tetiklediği dile getirildiğini hatırlatan Öztunç, şöyle devam etti: 

Dere yatağı üzerinden yapılan yol uygulamaları dışında, TOKİ gibi kurumların da dere yataklarında yapılar inşa ettikleri de bir gerçekliktir. Nitekim, şu ana kadar herhangi bir biçimde uygulamasına şahit olunamayan Karadeniz İklim Eylem planı da mevcut yapılaşmaların yıkılarak yeni yapılaşma-inşaat alanlarının oluşturulmasından başka bir çözüm getirmemekte. İnsan kaynaklı doğa tahribatları, yanlış imar ve yapılaşma politikaları, yanlış su yönetimi politikaları, HES’ler, dere ıslah çalışmaları vb. etkenler bu felaketleri tetikliyor. Her gün bir başka yerleşim yerinde bu acıları yaşıyoruz. Artık bir ders almamız gerekiyor.” 

ABD’de polis bir siyahı arkasından yedi kere vurdu

Amerika Birleşik Devletleri’nde polis bir siyah vatandaşa daha silahlı saldırıda bulundu. Wisconsin eyaletinin Kenosha kentinde yaşanan olayda polis isminin Jacob Blake olduğu öğrenilen kişinin arkasından yedi el ateş etti.

Polis merkezi tarafından yapılan açıklamada polisin bölgeye yaşanan şiddet ile ilgili bir ihbar üzerine gittiği belirtildi. Kenosha News, komşulardan en az altı tanesinin Blake’in iki kadın arasındaki kavgayı bölmeye çalıştığını aktardığını söyledi.

Bir aile üyesi ise Milwaukee’nin WTMJ-TV’sine yaptığı açıklamada polisler babalarını vurduğunda Blake’in üç çocuğunun da araçta olduğunu söyledi.

Vurulma anı görüntülendi

Pazar günü sosyal medyada yayılan vurulma anına ait videoda iki polisin Blake ile tartışmaya girdiği bunun üzerine de Blake’in arkasını dönerek arabasına girmeye çalıştığı görüntüleniyor.

Bunun üzerine polislerden biri Blake’i durdurmaya çalışırken arkasından yakın mesafede yedi kez silahını ateşliyor. Video arabadan gelen korna sesi ve komşuların çığlıkları ile devam ediyor.

https://twitter.com/AttorneyCrump/status/1297721479711334401

Hastanede tedavisi sürüyor

Polisler, 29 yaşındaki Jacob Blake olarak tanımlanan ateşli silah kurbanının, Froedtert Hastanesine kaldırıldığını ve durumunun ciddi olduğunu belirtti.

Yerel gazete Milwaukee Journal Sentinel Pazartesi sabahı itibariyle Blake’in yaşam savaşını sürdürdüğünü aktardı.

Wisconsin Valisi: Defalarca arkasından vuruldu

Wisconsin Valisi Tony Evers yaptığı açıklamada “Bu gece, Jacob Blake gün ışığında defalarca arkasından vuruldu,” dedi. Evers, “Henüz tüm ayrıntılara sahip olmasak da, kesin olarak bildiğimiz şey eyaletimizde veya ülkemizde kolluk kuvvetlerinde görevli şahısların ellerinde vurulan, yaralanan veya acımasızca öldürülen bir insan olduğu” ifadelerini kullandı.

https://twitter.com/BotchlaUS/status/1297727292324683776

Protestolar başladı

Vurulma olayının hemen ardından bölgedeki halk polis şiddetine karşı protesto gösterilerine başladı. Olay yerinde toplanan kalabalık ekip arabalarının üstüne tırmanıp camlarını kırdı.

Daha sonra polis merkezine giden kalabalık burada da eylemlerini sürdürdü. Eylemciler, Molotof kokteylleri ile çevredeki polis araçlarına saldırdı. Polis, kalabalığa biber gazı ile müdahale etti.

Floyd’un ardından

26 Mayıs tarihinde polis Minneapolis’te George Floyd isimli siyah vatandaşı yanlış eşkal ile gözaltına alırken 8 dakika 46 saniye boyunca diziyle boynuna bastırarak ölümüne sebep olmuştu.

Son sözleri “nefes alamıyorum” olan Floyd’un öldürülme anına ait görüntülerin yayılmasının ardından polislerin siyahlara uyguladığı şiddete karşı protestolar başlamış, protestolar tüm ülkeye ve dünyanın diğer ülkelerine yayılmıştı.

Aşı savaşlarında denek olmak

Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) COVID-19 salgınını ‘pandemi’ olarak tanımladığı ilk günden bu yana tüm dünya elektron mikroskobunda bile çok zor görünen SARS-CoV-2 virüsüne karşı aşı geliştirilip geliştirilemediği haberleriyle yatıp kalkıyor. Aşı ile ilgili son açıklama hiç beklenmeyen bir ülkeden geldi. Hemen hemen bütün bilim çevreleri geliştirilecek bir aşının yılbaşından önce piyasaya verilemeyeceği konusunda fikir birliği içindeyken, Rusya aşıyı ürettiğini ve dağıtımını yapacağını iddia etti. WHO’nun de temkinli yaklaştığı açıklamadan kısa bir süre sonra Sputnik V adı verilen aşının faz 3 çalışmalarının henüz yapılmadığı ve uygun denekler arandığı ortaya çıktı.

Bir aşının geliştirilme aşamalarına kısaca bakacak olursak, yeni bir aşının laboratuvarda geliştirilmesinden sonra geçmesi gereken üç aşama daha var. Tüm bu aşı geliştirme aşamaları aylar ve hatta bazen yılları alabiliyor. İlk aşamada az sayıdaki gönüllü sağlıklı denek üzerinde aşının güvenli olup olmadığı ve insanlar üzerindeki olası yan etkileri araştırılıyor. Birinci aşamadan geçen aşı adayları ikinci faz çalışmasına alınıyor. Bu aşamada aşının bağışık tepkilerini uyandırmadaki etkinliği yüzden fazla denek üzerinde test ediliyor. Üçüncü faz çalışmasını kapsayan son aşamada işler biraz değişiyor. Aynı işlem 50 binden fazla denekle tekrarlanıyor. Yani aşı 50 binden fazla insana yapılıyor. Aşı yapılan 50 bine yakın deneğin normal yaşamlarında virüsle karşılaşması gerekiyor. Ancak o zaman aşının koruyuculuğu tam olarak anlaşılabiliyor.

Aşı geliştiren ülkeden denek aranan ülkeye

İşte tam bu nedenle Covid-19’a karşı en ciddi aşı çalışmalarını yapan, geliştirdikleri aşıları faz üç aşamasına kadar getiren ve bu aşamayı da tamamlayıp rakiplerinden önce piyasaya aşılarını vermeye çalışan başta İngiltere, Almanya, Rusya ve Çin olmak üzere bazı ülkeler bu faz için salgını kontrol altına alamamış ülkelerden deneklere ulaşmaya çalışıyor. Konu ile ilgili geçen hafta içinde kamuoyuna yansıyan bazı haberler bizim için oldukça düşündürücüydü.

Almanya’da iki firmanın ortaklığıyla geliştirilen ve faz üç aşamasına kadar getirilen Covid-19 aşısı için ülkemizden denekler aranıyormuş. Kamuoyuna yansıyan haberlerden Rusya ve Çin’in de Almanya gibi Türkiye’de üçüncü faz çalışması yapmak istediği anlaşılıyor. Bu durum her şeyden önce bu ülkeler tarafından ülkemizde salgının kontrol altına alınamadığının düşünüldüğünü gösteriyor. Zaten Sağlık Bakanlığı’nın artık kamuoyunun önemli bir bölümüne güven vermeyen günlük yeni vaka açıklamaları, salgının kontrolünün yitirildiğini gösteriyor.

Diğer bir nokta ise ülkemizin zaman içinde aşı geliştiren ülkeler arasından başka ülkelerin geliştirdiği aşıların üçüncü faz aşaması için deneklerin arandığı ülke durumuna düşmesidir. Oysa 1928 yılında ülkemizde kurulan Refik Saydam Hıfzıssıhha Enstitüsü birçok aşıyı daha o dönemde ülkemiz koşullarında geliştirmiş ve üretmişti. 1931’de ağız yoluyla alınan BCG aşısını üreten Enstitü 1942’de tifüs, 1948’de boğmaca aşısı üretimine başlamış, o dönemin koşullarında dev adımlar atmıştı. Üretilen aşılar sadece ülkemizin ihtiyacını karşılamakla kalmamış, komşu ülkelere de ihraç edilmişti.

Fakat fibrinojen, albümin, gamma globülin üreten, aşı geliştirip üretimini yapan Enstitü 2011 yılında kapatılarak Türkiye Halk Sağlığı Kurumu’na devredildi. Böylece ülkemizin aşı üretme kabiliyeti de yok edildi. Oysa Almanya’da 1891’de Robert Koch tarafından kurulan ve onun adını taşıyan, kurulduğu dönemde Refik Saydam Hıfzıssıhha Enstitüsü’ne de örnek olan enstitü halen çalışmaya devam ediyor.

Robert Koch Enstitüsü Almanya çapında sağlık çıktılarının izlenmesinden ve federal hükümete sağlık alanında çözüm önerileri sunmakla sorumlu. Üstelik bugünlerde Enstitü Almanya’nın Covid-19’a karşı sürdürdüğü mücadelenin ana merkezi. Alman hükümeti enstitünün salgınla mücadelede önerilerini eksiksiz uyguluyor. Robert Koch Enstitüsü aşı çalışmalarında da öncü bir rol üstlenmiş durumda… Enstitü’nün Covid-19’a karşı önerilerini bugün sadece Alman Federal Hükümeti değil, tüm dünya izliyor ve uyguluyor.

Geldiğimiz nokta her açıdan dramatiktir. Birçok ülke ülkemizde salgının kontrolünün yitirildiğini düşünmektedir. Sağlık Bakanlığı’nın açıkladığı kafa karıştırıcı ve yetersiz günlük veriler bile ağustos ayının başından bu yana aktif vaka sayısının arttığını göstermektedir. Bu nedenle uyguladıkları seyahat kısıtlamalarının yanı sıra,  aşı geliştiren ve geliştirdikleri aşılar için faz üç çalışması aşamasına gelen ülkeler ülkemizde insanların her gün virüsle karşılaşma şansının yüksek olduğunu düşünerek, denekler aramaya başlamıştır. Diğer yandan 2010’lu yıllara kadar kendi aşısını geliştirebilen laboratuvar ve bilim insanı varlığına sahip köklü bir kurumumuz; Hıfzıssıhha Enstitümüz yok edilmiş ve ülkemiz insanı bugün Covid-19 pandemisinin tek çıkış yolu olarak görülen aşı için başka ülkelerin çalışmalarının sonucunu gözler duruma düşürülmüştür.  

WHO Genel Direktörü Tedros Adhonom Ghebreyesus kamuoyuna yaptığı son açıklamada dünya genelinde bildirilmiş 22 milyon Covid-19 vakası ve 780.000 ölüm olduğunu belirtiyor. Açıklamasında aşı çalışmaları için umutlu konuşmakla birlikte bu çalışmaların başarısının bir garantisinin de olmadığının altını çiziyor. O nedenle WHO Genel Direktörü açılım politikaları belirlenirken ekonominin yanı sıra pandemi koşullarının da düşünülmesi gerektiğini söylüyor. WHO’ya göre en kötü olasılıkla bu pandemi 2021’in sonunda ortadan kalkacak. Peki, ondan sonra ne yapacağız? Hiçbir şey olmamış gibi yola devam mı edeceğiz? Yoksa artık bundan sonra sık sık karşılaşabileceğimiz yeni salgınlara hazırlıklı olabilmek için başta hıfzıssıhha enstitümüzü yeniden kurmak ve Robert Koch Enstitüsü gibi tüm dünya da saygın bir yere getirme hedefi olmak üzere sağlık sistemimizi yeniden ayağa kaldırmak için çaba mı göstereceğiz?

Seçim bizim…

Adana’daki yangın söndürülemiyor: 200 hektara yayıldı, altı köy boşaltıldı

Adana Kozan‘ın Kuyubeli köyündeki ormanlık alanda, dün (23 Ağustos) öğle saatlerinde üç farklı noktada henüz bilinmeyen nedenle yangın çıktı. Rüzgarın da etkisiyle yangın kısa sürede çevreye yayılarak 200 hektardan fazla alanı etkisi altına aldı

Yangının yerleşim birimlerine sıçraması üzerine köylüler son anda evden aldıkları eşyalarla birlikte evlerini terk etmeye başladı. Adana Valisi Süleyman Elban altı köydeki 800 hanenin boşaltıldığını açıkladı.

Havadan müdahale yeniden başladı

AA’nın aktardığına göre havanın kararması nedeniyle ara verilen havadan müdahale sabahın erken saatlerinde tekrar başladı. Bölgede sorti yapan 2 yangın söndürme uçağı ve 6 yangın söndürme helikopteri, alevlerin ilerlemesini durdurmaya çalışıyor.

Adana ve çevre illerden gelen 90’dan fazla arazöz ve ekip ise karadan yangının büyümesini önlemek için çalışmalarını aralıksız sürdürüyor.

Gürçam: Kundaklama olabilir

Bölgede inceleme yapan Kozan Kaymakamı Şafak Gürçam, yangında kundaklama şüphesi olduğunu, konuyla ilgili büyük çaplı araştırma yapıldığını belirtti. Gürçam şunları söyledi:

Şu an bölgede yaylalık olarak kullanılan 55 ev olduğu tespiti yapıldı. Yanan çok sayıda hanemiz var. Şu an yaralı vatandaşımızın olmayışı üzüntümüzü bir nebze olsun hafifletiyor. Bölgenin tüm orman ekipleri havadan ve karadan yangına müdahale ediyor.

Şunu özellikle belirtmek istiyorum. Bu yangın kasıtlı çıkarılmış ise ki şüphelerimiz o yönde. Bunu yapan kişi veya kişiler vatan hainidir. Her kim olursa olsun en sonunda yakalanıp adalet önünde hesap verecektir. Vatandaşlarımız müsterih olsunlar.

‘Çamlıca mahallesi haritadan silindi’

Çamlıca Mahallesi muhtarı Saadettin Civan ise mahallenin yangın yüzünden neredeyse haritadan silindiğini belirterek, kendi evinin yandığını da sözlerine ekledi.

Ayrıca bölgede son 1 ay içinde çok sayıda yangının çıktığı ve bu durumla bağlantılı olduğu düşünülen 4 kişinin gözaltına alındığı ancak işlemlerinin ardından serbest bırakıldığı öğrenildi.

https://twitter.com/skry010/status/1297796947663884288

Kriz masası oluşturuldu

Öte yandan evlerini terk eden vatandaşlar, yol kenarlarında aileleriyle birlikte yangının söndürülmesini bekliyor.

Kozan ilçesi Kaymakamlığı yangından mağdur olan aileler için kriz masası oluşturdu. Oluşturulan kriz masasında, yangında mağdur olan ailelerin 0322 515 29 30 numaralı telefonla kaymakamlığa ulaşıp yardım isteyebilecekleri belirtildi.

Çelik: Boşaltılan bölgelerden uzak durun

AKP Sözcüsü Ömer Çelik, Twitter hesabından yaptığı paylaşım ile Adana’nın Kozan ilçesinde çıkan orman yangınının kontrol altına alınıp ve söndürülmesi için tüm imkanların seferber edildiğini duyurdu. Çelik, yaptığı paylaşımda, “Adana’mızı, Kozan’ımızı Allah korusun. Kozan’da çıkan orman yangınının kontrol altına alınması ve söndürülmesi için tüm imkanlar seferber edildi. Bölgedeki yerleşim yerleri boşaltıldı. Boşalan yerlerden vatandaşlarımız uzak durmalı. Resmi makamların açıklamalarına göre davranmak çok önemli. Onun dışındaki söylentilere itibar edilmemelidir” dedi.

 

Giresun’da sel felaketi: Can kaybı yediye yükseldi, dokuz kişi kayıp

 
Sabah saatlerinden yapılan arama çalışmalarında kayıp iki kişinin daha cansız bedeninin bulunmasıyla birlikte hayatını kaybedenlerin sayısı yediye yükseldi. Kayıp olan dokuz kişi için isa hala arama çalışmaları devam ediyor.

İki jandarma öldü

Yağışlar sonrası 5’i jandarma ve 1’i iş makinesi operatörü olmak üzere 6 kişi, Tirebolu- Doğankent yolunda menfezin çökmesi sonucu dereye düşerek kaybolmuştu.
 
Derede yapılan çalışmalarda ikinci jandarma görevlisinin de cansız bedenine ulaşıldı.  Evli ve 3 çocuk babası Jandarma Uzman Çavuş Erdem Çıtır‘ın (44) cenazesi, düzenlenecek törenle memleketi Ordu’ya uğurlanacak.
 
Bölgedeki ekiplerin üçü jandarma toplam dokuz kayıp kişiyi arama- kurtarma çalışmaları sürdürülüyor. Arama çalışmalarına AFAD, AKUT ve UMKE ekiplerinin yanı sıra özel dalgıç timleri de eşlik ediyor.

Soylu: Hasar büyük

 

‘Tarumar olmuş’

11 kişiyi arama kurtarma çalışmalarının devam ettiğini belirten Soylu, “(Dereli ilçesinde) Burada kullanılabilir durumda tek bir dükkan yok, hepsi tamamen tarumar olmuş” ifadelerini kullandı.

Yoğun yağış sonrasında Dereli ilçe merkezinde suyun iki metrenin üzerine kadar çıktığını belirten Soylu, suyun tüm merkezi etkisi altına alabilecek şekilde yükseldiğini anlattı.

Soylu, şunları söyledi: “Dereli yolu kapalı. Tali yollardan gelen birtakım kurtarma araçları vasıtasıyla bir, iki kurtarma aracı, ekskavatör buradaki vatandaşlarımızı kurtardılar. Şu anda yine Dereli’de bir düğün salonunda 20 vatandaşımız ki biraz önce güvenli bir yere alındıkları da söylendi ama onlarla ilgili de kurtarma çalışmaları devam etmektedir.”

Pakdemirli: Şehrin silueti değişmiş

İçişleri Bakanı Soylu ile birlikte bölgeye giden Tarım ve Orman Bakanı Ekrem Pakdemirli de şu değerlendirmeyi yaptı: “Ben de ilk defa böyle büyük bir doğal afet görüyorum. Şehrin silüeti değişmiş durumda. Ciddi uyarılar yapmamıza rağmen vatandaşlarımız ‘Nasıl olsa bana olmaz’ düşüncesi içinde. Bu da can kayıplarına yol açabiliyor. Bu taşkınları tamamen önlemenin imkanı yok, dere yataklarına ev ve dükkanların yapmamak gerekiyor.  Dün alınan yağış 135 milimetre yağış aldık. Ağustos aylarının ortalamasının bir buçuk katı bir günde yağdı.”

Sel felaketi nedeniyle arama-kurtarma çalışmalarına katılmak üzere Millî Savunma Bakanlığı da Hava Kuvvetleri Komutanlığı’na ait bir uçağın bölgeye hareket ettiğini duyurdu.

Rize’de iki yaralı

Rize’de de şiddetli yağış nedeniyle sel sularına kapılan ve heyelan altında kalan 2 kişi yaralandı. Kentte devam eden yağış, İyidere, Derepazarı, Güneysu, Çayeli ve merkez ilçelerinin yanı sıra merkeze bağlı Salarha ve Muradiye beldelerinde hasara neden oldu.

Sağanak uyarısı

Trabzon, Giresun, Artvin ve Rize çevreleri ile ilçelerinde, bugün de sağanak ve gök gürültülü sağanak yağış bekleniyor. Meteoroloji 11. Bölge Müdürlüğü’nden yapılan değerlendirmeye göre, Rize ve Artvin’in sahil kesimi ile Giresun’un doğusunda çok kuvvetli, Trabzon’un doğu ve batı ilçelerinde yer yer kuvvetli sağanak ve gök gürültülü sağanak yağış olacağı öngörülüyor.

Elijah McKenzie-Jackson: My frustrations turned into action [Climate Generation Talks-10]

Elijah McKenzie-Jackson is a 16-year-old  climate activist involved from London in the Fridays For Future, UKSCN and Extinction Rebellion movements. Elijah, a climate activist since February 2019, was one of four climate activists who chose to stay for another 90 minutes after the officials asked them to leave during the Heathrow strikes.

Elijah also went on a hunger strike in front of the parliament building against the West Cumbria coal mine. He went to the Amazonia region, spent time with the indigenous people and wrote his observations for us where he told his Amazonia story. Elijah and I were at the Summer Meeting in Lausanne exactly a year ago.

Atlas: How did you start climate striking? What is your inspiration?

Elijah: My first climate strike was in central London on the 15 th February 2019. Before that when I was younger, instead of going outside to play sport, I would be at home or at my local library reading and learning about the world we were living in. I had to take my education into my own hands and do my own research because of the lack of awareness and teaching of the climate crisis in schools across the UK. As I started to read more and widen my knowledge on the environmental emergency we are living in, it became very apparent that this issues is the most complex issue humanity has ever faced and that I was only seeing the tip of the iceberg. This lead to me feeling very frustrated, overwhelmed and angry.

I could not understand how and why we got into this mess and why nothing was being done to reverse the damage humankind had caused to the living world. When the climate strikes started, I realised I could use my pent up energy for good. My frustrations turned into action. I don’t think a single person was my inspiration, what inspired me was seeing so many young people who shared my feeling acting. That is still what inspires me every single day to carry on fighting for the climate crisis.

Credit: Jerry Syder

‘Activism helped me to know my place in life’

How is climate striking effecting your life? What kind of changes happened since?

Becoming an activist and climate striking has impacted my life considerably. I have had to grow up very quickly and skipped my years where I am allowed to make mistakes and be a wild teenager; I sometimes look back on my life and miss the days where I could just chill with my friends with no burdens or worries on my mind…

However, I have learned unique skills and have experienced special moments I wouldn’t have if I was not a climate activist. The developed international community of brilliant young strikers are now one of my main support systems and have become of some closest friends. I now know my place in life.

‘The impact of the crisis on people is not considered’

You were among the few activists to hold climate conference deep in the Amazon rainforest last year. Please tell us why you went there and what happened all that time.

Slowly learning about environmental injustices, I realised that the climate crisis impacts human life as well as ecosystems. When people think of the climate crisis they don’t think of human impact occurring in the present day; however marginalised communities in the global south are currently dying defending natural lands or by direct climate impacts like floods and hurricanes.

By going to the Amazon I wanted to raise awareness of this whilst weaving the narrative of the climate crisis and human right emergencies. Something which is very important as climate activist from Europe is to recognise that I am in a privileged position to not be directly affected by the climate crisis, going to the Amazon was important for me to amplify the voices which are silenced in the media who are currently effected.

‘Hunger strike was my last option’

You have been very active with climate and environmental protests like HS2 and BLM in the last year. You even have ten-day hunger strike in front of the London Parliament against the first deep coal mine. What made you go on a hunger strike and how did you manage it?

I went on hunger strike against the proposed Uk’s first deep coal mine in 30 years, after putting pressure on the government and companies responsible for this decision. Before my hunger strike, I felt silenced. No mainstream activist group were actively campaigning against this mine and no national media had covered the mine properly. I did not want to go on hunger strike however it was my last option to stop the mine. When I went on hunger strike it came with mix responses

What do you think about the Covid-19 pandemic and Climate crisis in relation with each other? How do you think the transition should be?

Firstly, I would like to point out that the coronavirus has been a terrible tragedy. However this pandemic has proven that with urgent systematic change plus individual action, crises can be dealt with appropriately. Even though the climate crisis does not seem as much of an immediate threat in comparison to the pandemic to the western world, we must recognise that the global south and marginalised communities are currently facing human-made climate impact. Although people may see air pollution levels lowered and clearer waters, this does not mean that the climate crisis has stopped. This is only a temporary halt of emissions due to lifestyle change. If we go back to life as normal, the emissions levels will rise again, carrying on again the path of climate destruction.

How are you coping with school alongside with climate activism? How do you ground yourself?

I believe the key to change is through external pressure on the people in power and through education. This is why it is very important to not only focus on activism but also on my school work. Of course it is very difficult at times to distribute my time evenly between both, however scheduling and planning is something I find very important to prevent burnout. When I’m at school I focus on my schoolwork and when I’m at home I focus on activism. Compartmentalisation is crucial to success in both fields.

What do you think the future holds for us? Do you think we will be able to tackle this crisis?

There’s no other option but to tackle the climate crisis head on. It is life or death. We will not stop until action is taken. I cannot predict the future, however, knowing this generation’s wisdom, progression, and perseverance – I have faith that the world can still be saved.

‘Activism has widened my perspective on the world’

Do you have anything to say to people in Turkey who want to start climate actions? Any advice or tips you would like to share?

If I were to say one thing to people debating whether to start their activism journey, I would tell them to do it. Activism for myself has taught me so much, and has widened my perspective on the world massively. It is the best decision I have ever made in my life, and I undoubtedly know that the amazing community of activists will welcome you with open arms. Every single person has the power to change the world. The question is, will you take that first step to do so?

What is the perception of the government for the climate activists like you? Are you in contact with decision makers for climate issues? What are your demands for them?

Governments throughout the world are not acting like we are in an emergency. They are ignoring the youth of this planet and are denying future generations of the opportunity of living in the earth as we know it. The UK government announced a climate emergency last year on the 1 st of May 2019, yet continue to turn their heads away from available science all pointing towards irreversible climate effects. Politicians are choosing to ignore the scientists and environmental activists, however that is exactly why we carry on striking and applying pressure where needed.

UK Student Climate Network (UKSCN) have developed four demands: 1.) Save the future, this means to implement a Green New Deal to achieve climate justice. 2.) Teach the future, this is to reform the education system to teach young people about the urgency, severity, and scientific basis of the climate emergency. 3.) Tell the future, this is so the governments communicate the severity of the ecological crisis and the  necessity to act now, to the general public. Lastly, 4.) Empower the future, young people must be included in policy making and no one should be excluded from participating in our democracy… everyone living in the UK over the age of 16 must have the right to vote in elections – conducted via proportional representation, so that everyone’s vote is reflected in our government, and is worth the same.

Sağlık çalışanlarından Bakan’a açık mektup: Biz kaybedersek herkes kaybeder

Birinci basamak sağlık çalışanlarının kurduğu Birlik ve Dayanışma Sendikası (BDS) Sağlık Bakanlığı’nın aile hekimlerine filyasyon için, aradıkları kişi başına ek ödeme yapma kararına sosyal medyadan yayınladıkları bir bildiri ile yanıt verdi. Bakanlığın koronavirüsle mücadele kapsamında, ülkenin bulaşıcı hastalık, salgın yönetimi tecrübesi olan on binlerce birinci basamak çalışanını ve hastalarını kaderine terk ettiğini belirten sendika, açık mektubunda şu ifadeleri kullandı: 

Bak beyim sana iki çift lafımız var. Önümüz kış, bu yolun devamı zorlu. Bizi ne baskılarınla yıldırabilir, ne de üç kuruşunla susturabilirsin. Bunlardan korkumuz yok, tek endişemiz artık meslektaşlarımızın bıkmış olmasıdır. Yok sayılmaktan, yalnız bırakılmaktan bıktık. Doğruları söyleyen, hastası ve kendisi için en sağlıklı, güvenli çalışma ortamını sağlamak isteyeni dışlamandan bıktık.

Duyulup dinlenmemekten bıktık. Biz bıktık ve bu salgını yönetme imkanını kaybediyoruz. Biz kaybedersek herkes kaybeder.”

BDS’nin sosyal medya sayfasında yayımlanan mektubun tam metni şöyle: 

“Bak beyim sana iki çift lafımız var! 

Aile hekimlerine filyasyon için ek ödeme yapacakmışsın. Bunu da aradıkları kişi başına yapacakmışsın. Biz hastalarımızı para kaynağı, salgını performans getirisi olarak gören hekimlerden değiliz. Özel hastanelerde patronluk ya da medikal direktörlük özgeçmişimizin baş köşesinde duran bir ünvan değil. O nedenle belki anlaman zor. Ama bir daha anlatmaya çalışalım.


Ortada bir salgın var. Bu ülkenin birinci basamağında çalışan ebe, hemşire ve doktorlar dağ bayır, köy kent, sokak sokak, kapı kapı gezerek nice salgınların başını ezdi. Salgının başından beri bunu da yeneriz bize güvenin dedik. Sen ne yaptın? Bu ülkenin bulaşıcı hastalık, salgın yönetimi nedir tecrübesi olan on binlerce birinci basamak çalışanını ve hastalarımızı kaderine terk ettin.

Biz hastalarımızı senin vereceğin üç kuruş için aramıyoruz, onların derdine çare olmak derdimiz.

Biz hastalarımızı sen üç kuruş vermedin diye aramaktan vazgeçmedik, ne hastaneye sevk imkanı verdin bize, ne filyasyon ekiplerin bize bilgi verdi, ne de hastaların tanı ve tedavilerine katkımız olmasına izin verdin. Biz kağıt üstü takiplerin aracı olmamak için kapattık o telefonu.

Biz aile sağlığı merkezine gelen yaşlılarımız, bebelerimiz, gençlerimiz için güvenli bir ortam kurmak istedik. Hastalarımız ve bizlerin hastalık riski azalsın istedik, sen yurt dışına çıkanlardan başlayarak, hastanelerinde test yaptıran pozitif hastalara kadar herkesi saçma bir rapor için kapımıza dayadın.

‘Hastalanınca bir geçmiş olsun istedik, sen maaşımızı kestin’

Biz kamu tarafından yapılmış uygun ASM binaları istedik. Ayrı bir izolasyon odamız bari olsun dedik. Sen binlerce ASM yapabileceğin para ile Atatürk havalimanına bin yataklı ayrı bir salgın hastanesi yaptın. ASM lerimizde bir izolasyon odamız bile yokken cezaevlerinde çalışanlara hem hasta bak, hem test al dedin. Çalışanın da, hastaların da riskini artırdın.


Biz her gün binlerce kişinin aynı anda daracık ASM koridorlarına yığılmaması için randevulu çalışalım, mesafe kurallarına uyalım dedik. Sen kuaförlere bile randevu ile gidilsin diye rehber çıkarttın ama ASM lere randevulu gidin demekten çekindin. Salgının merkezlerinden İstanbul’da sağlık müdürlüğünün sayfasında aile hekiminize randevusuz gidebilirsiniz diye boy boy manşetin duruyor halen.

Biz hastalarımız dip dibe durmasın diye kapımızı kontrollü olarak açalım hastalar kapalı ortamda bir arada durmasın dedik, sen bunun için bizden savunma istedin.

Biz hastalanmayalım, kimseyi de hasta etmeyelim diye koruyucu ekipman istedik, sen bizi karaborsacıların kucağına attın. Yedi düvele maske gönderdin de yanı başında, bu ülkenin gariban halkının hizmet aldığı aile sağlığı merkezine bir dezenfektan, iki kutu eldiven gönderemedin. Başınızın çaresine bakın dedin.


Biz senden iki telefon için üç kuruş istemedik. Çocuklarımızı geride bıraktık, çalışan annelere bir kreş, idari izin istedik. Hasta olan arkadaşlarımız için güvenli çalışma ortamı, onlara da hastanelerde ilçe sağlıklarda çalışan meslektaşlarımız gibi idari izin istedik.

Biz senden performans ödemesi istemedik. Hastanelerde kime ne faydası olmuş ki performansın bize faydası olsun. Biz hastalanınca bir geçmiş olsun de istedik. Sen maaşımızı kestin.

Biz senden koruyucu ekipman ve salgın yönetimine uygun çalışma ortamı istedik. Birinci basamakta çalışan elli bin çalışanına uygun koruyucu ekipman sağlansın diye aylarca ses verdik, sesimizi duymadın. Müdürlerin başımızın çaresine bakmamızı söyledi.

‘Biz kaybedersek herkes kaybeder’

Bir salgının ortasındayız, biz senden yıllardır artan aşı karşıtlığı ve salgın hastalık riski için bir yasa çıkartmanı istedik, sen hasta isterse aşıyı da reddeder, korona tedavisini de reddeder dedin.

Otelleri açtın, turizmi açtın, tatil kredileri verdi meslektaşın, tek çalışan ebe, hekim ve hemşirene izin bile vermedin. Beş gün dinlenmeyi bize çok gördün.

Bak beyim sana iki çift lafımız var. Önümüz kış, bu yolun devamı zorlu. Bizi ne baskılarınla yıldırabilir, ne de üç kuruşunla susturabilirsin. Bunlardan korkumuz yok, tek endişemiz artık meslektaşlarımızın bıkmış olmasıdır. Yok sayılmaktan, yalnız bırakılmaktan bıktık. Doğruları söyleyen, hastası ve kendisi için en sağlıklı, güvenli çalışma ortamını sağlamak isteyeni dışlamandan bıktık.

Duyulup dinlenmemekten bıktık. Biz bıktık ve bu salgını yönetme imkanını kaybediyoruz. Biz kaybedersek herkes kaybeder.

Yoksulluk sınırı altında gelire mahkum ettiğin yüzbinlerce çalışanın var. Emeklilikte süründüren bir maaşın var, izin hakkı vermiyorsun, ülkenin sağlık hizmetinin üçte birini birinci basamağa yaptırıyorsun ama on çalışanından dokuzu hastanelerde. Bu yetmezmiş gibi aklına gelen her işi birinci basamağa yıkıyorsun. Sağlıkta şiddet yasası çıkartmıyor, malpraktis giyotinini başımıza asıyorsun, sağlıkta şiddet ile göstermelik mücadele ediyorsun. Senden yanımızda olduğunu göstermeni istedik, üç kuruşunu değil.

Sahibi olduğun özel hastanelerin parlak koridorlarına benzemiyor bizim dünyamız. Bizim derdimizi de o hastanelerin ceolarının anlayacağı mevzu değil. Sen en iyisi bize vereceğini söylediğin o üç kuruşları verme, yeter ki maaşlarını kestiğin çalışanlara ve hayatlarını kaybeden kardeşlerimizin ailesine hak ettikleri maddi desteği ver.

İstemeyiz senin üç kuruşunu…”

İnsan değişirse her şey değişir – Seda Arıcıoğlu

Son on gündür Ulupınar’daki çınarları ve su kaynağımızı korumak için nöbetteyiz. Bir arada, dayanışmayla, kimseyi yermeden, hiçbir şeye kızmadan, biricik dostumuzu sever gibi özenle ağaçları korumak: Kalbimizde taşıdığımız dilek, eylemlerimizi kendisiyle hizaladığımız zarif niyet budur. 

Burada yaşayan bir “sonradanköylü” olarak deneyimlerimi kısaca paylaşıyorum.

Duası güçlü biri arkamdan su dökmüş gibi 23 sene boyunca her sene geldim Çıralı’ya. Son üç yıldır da burada yaşıyorum.

Buraya geldim çünkü kendi içimde derine gitmek, şehrin kalabalığına karışıp kaybolan parçalarımla iletişime geçmeyi umuyordum.

Şifa sanatlarıyla ilgileniyorum ben. İşim bu; beni daimi öğrenciliğe davet eden bir hayat seçtim ve öğretmenlerin öğretmenine, en zeki ve bilge olana; doğaya yakın olmaya ihtiyacım vardı.

Buraya geldim çünkü bu bölgenin kadim öğretilerde söz edilen ‘güç noktaları’ndan biri olduğunu seziyordum.

Bakın neden:

Çıralı burası; yani sırtını yasladığı dağda Chimera’yı saklayan, sonsuz ateşin evi. Burayı benim gibi düzenli ziyaret edenlerle, ‘başka türlü bir yer’ diye tanımlayan ama nesi başka bilmeyenler kadar karanlık bulanlar da var. Herkes haklı hissinde. Zor olabilir ateş. Fazla yaklaşırsan yanar, uzağında üşürsün. Nasıl yanacak? Nasıl canlı kalacak? Ne zaman sönecek? Söndüremeyeceğin ateşi neden yakmamalısın? Öğrenirken sabır, alçak gönüllük ve hürmet talep eden, hassas dengelere tabi bir elementtir ateş. “Gel!” der, “Karanlığını içime at, yanacaksın evet, ama ışık olarak doğacaksın yeniden.”

Çıralı’nın arkasını yüce Tahtalı Dağı kollar. Köyün her noktasından görünen, saçı ak, bilge toprak. Bağrında yürüyoruz mevsimlerden mevsimlere, kollarında dalıyoruz uykuya. Tahtalı’ya bakıp hizalanıyoruz. Bize nasıl durmamız gerektiğini hatırlatıyor sarsılmaz mevcudiyetiyle. Etrafında dolaşan kara bulutları, ak bulutları, yüzünü ısıtan güneşle sırtını üşüten soğuğu aynı şefkatli kayıtsızlıkla izleyen, her şeye rağmen neyse o olan; Dağ olan Tahtalı.

Çıralı’nın üzerinde, Ulupınar uğuldar… Adı üzerinde ulu pınar. Tahtalı’nın karlı başından akarak derinlere karışan sular burada yeniden yer yüzüne kavuşur. Tatlı, şifalı su. Akmayı, yıkamayı, önüne çıkan engelleri yumuşacık ve kesin bir kararlılıkla aşmayı, devam etmeyi öğretir: Ummana, aşka kavuşmaktan vazgeçmemeyi öğütlemez; nasıl yapıldığını gösterir.

Elden başkası gelmiyorsa hazmetmeyi, affetmeyi, gözden kaybolmuşken bile akışa devam etmeyi derinlerde, ondan öğrenebilirsiniz.

Ve hemen yanı başında Çıralı’nın, Olympos var. Mitolojik Tanrıların “yerimiz burasıdır” dedikleri ve buralarda dört mevsim geçirenlerin er geç anlayacağı üzere hala terk etmedikleri eski şehir. Kupkuru gecelerde uzaklarında çakan şimşeklerle mora- yeşile -beyaza boyanan gece semaları, Musa Dağı’na çarpıp geri gelen, daireler ve kareler ve envai çeşit geometrik şekil çizerek tepemizde dolaşan tekinsiz rüzgarı, saklambaç oynamayı seven muzip pusu ve “her şey yolunda, sakin ol” diyen serin deniziyle burası insana gezegende yaşadığını anımsatır. “Hah!” dersiniz, “Gelir mi diye beklediğimiz uzaylıların ta kendisiyiz!”

Ağaçlar çağırdı, biz duyduk

İşte budur buraların büyüsü. Şifalandıran, dönüştüren bir vaha burası.

Bu bilgiyi içselleştiren kimse şaşırmayacaktır; kalbi yeterince sessiz olan herkes buradaki ateşi, ağaçları, denizi, suyu ve rüzgarı konuşurken duyabilir.

Ben ve dostlarım bu yörenin sakinleriyiz. Burada yeterince uzun kalmaktan mütevellit, ağaçlar çağırdığında duyduk onları.

Son on gündür Ulupınar’da çınar ağaçlarını korumak için nöbetteyiz. Bekleyen değil eyleyen bir nöbet bu; evinde tek başına inzivada olanları, kendi işinde gücünde meşgul ve vakti dar olanları, pekmezini kaynatanları, sabah beşte bostanını sulayanları rutinlerinden tereyağından kıl çeker gibi sıyırarak kendi etrafına topladı ağaçlar.

Bunu nereden mi biliyorum?

Kendimden. Ben aktivist falan değilim. Hatta dışarıdan bakan biri aktif bile olmadığıma yemin edecektir. Bisikletle gidemeyeceğim hiçbir yere gitmediğim, bahçeyi sulamayacaksam, çapa yapmayacaksam veya tohumu toprağa kavuşturma zamanı değilse evden pek çıkmadığım, içeri- içeri- içeri yol aldığım basit bir hayatım var: Neren bozuk bul, tamir et, olmuyorsa yık yeniden yap. İşim bu; lazım değilsem evimdeyim.

Ama lazım olduk. Ağaç çağırdı.

Önce Ali Ekber’i çağırdı. 9 Ağustos gecesi motoruyla Kemer – Kumluca karayolunda seyahat eden Ali Ekber, Ulupınar mevkiinden geçerken su kaynağının hemen yanındaki bir çınar ağacının etrafında kalabalık olduğunu fark etmiş. Buralarda yol inşaatı olduğundan, normalde yol kenarında rastlanmayacak insan kümelerine alıştık, Ali Ekber de bu nedenle devam etmiş yola. Etmiş etmesine de motorunun üzerindeki bedeni geçip gitmiş ama kalbi geçip gidememiş ağacın yanından. Bir 40 kilometre yol aldıktan sonra ‘İçimde Çınar’ın sesini duydum’ diye anlattı yaşadıklarını Ali Ekber: “Beni çağırıyordu. Yardım istiyordu.”

Bazı çağrılara kayıtsız kalınamıyor. Onca yolu geri dönmüş ve ağacın yanına vardığında gerçekten de kesilmek üzere olduğunu görmüş. Kendisi gibi havayı koklaya koklaya motorla seyahat etmeyi seven arkadaşlarını çağırmış yardıma ve motorlarıyla etrafını sararak kurtarmışlar ağacı cellatlarının elinden. Kendilerine verilen görevi yerine getirmek isteyen insanlara cellat demekte hoşuma gitmeyen bir şeyler var. Ama olan bu, affetsinler.

Sonra bize geldi sıra. Ağacın karşısında atölyeleri bulunan dostlarımız olaydan haberdar olup bizimle paylaştılar durumu.

Sessizce yas tutma değil, çınarlarla bir olma zamanı

Doğrusunu isterseniz haberi duyduğumda gözümün önüne gelen ilk şey sonbahar ışığında parlayan sarı yaprakları oldu ağaçların. Ve sonra derin bir yas hissiyle gözümden bir damla yaş aktı, belki de akamadı. İçimde “Yeter!” diye isyan eden bildik sesi duydum yine. Talan edilirken tarih, yanarken orman, dikilirken yeşilin göbeğine bina, sular altında kalırken daha göremediğim vaha; hep aynı ses duyduğum: Çığlığı bir işe yaramayan, sadece kendi kalbimi yaralayan…

Şimdi de bir işe yaramayacaktı bu isyan. Bu fikre bininci kez alışmaya çalışıyordum.

Fakat çoktan bir mesaj grubuna eklenmiştim. Ertesi gün buluştuk ağacın altında.

Sonrası çorap söküğü gibi geldi. Herkes biliyordu sanki ne yapması gerektiğini. Bunun da tek bir nedeni var aslında. O kadar çok seviyoruz ki o ağaçları başka hiçbir yerde değil dikkatimiz. İşi gücü, uyumayı bıraktık. Tüm mevcudiyetimizle; yani zamanımız, enerjimiz, niyetimiz ve odağımızla bu ağaçlara bu sefer de biz yardım edelim diliyoruz.

Böyle güçlü bir niyet aktive olunca da doğada gözlemlenen o kendiliğindenlik halinin parfümü yayılıyor yaptığımız her şeyden.

İlham dans ediyor aramızda. Uyku kendini uyandırıyor rüyalarımızda.

Nasıl biliyor musunuz? Dallarına dilekler bağladığımız ağaç, kendi dileğinin tohumlarını saçıyor kalplerimize adeta. 

Çınarın iradesiyle oluyor ne oluyorsa. Onun yönlendirmesiyle. Onun, hayatı her şeyin üzerinde tutan, güçlü ve esnek iradesiyle akıyor bu dayanışma.

“Bizim köyde birlik yok” diye biliyorduk. Yanılmışız, beş dakikada değişirmiş bütün işler. Denize koşmak üzere yumurtalarını çatlatacakları sabahlar çok yakınken yuvalarının üzerinden geçen ciplerin altında ezilen carettalar için, yollarda telef olan kedilerimiz köpeklerimiz için, bir zamanlar bizden temiz olan denizde yüzen sonsuz poşetler için evlerimizde tek başımıza, sessizce yas tutmaktan daha fazlasını yapabileceğimizi görmemize vesile oldu ağaçlar.

Çınarların duası olacakları değilse bile bizi değiştirdi.

Herkes kapısının önünü temiz tutsa, “benim değil” demeden gördüğü çöpü atsa dünyanın  özlemini duyduğumuz ferah nefese kavuşabileceğini gördük işte.

İnsan değişirse, her şey değişebilir. Ben iyileşirsem, herkes iyileşir.

Umut dediğimiz zihinde kümelenen iyi dilekler değilmiş, harekete geçmiş bir niyetmiş. Bunu anladık.

İmza kampanyamıza destek vermek için https://www.change.org/cinarlargenislesin-yollardegil

Son durum: Ulupınar ve etrafındaki çınarların yaşları 150-800 arasında. Tarım Orman İş Sendikası Denetleme Kurulu Başkanı, Orman Yüksek Mühendisi Dr. Mehmet Ali Başaran’ın hazırladığı rapora dayanarak bölgedeki ağaçların anıt ağaç olarak korunması için gerekli makamlara başvuruda bulunduk. Sonucu bekliyoruz. Nöbet ve kampanya devam ediyor.

Cumartesi günleri saat 15:00’te çınarların altında minik konserler düzenliyoruz. Sosyal mesafe kurallarına sıkı sıkı uyduğumuz buluşmalara maskeniz ve müzik aletlerinizle gelip çınarlara destek olabilirsiniz. 

 

Elijah McKenzie-Jackson: Gezegenin geleceği henüz belirlenmedi, hala umut var

Yeşil Gazete için çeviren: Hande Yetkin

Geçtiğimiz yıl ekim ayında çevre ve insan hakları aktivistleri, bilim insanları, antropologlar ve yerel orman savunucuları Amazon Yağmur Ormanları’ndaki Xingu Nehri civarında bir araya geldiler. Toplantı, her yıl gezegenimizdeki oksijenin %20’sini üreten önemli ekosistemimizin korunması ve güvenliğini tartışmak üzere organize edilmişti. Yenilikçi bireylerden oluşan bu meclis, “Dünyanın Amazon Merkezi” ismiyle tanınmaktaydı.

Amazon Yağmur Ormanları’na uzanan yolculuğumun öncesinde bu toplantının hayatımda bu derece büyük bir iz bırakacağından, Batı dünyasına yönelik algımı tümüyle değiştireceğinden ve insanlığın ekonomik kalkınma uğruna gerçekleştirdiği aşırılıklara karşı gözlerimi açacağından habersizdim. Aklımda ne öğreneceğime, ne yapacağıma ve bu seyahatin kişisel hayatımda yaratacağı etkiye ek olarak, okulumdaki iklim hareketine sağlayacağı katkıya dair önceden belirlenmiş fikirler mevcuttu. Yemeğimizi ve yatağımızı paylaşacağımız; yetiştiğimden çok daha farklı bir kültürü deneyimleyeceğim bir yer; ki bu neredeyse bir hayat tarzı değişikliği anlamına geliyordu. Ayrıca, yerel halkın iklim krizini ve muhtemel çözümlerini nasıl değerlendirdiğine dair farklı yaklaşımlar hakkında bilgi edinecektim ve son olarak iklim ve sosyal adaletin her birey için ne kadar farklı görünümlere bürünebildiğine dair farkındalık kazanacaktım.

İnsanlar iklim adaletini çoğunlukla çevreye yönelik yanlış hareketler ve saygıyla ilişkilendiriyor; ancak “iklim adaleti” kavramı şu an iklim etkisinde ön saflarda yer alan insanların özgürleşmesi ve bilgilenmesini de içeriyor, temsil edilmeyen yerel halklar ve gelişmekte olan ülkeler bu kişilere örnek teşkil ediyor. Bunun yanı sıra, iklim aciliyetinin etkisini yaşadıkları konum ve yaşamlarını sürdürebilmek adına ihtiyacı olduğu kaynaklardan ötürü doğrudan hisseden, ölümcül tehlike altında olan topluluklar da mevcut. Bahsi geçen topluluklar genellikle medyada yer bulamıyor; bu görevi sistematik olarak kötüye kullanma hali bizim hareketimizi de son derece kötü etkiliyor.

‘Orta Dünya’ya varış 

Toplantı.

Bu mücadele öncesinde kaygı içerisindeydim. O zamanlar on beş yaşındaydım ve hâlihazırda GCSE[1] sınavlarının finallerine çalışıyordum. Öncesinde yaşıtlarım ve yetişkinler tarafından küçümsendiğim ve yargılandığım hissi kendime duyduğum güveni ve değer duygumu etmişti; çünkü çocukların görülmesi, ancak duyulmaması gerektiğine yönelik kalıplaşmış bir algı söz konusuydu. Zihnimde, insanların bu kadar genç bir sesi dinlemeye hazır olmadıklarına ve söylemek zorunda olduğum şeyleri duymak isteyeceklerine dair düşüncelerim birbiri ardına sıralanmıştı.

Batı kültürünün geleneklerini takip eden kişiler için, yardımseverlik kisvesi altında bir hayır işine imza attıkları düşüncesiyle marjinal toplulukları ziyaret etmek oldukça kolay olabilir. Bu zihniyetle bir işe girişilmesi halinde, bilgi alışverişinin mümkün olabileceğini sanmıyordum; dahası, insan iletişiminin temel eşitlik ilkesinin de bu durumdan etkileneceğini düşünüyordum. Gezi, aklımdaki bu senaryolardan tamamen farklı ilerledi: Batılıların seçkin, alçakgönüllü ve cömert görünmeye meyilli sığ medya gösterilerine odaklanılmadı. Herkesin deneyimlerini eşit bir şekilde paylaşma olanağı bulduğu, yaşam boyu sürecek arkadaşların kurulduğu ve gerçek bir değişim uğruna geliştirilecek stratejilere yönelik güç birliğinin sağlandığı bir öğrenim deneyimiyle karşılaştık.

Doğada ne araç, ne siren, ne reklam ne de müzik sesi vardı; duyabildiğim tek şey saflığın ve hayatın sesiydi.”

İnsanlar başkalarının kültürlerine davetsizce girerken, bu gezinin söz konusu topluluklara karşı bir güç dengesizliği yarattığına inanıyordu; böylelikle de sömürü sistemini beslediklerini düşünüyorlardı. Mesele tabii ki bu değildi ama bu deneyim öncesinde ben de benzer kaygılardan ötürü temkinliydim; çünkü niyetim her ne kadar açıkladığım şekilde olsa da, eylemlerin algılanışı  kendi kontrolümün dışında olacaktı.

Yalnızca Brezilya’ya varış süreci dahi Londra’da olmaktan tamamen farklıydı. Öncelikle toplantının planlanlandığı mevsim güz olmasına rağmen sıcaklık, İngiltere’de bir sonbahar gününü bırakın; yaz günüyle bile benzerlik taşımıyordu. Daha sonra Amazon’da yer alan, toplantı mekanına en yakın konumdaki şehre –Altamira’ya- ulaştım. Altamira şehri Xingu Nehri kıyısında bulunmakta olup, “Orta Dünya” olarak anılmaktaydı.

Daha önce bölgedeki yüksek nem oranı hakkında aldığım uyarılara örtüşecek şekilde, Altamira’nın havasındaki nem beni anında etkiledi. Bitki örtüsünün rengi ve yoğunluğunu gördüğüm anı hayatım boyunca aklımdan çıkaramayacağım. Yağmur ormanı hayatım boyunca görmek isteyeceğim bir görüntüye sahipti, dünyadaki her çocuğun bir gün görmenin hayalini kuracağı kadar muazzamdı. Ağaçların ve bitkilerin yeşilliğine, zenginliğine hayran kalmıştım.

Gezinin bir sonraki adımı, diğer otuz katılımcıyla birlikte, toplanma alanında bir araya gelmek için Amazon Yağmur Ormanları’nın derinliklerine dalmaktı; ardından iki gün sürecek bir konferans bizi bekliyordu. Gezi, bilgi alışverişi ve Xingu Nehri boyunca farklı topluluklara ait yerleşkelerde dinlenme süresi de dahil olmak üzere toplam üç gün sürdü. Yediğimiz tüm besinler yerel kaynaklar olup, bulunduğumuz bölgede yaşayan köylüler ve topluluklar tarafından yetiştirilmekteydi. Buna ek olarak, konuk olduğumuz her topluluktan bir kişi aramıza katıldı ve böylelikle zaman geçtikçe grubumuz genişledi.

Elijah ve Anita tahta botla Amazonlar’da buluşma yerine gidiyor. 

Orta Dünya’ya yolculuğum süresince, Londra’daki günlük rutinimle çatışan pek çok kültürel alışkanlık deneyimledim. Öncelikle yolculuk kavramının ifade ettiği şey tümüyle özgündü; genellikle motor veya çok güzel tahta pedalları olan el yapımı kanolarla su üstünde yolculuk yaptık. Gerçek doğada yankılanan sesleri tanımlamaya kelimeler yetmezdi. Doğada ne araç, ne siren, ne reklam ne de müzik sesi vardı; duyabildiğim tek şey saflığın ve hayatın sesiydi. Suyun doğası da zengindi; su yılanları, tropikal balık ve timsahlar etrafımızda yüzüyordu. Normalde bu durum oldukça tedirgin edici ve korkutucu olmasına karşın bize eşlik eden topluluk üyelerinin verdiği duygu sayesinde araç ve modern teknolojinin getirdiği yapay gürültünün nehirdeki yaşamdan çok daha tehlikeli olduğunu çabucak anladım. Şehirde geçirdiğim günlere kıyasla bu korku çok anlamsızdı.

Doğa hayranlığından ormanın ve onu savunanların haklarını korumaya

Seyahat ederken karşılaştığım bol miktarda imaj ve durumu anımsıyorum da, hamakta uyuduğum ilk gece ilginç bir şekilde konforluydu. Hayatımda ilk defa “manyok” isimli tropikal bitkiyi tattım, gurme bir damak zevkim olmasına rağmen o da ilginç bir şekilde iştah açıcıydı. Manyok, Batı’daki patatese eşdeğer bir bitki, tıpkı patates gibi o da bir kök bitkisi ve sayısız şekilde tüketilebiliyor. Banyo için iki opsiyonumuz vardı: Biri topluluğun yağmur suyundan arıttığı duş suyunu kullanmak, diğeriyse yaygın olarak tercih edilen nehir suyunda yıkanmak. Bu geziye dair kişisel hedeflerim içime dönmek, kendim hakkında farkındalık kazanmak ve geleneksel toplulukların kültür/yaşam stillerine dair bilgi edinmekti; dolayısıyla katılımcıların çoğu gibi ben de nehirde yıkanmayı seçtim. Bu deneyimi inanılmak derecede yatıştırıcı ve rahatlatıcı buldum, su ılıktı ve tertemizdi. 

Yaşadığımız ortak bir bağ kurma süreciydi; aynı yolda yürüyüp, aynı amaç uğruna savaştığımız bir ortaklık: Amazon Yağmur Ormanları’nı kurtarmak. Şu an geriye dönüp baktığımda, bunun o gün algıladığımdan çok daha önemli bir kazanım olduğunu görüyorum.”

Günler geçtikçe ormanı çevreleyen detaylara aşina oldum; bu sebeple Orta Dünya’ya vardığımızda, odağım vahşi doğaya hayranlık duymaktan, gruptaki bireylerin Amazon Yağmur Ormanı’nın ve onu savunan insanların haklarını korumak için attığı adımlar hakkında bilgi edinme konusunda daha istekli olmaya dönüştü. Dünyanın Amazon Merkezi toplantısının tüm katılımcıları insan ve çevre adaleti konusunda duruş sahibi olan, güçlü ve ilham veren kişilerdi. Bundan ötürü, Batılı şirketlere ve geleneksel insanların korunması yerine doğaya zarar vererek kâr edinmeyi seçen yozlaşmış çiftçilere karşı direnişin tarihini öğrenmek adına ideal bir yerdeydim. Ormanın derinliklerine uzanan yolculuğumuz sırasında pek çok yerel katılımcıyla -dil bariyerinden ötürü çoğu zaman çevirmen kullanarak- bağ kurdum. Bağ kurduğum bu insanlar arasında iki kişi vardı ki, onlar çok özeldi. Böyle bir topluluğun içinde bulunmak yaşadığımız zorlukları ve deneyimleri paylaşmak adına harikaydı.

Elijah ve Maria do Socorro Silva. 

Maria do Socorro Silva, Quilombola isimli bir topluluğa aitti. Quilombolaların kökeni, 17. yüzyılda kaçarak Brezilya’ya ulaşan bir grup Afrikalı köleye dayanıyordu. Bu grup esaretten kaçmak ve gizlenmek için yalnızca yerlilere ev sahipliği yapan Amazon Yağmur Ormanları’nın derinliklerine göçmekte karar kılmıştı. Quilombolalar o zamandan beri insan ve çevre adaletsizliğine karşı başkaldırıyorlar. Gezinin başlarında ilk adımı Socorro attı; saçlarıma dokundu ve okşadı, bana Portekizce olarak çok süt içip içmediğimi sordu. O zamanlar saçlarım platin sarısıyla beyaz arası bir renge sahipti, Socorro bunun boyadan değil de beslenme biçimimden kaynaklandığını düşünmüştü. Bunun üzerine gülüştük ve aramızda bir bağ oluştu.

Orta Dünya’ya vardıktan sonraki ilk durağımızda yolculuğumuza bir ara verdik; daha önce inek otlatmak için kullanılan ıssız ve terk edilmiş arazileri ziyaret ettik ve onları eski hallerine döndürdük. Kullandığımız uygulama ve yöntemler yüzyıllar önce orman savunucular tarafından geliştirilmişti. Teknik yalnızca çeşitli ağaç tohumlarını ekmeye değil, aralarına başka bitkiler ekilmesine dayanıyor; ayçiçeği ve fasulye tohumları gibi… Böylece, genellikle büyüyen ağaçlarla beslenen herhangi bir karıncanın veya diğer hayvanların büyüyen bu bitkileri çiğnemesi ve yutması sağlanıyor. Diğer bitkiler, büyümekte olan bebek ağaçların gelişmeleri ve uzama süreçlerini destekleyen bir savunma kalkanı gibi davranıyorlar; bu koruma ağaçlar kendilerini koruyabilecek erişkinliğe ulaşana değin sürüyor. Yenen bitkiler öldükten sonra kompost olarak toprağa karışıyor ve toprağı besleyip zenginleştiriyor.

Deneyimlediğim yalnızca bir dünyaya kabul edilmek ve orada hoş karşılanmaktan ibaret değildi. Yaşadığımız ortak bir bağ kurma süreciydi; aynı yolda yürüyüp, aynı amaç uğruna savaştığımız bir ortaklık: Amazon Yağmur Ormanları’nı kurtarmak.”

Paylaştığımız bu tecrübe esnasında Socorro bana tohumları nasıl saçmam gerektiğini gösterdi, ardından tohumları birlikte toprağa dağıtırken birbirimizin elini sıkıca tuttuk. Bu noktada karşılıklı olarak birbirimizin güvenini kazandığımızı ve onun beni kendi “dünyasına” kabul ettiğini hissettim. Hissettiklerim bundan daha yoğundu; deneyimlediğim yalnızca bir dünyaya kabul edilmek ve orada hoş karşılanmaktan ibaret değildi. Yaşadığımız ortak bir bağ kurma süreciydi; aynı yolda yürüyüp, aynı amaç uğruna savaştığımız bir ortaklık: Amazon Yağmur Ormanları’nı kurtarmak. Şu an geriye dönüp baktığımda, bunun o gün algıladığımdan çok daha önemli bir kazanım olduğunu görüyorum.

Orta Dünya’daki toplantı esnasında, Socorro geçmişine dair sarsıcı gerçekleri bizimle paylaştı: Henüz çocukken bir beyaza satılmıştı. Bir maden şirketi Socorro’nun köyüne gelerek oraya “kamp kurmak” istemiş ve genç kızın çevresini yakıp yıkmıştı; böylece genç kız çocukluğundan, bildiği ve sevdiği her şeyden koparılmıştı. Amcası ise ilkelerinden vazgeçmesi karşılığında bu şirketin sağladığı imkanlardan faydalanmıştı. Socorro sonrasında şimdiki hayatından bahsetmeye başladı. Topluluğuna ait insanlar köylerinin bulunduğu yerdeki nehre atılan maden atıklarından dolayı kanserle mücadele ediyordu. Artık eğitim ve ihtiyaçlarını karşılamak için ürettikleri tarım mahsullerini para karşılığı satamıyorlardı. Neden? Çünkü aynı nehrin suyu kendi insanlarının yediği ve içtiğini de zehirliyordu.

Batılı toprak sahiplerine karşı uluslararası ittifak

Bu arada Quilombolalar yenilgiyi kabul etmediler. Maria do Socorro Silva şu anda insanlarının suyunu kirleten, pek çok hayvanın ve insanın ölümüne yol açan Norveçli maden şirketine karşı direnişin liderliğini üstlenmiş durumda. Socorro’nun acısıyla bu durumu ortaklaştıran tek bir nokta var: Beyazlar. Socorro’nun hayatı boyunca çektiği tüm eziyet, keder ve ıstıraba  ‘benim halkım’ sebep oldu. İçinde yaşadığım ülke, para harcayarak dolaştığım kıta yalnızca çevrenin değil, aynı zamanda insanların hayatlarının yok edilmesini; çocukların, yaşam alanlarının ve temel ihtiyaçlarının yok edilmesini de finanse ediyor. Tüm bu yaşananlara rağmen Maria do Socorro Silva kollarını açarak, hiçbir nefret, üzüntü veya kin gütmeden beni dünyasına davet etti. Onun dünyasında sadece sevgi ve barış vardı.

Medyanın yerli halkın gördüğü uygunsuz muameleyi ele alması oldukça nadir olmakla birlikte; Maria do Socorro Silva’nın deneyimlediğine benzer olaylara yer veren çok sayıda makale, kaynak ve hesap var. Batılı toprak sahipleri yerli halklara birer oyuncaklarmış gibi muamele ediyor ve onları bir eşyadan farksız görüyor. Toplantıda herhangi bir bireyin veya bir grubun insanlık dışı muamele görmesine asla müsamaha edilmedi; fakat yeni bir şey kazandık: Uluslararası bir ittifak. Şimdi hep birlikte el ele vererek orman koruyucularına karşı yürütülen bu kıyıma bir son vereceğiz.

Xingu Nehri değişti, balık tedariği değişti, suyun berraklığı değişti… Ve benim hayatım değişti..”

Elijah ve Anita Judjas, fidan dikerken.

Hayatımı kökünden değiştiren diğer bir kişi de -genellikle Anita Yudjas olarak bilinen- Yakawilu Juruna oldu. Anita, Altamira Pará bölgesindeki Xingu’da bulunan TI Paquiçanba adlı bir köyde yaşıyor. Yaşı benim gibi 18; öğrenim görüyor, dil öğreniyor ve iklim adaletsizliğiyle mücadele ediyor ama ilk bakışta yaşamlarımız iki farklı uç gibi görünüyor. Anita okulda not almak için modern bir dil öğrenmiyor, onun yerine kendi insanlarının ana dilini araştırıyor ki gelecek nesillerine tekrarlayıp öğretebilsin. Anita’nın takip ettiği bu sistem yerel halkların temel prensiplerinden biri. Dil, kişiye bir kimlik verir.

Yudja’nın ataları topraklarındaki Batı istilası ve gördükleri kötü muameleden dolayı oldukça acı çekmiş. Anita’nın topluluğu aslında Xingu Nehri’ni kolaylıkla yönetebilecek nitelikte bir balıkçı grubu, yani nehir onların varoluş kaynağı. Nehir yoksa, onlar için bir yaşamdan da söz edilemez. Xingu Nehri’nde yıkanıyor, balık tutuyor ve suyunu içiyorlar. Çocukluğunda her gün ailesi ve arkadaşlarıyla nehri geçer ve eğlenirmiş, her zaman el yapımı bir kano kullanırlarmış; fakat on üç yıl sonra her şeyin değiştiğini söyledi (çevirmen aracılığıyla). Yaşadıkları bölgeye Belo Monte isimli, hayatlarının her parçasını paramparça eden bir santral inşa edilmiş. İstediğini al ve yaşayan her şeye saygı göster… Çünkü öyle. “Xingu Nehri değişti, balık tedariği değişti, suyun berraklığı değişti… Ve benim hayatım değişti..”

Zehir akan, kimyasal dolu nehirler

2020’ye geldiğimizde Xingu Nehri artık oldukça zehirli, Anita’nın insanları ilk defa nehri her zamanki gibi idare edemiyor. Balıklar ölüyor. Tüm bunlar Belo Monte Hidroelektrik Santrali’den gelecek para uğruna yaşanıyor. Belo Monte Santrali yükleme kapasitesi göz önünde bulundurulduğunda dünyadaki en büyük dördüncü hidroelektrik santral ve –Elaine Brum tarafından Atmos gazetesine yazılan makaleye bakılacak olursa- Brezilya hükümeti tarafından çevreye verilen zararı azaltmak ve insan hakları politikalarına uymak adına belirlenen kural ve yönergelere uyduğunu iddia ediyor.

“Bugün nehirde yıkandığımda cildimde döküntüler oluyor. Suda gözlerimi açtığımda gözlerim kızarıp yanıyor. Su sıcaklığının korkunç seviyede arttığından bahsetmiyorum bile. Nehir ölüyor. Ben de dahil olmak üzere topluluğumda yaşayan herkes şu an zehir ve ölümle dolu olan nehrin ne kadar güzel, ne kadar hayat dolu olduğuna ve artık ne kadar değiştiğine tanıklık etmiştir!”Bölgede yaşanan yıkım bununla da bitmiyor, Belo Sun isimli Kanadalı bir maden şirketi Anita Yudja’nın köyünün bulunduğu hatta bir maden planlaması yaptıklarını duyurdu. Civa gibi zehirli kimyasallar Anita’nın ve halkının suyuna karışacak ve kanser olmalarına sebep olacak; nihayetinde tıpkı Quilombolalar gibi sağlık problemleriyle karşılaşacaklar.

Bunları Anita’dan gezimizin sonunda, çok iyi arkadaş olmadan önce dinledim. Yolculuğun başında aynı koltukta oturuyorduk. Vardığımız ilk gün özel bir tohumdan edindiği maddeyle cilt boyası hazırladı ve vücudumu -kendi vücudundakilere benzeyen- geleneksel motif ve sembollerle boyadı.    Kullandığı ana sembol kaplumbağa kabuğuydu; sebebi bu sembolün direnişin gücünü temsil etmesiydi. Kaplumbağalar düşmanlarından korunmalarını sağlayan güçlü bir kabuğa sahip, pasif ve huzurlu hayvanlardır. Bu sembol, Anita ile Dünyanın Amazon Merkezi’nin toplantısının da bir simgesiydi. Hepimiz, saygı çerçevesinde, şu anda yüz yüze olduğumuz ırkçı, para odaklı dünyayı nasıl şekillendireceğimizi tartışmak üzere toplanmıştık ve birbirimizle uyum içindeydik. Nihai amacımız çevreyi ve insanları ekonomik büyümeden daha öncelikli bir konuma taşımaktı. Saldırganlık ve şiddet, gerçek bir değişim yaratmak adına kullandığımız stratejilerin tam tersiydi (ve hala da öyle). Tıpkı kaplumbağa gibi. Bugün hala dünyada neyin önemli olduğunu kendime her an hatırlatabilmek için Anita’nın topluluğunun hediye ettiği, aynı motifi taşıyan geleneksel bilekliği kolumda taşıyorum.

‘Dünyayı kurtarmak ergenlerin işi olmamalı’

Dil bir bariyer teşkil etmiyordu. Anita ve ben ortak bir dil konuşmuyorduk ama bu bizi iletişim kurmaktan alıkoymadı. Çevirmen tüm yolculuk süresince yanımızda olamazdı; o yüzden kontrolü elimize aldık ve jestlerle,  kuma imgeler oyarak, seslerle iletişim kurduk. Ben bu yöntemlerin ilişkimizi çok daha özel kıldığına inanıyorum. Bilinçaltımızda kendi küçük dilimizi yarattık; zaman geçtikçe yalnızca ikimizin anlayabileceği şakalar oluşturduk. Yaşamlarımız, mücadelelerimiz ve deneyimlerimiz bu kadar zıt olamazdı; fakat aslında yine de birbirimize çok benziyorduk. İkimiz de kim olduğunu bulmaya çalışan ergenlerdik; ikimiz de özçekim yapıyor, aynı müzikleri dinliyor ve dünyayı daha iyi bir yer haline getirmeyi arzuluyorduk.

Geçmişe baktığımda, Anita’yla yollarımın asla bu şekilde kesişmemesi gerektiğini görüyorum. Asla ölmekte olan dünyayı kurtarmak için düzenlenen bir toplantıya katılmak adına Amazon Ormanları’nın derinliklerine dalma ihtiyacı duymamalıydım. Anita asla geleceği kurtarmaya çalışan bir grup yenilikçi insanın arasına katılma ihtiyacı hissetmemeliydi. Bu toplantı, dünyayı kurtarmak için son çareydi -ve hala da öyle; bu da insanlığın tarih boyunca başarısız olduğu anlamına geliyor.

Toplantı ve yolculuk sırasındaki ortama ve duygusal bağlara hakikaten sık sık özlem duyuyorum; fakat sonra kolumdaki “direnişin gücü” yazısına baktığımda her nerede, fiziksel olarak ne kadar uzak olursak olalım hepimizin aynı amacı paylaştığımızı hatırlıyorum: İklim adaleti. İşte bu yüzden bu deneyim, çok daha büyük eylemlerin başlangıcı. Tüm bu yaşadıklarımdan gücün ekonomik durum veya kapasiteyle ilgisi olmadığını öğrendim. Güç dediğimiz şey, sevgi ve değerlerle ilgili; bizi saflaştıran ve yüceleştiren ahlakımızda saklı. Güç, birinin diğeri için hissettiği sevgide ve Batı’nın yapay olarak üretemeyeceği kanlı canlı dünyada saklı. Sahip olduğumuz pek çok farklılığa rağmen yolculuğu bir arada tutan tutkumuz ve kurduğumuz bağlar bize çok şey anlatıyor: Gezegenin geleceği henüz belirlenmedi ve hala umut var; dünyamızın geleceği bu buluşmaydı.

*

[1] İskoçya haricinde, Birleşik Krallık’taki diğer okullarda, 14-16 yaş grubundaki öğrencilerin girmesi gereken ortaokul düzeyinde bir alan sınavı.