Yeşil Gazete için çeviren: Hande Yetkin
Geçtiğimiz yıl ekim ayında çevre ve insan hakları aktivistleri, bilim insanları, antropologlar ve yerel orman savunucuları Amazon Yağmur Ormanları’ndaki Xingu Nehri civarında bir araya geldiler. Toplantı, her yıl gezegenimizdeki oksijenin %20’sini üreten önemli ekosistemimizin korunması ve güvenliğini tartışmak üzere organize edilmişti. Yenilikçi bireylerden oluşan bu meclis, “Dünyanın Amazon Merkezi” ismiyle tanınmaktaydı.
Amazon Yağmur Ormanları’na uzanan yolculuğumun öncesinde bu toplantının hayatımda bu derece büyük bir iz bırakacağından, Batı dünyasına yönelik algımı tümüyle değiştireceğinden ve insanlığın ekonomik kalkınma uğruna gerçekleştirdiği aşırılıklara karşı gözlerimi açacağından habersizdim. Aklımda ne öğreneceğime, ne yapacağıma ve bu seyahatin kişisel hayatımda yaratacağı etkiye ek olarak, okulumdaki iklim hareketine sağlayacağı katkıya dair önceden belirlenmiş fikirler mevcuttu. Yemeğimizi ve yatağımızı paylaşacağımız; yetiştiğimden çok daha farklı bir kültürü deneyimleyeceğim bir yer; ki bu neredeyse bir hayat tarzı değişikliği anlamına geliyordu. Ayrıca, yerel halkın iklim krizini ve muhtemel çözümlerini nasıl değerlendirdiğine dair farklı yaklaşımlar hakkında bilgi edinecektim ve son olarak iklim ve sosyal adaletin her birey için ne kadar farklı görünümlere bürünebildiğine dair farkındalık kazanacaktım.
İnsanlar iklim adaletini çoğunlukla çevreye yönelik yanlış hareketler ve saygıyla ilişkilendiriyor; ancak “iklim adaleti” kavramı şu an iklim etkisinde ön saflarda yer alan insanların özgürleşmesi ve bilgilenmesini de içeriyor, temsil edilmeyen yerel halklar ve gelişmekte olan ülkeler bu kişilere örnek teşkil ediyor. Bunun yanı sıra, iklim aciliyetinin etkisini yaşadıkları konum ve yaşamlarını sürdürebilmek adına ihtiyacı olduğu kaynaklardan ötürü doğrudan hisseden, ölümcül tehlike altında olan topluluklar da mevcut. Bahsi geçen topluluklar genellikle medyada yer bulamıyor; bu görevi sistematik olarak kötüye kullanma hali bizim hareketimizi de son derece kötü etkiliyor.
‘Orta Dünya’ya varış
Bu mücadele öncesinde kaygı içerisindeydim. O zamanlar on beş yaşındaydım ve hâlihazırda GCSE[1] sınavlarının finallerine çalışıyordum. Öncesinde yaşıtlarım ve yetişkinler tarafından küçümsendiğim ve yargılandığım hissi kendime duyduğum güveni ve değer duygumu etmişti; çünkü çocukların görülmesi, ancak duyulmaması gerektiğine yönelik kalıplaşmış bir algı söz konusuydu. Zihnimde, insanların bu kadar genç bir sesi dinlemeye hazır olmadıklarına ve söylemek zorunda olduğum şeyleri duymak isteyeceklerine dair düşüncelerim birbiri ardına sıralanmıştı.
Batı kültürünün geleneklerini takip eden kişiler için, yardımseverlik kisvesi altında bir hayır işine imza attıkları düşüncesiyle marjinal toplulukları ziyaret etmek oldukça kolay olabilir. Bu zihniyetle bir işe girişilmesi halinde, bilgi alışverişinin mümkün olabileceğini sanmıyordum; dahası, insan iletişiminin temel eşitlik ilkesinin de bu durumdan etkileneceğini düşünüyordum. Gezi, aklımdaki bu senaryolardan tamamen farklı ilerledi: Batılıların seçkin, alçakgönüllü ve cömert görünmeye meyilli sığ medya gösterilerine odaklanılmadı. Herkesin deneyimlerini eşit bir şekilde paylaşma olanağı bulduğu, yaşam boyu sürecek arkadaşların kurulduğu ve gerçek bir değişim uğruna geliştirilecek stratejilere yönelik güç birliğinin sağlandığı bir öğrenim deneyimiyle karşılaştık.
Doğada ne araç, ne siren, ne reklam ne de müzik sesi vardı; duyabildiğim tek şey saflığın ve hayatın sesiydi.”
İnsanlar başkalarının kültürlerine davetsizce girerken, bu gezinin söz konusu topluluklara karşı bir güç dengesizliği yarattığına inanıyordu; böylelikle de sömürü sistemini beslediklerini düşünüyorlardı. Mesele tabii ki bu değildi ama bu deneyim öncesinde ben de benzer kaygılardan ötürü temkinliydim; çünkü niyetim her ne kadar açıkladığım şekilde olsa da, eylemlerin algılanışı kendi kontrolümün dışında olacaktı.
Yalnızca Brezilya’ya varış süreci dahi Londra’da olmaktan tamamen farklıydı. Öncelikle toplantının planlanlandığı mevsim güz olmasına rağmen sıcaklık, İngiltere’de bir sonbahar gününü bırakın; yaz günüyle bile benzerlik taşımıyordu. Daha sonra Amazon’da yer alan, toplantı mekanına en yakın konumdaki şehre –Altamira’ya- ulaştım. Altamira şehri Xingu Nehri kıyısında bulunmakta olup, “Orta Dünya” olarak anılmaktaydı.
Daha önce bölgedeki yüksek nem oranı hakkında aldığım uyarılara örtüşecek şekilde, Altamira’nın havasındaki nem beni anında etkiledi. Bitki örtüsünün rengi ve yoğunluğunu gördüğüm anı hayatım boyunca aklımdan çıkaramayacağım. Yağmur ormanı hayatım boyunca görmek isteyeceğim bir görüntüye sahipti, dünyadaki her çocuğun bir gün görmenin hayalini kuracağı kadar muazzamdı. Ağaçların ve bitkilerin yeşilliğine, zenginliğine hayran kalmıştım.
Gezinin bir sonraki adımı, diğer otuz katılımcıyla birlikte, toplanma alanında bir araya gelmek için Amazon Yağmur Ormanları’nın derinliklerine dalmaktı; ardından iki gün sürecek bir konferans bizi bekliyordu. Gezi, bilgi alışverişi ve Xingu Nehri boyunca farklı topluluklara ait yerleşkelerde dinlenme süresi de dahil olmak üzere toplam üç gün sürdü. Yediğimiz tüm besinler yerel kaynaklar olup, bulunduğumuz bölgede yaşayan köylüler ve topluluklar tarafından yetiştirilmekteydi. Buna ek olarak, konuk olduğumuz her topluluktan bir kişi aramıza katıldı ve böylelikle zaman geçtikçe grubumuz genişledi.
Orta Dünya’ya yolculuğum süresince, Londra’daki günlük rutinimle çatışan pek çok kültürel alışkanlık deneyimledim. Öncelikle yolculuk kavramının ifade ettiği şey tümüyle özgündü; genellikle motor veya çok güzel tahta pedalları olan el yapımı kanolarla su üstünde yolculuk yaptık. Gerçek doğada yankılanan sesleri tanımlamaya kelimeler yetmezdi. Doğada ne araç, ne siren, ne reklam ne de müzik sesi vardı; duyabildiğim tek şey saflığın ve hayatın sesiydi. Suyun doğası da zengindi; su yılanları, tropikal balık ve timsahlar etrafımızda yüzüyordu. Normalde bu durum oldukça tedirgin edici ve korkutucu olmasına karşın bize eşlik eden topluluk üyelerinin verdiği duygu sayesinde araç ve modern teknolojinin getirdiği yapay gürültünün nehirdeki yaşamdan çok daha tehlikeli olduğunu çabucak anladım. Şehirde geçirdiğim günlere kıyasla bu korku çok anlamsızdı.
Doğa hayranlığından ormanın ve onu savunanların haklarını korumaya
Seyahat ederken karşılaştığım bol miktarda imaj ve durumu anımsıyorum da, hamakta uyuduğum ilk gece ilginç bir şekilde konforluydu. Hayatımda ilk defa “manyok” isimli tropikal bitkiyi tattım, gurme bir damak zevkim olmasına rağmen o da ilginç bir şekilde iştah açıcıydı. Manyok, Batı’daki patatese eşdeğer bir bitki, tıpkı patates gibi o da bir kök bitkisi ve sayısız şekilde tüketilebiliyor. Banyo için iki opsiyonumuz vardı: Biri topluluğun yağmur suyundan arıttığı duş suyunu kullanmak, diğeriyse yaygın olarak tercih edilen nehir suyunda yıkanmak. Bu geziye dair kişisel hedeflerim içime dönmek, kendim hakkında farkındalık kazanmak ve geleneksel toplulukların kültür/yaşam stillerine dair bilgi edinmekti; dolayısıyla katılımcıların çoğu gibi ben de nehirde yıkanmayı seçtim. Bu deneyimi inanılmak derecede yatıştırıcı ve rahatlatıcı buldum, su ılıktı ve tertemizdi.
Yaşadığımız ortak bir bağ kurma süreciydi; aynı yolda yürüyüp, aynı amaç uğruna savaştığımız bir ortaklık: Amazon Yağmur Ormanları’nı kurtarmak. Şu an geriye dönüp baktığımda, bunun o gün algıladığımdan çok daha önemli bir kazanım olduğunu görüyorum.”
Günler geçtikçe ormanı çevreleyen detaylara aşina oldum; bu sebeple Orta Dünya’ya vardığımızda, odağım vahşi doğaya hayranlık duymaktan, gruptaki bireylerin Amazon Yağmur Ormanı’nın ve onu savunan insanların haklarını korumak için attığı adımlar hakkında bilgi edinme konusunda daha istekli olmaya dönüştü. Dünyanın Amazon Merkezi toplantısının tüm katılımcıları insan ve çevre adaleti konusunda duruş sahibi olan, güçlü ve ilham veren kişilerdi. Bundan ötürü, Batılı şirketlere ve geleneksel insanların korunması yerine doğaya zarar vererek kâr edinmeyi seçen yozlaşmış çiftçilere karşı direnişin tarihini öğrenmek adına ideal bir yerdeydim. Ormanın derinliklerine uzanan yolculuğumuz sırasında pek çok yerel katılımcıyla -dil bariyerinden ötürü çoğu zaman çevirmen kullanarak- bağ kurdum. Bağ kurduğum bu insanlar arasında iki kişi vardı ki, onlar çok özeldi. Böyle bir topluluğun içinde bulunmak yaşadığımız zorlukları ve deneyimleri paylaşmak adına harikaydı.
Maria do Socorro Silva, Quilombola isimli bir topluluğa aitti. Quilombolaların kökeni, 17. yüzyılda kaçarak Brezilya’ya ulaşan bir grup Afrikalı köleye dayanıyordu. Bu grup esaretten kaçmak ve gizlenmek için yalnızca yerlilere ev sahipliği yapan Amazon Yağmur Ormanları’nın derinliklerine göçmekte karar kılmıştı. Quilombolalar o zamandan beri insan ve çevre adaletsizliğine karşı başkaldırıyorlar. Gezinin başlarında ilk adımı Socorro attı; saçlarıma dokundu ve okşadı, bana Portekizce olarak çok süt içip içmediğimi sordu. O zamanlar saçlarım platin sarısıyla beyaz arası bir renge sahipti, Socorro bunun boyadan değil de beslenme biçimimden kaynaklandığını düşünmüştü. Bunun üzerine gülüştük ve aramızda bir bağ oluştu.
Orta Dünya’ya vardıktan sonraki ilk durağımızda yolculuğumuza bir ara verdik; daha önce inek otlatmak için kullanılan ıssız ve terk edilmiş arazileri ziyaret ettik ve onları eski hallerine döndürdük. Kullandığımız uygulama ve yöntemler yüzyıllar önce orman savunucular tarafından geliştirilmişti. Teknik yalnızca çeşitli ağaç tohumlarını ekmeye değil, aralarına başka bitkiler ekilmesine dayanıyor; ayçiçeği ve fasulye tohumları gibi… Böylece, genellikle büyüyen ağaçlarla beslenen herhangi bir karıncanın veya diğer hayvanların büyüyen bu bitkileri çiğnemesi ve yutması sağlanıyor. Diğer bitkiler, büyümekte olan bebek ağaçların gelişmeleri ve uzama süreçlerini destekleyen bir savunma kalkanı gibi davranıyorlar; bu koruma ağaçlar kendilerini koruyabilecek erişkinliğe ulaşana değin sürüyor. Yenen bitkiler öldükten sonra kompost olarak toprağa karışıyor ve toprağı besleyip zenginleştiriyor.
Deneyimlediğim yalnızca bir dünyaya kabul edilmek ve orada hoş karşılanmaktan ibaret değildi. Yaşadığımız ortak bir bağ kurma süreciydi; aynı yolda yürüyüp, aynı amaç uğruna savaştığımız bir ortaklık: Amazon Yağmur Ormanları’nı kurtarmak.”
Paylaştığımız bu tecrübe esnasında Socorro bana tohumları nasıl saçmam gerektiğini gösterdi, ardından tohumları birlikte toprağa dağıtırken birbirimizin elini sıkıca tuttuk. Bu noktada karşılıklı olarak birbirimizin güvenini kazandığımızı ve onun beni kendi “dünyasına” kabul ettiğini hissettim. Hissettiklerim bundan daha yoğundu; deneyimlediğim yalnızca bir dünyaya kabul edilmek ve orada hoş karşılanmaktan ibaret değildi. Yaşadığımız ortak bir bağ kurma süreciydi; aynı yolda yürüyüp, aynı amaç uğruna savaştığımız bir ortaklık: Amazon Yağmur Ormanları’nı kurtarmak. Şu an geriye dönüp baktığımda, bunun o gün algıladığımdan çok daha önemli bir kazanım olduğunu görüyorum.
Orta Dünya’daki toplantı esnasında, Socorro geçmişine dair sarsıcı gerçekleri bizimle paylaştı: Henüz çocukken bir beyaza satılmıştı. Bir maden şirketi Socorro’nun köyüne gelerek oraya “kamp kurmak” istemiş ve genç kızın çevresini yakıp yıkmıştı; böylece genç kız çocukluğundan, bildiği ve sevdiği her şeyden koparılmıştı. Amcası ise ilkelerinden vazgeçmesi karşılığında bu şirketin sağladığı imkanlardan faydalanmıştı. Socorro sonrasında şimdiki hayatından bahsetmeye başladı. Topluluğuna ait insanlar köylerinin bulunduğu yerdeki nehre atılan maden atıklarından dolayı kanserle mücadele ediyordu. Artık eğitim ve ihtiyaçlarını karşılamak için ürettikleri tarım mahsullerini para karşılığı satamıyorlardı. Neden? Çünkü aynı nehrin suyu kendi insanlarının yediği ve içtiğini de zehirliyordu.
Batılı toprak sahiplerine karşı uluslararası ittifak
Bu arada Quilombolalar yenilgiyi kabul etmediler. Maria do Socorro Silva şu anda insanlarının suyunu kirleten, pek çok hayvanın ve insanın ölümüne yol açan Norveçli maden şirketine karşı direnişin liderliğini üstlenmiş durumda. Socorro’nun acısıyla bu durumu ortaklaştıran tek bir nokta var: Beyazlar. Socorro’nun hayatı boyunca çektiği tüm eziyet, keder ve ıstıraba ‘benim halkım’ sebep oldu. İçinde yaşadığım ülke, para harcayarak dolaştığım kıta yalnızca çevrenin değil, aynı zamanda insanların hayatlarının yok edilmesini; çocukların, yaşam alanlarının ve temel ihtiyaçlarının yok edilmesini de finanse ediyor. Tüm bu yaşananlara rağmen Maria do Socorro Silva kollarını açarak, hiçbir nefret, üzüntü veya kin gütmeden beni dünyasına davet etti. Onun dünyasında sadece sevgi ve barış vardı.
Medyanın yerli halkın gördüğü uygunsuz muameleyi ele alması oldukça nadir olmakla birlikte; Maria do Socorro Silva’nın deneyimlediğine benzer olaylara yer veren çok sayıda makale, kaynak ve hesap var. Batılı toprak sahipleri yerli halklara birer oyuncaklarmış gibi muamele ediyor ve onları bir eşyadan farksız görüyor. Toplantıda herhangi bir bireyin veya bir grubun insanlık dışı muamele görmesine asla müsamaha edilmedi; fakat yeni bir şey kazandık: Uluslararası bir ittifak. Şimdi hep birlikte el ele vererek orman koruyucularına karşı yürütülen bu kıyıma bir son vereceğiz.
Xingu Nehri değişti, balık tedariği değişti, suyun berraklığı değişti… Ve benim hayatım değişti..”
Hayatımı kökünden değiştiren diğer bir kişi de -genellikle Anita Yudjas olarak bilinen- Yakawilu Juruna oldu. Anita, Altamira Pará bölgesindeki Xingu’da bulunan TI Paquiçanba adlı bir köyde yaşıyor. Yaşı benim gibi 18; öğrenim görüyor, dil öğreniyor ve iklim adaletsizliğiyle mücadele ediyor ama ilk bakışta yaşamlarımız iki farklı uç gibi görünüyor. Anita okulda not almak için modern bir dil öğrenmiyor, onun yerine kendi insanlarının ana dilini araştırıyor ki gelecek nesillerine tekrarlayıp öğretebilsin. Anita’nın takip ettiği bu sistem yerel halkların temel prensiplerinden biri. Dil, kişiye bir kimlik verir.
Yudja’nın ataları topraklarındaki Batı istilası ve gördükleri kötü muameleden dolayı oldukça acı çekmiş. Anita’nın topluluğu aslında Xingu Nehri’ni kolaylıkla yönetebilecek nitelikte bir balıkçı grubu, yani nehir onların varoluş kaynağı. Nehir yoksa, onlar için bir yaşamdan da söz edilemez. Xingu Nehri’nde yıkanıyor, balık tutuyor ve suyunu içiyorlar. Çocukluğunda her gün ailesi ve arkadaşlarıyla nehri geçer ve eğlenirmiş, her zaman el yapımı bir kano kullanırlarmış; fakat on üç yıl sonra her şeyin değiştiğini söyledi (çevirmen aracılığıyla). Yaşadıkları bölgeye Belo Monte isimli, hayatlarının her parçasını paramparça eden bir santral inşa edilmiş. İstediğini al ve yaşayan her şeye saygı göster… Çünkü öyle. “Xingu Nehri değişti, balık tedariği değişti, suyun berraklığı değişti… Ve benim hayatım değişti..”
Zehir akan, kimyasal dolu nehirler
2020’ye geldiğimizde Xingu Nehri artık oldukça zehirli, Anita’nın insanları ilk defa nehri her zamanki gibi idare edemiyor. Balıklar ölüyor. Tüm bunlar Belo Monte Hidroelektrik Santrali’den gelecek para uğruna yaşanıyor. Belo Monte Santrali yükleme kapasitesi göz önünde bulundurulduğunda dünyadaki en büyük dördüncü hidroelektrik santral ve –Elaine Brum tarafından Atmos gazetesine yazılan makaleye bakılacak olursa- Brezilya hükümeti tarafından çevreye verilen zararı azaltmak ve insan hakları politikalarına uymak adına belirlenen kural ve yönergelere uyduğunu iddia ediyor.
“Bugün nehirde yıkandığımda cildimde döküntüler oluyor. Suda gözlerimi açtığımda gözlerim kızarıp yanıyor. Su sıcaklığının korkunç seviyede arttığından bahsetmiyorum bile. Nehir ölüyor. Ben de dahil olmak üzere topluluğumda yaşayan herkes şu an zehir ve ölümle dolu olan nehrin ne kadar güzel, ne kadar hayat dolu olduğuna ve artık ne kadar değiştiğine tanıklık etmiştir!”Bölgede yaşanan yıkım bununla da bitmiyor, Belo Sun isimli Kanadalı bir maden şirketi Anita Yudja’nın köyünün bulunduğu hatta bir maden planlaması yaptıklarını duyurdu. Civa gibi zehirli kimyasallar Anita’nın ve halkının suyuna karışacak ve kanser olmalarına sebep olacak; nihayetinde tıpkı Quilombolalar gibi sağlık problemleriyle karşılaşacaklar.
Bunları Anita’dan gezimizin sonunda, çok iyi arkadaş olmadan önce dinledim. Yolculuğun başında aynı koltukta oturuyorduk. Vardığımız ilk gün özel bir tohumdan edindiği maddeyle cilt boyası hazırladı ve vücudumu -kendi vücudundakilere benzeyen- geleneksel motif ve sembollerle boyadı. Kullandığı ana sembol kaplumbağa kabuğuydu; sebebi bu sembolün direnişin gücünü temsil etmesiydi. Kaplumbağalar düşmanlarından korunmalarını sağlayan güçlü bir kabuğa sahip, pasif ve huzurlu hayvanlardır. Bu sembol, Anita ile Dünyanın Amazon Merkezi’nin toplantısının da bir simgesiydi. Hepimiz, saygı çerçevesinde, şu anda yüz yüze olduğumuz ırkçı, para odaklı dünyayı nasıl şekillendireceğimizi tartışmak üzere toplanmıştık ve birbirimizle uyum içindeydik. Nihai amacımız çevreyi ve insanları ekonomik büyümeden daha öncelikli bir konuma taşımaktı. Saldırganlık ve şiddet, gerçek bir değişim yaratmak adına kullandığımız stratejilerin tam tersiydi (ve hala da öyle). Tıpkı kaplumbağa gibi. Bugün hala dünyada neyin önemli olduğunu kendime her an hatırlatabilmek için Anita’nın topluluğunun hediye ettiği, aynı motifi taşıyan geleneksel bilekliği kolumda taşıyorum.
‘Dünyayı kurtarmak ergenlerin işi olmamalı’
Dil bir bariyer teşkil etmiyordu. Anita ve ben ortak bir dil konuşmuyorduk ama bu bizi iletişim kurmaktan alıkoymadı. Çevirmen tüm yolculuk süresince yanımızda olamazdı; o yüzden kontrolü elimize aldık ve jestlerle, kuma imgeler oyarak, seslerle iletişim kurduk. Ben bu yöntemlerin ilişkimizi çok daha özel kıldığına inanıyorum. Bilinçaltımızda kendi küçük dilimizi yarattık; zaman geçtikçe yalnızca ikimizin anlayabileceği şakalar oluşturduk. Yaşamlarımız, mücadelelerimiz ve deneyimlerimiz bu kadar zıt olamazdı; fakat aslında yine de birbirimize çok benziyorduk. İkimiz de kim olduğunu bulmaya çalışan ergenlerdik; ikimiz de özçekim yapıyor, aynı müzikleri dinliyor ve dünyayı daha iyi bir yer haline getirmeyi arzuluyorduk.
Geçmişe baktığımda, Anita’yla yollarımın asla bu şekilde kesişmemesi gerektiğini görüyorum. Asla ölmekte olan dünyayı kurtarmak için düzenlenen bir toplantıya katılmak adına Amazon Ormanları’nın derinliklerine dalma ihtiyacı duymamalıydım. Anita asla geleceği kurtarmaya çalışan bir grup yenilikçi insanın arasına katılma ihtiyacı hissetmemeliydi. Bu toplantı, dünyayı kurtarmak için son çareydi -ve hala da öyle; bu da insanlığın tarih boyunca başarısız olduğu anlamına geliyor.
Toplantı ve yolculuk sırasındaki ortama ve duygusal bağlara hakikaten sık sık özlem duyuyorum; fakat sonra kolumdaki “direnişin gücü” yazısına baktığımda her nerede, fiziksel olarak ne kadar uzak olursak olalım hepimizin aynı amacı paylaştığımızı hatırlıyorum: İklim adaleti. İşte bu yüzden bu deneyim, çok daha büyük eylemlerin başlangıcı. Tüm bu yaşadıklarımdan gücün ekonomik durum veya kapasiteyle ilgisi olmadığını öğrendim. Güç dediğimiz şey, sevgi ve değerlerle ilgili; bizi saflaştıran ve yüceleştiren ahlakımızda saklı. Güç, birinin diğeri için hissettiği sevgide ve Batı’nın yapay olarak üretemeyeceği kanlı canlı dünyada saklı. Sahip olduğumuz pek çok farklılığa rağmen yolculuğu bir arada tutan tutkumuz ve kurduğumuz bağlar bize çok şey anlatıyor: Gezegenin geleceği henüz belirlenmedi ve hala umut var; dünyamızın geleceği bu buluşmaydı.
*
[1] İskoçya haricinde, Birleşik Krallık’taki diğer okullarda, 14-16 yaş grubundaki öğrencilerin girmesi gereken ortaokul düzeyinde bir alan sınavı.