Ana Sayfa Blog Sayfa 1969

Elijah McKenzie-Jackson: Hayal kırıklıklarım eyleme dönüştü [İklim Kuşağı-10]

Elijah McKenzie-Jackson, Londra yaşayan ve Fridays For Future, UKSCN ve Extinction Rebellion hareketlerinde yer alan 16 yaşında bir iklim aktivisti. Şubat 2019’dan bu yana aktivist olan Elijah, Heathrow grevleri sırasında görevlilerin havaalanını terk etmelerini istemesi üzerine 90 dakika daha orada kalmayı seçen dört kişiden biriydi. 

Elijah, aynı zamanda Batı Cumbria kömür madenine karşı parlamento binası önünde açlık grevine başladı; Amazonlara gitti ve bizim için Amazon hikayesini anlattığı bir metin kaleme aldı. Elijah ile geçtiğimiz yaz katıldığımız aktivistler yaz toplantısında Lozan’da beraberdik.

Onunla Londra’dan yaptığım röportaj şöyle: 

Atlas Sarrafoğlu: İklim grevlerine nasıl başladın? İlham kaynağın nedir?

Elijah McKenzie-Jackson: İlk iklim grevim 15 Şubat 2019’da Londra merkezindeydi. Daha küçükken spor yapmak için dışarıya çıkmak yerine, evde ya da yerel kütüphanemizde yaşadığımız dünyayı okuyup öğreniyordum. İngiltere’deki okullardaki iklim krizine ilişkin farkındalık ve öğretim eksikliği nedeniyle eğitimimi kendim ele alarak kendi araştırmalarımı yapmak zorunda kaldım. Yaşadığımız çevresel acil durumla ilgili daha fazla okumaya ve bilgimi genişletmeye başladığımda, bu sorunların insanlığın karşılaştığı en karmaşık sorun olduğu ve buzdağının sadece ucunu gördüğüm çok açık hale geldi. Bu, kendimi çok sinirli, bunalmış ve öfkeli hissetmeme neden oldu.

Bu karmaşaya nasıl ve neden girdiğimizi ve insanlığın yaşayan dünyaya verdiği zararı tersine çevirmek için neden hiçbir şey yapılmadığını anlayamadım. İklim grevleri başladığında, bastırılmış enerjimi burada kullanabileceğimi fark ettim. Hayal kırıklıklarım eyleme dönüştü. Tek bir kişinin ilham kaynağım olduğunu sanmıyorum, bana ilham veren şey, duygularımı paylaşan bu kadar çok genç görmek oldu. İklim krizi için savaşmaya devam etmem için bana her gün hala ilham veren şey bu. 

Kömür madenine karşı grev. Fotoğraf: Jerry Syder

‘Aktivizm hayattaki yerimi öğrenmemi sağladı’

İklim grevleri hayatını nasıl etkiliyor? O zamandan beri hayatında ne tür değişiklikler oldu?

Aktivist olmak ve iklim grevleri hayatımı oldukça etkiledi. Çok hızlı büyümek zorunda kaldım; hata yapmama ve çılgın bir genç olmama izin verilen yıllarımı es geçtim; Bazen hayatıma bakıyorum ve aklımda hiçbir yük ya da endişe olmadan arkadaşlarımla eğlenebildiğim günleri özlüyorum … Ancak benzersiz yetenekler elde ettim ve eğer iklim aktivisti olmasaydım, bunlara sahip olamayacağım özel anlar yaşadım. Birçok parlak genç aktivistten oluşan bu uluslararası topluluk artık benim ana destek sistemlerimden biri ve en yakın arkadaşlarım oldu. Artık hayattaki yerimi biliyorum.

‘Krizin insanlar üzerindeki etkisi düşünülmüyor’

Geçen yıl Amazon yağmur ormanlarının derinliklerinde iklim konferansı düzenleyen birkaç aktivistten biriydin. Lütfen bize neden oraya gittiğini ve bunca zaman neler olduğunu anlat.

Çevresel adaletsizlikleri yavaş yavaş öğrenirken, iklim krizinin ekosistemleri olduğu kadar insan hayatını da etkilediğini fark ettim. İnsanlar iklim krizini düşündüklerinde günümüzde meydana gelen insan etkisini düşünmüyorlar; ancak küresel güneydeki marjinal topluluklar şu anda doğal topraklarını savunurken veya sel ve kasırgalar gibi doğrudan iklim etkilerinden dolayı ölüyor.

Amazon’a giderek iklim krizi ve insan haklarıyla ilgili acil durumlarının hikayelerini anlatmak ve bununla ilgili farkındalık yaratmak istedim. Avrupa’da iklim aktivisti olurken önemli şey, iklim krizinden doğrudan etkilenmediğini ve ayrıcalıklı bir konumda olduğumu kabul etmektir, Amazon’a gitmem şu anda etkilenenlerin medyada susturulan seslerini duyurmak için önemliydi.

‘Son seçeneğim açlık greviydi’

Geçtiğimiz yıl HS2 ve BLM gibi iklim ve çevre protestolarında çok aktiftin. Hatta Londra Parlamentosu önünde ilk derin kömür madenine karşı bir açlık grevin bile var. Seni açlık grevine iten nedir ve bunu nasıl başardın?

Hükümete ve bu karardan sorumlu şirketlere karşı grev yaparak baskı yaptıktan sonra, İngiltere’nin 30 yıl boyunca önerilen bu ilk derin kömür madenine karşı açlık grevine başladım. Açlık grevimden önce kendimi susturulmuş hissediyordum. Hiçbir ana akım aktivist grup bu madene karşı aktif olarak kampanya yürütmüyordu ve hiçbir ulusal medya madeni düzgün bir şekilde haber yapmamıştı. Açlık grevine gitmek istemedim ama madeni durdurmak için son seçeneğim buydu. Açlık grevine başladığımda karışık tepkiler geldi.

Elijah açılacak kömür madenine karşı açlık grevi yaparken

Covid-19 salgını ve iklim krizinin birbirleriyle ilişkisi hakkında ne  düşünüyorsun? Geçiş sence nasıl olmalı?

Öncelikle koronavirüsün korkunç bir trajedi olduğunu belirtmek isterim. Ancak bu pandemi, acil sistematik değişim ve bireysel eylemlerle krizlerin uygun şekilde ele alınabileceğini kanıtlamıştır. Batı dünyasındaki salgınla karşılaştırıldığında iklim krizi acil bir tehdit gibi görünmese de, küresel güney ve marjinal toplulukların şu anda insan yapımı iklim etkisiyle karşı karşıya olduğunu kabul etmeliyiz. İnsanlar hava kirliliği seviyelerinin azaldığını ve suların daha temiz olduğunu görseler de bu, iklim krizinin durduğu anlamına gelmez. Bu, yaşam tarzı değişikliği nedeniyle emisyonların yalnızca geçici olarak durdurulmasıdır. Normal hayata dönersek, emisyon seviyeleri yeniden yükselecek ve iklim tahribatı yoluna devam edecek.

İklim aktivizminin yanı sıra okulla nasıl başa çıkıyorsun? Kendini nasıl topraklıyorsun?

Değişimin anahtarının iktidardaki insanlar üzerindeki baskıdan ve eğitimden geçtiğine inanıyorum. Bu yüzden sadece aktivizme değil, okul çalışmalarıma da odaklanmam çok önemli. Elbette zamanımı her ikisi arasında eşit olarak dağıtmak çok zor ancak zamanlama ve planlama, tükenmişliği önlemek için çok önemli bulduğum bir şey. Okuldayken okul çalışmalarıma ve evdeyken aktivizme odaklanıyorum. Bölümlendirme, her iki alanda da başarı için çok önemli.

Geleceğin bizim için ne getireceğini düşünüyorsun? Bu krizle başa çıkabileceğimizi düşünüyor musun?

İklim kriziyle doğrudan mücadele etmekten başka seçenek yok. Yaşam ya da ölüm. Harekete geçilene kadar durmayacağız. Geleceği tahmin edemem, ancak bu neslin bilgeliğini, ilerlemesini ve azmini bilerek – dünyanın hala kurtarılabileceğine inancım var.

‘Aktivizm dünyaya bakışımı değiştirdi’

Türkiye’de iklim eylemlerini başlatmak isteyen insanlara söyleyeceğin bir şey var mı? Paylaşmak istediğin herhangi bir tavsiye veya ipucu?

Aktivizm yolculuklarına başlayıp başlamayacaklarını tartışan insanlara bir şey söylemem gerekirse, onlara kesinlikle yapmalarını söylerdim. Kendi adıma aktivizm bana çok şey öğretti ve dünyaya bakış açımı büyük ölçüde genişletti. Hayatımda verdiğim en iyi karar bu ve şüphesiz ki bu inanılmaz aktivist topluluğunun sizi kollarını açarak karşılayacağını biliyorum. Her insanın dünyayı değiştirme gücü vardır. Soru şu ki, bunu yapmak için ilk adımı atacak mısınız?

Senin gibi iklim aktivistleri için hükümetinin bakış açısı nedir? İklim sorunları için karar vericilerle temas halinde misin? Onlardan talepleriniz neler?

Dünyanın dört bir yanında hükümetler acil bir durumdaymışız gibi davranmıyor. Bu gezegendeki gençliği görmezden geliyorlar ve gelecek nesillerin bizim bildiğimiz şekliyle yeryüzünde yaşama fırsatını reddediyorlar. İngiltere hükümeti  1 Mayıs 2019’da bir iklim acil durumu ilan etti, ancak geri dönüşü olmayan iklim etkilerine işaret eden mevcut bilimden diğer tarafa bakmaya devam ediyor. Politikacılar bilim insanlarını ve çevre aktivistlerini görmezden gelmeyi seçiyorlar, ancak tam da bu yüzden gerekli yerlerde grev ve baskı uygulamaya devam ediyoruz.

Konuyla ilgili, Birleşik Krallık Öğrenci İklim Ağı (UKSCN) dört talep geliştirdi:

  • Geleceği kurtarın. Bu, iklim adaletini sağlamak için Yeşil Yeni Düzeni uygulamak demektir. 
  • Geleceği öğretin. Bu, gençlere iklim acil durumunun kaçınılmazlığını, ciddiyeti ve bilimsel temelini öğretmek için eğitim sisteminde reform yapmaktır.
  • Geleceğe söyleyin. Bu hükümetlerin ekolojik krizin ciddiyetini ve şimdi harekete geçme gerekliliğini kamuoyuna iletmesi anlamına gelir.  Son olarak,
  • Geleceği güçlendirin. Bunun anlamı, gençlerin politika oluşumuna dahil edilmesi ve hiç kimsenin demokrasimize katılmaktan dışlanmamasıdır. 

Birleşik Krallık’ta 16 yaşın üzerindeki herkesin seçimlerde oy kullanma hakkı olmalıdır – orantılı temsil sayesinde herkesin oyu hükümetimize yansıtılır ve aynı değerdedir.

Dava kazanıldı: Hayvan Deneyleri Merkezi Etik Kurulu’nda bir hak aktivisti bulunacak

Deneye Hayır Derneği (eski adıyla Deneye Hayır Platformu), bileşenlerinden Hayvan Hakları ve Etiği Derneği’nin tüzel kişiliği üzerinden Tarım ve Orman Bakanlığı aleyhine açtığı davayı kazandı.

Yönetmelik gereği, Hayvan Deneyleri Merkezi Etik Kurul‘u oluşturan 21 üyeden birinin, hayvanları korumaya yönelik çalışan bir sivil toplum örgütü temsilcisi olması gerekiyor. 2018 yılında bu temsilcinin seçimi sürecinde Deneye Hayır Derneği, kurulda hayvanları temsil etmek üzere bir aday göstererek Bakanlığa başvurmuştu. Hayvanlara Adalet Derneği de üyelik için bir aday göstermiş ancak hayvan hakları örgütlerinin talepleri reddedilerek, kuruluş amacı deneylerin kalitesini arttırmak olan Laboratuvar Hayvanları Bilimi Derneği‘nin temsilcisi üye olarak yeniden seçilmişti.

Bunun üzerine, dernek temsilcileri Bakanlığın yaptığı üye seçiminin Yönetmelikteki ilgili hükümlere aykırı olduğu ve kuruldaki 21 üyeden birinin hayvan lehine söz söyleyecek hayvan hakları temelli bir örgütün temsilcisi olması gerektiğini savunarak İdare Mahkemesi’nde iptal davası açarak, yürütmenin durdurulmasını talep ettiler.

Mahkeme kararı: Hukuka uyarlık bulunmamaktadır

Açılan dava geçtiğimiz gün sonuçlandı ve mahkeme, üye seçiminde hukuka uyarlık bulunmadığına hükmetti. Dava, konusu itibariyle Türkiye’de bir ilk olmasının yanı sıra, dava sürecinde mahkemeye sunulan ek beyanlar ve bilirkişi raporları nedeniyle de hayvan hakları mücadelesinde ‘hayvan hakları’ ve ‘hayvan refahı’ kavramları arasındaki farkı tartışmaya açtı.

Fethiye merkezli olan dernek, aynı zamanda Türkiye’de bu amaçla kurulmuş ilk ve tek sivil toplum örgütü.

Kararı olumlu bulduğunu belirten Deneye Hayır Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Yağmur Özgür Güven “Bakanlık bürokratları ve deneyin uygulayıcısı olan meslek profesyonelleriyle dolu olan 21 kişilik kurulda, hayvan haklarını savunan tek bir kişiye dahi tahammül edilememesi, bu derneği kurma sebebimizi çok net açıklıyor aslında” diye konuştu. Derneğin Yönetim Kurulu Üyesi Av.Ezgi Koç ise şu değerlendirmeyi yaptı:

 “Ankara 11. İdare Mahkemesi’nde 2018/2247 E.sayılı dosya üzerinden görülmekte olan davada ‘Hayvan Deneyleri Merkezi Etik Kurulu’na sivil toplum örgütleri arasından Laboratuvar Hayvanları Bilimi Derneği’nin üye olarak seçilmesine ilişkin dava konusu işlemde hukuka uyarlık bulunmamaktadır‘ denilerek, idari işlemin iptaline karar verilmiştir. İptal kararı sonucunda idari işlem yapıldığı ilk tarihten itibaren ortadan kalkması sebebiyle iptal kararları geriye yürümekte ve böylece idari işlem baştan itibaren hiç yapılmamış sayılmaktadır.

Mahkemenin 12.06.2020 tarihli, 2018/2247E. ve 2020/1008K. Sayılı kararının kesinleşmesiyle birlikte, kaldırılan işleme bağlı olarak tesis edilmiş diğer işlemler de ortadan kalkacaktır. Kanunlarımıza göre idarenin iptal edilen işlemi, tesisinden önceki hale getirmek mecburiyetindedir. Yukarıdaki bilgiler ışığında, HADMEK üyeliği için hayvanları koruyan ve bağımsız bir STK temsilcisinin seçilmesinin hukuki gerekçelendirilmesi sağlanmıştır bu nedenle mahkeme kararına uygun şekilde işlem tesis etmek tüm kurumlar için bir zorunluluktur.”

Dernek, kuruculardan biri olan ve 2019 yılı Kasım ayında yaşamını yitiren yaşam hakkı savunucusu Burak Özgüner‘i de anarak, bu dava için verdiği emek ve mücadelenin adalet arayan herkes için bir örnek olacağını belirtti.

Çevreyi kirleten şirketlere yaptırım: Volkswagen örneği

Bu yazıda, bilinen ve Türkiye’de de ciddi pazar payı olan küresel bir firmanın yarattığı çevre skandalına verilen tepkiler üzerinden, Türkiye ile diğer ülkeler arasındaki duyarlılık ve yaptırım dengesizliğini vurgulamak istiyorum.

Dünyanın en büyük otomobil üreticilerinden Volkswagen (VW) bildiğiniz gibi 2015 yılında ABD’de başlayan büyük bir skandalla sarsılmıştı. Skandal şuydu: VW, 2009-2015 yılları arasında sattığı 11 milyon dizel aracın emisyon limitlerine uyuyor görünmesi için arabalara test ortamında emisyon salımını düşük göstermesini sağlayan bir yazılım yüklemişti. Aynı grubun bünyesinde olan Audi, Skoda ve SEAT firmalarının ürettiği bazı modellerde de benzer sahtekarlık yapılmıştı.

Yapılan bu sahtekarlığın iki boyutu vardı: Birincisi, araçlar çevreye ve insan sağlığına açıklananın 40 katı daha fazla zarar veriyordu. İkincisi, bu araçları satın alan tüketiciler yanlış bilgi ile yanıltılmış ve aldatılmışlardı. VW, bu sahtekarlıkla çevreyi aşırı kirleterek ve tüketicileri kandırarak tam bir sosyal sorumSUZluk örneği veriyordu. Dolayısıyla, birçok ülke mevzuatına göre VW çok büyük iki suç işlemişti ve cezalandırılması gerekiyordu.

Uygulanan yaptırımlar

Skandalın dünya kamuoyuna ilan edilmesi, ABD’de Çevre Koruma Ajansı‘nın (EPA) 18 Eylül 2015’de açıkladığı bir rapor ile oldu ve bu konuda ilk adımlar da oradan geldi. VW ilk aşamada bir süre sessizliğini korudu ama ardından iddiaları kabul etti. 22 Eylül 2015’de yapılan açıklamada dünya genelinde 11 milyon dizel araçta emisyon değerlerini düşük gösteren hileli cihazların kullanıldığı belirtildi.

VW bu konuda standartları oldukça yüksek ve yaptırımları çok ağır olan ABD’deki konumunu koruyabilmek için otoritelerle işbirliğine gitti ve yüksek cezalar ödemeyi kabul etti. Bunun ardından birçok tazminat davası açıldı. Ayrıca, söz konusu araçları geri çağırmayı kabullendi. Bütün bu yaptırımların VW’e maliyeti yaklaşık 22 milyar dolar oldu.

VW’in anavatanı olan Almanya da en sert tedbirleri alan ve yaptırımları uygulayan ülkelerden birisi oldu. VW yöneticileri hakkında davalar açıldı ve şirketin genel müdürü görevden alındı. Ayrıca Audi genel müdürü sahtekarlıktan ve tüketiciyi yanıltmaktan dolayı hapis cezası aldı. Bunun dışında VW Haziran 2018’de Alman Devleti’ne 1 milyar Euro ceza ödedi. 25 Mayıs 2020 tarihinde ise uzun süredir devam eden bir dava sonuçlandı. Almanya Federal Mahkemesi, VW’in manipüle edilmiş dizel motorlu araçlar satın alan sürücülere tazminat ödemek zorunda olduğuna karar verdi. Buna göre, dizel araç sahipleri araçlarını iade ederek satış fiyatını kısmen geri alabilecek. Bu mahkeme kararının maliyetinin de 1 milyar Euro’yu aşması bekleniyor.

Bu iki ülke dışında, aralarında Avusturalya, Belçika, Brezilya, Kanada, Çin, Fransa, Hong Kong, Hindistan, İtalya, Hollanda, Norveç, Romanya, G Afrika, G Kore, İspanya, İsveç, İsviçre, Polonya ve İngiltere’nin bulunduğu birçok ülkede araştırma komisyonları kuruldu. Bunların sonucunda, resmi makamlar tarafından VW aleyhine davalar açıldı, tüketicilerce tazminat davaları açıldı, söz konusu arabalar geri çağrıldı, tamir edilerek geri kazanılabilecek araçlar için tamir zorunluluğu getirildi ve bazı şirket yöneticileri hakkında suç duyurusunda bulunuldu. Skandalın şu ana kadar firmaya yaklaşık 30 milyar dolar maliyeti oldu. Ayrıca çeşitli ülkelerde hala süren davaların nasıl sonuçlanacağı ve ne kadar ilave maliyet getireceği tam olarak bilinmiyor.

Türkiye’de durum

Otomotiv Distribütörleri Derneği‘nin (ODD) verilerine göre sahtekarlığa konu olan 2009-2015 döneminde VW’in Türkiye pazarındaki payı ortalama %11.2 ile hemen Ford, Fiat ve Renault’nun ardından geliyordu. Ayrıca dönemin son 3 yılında (2013-2015) VW %13.3 pay ile pazar lideri konumundaydı.

Önemli bir diğer nokta da bu oranlara grubun diğer şirketleri Audi, Skoda ve SEAT’ın dahil edilmemiş olması. Bunlar da dahil edilirse VW muhtemelen dönemin tamamının pazar lideri konumuna gelecektir. Bir başka husus, diğer üç firmanın sattıkları araçların önemli bir kısmı ülke içinde üretilirken satılan VW araçlarının tamamının ithal ediliyor olması. Pekiyi Türkiye pazarının en büyük oyuncularından birisi olan VW’e bu konuda hangi yaptırımlar uygulandı?

VW skandalı patladığında Türk kamuoyu konuya oldukça ilgi gösterdi, basın organlarında birçok haber ve yorum yayınlandı. Ama gerek ilgili resmi makamlardan gerekse VW’in Türkiye satıcısı olan Doğuş Otomotiv’den son derece muğlak açıklama ve yorumlar geldi ve ardından konu gündemden düşürüldü. Tüketici derneklerinden ses çıkmadı. Ancak, bazı tüketiciler, Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun‘un “ayıplı mal” hükümleri uyarınca VW aleyhine davalar açtılar. Bu davaların sonuçlanıp-sonuçlanmadığı, sonuçlandıysa nasıl bir karar verildiği bilinmiyor.

Türkiye’deki sorun maalesef bu kadar ciddi bir skandala yola açan, çevreye zarar veren, tüketiciyi kandıran ve diğer ülkelerde milyarlarca dolar tazminat ödeyen VW firmasına hiçbir yaptırım uygulanmamasından ibaret değil. Sorun oldukça derin ve karmaşık. Makina Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi’ne göre Türkiye’de araçların üretim onayı ile ilgili mevzuat (buna emisyon da dahil) AB ile paralellik göstermekle birlikte uygulamada durum çok farklı bir görünüm alıyor.

İlk olarak, Türkiye’de araç parkının ortalama yaşı oldukça fazla ve bu araçların emisyonları oldukça yüksek. İkincisi, araç yakıt ve emisyon sistemlerinde kayıt dışı ve yetkin olmayan tamircilerde onaysız tadilatlar son derece yaygın olarak uygulanmakta. Bunun sonucunda olması gerekenden 100’lerce kat daha fazla zararlı gaz salımı ile halk sağlığı tehdit edilmekte. Üçüncüsü, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı sorumluluğunda olan emisyon ölçümleri özelleştirilerek piyasalaştırılmış ve 2/3’ü özel araç servislerinde yapılır hale getirilmiş durumda. Birçok özel firma şu anda bu denetimleri, amacın çevresel denetim değil ticari kazanç olduğunu vurgularcasına sağlıksız bir şekilde gerçekleştirmekte.

Bu olayın sonrasında VW’in Türkiye’de ilginç ve uzun süren bir fabrika kurma macerası da oldu. Bu maceranın detaylarına girmeyeceğim ama emisyon skandalıyla Türkiye’ye ve Türk tüketicilere bu kadar zarar vermiş olan bir firmaya eski bir teknolojiyle üreteceği zamanı geçmiş modeller için son derece cazip teşvikler verilmesi kamuoyunda çok sert tepkiler de yarattı. AKP iktidarının çevreye duyarsızlığını ve “istihdam yaratılıyor” bahanesiyle her türlü çevre düşmanı girişimi inatla desteklemeye devam ettiğini görüyoruz. Şimdilik VW tarafından iptal edilmiş olan bu projenin geleceği de belirsiz.

Özetle, dünyanın birçok ülkesinde ağır yaptırımlarla cezalandırılan VW, Türkiye’deki ciddi pazar payına karşın ne Çevre Kanunu’na ne de Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun’a muhalefetten hiçbir ciddi yaptırımla karşılaşmadı. Bu yaptırımsızlık, ülke yöneticilerinin çevre ile ilgili konularda ne kadar duyarsız olduğunu, bu konularda şirketlerle hükümetler arasındaki ilişkilerin giriftliğini, tüketicinin çevreye duyarsızlığını ve şirketlerin böyle bir ortamda hiçbir sorumluluk almaksızın sistemin açıklarını sonuna kadar kullandıklarını açık bir şekilde gösteriyor.

Bu örnek, benzer sorunlarla mücadele etmenin üç ayağını net bir şekilde ortaya seriyor: İlki ve en önemlisi tüketicinin eğitimi ve bilinçlenmesi, ikincisi siyaset üzerine baskı yaparak gerekli düzenlemelerin yapılmasının ve daha da önemlisi yaptırımların uygulanmasının sağlanması, sonuncusu ise bu tür şirketlerle kamuoyu baskısı ve tüketicinin gücü kullanılarak doğrudan mücadele edilmesi.  

 

İnsan organlarında plastik bulundu mu?

Geçtiğimiz günlerde The Guardian gazetesinin deneyimli çevre editörü Damian Carrington bir haber paylaştı. Haberde insan organlarında mikroplastik bulunduğu yazıyordu. Bunun yanında yine aynı haberde incelenen tüm insan organlarında BPA isimli bir eklenti maddesine de rastlandığı yazıyordu. Bir anda gündem olan ve birçok kişi tarafından paylaşılan bu sansasyonel haber oldukça ilgi uyandırdı.

Habere göre, Amerikan Kimya Topluluğu’nun bir toplantısında sunulan bir bildiride insandaki birçok organda PET dâhil olmak birçok mikro/nanoplastik bulunduğu yer alıyordu. Haberin içeriği dar olsa da beklenen bir bilgiyi duyurması açısından merak uyandırmıştı. Beklenen dememin nedeni de, bu kadar yoğun mikro ve nanoplastik kirliliğinin olduğu bir ortamda, bu plastiklerin insanın en küçük organına dahi bulaşabilme ihtimalinin göz ardı edilememeydi. 

Ancak kısa süre sonra Damian Carrington bir düzeltme yayınlayarak aslında bulunanın bir mikro/nanoplastik olmadığını söyledi. Yapılan şey bir metot geliştirme çalışmasıydı ve iddia edilene göre de bu metotla insan organlarında mikro ve nanoplastiğin tespiti mümkün hale gelebilirdi. Çalışma ayrıca, oldukça yaygın ve bilinen bir yöntemle organlarda çeşitli plastikle ilişkili kimyasalların bulunduğunu iddia ediyordu. Bunlardan biri de BPA idi! Her iki kısmı da oldukça sorunlu olan bir çalışma ile karşı karşıya olduğumuzu belirtmekte fayda var. Bir diğer problem de The Guardian gibi prestijli bir gazetenin prestijli bir editörünün böyle bir hatayı nasıl yaptığı. 

Ben dâhil birçok kişi bu çalışmanın rapor edildiği haberin ilk versiyonunu paylaşarak önemli bir hataya imza attık diyebilirim. Haberde çalışmanın herhangi bir linki mevcut değildi. Öncelikle bu bağlantıya bakılıp sonra paylaşılması daha doğru olurdu. Bunun iki nedeni vardı: İlki, saygınlığı tereddüt edilemeyecek kadar yüksek Amerikan Kimya Topluluğu’nun bir toplantısında sunulduğunun belirtilmesi diğeri de The Guardian’ın ve onun deneyimli editörü Damian Carrington’un yarattığı güven. Yine de bu tarz bir kazanın yaşanması, paylaşımı yapanların da dikkatsizliğine işaret etti. 

Haber paylaşıldıktan sonra gelen düzeltme üzerine ben dâhil birçok kişi bu çalışmaya dair paylaşımını kaldırmış ve takipçilerinden af dilemiştir. Bunu yapmak önemli çünkü hatalı ve spekülatif bilginin yayılması bilim iletişimi açısından tamiri imkansız hatalar silsilesine yol açabiliyor. Tıpkı denizlerde 2050 yılında balıktan çok plastik olacağı spekülasyonu ve Mariana Çukuru‘nda plastik poşet bulunduğu hayali olayı gibi! Her iki ifade de iyi bir “kötü bilim iletişimi” örneği sayılabilir.

BPA yanılgısı

Çalışmanın kendisine dönecek olursak, orada da ciddi problemler olduğunu söylemek mümkün. İlki, BPA varlığı üzerinden plastiğe maruz kalma yargısına varılmasının yanlışlığı. Çünkü doku ve organlara BPA’nın nüfuz etmesi için plastiğin bünyenize girmesine gerek yok. Plastik ambalajlı herhangi bir gıdadan da bu kimyasalı vücudunuza alabilirsiniz. Sadece plastiklerden değil, fiş ve fatura basımında yaygın olarak kullanılan termal kâğıtlar da size ciddi anlamda BPA transferi sağlayabilir.

Yani doku ve organlarda BPA varlığı, doku ve organlarınızda plastik olduğu anlamına gelmekten ziyade bir şekilde BPA içeren bir malzemeyle temas ettiğiniz anlamına gelir. Ayrıca herhangi bir ortamda BPA varlığının belgelenmesinin yenilikçilik anlamında bir değeri yoktur. Bu kimyasalın belirlenmesi, oldukça uzun zamandır gerçekleştirilmekte olan bir işlemdir. BPA’nın herhangi bir ortamda belirlenmesi, sadece daha geniş pencereli bir işin küçük bir parçası olması açısından önem arz eder.

Çalışmadaki diğer bir problem de geliştirilen tespit metodunun ayrıntılarının yokluğu. Hangi tip plastiğin hangi miktarda ve nasıl organlara yerleştirildiği açık olmadığı gibi, metot geliştirmek için organlara yerleştirilen plastiklerin kaçta kaçı tespit edilmiştir gibi bilgilere de ulaşılamamaktadır. İşte tüm bu eksiklikler çalışmanın neden haber yapılmaması gerektiğinin de bir açıklamasıdır. Dost meclislerinde konuşulabilirliği dışında herhangi bir hakemlik sürecinden geçmemiş bilimsel bir bilginin kamuya açık ortamlarda manşet olacak şekilde verilmemesi gerekliliği bir kere daha karşımıza çıkmaktadır.

Bizlere de herhangi bir bilgiyi, bilgiyi paylaşanın şahsından bağımsız olarak bilimsel yöntemlerle hazırlanıp hazırlanmadığının kontrolünden sonra paylaşmak sorumluluğuyla hareket etmek düşmektedir.

Sonuç olarak insan organlarında plastiğin varlığı henüz ortaya konulmamış saklı bir gerçek olarak hala gizemini korumaktadır. Ancak plastiğin tehlikeli olduğunun anlaşılması için insan dokusunda bulunduğunun bilimsel olarak rapor edilmesini beklemek de doğaya yapılabilecek en büyük kötülüktür.

[Çocuklar için Yeşil Kitaplar] Bu bir kitap: Suretin sureti, sesin sesi…

Saat 12:05, saat 12:40, saat 14:00… saat 16:35 yaklaşık dört buçuk saat kitabın sayfaları içinde akar. Yüzeyin sığ sularından kitabın derinliklerine doğru yolcuğa çıkar Eşek.

Uçanbalık Yayınevi‘nden çıkan, Lane Smith in yazıp resimlediği ‘Bu Bir Kitap’ kitabı; küçük bir çocuğun ‘bu ne?’ sorusuna her defasında sabırla verilen bir yanıt gibi. Kitabın kahramanları Eşek, Maymun ve Fare. Hayır bilgisayarda kullandığımız fare değil gerçek Fare. Soyu tükenme tehlikesiyle karşı karşıya olmasa da  dijital bir tehdit altında. Pek fazla diyaloglara dahil olmadan bilgisayar faresinin tahtına göz diktiğini kaygıyla fark etmiş olmalı ki boy gösteriyor sayfalarda. Neden mi? Eşek ve Maymun  kitap bilgisayar karşılaştırması yapıyorlar kısa ve gülümseten diyaloglarla.

‘Çok fazla harf var’

Bu diyaloglarda neler mi var? Küçücük bir ip ucu verelim. Kitapta şöyle bir cümle geçiyor başka bir kitaba ilişkin. ‘Çok fazla harf var.’ Yazar Eşek’e  çocuk zihninin sevimli bir cümlesini  söyletiyor. Gerçekten de kitabın tamamı ile karşılaştırıldığında ‘kitap’ın gösterildiği sayfada cümleler ardı ardına diziliyor. Tersini düşündüğünüzde sözcüklerin azalması düşüncenin azalması, düşüncenin azalması dünyanın azalması bir yandan da… 

Bilgisayar çağı insanı hızla bilgiye ulaşmak ve aynı hızla unutmak eğiliminde. Bunu anlamak için hızla giden bir araçta olduğunu düşünmek yeterli.  Yanından geçmiş olursunuz görülmesi gerekenlerin. Bakmak ve görmek farkı görünür olur böylece.  Hız ve çeşitlilik çağın vaadi budur.  Vaat edilmeyene bakma zamanı.

Kitabın sayfaları ve çizgilere minimal bir atmosfer hakim. Resimler ana metni destekliyor ve okura diyaloglarda değinilmeyen bir ayrıntıyı sezdiriyor. Hangi ayrıntı? İşte burada çizgilerde olandan çok olmayandan yürümemiz gerekiyor. Ağaç yok, gökyüzü yok, toprak yok, deniz yok…bunların kokusunu, dokunuşunu hisseden biri yok. Duvara asılmış tablo var, tabloda ağaç var. Betonlaşmayla küçük kutulara tıkılan insan için ağaç artık tablolara yansımış bir detay sadece.  Ve okur sadece kitap sayfalarında karşılaşıyor doğayla. Denizle, gökyüzüyle, güneşle, toprakla.

Digitalleşirken ıskalananlar…

Dijital çağ dokunmanın, koklamanın yok sayılıp sadece suretin suretine ve sesin sesine ulaşılabilen bir dünya. Ekrandaki çiçeği koklayamazsın, ekrandaki toprağa dokunamazsın. Çocuk da dokunamaz,  koklayamaz. Kitapta da mı dokunamayız?  Bütün bunlara dokunmak için kitaba dokunmak gerekir ama..

Lane Smith.

‘Bu Bir Kitap’  dijitalleşmenin hayatın hemen her alanına egemen olduğu bir dünyada dijitalleşirken  aslında nelerin ıskalandığını çocuğun anlam evrenine uygun bir dil ve üslupla anlatmış.

Çocuk dünyasına aşikar olanlar bilirler, çocukların ilgisini  genelde kusurlu karakterler çeker. Yazar da bu gerçekten hareketle değişimi kusurlu karakter üzerinden vermiş. Bu karakter üzerinde neler mi değişmiş? Her nitelikli çocuk edebiyatı eserinde olması gerektiği gibi hem çocuğa hem yetişkine sözleri var Bu Bir Kitap eserinin.

Kadına ve doğaya tecavüz

İstanbul  Sözleşmesi’nin gündemde olduğu bugünlerde cinsel şiddetle mücadele kapsamında daha çok batı literatüründe sözü  edilen “tecavüz kültürü”nden (Rape Culture) söz etmek istiyorum.  Bu kavramın derinliğini ilk defa 2007 yılında Aotearoa, Yeni Zelanda feministleriyle birlikte çalışırken anlamıştım. Herhangi bir sözlü ya da fiziki cinsel şiddet eylemi, tecavüz kültürü kapsamında enine boyuna masaya yatırılıyordu. Hatta bu konuda lisans üstü akademik çalışmalar yapan arkadaşlarım, hükümetin finanse ettiği tecavüz kültürü merkezlerinde (Rape Culture Centre) çalışıyordu.

Her ne kadar liberal hükümetler iktidara geldiğinde bu kurumların fonları kesilse ve sayıları azaltılsa da feministler daima bu konuda uyanık olmakta kararlıydı ve kazanımlarından vazgeçmediler. Yeni Zelanda’da 1996 yılından bu yana yılda bir hafta tecavüz kültürüne dikkat çekilen, kadınlar ve LGBTİQ + bireylerin yaşadıkları sorunların tecavüz kültürü bağlamında tartışılarak buna karşı mücadele pratiklerinin geliştirildiği, toplumda bilinç yükseltmeyiş hedefleyen bir dizi etkinlik yapmaktalar.

Tecavüzü kültürel olarak ‘normalleştirmek’

Tecavüz ve cinsel şiddet biçimlerinin çok yüksek oranda görüldüğü kültürlerde tecavüzün ataerkil normlar ve yanlış inanışlar yoluyla normalleştirilmesi söz konusu. Erkeğin doğal suçsuzluğuna olan inanç; onların hormonlarının, beyinlerinin, cinsel dürtülerinin kontrol edilemez olduğu iddiasını dayatılmakta ve hayatın her alanında bu toplumsal cinsiyet rolleri kabullenilmiş durumda.

Hangi vakaların tecavüz kültürü kapsamında ele alınacağı ülkelerin kültürel normlarına göre farklılıklar göstermektedir. Bu normlar çok net olmasa da özgürlükçü ve cinsiyet eşitlikçi bir bakışla çözülebilecek niteliktedir. Tecavüz kültürüne karşı bir bilinç geliştirilmesi ve çeşitli yaptırımlarla bu kültürle mücadele edilmesi ise kampanyaların etkinliğine bağlıdır. Elbette bu kampanyalar sırasında toplumun normlarını insanlığın özgürleşmesi ve demokratikleşmesi bağlamında ele almak gerekir.

Buna göre, mutlaka cinsel fiziki bir şiddet yaşanmış olması gerekmiyor.  Konuşma dili, bakış, vücut dili, el kol hareketi, rıza olmadan başka bir bedene yönelmiş olan her türlü davranış hep bu kapsamda ele alınabilir.  İnsanların bedenleri ve cinsellikleri üzerindeki tasarrufunu ele geçirmeye, kısıtlamaya, farklı cinsel deneyimleri, farklı cinsel yönelimleri ötekileştirmeye yönelik her türlü söylem ve eylem de öyle. 

Eğitim kurumlarında cinsel taciz

Toplumun şekillenmesinde öğretim kurumlarının önemli bir yeri olduğu düşünülürse, okullarda var olan vakaların dikkatle ele alınması ayrı bir önem taşır. Örneğin 2019’da Amerika’da Trump rejiminin kadınlara bakış açısıyla da yükselen  tecavüzler üzerine yapılan bir araştırma sonucunda, üniversitelerde her beş kadın öğrenciden birinin tecavüz vakasıyla karşılaştığı belirtilir. 

Türkiye’de ise elimizde net bir istatistik olmamasına rağmen çeşitli araştırmalar üzerinden kabaca bir sonuca varırsak, her dört kadından birinin hayatının her hangi bir döneminde tecavüz vakası yaşamış olabileceği ortaya çıkıyor. Cinsel taciz veya tecavüze uğrayan, cinsel şiddetten kurtularak hayatta kalan kadınların ve LGBİTQ+ bireylerin kıyafetlerinden, davranışlarına, yaşadıkları ilişkilere, yaşam tarzlarına, alışkanlıklarına, gece saat kaçta eve döndüklerine kadar yaşamlarının didik didik edilmesi, muhafazakar toplumsal normların dışında kalan her davranışlarının tecavüze gerekçe olarak gösterilmesi, içler acısı patriyarkal bir kültürel şekillenmeyi göstermiyor mu? Daha da ileri gidilerek aile içi ensestin üstünün örtülmeye çalışılması travmatik kuşaklardan oluşan bir toplum yaratmıyor mu?

Kadına ve doğaya tecavüz

Tecavüz kültürü patriyarkal kapitalist-militarist kültürün tüm canlıları kendi kontrol ve tahakkümüne alması ve hatta zapt etmesine yöneliktir.  Ruh ve beden bütünlüğünün bozulması demektir. Babasının tecavüzüne uğrayan bir kadının “Hak arayışında bulunsam da 40 yıl kendim paramparça idim, ruhum bir yerde” cümleleri belgesel olarak kayda geçmiş durumda.

Savaş dönemlerinde tecavüzün bir yöntem olarak kullanılması da bu durumun açık ifadesidir. Bu konuda yapılan bir araştırmada, “Düşman’ sadece toprağı ele geçirmeye çalışmaz.  Sadece bedenler de bu yolla ‘Düşman erkeğin’ mülkü edinilmez.  Aynı zamanda kadınlara ve kız çocuklarına, LGBTİQ+ bireylere tecavüz edilerek onların döl yataklarında gelecek nesillerin tohumu atılarak ele geçirme amaçlanır” deniliyor.

Aile ve din 

Bilindiği üzere toplumun en küçük kurumu aile. Aile içi ensest ilişkilerin örtbas edilmesi aile kurumunun ne kadar sağlıklı olduğunun kocaman sorusudur. Bu kapsamda dinler de dikkatlice ele alınmalıdır. Örneğin, 16. yy Hıristiyan dininin Şairi Henry Vaughan’ın  Vanity of Spirit  şiirinde doğayı teslim alma hakkında kadın imgesine atfen şöyle seslenir: 

Teslim aldım doğayı

Yırtıp geçtim her yerini

Göğüslerini rahmini her yerini

Bu, doğayı kadına benzeterek ona ve doğaya tecavüz mesajı değil de nedir? Bugün Türkiye’de binlerce maden ruhsatının alınması,  derelerin suyunun borulara hapsedilerek vadilerin nehir yataklarının kurutulması ve orada yaşayan tüm canlıların yaşam hakkından çalınması bana bu şiiri çağrıştırıyor.

Fatmagül Berktay’ın Tek Tanrılı Dinler Karşısında Kadın kitabı bu konuda iyi bir kaynaktır. Kitapta, Hıristiyanlık’ta ve İslamiyet’te kadının statüsü üzerine karşılaştırmalı bir yaklaşım olarak kadının nesneleştirilmesi doğal kabul edilerek bunun onun bedeninin denetlenmesinin meşru gerekçesi sayılması her üç tek tanrılı dinin ortak özelliği olduğu belirtilir. 

Tecavüz kültürünün doğaya ve kadına yansıması ikinci dalga feminizmin 1970’lerde Amerika’daki yükselişiyle Birleşmiş Milletler’in de gündemine taşınarak, “16 yolla tecavüz kültürüne dur denilebilir” (16 ways you can stand against rape culture) bildirgesi yayınlanmıştır.  Elbette zamanla bu durum tüm dünya feministlerinin de gündemine oturduysa da neyin cinsel taciz, neyin tecavüz olduğu, ve karşılığının nasıl bir cezai hükme bağlanması gerektiği hala tartışılmakta ve ülkeden ülkeye değişiklik gösteriyor.

1975 yılında Susan Brownmiller’in yayınladığı Niyetimiz Dışında: Erkekler, Kadınlar ve Tecavüz (Against Our Will: Men, Women, and Rape) kitabı büyük ses getirmişti. Kadınların vücut ve ruh bütünlüğüne olan saldırının akademide ve halk arasında tahmin edilenden daha yaygın olduğu ortaya çıktı. Bu kitapta tarih, psikanaliz, kriminoloji alanlarında insan hukukunun ilk kurallarından modern zamanlara kadar tarih boyunca tecavüz konusunu inceleniyordu. Kitap, yalnızca toplumun tecavüzü algılayış şeklini biçimlendirmekle kalmayıp aynı zamanda tecavüzle ilgili yasalarda değişiklik yapılması için lobi yapan bir çalışma grubuna katkıda bulunduğu için oldukça etkili oldu. Türkiye de savcılığın toplam şiddet vakalarının yalnızca % 4’ünde devreye girdiği dikkate alınırsa örtülü kalan ne kadar vaka olduğunu artık siz düşünün.

Kökeni “üretmek, yetiştirmek” anlamına gelen ‘kültür’ kavramına Türkçe’de daha çok olumlu bir aidiyete yönelik anlamlar yüklenebiliyor. Kültür aynı zamanda hayatın her alanında toplumsal olarak adaletten yana yeniden inşa edilebilir. Böylece ne  tecavüz ne de patriyarkal kültür ebedi kalabilir.

(Bu yazı Sivil Sayfalar’da da yayımlanmıştır.)

Yeşiller Meclisi: Gerçek müjde güneş ve rüzgar potansiyelimiz

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Karadeniz’de yapılan aramalarda doğal gaz yatakları bulunduğuna ilişkin ‘müjde’sine Türkiyeli Yeşiller’den yanıt geldi: Fosil yakıtlar bir müjde değil, ancak endişe kaynağı olabilir.

Dünyanın iklim krizinin sonuçlarından kaçınmak için büyük bir dönüşüm içindeyken, daha fazla fosil yakıt çıkaracak adımların yangına körükle gitmekten başka bir şey olmadığını belirten Yeşiller yayımladıkları açıklamada, “Doğanın tüm dengelerinin bozulduğu, yağışların azaldığı ama sellerin arttığı, hastalıkların, açlığın yayıldığı, insanların topraklarından kaçmak zorunda kaldığı krizin etkilerini şimdiden görüyoruz. Bu ve benzeri etkilerin şiddetlendiği ve tüm coğrafyalara yayıldığı bir dünya düşlemiyorsak, üzerimize düşeni yapmalı ve fosil yakıtlardan hızla uzaklaşmalıyız” ifadelerini kullandı. 

Yeşiller Meclisi adına yapılan açıklamada şu görüşlere yer verildi: 

Türkiye fosil yakıt ithalatına bağımlı ve bu sebeple büyük cari açık veren bir ülke. Ancak bu konuda atılması gereken adım Karadeniz’de yeni tehlikeli fosil yakıt sahaları açmak olamaz. Ülke, zaten imzaladığı anlaşmalar yüzünden doğalgaz ihtiyacından fazlasını ithal etmeyi vaat etmiş vaziyette.

Fosil yakıtları terk etmek için kaybedecek vaktimiz yok. Adil, sürdürülebilir bir enerji altyapısı kurmak için acil bir şekilde yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelmeli, sıfır karbon bir altyapı için iddialı bir yol haritası çizmeliyiz. Türkiye, güneş ve rüzgâr enerjisi konusunda çok bereketli bir coğrafya. Ancak tüm dünya gittikçe ucuzlayan bu kaynaklardan faydalanıp karbon salmayan enerji politikalarına yönlenirken, AKP yönetimi fosil yakıt bağımlılığını ve yıkıcı enerji politikalarını sürdürmekte ısrarcı.

Ekonomik de değil, ekolojik de…

Yeşiller’in iklim dostu ekonomi politikalarının da temelini oluşturan; doğa ile barışık enerji kaynaklarını tabana yayacak akıllı politikaların tüm hükümetlerin vatandaşlarına, tüm dünyalılara ve gelecek nesillere karşı en temel sorumluluğu olduğuna vurgu yapılan açıklamada AKP hükümetine uyarılar da yer aldı: 

Dünyada keşfedilmiş ve ruhsatlandırılmış fosil yakıt kaynakları -bildiğimiz şekliyle hayatı sonlandıracak iklim değişikliğine maruz kalmak istemiyorsak– kullanabileceğimizin üç katından fazla. Tam da bu sebeple, dünyanın büyük ekonomileri iklim dostu dönüşümler ile fosil yakıt bağımlılıklarını hızla azaltmakta, bu da fosil yakıtların fiyatlarını düşürmektedir. Yeşiller olarak uyarıyoruz: Açıkdenizde o derinlikteki doğalgazı çıkarmak için yapacağınız yatırımlar kısa süre içinde atıl hale gelebilir. Ayrıca, böylesi bir proje sürekli tanık olduğumuz kazaların sebep olduğu ekolojik yıkımlara bir yenisini ekleyebilir.”

Açıklamada, bu ‘sözde müjde’nin kötü yönetimle ülkenin içine saplanmış olduğu ekonomik krizler silsilesine çare olmayacağına, ‘eksen kayması’ diye iftihar edilse de çağdaş dünyanın normlarından giderek kopmanın krizleri ancak derinleştireceğine dikkat çekildi.

Yerin dibinde bırak!

Yeşiller, uluslararası alanda ilişkileri geren, doğayı sadece şirketler ve ulus devletler için kaynak olarak gören görüşü geride bırakmaları için Türkiye’nin yanı sıra Yunanistan, Kıbrıs, Mısır ve İsrail‘e seslenerek, bir an evvel tüm fosil yakıt aramalarını durdurma çağrılarını tekrarladı. Benzer bir keşfin gergin tarafların herhangi birince yapılması hâlinde savaş dahil ihtimallerden endişe edildiği belirtilen açıklama şu sözlerle sonlandı: 

“Sağlıklı, adil, varlığın tabana yayıldığı bir gelecek için doğalgazı ‘Yerin Dibinde Bırak!’ diyor ve yerine yenilenebilir enerji üzerine kurulu müreffeh, dirençli bir iklim geleceği teklif ediyoruz.”

 

Av sezonu öncesinde 28 STÖ’den açıklama: Av cinayettir!

Sivil toplum kuruluşları  22 Ağustos’ta başlayacak olan av sezonu öncesi ortak açıklama yayınlayarak 798 canlının yaşamının av turizmi adı altında “para karşılığında ihaleye açılacağını” söyledi.

Açıklamada belirtildiğine göre avlanmasına izin verilen türler arasında; Anadolu yaban koyunu, ceylan, çengel boynuzlu dağ keçisi, karaca, melez yaban keçisi, kızıl geyik, yaban keçisi, yaban domuzu ve nesli dünya ölçeğinde tehlike altında olan üveyik ile elmabaş patka kuş türleri de bulunuyor.

‘Av cinayettir’

28 STÖ’nün imzasıyla yayınlanan açıklamanın tam metni şu şekilde:

 12 Ağustos 2020’de Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren, Merkez Av Komisyonu kararları doğrultusunda, 2020-2021 av sezonu 22 Ağustos’ta başlıyor. Her sene toplanarak, yıl içerisinde avlanacak canlı türlerine, nerede ve kaç birey öldürülebileceklerine karar veren Merkez Av Komisyonu, bu yıl da birçok nadir ve tehlike altındaki canlının avına izin vermiş durumda.

Avına izin verilen türler arasında Anadolu yaban koyunu, ceylan, çengel boynuzlu dağ keçisi, karaca, melez yaban keçisi, kızıl geyik, yaban keçisi, yaban domuzu gibi memeli türlerinin yanı sıra, nesli dünya ölçeğinde tehlike altında olan üveyik ve elmabaş patka kuş türleri de yer alıyor. Bunun yanı sıra “av turizmi” adı altında 798 canlının yaşamı, para karşılığında ihaleye açılacak.

Türkiye, taraf olduğu Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi’nin 6. ve 8. maddeleri uyarınca nesli tehlike altındaki türleri korumayı taahhüt etmiş olmasına rağmen uluslararası mevzuatlar görmezden gelinerek alınan bu yanlış kararların bir an önce durdurulması gerekiyor.

Resmi Gazete’de yayınlanan karara göre ev serçesinden, karabataklara, çakallardan tilkilere, yaban tavşanlarından boz ördeklere birçok farklı türün de avına izin verildiği görülüyor. Buna ek olarak, 1 Temmuz 2020’de TBMM Tarım Orman ve Köyişleri Komisyonu’ndan geçen Kanun Teklifi’nin 15. Maddesi’ne, görüşmeler sırasında getirilen bir ek ile yabancı diplomat ve “üst düzey misafirlerin” diledikleri takdirde ücretsiz olarak avlanabilmesi ve yaşam alanları tahrip edildiği için yerleşim yerlerine gelen ayı, domuz gibi hayvanların da avlanabilmesinin yönetmeliğe bağlanması oy çokluğu ile kabul edilmiş bulunuyor.

Şimdi, yaşam hakları ellerinden alınan tüm canlıların sesi olma zamanı. Dağ keçilerinin, geyiklerin, karacaların, boz ayıların, üveyiklerin, doğamızın. Çünkü yaşam hakkı bütün canlılar için pazarlık edilemez en doğal hak. Silahların ve av sanayisinin yaşamı yok etmesine izin vermeyeceğiz!
Çünkü #AvCinayettir

Açıklamada, Alakır Nehri Kardeşliği, Antalya Dostları Derneği, Artvin Borçka Karagöl Çevre Koruma ve Dayanışma Derneği, Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği, Cahide Derneği, Çiğdemim Derneği, Çoruh Vadisi Borçkalılar Derneği, Doğa Derneği, Doğaya Dönüş Gençlik ve Spor Kulübü Derneği, HAYTAP, Hayvanlar İçin Projeler Derneği (HİPDER), İstanbul Artvin STK Platformu, Kırklareli Kent Konseyi Çevre Meclisi, Kızılkaya Yenidünya Derneği, KİHAYKO, Kuzey Ormanları Savunması, MAGMA Dergisi, Mezopotamya Ekoloji Hareketi, MUÇEP, Orhanlı Köyü Kültür Doğa Gençlik ve Spor Kulübü Derneği, Orman Melekleri, Simurg Kuş Yuvası Derneği, Sualtı Araştırmaları Derneği (SAD), TTKD, Turgutlu Doğa Kültür ve Yaşam Derneği, Van ÇEV-DER ve WWF-Türkiye‘nin imzası bulunuyor.

Nevşehir’de kadın cinayeti

Medyada AKP‘nin İstanbul Sözleşmesi‘ni feshedeceği ya da Sözleşme’ye şerh koyacağı yönünde tartışmalar devam ededursun, bir kadın cinayeti haberi de Nevşehir’den geldi. Mustafa D. (33), evi terk ederek annesinin yanına yerleşen eşi Fatma D.‘yi tabanca ile ateş ederek öldürdü.

Olay, dün akşam saatlerinde meydana geldi. Nevşehir Lale Sanayisi’nde oto tamirciliği yapan Mustafa D., bir süre önce geçimsizlik nedeniyle evi terk ederek annesinin yanına yerleşen eşi Fatma D. ile görüşmek için kayınvalidesinin Güzelyurt Mahallesi’ndeki evine gitti.

Mustafa D., konuşmak istediğini söyleyerek eşini  Çat beldesi yakınlarında boş araziye götürdü. Burada çift arasında tartışma çıktı. Mustafa D., yanındaki tabancayı çıkarıp, eşine ateş etti. Çevredekilerin haber vermesiyle gelen sağlık ekibinin yaptığı kontrolde Fatma D.’nin öldüğü belirlendi. Fatma D.’nin cesedi, yapılan incelemeden sonra hastane morguna kaldırıldı. Mustafa D. ise polis ekipleri tarafından gözaltına alındı.

Soruşturma sürüyor.

Almanya’da belediyeler ve bakanlıktan plastikçilere uyarı: Çöp masraflarına ortak olun

Alman Belediyeler Birliği, politikacılara seslenerek, çöplerin masraflının adil dağılımının sağlanması ve plastik ürün üreten şirketlerin masraflardan üzerine düşen payı alması için gerekli yasal düzenlemelerin hayata geçirilmesi çağrısında bulundu.

DW Türkçe‘nin haberine göre, Federal Çevre Bakanlığı’nın Yerel Yönetimler Birliği ile birlikte yaptırdıkları araştırma, sadece izmaritlerin temizlenmesi için ayrılan yıllık bütçe 225 milyon euro olduğunu ortaya koydu. Tek kullanımlık plastik kahve bardakları için harcanan miktar ise yaklaşık 120 milyon euro.

‘Plastik üreticileri masrafları üstlenmeli’

Söz konusu verileri sunan Federal Çevre Bakanı Svenja Schulze şimdiye kadar sokakların ve parkların temizlenme masraflarının vatandaşların ödediği vergilerden karşılandığını belirtti ve adil bir dağılım olabilmesi için gelecekte vatandaşın yükünü azaltacak, plastik üreticisi şirketlerin masrafları üstlenmesini sağlayacak bir sisteme geçilmesi gerektiğini söyledi.

Schulze, masrafların dağılımını adil kılmanın yanısıra yeni sistemin çevreye katkısının daha fazla olması gerektiğini ve yerel yönetimlerin daha fazla temizlik personeli, yeni temizlik araçları, ilave çöp kovaları ve küllükler konmasını sağlaması gerektiğini de ifade etti. 

Kişi başı 140 litre çöp

Mainz kenti Belediye Başkanı ve Yerel Yönetimler Birliği Başkanı Michael Ebling de tek kullanımlık plastik atıkların Almanya çapındaki çöplerin yüzde 20’sini oluşturduğuna dikkat çekti. Şimdiye kadar bunların toplanma ve temizliği ile yok edilmesinin sokak temizliği için toplanan vergi ve yerel yönetimlerin bütçesiyle karşılandığını, dolayısıyla faturasının halka kesildiğini belirten Ebling, belli plastik ürün üreticisi şirketlerin, yol açtıkları maddi zararın sonuçlarında pay sahibi olmalarının doğru bir adım olduğunu vurguladı.

Belediyelerin her sene ortalama 700 milyon euro harcayarak kentleri sigara izmariti ve plastikten temizlemeye çalıştığı Almanya’da, vatandaş başına yılda 140 litre çöp düşüyor. Bu çöplerin yüzde 40’ını tek kullanımlık plastik atıkların oluşturduğu bildiriliyor.