Türk Tabipleri Birliği (TTB) sel felaketinin meydana geldiği Giresun‘da su ve kanalizasyon sistemlerindeki bozulma ile dağılan atıkların enfeksiyon riski oluşturduğu uyarısı yaptı. Acilen risk analizi yapılması gerektiğini kaydeden TTB, “Felaketi doğaya değil, doğanın yasalarına kulak asmayan iktidarlara/yerel yönetimlere bağlamak gerekiyor” ifadelerini kullandı.
Açıklama özetle şu şekilde:
Sessiz kalınmamalı: 2020 Haziran ayından bu yana ülkemizin Ankara, Burdur, Artvin, Rize, Van, Trabzon ve Ağrı illerinde yaşanan sel felaketleri birçok yurttaşımızın yaşamını yitirmesine ve büyük mal kayıplarına neden olmuştu. Son olarak 22 Ağustos 2020 günü akşam saatlerinde Karadeniz bölgemizde sel, birçok bölgede ölümcül sonuçlar doğurarak şehirleri ve çevre yerleşim yerlerini vurdu. Giresun ilinin Dereli, Doğankent ve Yağlıdere ilçelerinde büyük hasara neden olan sel felaketi yıkıcı etkisi ile önemli soruların ve sonuçların doğmasına yol açmalı, politikacıların demogojik söylemleri ile unutulmaya terk edilmemelidir.
Alınan son bilgilere göre 6 yurttaşımız hayatını kaybetti. 12 kişiyi arama-kurtarma çalışmaları da devam ediyor. An itibariyle selden dolayı 118 köy yolu ulaşıma kapanmış ve Dereli ve Doğankent ilçelerine elektrik ve su verilememektedir. Ülkemiz insanlarının canını değersiz gören, doğasını ve şehirlerini rant için talan eden politikalara ve bunları uygulayan iktidarlara sessiz kalınmamalıdır.
Doğa değil yöntemler: Felaketi doğaya değil, doğanın yasalarına kulak asmayan iktidarlara/yerel yönetimlere bağlamak gerekiyor. Sel felaketlerinin, can kayıplarının, yıkımın kökenine ulaşmaya çalıştığımızda karşımıza doğa-insan ilişkisini katleden kapitalist kar için doğanın talan edilmesi mantığı çıkmaktadır.
Küresel iklim krizinden dolayı yağışlar dönem dönem aşırı olabilir; bu doğal sayılabilir; doğal olmayan bu yaşananlarının olumsuz sonuçlarını kontrol edebilecek kapasiteye sahipken bunu yapmayıp, yaşananları afete dönüştüren iktidarların politik tercihleridir. Ülkemizi yönetenler bu felaketi hem küresel iklim krizinin sonuçları ile açıklamakta hem de küresel iklim krizinin oluşmasına neden olan politikaları savunmaktadırlar. Paris İklim Anlaşması’nın gereğini yerine getirmemesi bu samimiyetsiz politikaların çarpıcı bir örneğidir.
Kontrolsüz kentleşme: Ülkemiz açısından son derece önemli bu sel riskinin oluşumunun arkasında yatan nedenlerle ilgili meslek örgütlerinin görüşü; “Sellerin doğal afet değil, çarpık kentleşmenin bir sonucu olduğu!” şeklindedir. Yaşadığımız şehirler, plansız ve bilinçsiz yerleşimler ile yanlış arazi kullanımı sonucu, sellere daha fazla maruz kalmaktadır. Bu bağlamda ülkemizde yaşanan sel felaketlerinin çoğunun arkasında yatan temel nedenin kentleşmenin kontrolsüz biçimde yaygın ve başta yeşil alanlar olmak üzere çevreyi yok ederek büyümesi olduğunu söyleyebiliriz. Dolayısıyla sellerle mücadele sürecinde çözüm önerileri geçici söylemlerle değil, doğrudan kentleşmenin düzenlemesi işinde aranmalıdır. Güncel COVİD-19 salgınının kontrol altına alınamamasında da çarpık kentleşme etkin bir faktör olduğu bilinmelidir.
Felaketlerde üç ortak nokta: Karadeniz’de yaşanan sel olaylarında üç ortak noktanın öne çıktığını gözlemliyoruz. İlki dere yataklarındaki yapılaşma, ikincisi Karadeniz Sahil Yolu’nun oluşturduğu setin derelerin Karadeniz’e ulaşmasına engel olması, üçüncüsü de HES’ler nedeniyle derelerin akış rejiminin bozulmasıdır. Bu üç temel sorun çözüme kavuşturulmadan, bölge halkının can ve mal güvenliğinin sağlanmasının mümkün olmadığını Giresun sel felaketi bir daha göstermiştir.
Enfeksiyon riski: Giresun’da selden sonra belli bölgelerde su ve kanalizasyon sistemlerinde bozulma olacağı öngörülmelidir. Bu da biyolojik ve kimyasal kontaminasyon oluşturabilir. Sel suları ile dağılan atıklar kirliliğe sebep olarak enfeksiyon riskini artırabilir. Sellerden sonra vektör üreme alanları genişleyecektir. Temizleme çalışmaları sırasında yaşanan çeşitli travmalar, emosyonel ve fiziksel stres sonucu miyokard enfarktüsü, elektrik çarpmalarına bağlı ölüm ve bulaşıcı hastalıklara yol açabilecektir.
Tüm bu sorunların giderilebilmesi için ivedilikle risk analizi yapılmalı, sel riski olan bölgede, hangi sağlık sorunlarının yaşanabileceği önceden değerlendirilmeli, hastalık/sağlık sorunlarının erken belirlenmesi için düzenli bir bilgi toplama sistemi oluşturulmalı, selden etkilenen evlerde yaşayanlar her gün ziyaret edilerek sağlık sorunları izlenmeli, günlük temiz su sağlanmalı, klor tabletleri dağıtılmalı, fare ve benzeri kemiricilerin risk durumu değerlendirilmeli, aşılama hizmetleri aksatılmadan sürdürülmeli, özellikle gebe ve çocukların rutin aşıları aksatılmamalıdır. Sel sırasında toprak, çamur, vb. ile kirlenmiş, derin yarası olanların tetanos bağışıklaması yapılmalıdır.
Sele bağlı önlemlerin yanı sıra Covid-19 pandemi sürecine ilişkin çalışmalar da unutulmadan, aksatılmadan ve gevşetilmeden daha ayrıntılı ve özenli yapılmak zorundadır.
Türk Tabipleri Birliği olarak, gerek Halk Sağlığı kolumuz gerekse de başta Giresun Tabip odamız olmak üzere yerel tabip odalarımızla birlikte her türlü katkıyı vermeye hazırız.”
Karar alıcıların iklim krizine karşı harekete geçmesi talebiyle iklim için okul grevlerine çıkan dünyanın dört bir yanındaki öğrencilerin oluşturduğu Fridays for Future (Gelecek için Cumalar) aktivistleri bu haftaki grevlerinde Amazonlar‘daki ormansızlaşmaya ve hak ihlallerine dikkat çekiyor.
Amazonlar İçin Eylem Günü ilan edilen 28 Ağustos‘ta iklim aktivistleri birçok ülkede koronavirüs salgınına karşı tedbirlerin alındığı eylemler düzenleyecek.
Türkiye’deki buluşma noktası ise İstanbul’daki Brezilya Konsolosluğu önü olacak. Genç aktivistler, 28 Ağustos Cuma günü saat 13.00’da bir araya gelecek.
‘Amozonlardaki yerli halklar salgın sırasında görmezden gelindi’
Hükümetin salgın sırasında yerli halkı yalnız bırakmasına ve bu süreçte hız kesmeden devam eden ormansızlaşmaya tepki gösteren Fridays for Future İstanbul çağrısında şu ifadeleri kullandı:
Bu Ağustos ayında 100.000 futbol sahası büyüklüğüne eşit 10.000 farklı bölgede yaşanan yangınlar, ormansızlaşmadan dolayı atmosfere tonlarca karbondioksit salınması, halkların yaşanan pandemi sırasında sağlık ihtiyaçları, gıda gibi hizmetlerden yoksun bırakılmasına ve yeni anlaşmaların tüm bunları yasal kılmasına karşı sesimizi çıkarıyoruz.
Sesimizi duyurmak için bir grup Fridays For Future aktivisti olarak sosyal mesafe kurallarına uyarak 28 Ağustos Cuma gün saat 13.00’te Brezilya konsolosluğu önünde olacağız.
Giresun‘da önceki gece yaşanan sel felaketinde şimdiye kadar yedi kişi hayatını kaybetti dokuz kişi ise hala aranıyor.
Bölgeye giden ve “ilk defa böyle bir afet gördüğünü” söyleyen Tarım ve Orman Bakanı Bekir Pakdemirli‘ye göre asıl sorumlu vatandaş:
Şehrin silüeti değişmiş durumda. Ciddi uyarılar yapmamıza rağmen vatandaşlarımız “Nasıl olsa bana olmaz” düşüncesi içinde. Bu da can kayıplarına yol açabiliyor. Bu taşkınları tamamen önlemenin imkanı yok.
Oysa her ne kadar insan kaynaklı iklim değişikliği sonucunda yağış rejimlerinin sıklığı ve şiddetinde artış yaşansa da, Giresun’da tablonun bu denli vahim olmasının nedenleri arasında HES’ler, ağaç katliamları, imar affı neticesinde denetimsiz ve plansız yapılaşma, Karadeniz Otoyolu Projesi gibi hükümet eliyle desteklenen ya da göz yumulan pek çok sebep yatıyor.
Avustralya‘nın dev sigorta şirketi Suncrop, geçen cuma yayınlanan raporunda 2025 itibarıyla petrol ve gaz sektörüne yaptığı doğrudan yatırım ve sigorta hizmeti dahil her türlü finansmanı sona erdirdiğini; devam eden yatırımların ise 2040 yılına kadar biteceğini duyurdu. Grup hali hazırda yeni termal kömür projelerine verilecek her türlü desteği yasaklamıştı.
The Guardian‘ın Graham Readfearn imzalı haberine göre, şirketin açıklaması, Covid-19‘la mücadele çerçevesinde kurulan hükümete bağlı danışma komisyonunun, salgının yol açtığı ekonomik hasardan ülkeyi kurtarmada gaz sektörüne bel bağlayan tavsiyesine ters düşüyor.
Suncorp, kararlarının, termal ve kömür projelerine verilecek her türlü desteğin sona erdirileceği yönünde geçen yıl vermiş oldukları taahhütten ileri geldiğini belirtti.
Fosil yakıtla ilişkili yatırımlar yüzde 0,1’ın altında
Şirketin yönergesinde, sıfır emisyon ekonomisine geçiş sürecinde Suncorp’un dış yatırımlarından sorumlu yetkililerin yatırım olanaklarını araştırırken riski en düşük düzeyde tutmak adına gölge karbon fiyatlandırması uygulaması talep edildi ve “Suncorp, 2050 yılına kadar net sıfır emisyon ekonomisine geçiş hedefiyle tutarlı olan şirketlere kredi vermeye ve yatırım yapmaya devam edecek” denildi.
oil industry
Raporda şirketin haziran ayı sonu verilerine göre, fosil yakıt çıkarma ve üretimi faaliyetlerinin, genel sigorta işinin yüzde 0,1’inden azını oluşturduğu, aynı dönemde düşük karbonlu endüstrilerdeki mevcut yatırımların ise 236 milyon dolar değerinde olduğu ifade edildi.
Sigorta şirketleri küresel olarak yönergelerine fosil yakıt kullanımını sınırlayan maddeler ekliyor. Avustralya’da en az dört şirket, tartışmalı Adani kömür madeni projesinden çekildi.
Suncrop 2019’da yeni termal kömür madenlerini, fabrikaları ve enerji santrallerini finanse etmeyeceğini duyurmuştu.
55 sivil toplum örgütü kamuoyunda ‘yeşil yol’ olarak bilinen ve Samsun, Ordu, Giresun, Trabzon, Gümüşhane, Bayburt, Rize ve Artvin ilindeki yaylaları birbirine bağlamayı öngören projeye ilişkin yazılı bir açıklama yayınladı.
Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu’nun, kararıyla projenin yürütmesinin durdurulduğunu hatırlatan aktivistler, karara uyularak proje kapsamında yapılmak istenen faaliyetlerin sone erdirilmesini talep etti.
‘Karar ile her türlü çalışma durduruldu’
Danıştay Şubat 2020’de verdiği kararda gerekçe olarak şu ifadeleri kullanmıştı: “… öngörülen yaylalar arası ulaşım koridorunun, kendi özgün koşulları ve doğal çevresi ile yayla yerleşmelerinin öne çıkmaları yerine, yaylanın tanımı ve niteliğine aykırı bir biçimde yaylalar arasında yatay bir ilişki yaratarak yayla yerleşmelerinin özgünlüklerinin zayıflamasına sebebiyet vereceği sonucuna ulaşılmıştır.”
Yapılan açıklamada “Bu kararla sadece alelade bir yol değil; 8 ilin yaylalarını birbirine bağlayan 2 bin 700 km’lik proje kapsamında yapılması öngörülen her türlü çalışma da durdurulmuş bulunmaktadır” denildi.
‘Beş yıllık savununun haklılığı kanıtlandı’
Kararın savunucuların beş yıllık çalışmasının haklılığını ortaya koyduğunu belirten örgütler “Mahkeme kararı çıkana kadar geçen sürede, yaylalarını savunan birçok yaşam alanı savunucusu ceza mahkemelerinde yargılanmış ve haksız ithamlarla karşılaşmışlardır” dedi.
Açıklamada “Daha da önemlisi, bu sürede söz konusu projeyle; yayla/meralara, irili ufaklı ırmaklara, ormanlık alanlara geri dönüşü olmayan zararlar verilmiştir” denildi.
‘İlk etap tamamlansa da sonraki aşamalar durdurulmalı’
Ekoloji mücadelesinde çokça rastlanan “proje bitti, karar geldi” işleyişinin yeniden karşılarına çıktığını belirten örgütler “Buradaki amaç ‘nasıl olsa yol bitti, artık kararın bir hükmü yok’ algısı yaratmaktır” dedi.
Açıklamada projenin ilk etabı olan yolların inşası büyük oranda tamamlanmış olsa da; bundan sonra yapılması düşünülen, aslında yaylaları ve meraları tamamen yöre halkının elinden alarak sermayeye teslim etme projeleri de durdurulduğu belirtildi. Açıklamanın devamında şunlar söylendi:
Yani, yeşil yol kapsamında ilerleyen dönemde yapılması planlanan; yaylalarda tesisleşme, betonlaşma, benzin istasyonları, oteller vb projelerin tamamı, verilen bu karara göre yapılamaz. Danıştay kararına karşın, Doğu Karadeniz Kalkınma Ajansı (DOKA), mali destek adıyla 5 milyon TL’yi program bütçesi olarak tahsis etmektedir.
Bu bütçenin daha azıyla, yaylaların/meraların korunması, asli işlevlerine kavuşturulması mümkünken; bu kadar paranın betona, inşaata, şirketlere özetle doğanın yıkımına ayrılması nasıl, neyle izah edilebilir?
Adalet ve Kalkınma Partisi Trabzon Milletvekili Salih Cora, Danıştay kararının hukuka aykırı olduğunu beyan edip; “yeşil yol projesi ya öyle ya böyle devam edecektir” buyurmuş!.. Kendisine avukat olduğunu hatırlatıp; avukatlık ve vekillik yeminlerinde ‘hukukun üstünlüğü ve anayasaya bağlılık’ üzerine ant içip içmediğini öğrenmek isteriz.
‘Hukuku da savunacağız’
Bu vesileyle, kendisine ve hukuku hiçe sayanlara Anayasa’nın 138.maddesini hatırlatalım: “Yasama ve yürütme organları ile idare, mahkeme kararlarına uymak zorundadır; bu organlar ve idare, mahkeme kararlarını hiçbir suretle değiştiremez ve bunların yerine getirilmesini geciktiremez.”
Her ne kadar mahkeme kararlarının hiçe sayıldığı, “öyle ya da böyle devam eder” denilerek hukukun hiçe sayıldığı bir dönemden geçsek de; bizler, doğayı ve yaşamı savunduğumuz gibi hukuku ve bilimi de savunmaktan vazgeçmeyeceğiz.
‘Proje gündemden kalkmalı’
Açıklamanın sonunda imzacı örgütler şu taleplerini yineledi:
Danıştay’ın kararı bütün hüküm ve sonuçlarıyla birlikte derhal uygulanmalıdır.
Yaylara, meralara, su kaynaklarına, ormanlara ve tüm doğal yaşama verilen zararlar sonlandırılmalıdır.
“Yeşil yol – yayla koridoru” projesi koşulsuz şartsız gündemden kaldırılmalıdır.
Yaylaların ve meraların asıl işlevlerini yerine getirebilmesi amacıyla koruma altına alınmalı ve yöre halkı maddi, manevi teşvik edilmeli, desteklenmelidir.
Hukuken ve bilimsel olarak ekolojik yapıyı bozduğu tespit edilen yollar tekrar doğaya geri bırakılmalıdır.
DOKA bu proje kapsamında yaptığı tüm ihaleleri, ayırdığı bütçeyi, programlarını derhal geri çekmelidir.
İmzacılar
Arhavi Doğa Koruma Platformu, Artvin Çevre Platformu, Alakır Nehri Kardeşliği, Antakya Doğa Sanat ve Turizm Derneği, Antalya Ekoloji Meclisi, Ayvalık Tabiat Platformu, Bartın Platformu, Bakırtepe Çevre Platformunu, Bergama Çevre Platformu
Çan Çevre Derneği, Çekerek Irmağı Özgür Akacak Platformu, Çeşme Çevre Platformu, Doğu Akdeniz Araştırma Derneği, Doğa Araştırmaları Derneği, Doğanın Çocukları, Didim Çevre Platformu, Diyarbakır Çevre Gönüllüleri Derneği, Dikili Kültür ve Çevre Platformu,
Edremit Çevre Platformu, Ege Çevre ve Kültür Platformu, Ekoloji Kolektifi Derneği, Ekoloji Birliği, Fatsa Ünye Doğa Koruma Platformu, Fırtına İnisiyatifi, Gökova Ekolojik Yaşam Derneği, Hasankeyf Koordinasyonu, Hemşin Yaşam Derneği, Hemşin Vadisi Dayanışması
Karadeniz İsyandadır Platformu, Kazdağı Doğa ve Kültürel Varlıkları Koruma Derneği, Kazdağları İstanbul Dayanışması, Kazdağları Kardeşliği, Koza Dağcılık, Kültür, Sanat ve Spor Kulübü Derneği, Kuzey Ormanları Savunması, Loç Vadisi Koruma Platformu
Mersin Nükleer Karşıtı Platform, Muğla Çevre Platformu (MUÇEP), Munzur Koruma Kurulu, Munzur Çevre Derneği, Murat Dağı Çevre Koruma Platformu, NATURA Doğa ve Kültür Koruma Derneği, Ordu Çevre Derneği, Pilarget Doğa ve Yaşam Derneği, Polen Ekoloji
Samsun Çevre Platformu, Sinop Nükleer Karşıtı Platform, Sinop Çevre Dostları Derneği, Söke Çevre Platformu, Trabzon ÇYDD, Validebağ Gönüllüleri, Validebağ Savunması, Yaylaların Kardeşliği Platformu, Yeşil Artvin Derneği, Yeşilırmak Tozanlı Çevre Platformu, Yenifoça Forum, 350 Ankara
Libya’da hayatını kaybeden bir MİT mensubunun ifşa edildiği gerekçesiyle tutuklu yargılanan gazeteciler Barış Pehlivan, Murat Ağırel ve Hülya Kılınç‘ın tahliye talebi dün oybirliği ile reddedildi. Kararda, “Kuvvetli suç şüphesinin varlığını gösteren, açık kaynak araştırma raporlar, Milli İstihbarat Teşkilatı Bakanlığının suç duyurusu yazıları, tanık beyanları gibi somut delillerin varlığı, sanıkların delilleri yok etme, kaçma, saklanma girişiminde bulunma ihtimalleri göz önüne alınarak” tutukluluk hallerinin devamına karar verildiği kaydedildi.
T24‘ün aktardığına göre, karara tepki gösteren avukat Hüseyin Ersöz, Twitter’dan yaptığı paylaşımda, “kaçma ihtimalinden” bahsedilmesinin ciddiye alınacak bir yanı olmadığını belirterek, “Tüm tanıklar dinlendi. Tanıkların hiçbirisi aleyhlerine bir beyanda bulunmadı. Kararda yazan “delil karartma ihtimali” de soyut bir varsayımdan ibaret!” dedi. Ersöz Anayasa Mahkemesi‘ne yapılan başvuruların bir an önce incelenmesini istedi.
Dün yapılan tutukluluk incelemesinde gazeteciler Barış Pehlivan, Murat Ağırel ve Hülya Kılınç’ın hukuka aykırı olarak tutukluluk hallerinin devamına karar verildi. Karara gerekçe olarak yazılanlar ise somutlaştırılamayan genel ve kalıp değerlendirmelerden ibaret! #BasınÖzgürlüğüpic.twitter.com/jPrzWPJYXH
3 satır haber ve twitlerle suçlanan gazeteciler hakkında toplanacak delil kalmadı; tüm tanıklar dinlendi. Tanıkların hiçbirisi aleyhlerine bir beyanda bulunmadı. Kararda yazan “delil karartma ihtimali” de soyut bir varsayımdan ibaret! #BarışPehlivan#MuratAğırel#HülyaKılınç
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan‘ın Libya’da “birkaç tane asker”in şehit düştüğünü açıklamasının ardından, Odatv ‘Sessiz, sedasız ve törensiz defnedilen Libya şehidi MİT mensubunun cenaze görüntülerine Odatv ulaştı’ başlıklı bir haber yayımladı. Odatv, haber nedeniyle ‘MİT mensubu ve ailesinin bilgilerini ifşa etmek, aile üyelerinin güvenliğini riske atmak’ iddiasıyla suçlandı.
İyi Parti İstanbul Milletvekili Ümit Özdağ, yaşanan gelişmeler sonası TBMM‘de düzenlediği basın toplantısında “Libya’da limanda bombalanmaya çalışılan bir geminin yanındaki deponun vurularak patlaması sırasında kii şehit verdik. Saray rejiminin izlediği hatalı politikaların bedelini sahada çarpışanlarımız ödemeye devam etmektedir. Libya’daki iç savaşa katılmanızın Türk halkı tarafından kabul edilmediğini görerek, şehit haberlerinin gelmesine halkın tepki vereceğini düşünerek mi bazı haberleri gizliyorsunuz? Yaptığınız hiçbir şeyin makul bir izahı yok” diye konuşmuştu.
Haber sonrası Odatv Haber Müdürü Barış Terkoğlu ve muhabir Hülya Kılınç “İstihbarat faaliyeti ile ilgili bilgi ve belgeleri ifşa etmek” suçlamasıyla gözaltına alındı. Terkoğlu ve Kılınç,5 Mart 2020’de sevk edildikleri Sulh Ceza Hâkimliği’nce tutuklanmışlardı.
Terkoğlu ve Kılınç’ın tutuklanmasının ardından Odatv Genel Yayın Yönetmeni Barış Pehlivanda soruşturmaya dahil edildi. Pehlivan da 6 Mart’ta tutuklandı.
Pehlivan’ın tutuklanmasının ardından, aynı soruşturmaya dahil edilen Yeni Yaşam gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Mehmet Ferhat Çelik, Sorumlu Müdür Aydın Keser ve Yeniçağ gazetesi yazarı Murat Ağırel de tutuklama talebiyle mahkemeye sevk edildi. Gazeteciler, nöbetçi Sulh Ceza Hâkimliği tarafından adli kontrol şartıyla serbest bırakıldı. 6 Mart’ta serbest bırakılan Çelik ve Keser 8 Mart’ta tekrar gözaltına alındı. Ağırel ise ifadeye çağrıldı. Gazeteciler devam eden süreçte MİT Kanunu’na muhalefet gerekçesiyle tutuklandı.
16 Nisan’da İyi Parti İstanbul Milletvekili Ümit Özdağ hakkında da ‘Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Milli İstihbarat Teşkilatı Kanunu’ çerçevesinde dokunulmazlığının kaldırılması talebiyle fezleke düzenlenerek Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne gönderildi.
24 Haziran’da hâkim karşısına çıkan gazetecilerden Barış Terkoğlu, Ferhat Çelik ve Aydın Keser hakkında adli kontrol şartıyla tahliye kararı verilirken, Barış Pehlivan, Hülya Kılınç, Murat Ağırel ve CHP Akhisar Belediyesi Basın Birimi görevlisi Eren Ekinci‘nin tutukluluk halinin devamına karar verildi. Yurt dışında bulunan Erk Acarer için ise yakalama kararının devamına karar verildi. Bir sonraki duruşma 9 Eylül’de.
Last year in October 2019, environmental/human rights activists, scientists, anthropologists and indigenous forest defenders gathered alongside the Xingu River, in the Amazon Rainforest. Scheduled to discuss the safeguarding and preservation of the significant ecosystem which produces 20% of our planet’s oxygen each year. The protection of the Amazon forest. This assembly of innovative individuals was known as The Amazon Centre of the World meeting.
Ahead of my trip into the Amazon Rainforest, I was oblivious that this meeting was going to leave such a massive imprint on my life and completely change the way I view the western world and opened my eyes to the extremes people take to gain economic wealth. I had predetermined ideas of what I would learn, what I would do and the impact the trip would create in my personal life plus the impact in the school strike for climate movement. I thought it was going to be a trip where I would experience a different culture, far different to my own. Where we would share food and places to sleep, almost like an exchange of lifestyle. To learn from a different perspective; where I would get an insight into how the indigenous communities viewed the climate crisis and what their solutions would be. And finally to learn and raise awareness about how climate equity and social justice are so dependent on one another.
People often view climate justice to be sourly focused on environmental mistreatment and respect, however the term ‘climate justice’ includes the acknowledgment and liberation of people currently in the front lines of climate impact: Developing countries and unrepresented communities like the indigenous population. Communities as such are currently facing fatal effects of the climate emergency which directly impacts the places they live and the resources they need to survive. This is not usually represented in the media, so for our movement this systematic misconduct has paramount importance.
Arriving at Middle Earth
During the meeting
I felt apprehensive before the endeavour. I was 15 at the time and still studying towards my final GCSE exams, previously the feeling of underestimation and judgment from my peers and adults chipped away at my confidence and self-worth because of the traditional idea that children should been seen and not heard. The thought that people were not only ready to listen to such a young voice but people wanted to hear what I had to say was a serial experience within self.
It can be very easy for people who follow the western culture to visit marginalised communities with the mind-set of a gracious action of charity they would be giving. I believe if people enter situations with this narrative, it eliminates opportunities for educational exchanges of knowledge and also impacts the fundamental equality of a human to human connection. The main principle of the trip went completely against this idea: it was not focused on shallow media stunts to make western people look elite, humble and giving. It was an equal educational learning experience where everyone was given an opportunity to exchange experiences, create lifelong alliances and put our powers together to strategies for real change. I believe people in the UK didn’t understand this before I left. That misunderstanding of the basic idea and principle of the gathering really escalated the backlash of my attendance.
People believed the trip was intruding into the cultures of others without invitation whilst creating a power imbalance against the communities. Therefore furthering the idea of colonialism. Although this was of course not the case, heading into the experience; I was cautious of this concern. My intentions were as explained however the perception of my actions were far from my control.
Arriving in Brazil alone was contrasting to London, England. Firstly the heat was completely dissimilar to any English summer day, yet alone British autumn weather (which was the season the meeting was scheduled). I then arrived in the city of Altamira, in the Amazon, which was the closest city to the location of the assembly: a particular area called ‘Middle Earth’ which is pinpointed along the Xingu River.
The moisture in the air immediately became very apparent to me, this was parallel to what people told me beforehand about the high levels of humidity. A moment which shall never leave my mind was when I first saw the colour and masses of vegetation. The rainforest is something which I wished to see all my life, something which little kids across the globe dream to see one day. I was greatly astonished about how green and rich the trees and plants were.
The next step of the trip was to travel with 30 of the other participants deeper into the Amazon Rainforest to all gather at the set destination; to then commence the 2 day conference. The voyage approximately took 3 days including side educational exchanges and rest in different communities located along the Xingu River. All the food we ate was locally sourced and grown by the villages and communities around the area we were. Additionally, each community we stayed at, another participant would join from that community; building our group as time went on.
Elijah and Anita are on the boat
Throughout my journey to Middle Earth, I sensed many cultural clashes to my daily routine in London. Firstly the means of travelling was unique to me; we mainly travelled on water via motor boat or handcrafted log boats paired with beautiful wooden paddles.
No one describes the noises that are heard when in real nature. I could hear monkeys, crashing water, branches and leaves hitting against each other. No vehicles or sirens, no advertisements or store music. I could only sense the noise of purity and life.
The water was rich in nature: water snakes, tropical fish and alligators swimming around us. Commonly that would be unsettled and scary. However, following the feelings of community members who we were travelling with, I shortly realised that cars and modern technology are much more hazardous than life in the river. And that fear would be irrational compared to my everyday life in a capital city.
From admiration to the desire to protect
I remember a plethora of images and situations which happened while travelling. The first night sleeping in a hammock was surprisingly comfortable. I tried manioc for the first time, again surprisingly appetizing considering I am an over-particular eater. Manioc is the equivalent to the western potato, it is a root vegetable which is used and processed in countless ways. To bath, we had the option to use a shower in the community which used filtered rain/river water or wash in the river which was more commonly used. One of my personal goals during this expedition was to engulf myself in, and learn about, the culture/lifestyle of traditional communities. I decided to wash in the river with most of the other participants excluding a few. Shockingly I found it very soothing and relaxing; the water’s temperature was warm with no debris in its flow.
Slowly the surroundings of the forest became familiar to me over the days of travelling. So when we arrived at Middle Earth, my attention switched from admiring the wilderness to becoming more eager to gain knowledge on the strides taken by individuals in the group to fight for preservation of the Amazon Rainforest and the rights of the people defending it. The Amazon Centre of the World meeting participants were all inspirational and powerful people who stood up for human/environmental justice. So I was in the ideal place to learn about the history of resistance against western corporations and corrupt farmers who harmed the natural world and chose profit over the protection of traditional people. I connected with many local participants during our travels deeper into the forest (through a translator most of the time due to language barriers). I connected with two people particularly during our travel. The assembly was a great time to open up my struggles and experiences and for them to do the same.
Elijah and Socrro
Maria do Socorro Silva belongs to a community known as the Quilombolas. The Quilombolas are a group of descendants of run-away African slaves whom arrived in Brazil in the 17th century. To escape capture and keep concealment, the group decided to trek deep into the Amazon Rainforest where only indigenous were homed. From then on, their people have been rebelling against human and environmental injustice. Socorro first approached me at the beginning of the trip, she touched my hair and asked me in Portuguese: “Do you drink a lot of milk?” while stroking my head. (At the time my hair was platinum blonde/white so she thought it was that colour due to my diet instead of hair dye) We both were laughing and from then on we both were connected.
When we made our first stop just after our departure to Middle Earth, we broke our journey by visiting and rewilded rejected and uninhabited land which was previously used for cow grazing. The practice and technique we followed was developed hundreds of years ago by forest defenders. The technique was to not only plant diverse tree seeds; but to grow a variety of other planets amongst the trees. For example beans and sunflower seeds. This ensures that any ant or other animal which would usually eat growing trees would chew and ingest the other growing planets instead. The other plants act as a defence layer to give the infant trees a greater period of time to grow strong and tall until they do not need any more protection from intruders (apart from humans) Once the eaten plants die, they compost and enrich the soil.
This experience I shared with Socorro, she demonstrated how to scatter the seeds and then we held a tight grip to each other’s hands while we distributed seeds throughout the land in unison. At this point, I believe we both gained each other’s trust and I felt that she accepted and welcomed me into her ‘world’. It was more than that though, it wasn’t just an acceptance or welcome into her life, but it was a common felt bond where we both understood that we were allies and were fighting for the same goal: To save the Amazon Rainforest. Looking back on this time, it was even more important than I acknowledged at the time.
During the assembly in Middle Earth, Socorro unveiled some harrowing truths about her upbringing. “My body was given to the white men when I was younger.” A mining company came into her village and decided to ‘set up camp’ and completely destroyed the environment around her, leaving her young self, stripped of all she knew and loved. Her Uncle profited from these people however he gave his principles in return. Socorro then went on to tell us about her life in the present day: Her people are battling cancer due to mining waste which had been dumped into the river where her village is located. They can no longer sell their agricultural goods in exchange for money to put towards education and necessities. Why? Because the same water which has poised them, has poisoned her people’s food and water.
The Quilombolas have not expected defeat though. Maria do Socorro Silva is now leading a rebellion against the Norwegian mining company who has polluted her peoples’ waters and killed many animals and humans. There is only one common denominator in Socorro’s pain… white men. All the torment, grief and suffering Socorro has faced during her lifetime has been caused by ‘my people’. The very country I live in and the very continent I travel around spending my money is funding the destruction, of not only the environment, but people’s lives. Stripping childhoods, land and fundamental means to live. Above all of this, Maria do Socorro Silva still welcomed me into her life with open arms, no hatred, sorrow or resentment. Only love and peace.
Although it is very uncommon that the media covers indigenous mistreatment; there are numerus articles, sources and accounts repeating stories similar to Maria do Socorro Silva’s trials. Western land invaders treat indigenous people as toys and view them as objects, nothing more. The dehumanisation of any individual or group of people has never been tolerated however from this meeting, we have something new… An international alliance. We will now fight hand in hand to put a stop to the genocide of the forest protectors.
‘The river is their existence’
Another person who has truly changed my life is called Yakawilu Juruna (commonly known as Anita Yudjas) Anita lives in the village called TI Paquiçanba in the vouta grid of the Xingu, in the region of Altamira Pará. Her age is similar to mine, 18 years old, in education, learning language and fighting for climate justice. We however live polar lives at first glance. Anita is not learning a modern language for a grade at school. Instead her quest is to relearn her people’s native, original word to then reiterate and teach future generations of her people. This is principle to many communities in the forest. Language gages identity to one’s specific faction. Language gives a person identity. Yudja ancestors have suffered greatly due to western invasion on land and mistreatment of people.
Anita’s community is a fishing community and can easily navigate the Xingu River. The river is their existence. No river, no life. In the Xingu River her community bath, fish and drink.
She crossed the river with friends and family daily for fun when she was growing up. Always riding a hand–crafted canoe. However… After 13 years this all changed she expressed to me through a translator. A dam called Belo Monte was built in her region dismantling all structures of her people’s way of life. Take what you need and respect everything as if it is living… because it is.
The Xingu River changed, the fish supply changed, the water purity changed; and my life changed.
‘The river is dying’
In the year 2020, the Xingu River is very toxic, her people are now (for the first time) ineffectual to navigate as usual. Fish are dying. All for the money made by Belo Monte Hydroelectric Dam. Belo Monte Dam is the fourth biggest dam in the world (by installed capacity) and claims to have followed presages and guidelines set by Brazilian government to mitigate the environmental damage and abide by human right policies (according to an article written by Elaine Brum in Atmos magazine.)
“Today when I bathe in the river my skin gets rashes. When I open my eyes in the water they get very hot and burn. Not to mention the water temperature has increased drastically. The river is dying. Me, and everyone who lives in my community have witnessed the river that has always been so beautiful, so full of life, transform to today… where it is toxic and harmful, where it is dead!” This is not the end of the wrecking of her region: A mining company from Canada, Called Belo Sun, announced they would be planning a mine directly alongside Anita Yudja’s community. Toxic chemicals like mercury are bound to be leaked into her waters and poisoning her people with cancer, leading the Yudjas down the same path as the Quilombolas health wise.
I heard this from Anita during the end of our trip; before-hand we became best friends. We sat together on the coach at set-off when the journey was new. On the first night of arrival she made skin ink out of a special seed and painted my body like hers with traditional meaningful patterns and symbols. The main symbol used represented the turtle shell. I discovered through Anita this was because the turtle represents power in resistance. A passive and peaceful creature with a strong exterior to protect from predators. This was a symbol of The Amazon Centre of the World meeting to her. We all gathered in harmony (with respect for each other and the environment) to discuss how to dismantle the racist, money obsessed world we are currently living in; to finally prioritize the environment and people over economic business growth. Aggression and violence was (and still is) the opposite of strategies and tactics we use to create real change. Just like the turtle. I still wear that pattern around my wrist on a traditional bracelet her people gave me during the trip to remind myself what really matters on this earth.
Strength is about love and values
Language was no barrier, Anita and I did not share common spoken word however that did not prevent us from communicating. The translator could not shadow us the whole journey; we took matters into our own hands and started to make our own gestures and draw in the dirt on the ground, carve images in the sand and make sounds/facial expressions to convey our wanted messages. I believe that this made our relationship even more special. We subconsciously created our own little language, made just for us to understand with inside jokes added as time went on. Our lives, battles and experiences couldn’t be more opposite; nonetheless we are actually very similar. We are both teenagers trying to figure out who we are, we both take selfies, listen to the same music and want the world to change for the better.
In hindsight, mine and Anita’s path should have never crossed in the way they did. I should have never needed to travel deep into the Amazon Jungle for a meeting about the dying earth, Anita should have never needed to enter into a group of innovatives trying to save the future. This meeting was and still is the last resort to save the world; which means humanity in previous history has failed.
I often miss the atmosphere and connections I felt during the meeting and voyage. I truly long to feel the hope I felt when we were all dancing around a campfire singing traditional protest songs holding hands. I do however get reminded of the phrase ‘power in resistance’ when looking at my wrist and then remember that no matter where any of the participants are located, no matter how far we are physically, we are all living for the same shared goal. Climate justice. And that this is only the beginning of something much bigger.
From all of this, I have learnt that strength isn’t about economic status or power. Strength is about love and values; morals which hold you high and pure. The love everyone had for one another and the living planet is something that can never be manufactured in western systems. The passion and connection holding the trip together despite many differences speaks volumes. The future of the planet is not yet determined and there is still hope left. The future of Earth was this meeting.
HDP İzmir Milletvekili Serpil Kemalbay, Manisa Salihli‘de biyogaz enerji santraline karşı nöbet tutan köylülere jandarmanın cop ve biber gazlı müdahalesini Meclis gündemine taşıdı. Kemalbay, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun yanıtlaması istemiyle verdiği önergede, “Şirket, hükümet politikası ve yurttaşlar arasındaki çıkar çatışmalarında halkın hak aramak için demokratik hakkını kullanmasına karşı kolluk neden taraf olmaktadır? Neden yasalara uymayan pratikler sergilemektedir?” diye sordu.
Manisa’nın Salihli ilçesine bağlı Çapaklı Köyü’nde yapılmak istenen Biyogaz Enerji Santrali ve Gübre Üretim Tesisi’nin iptal edilmesi istemiyle açılan davanın sonucunu beklemeyen şirket jandarma eşliğinde yol yapımına başlamıştı. Köylülerin, yol yapımını engellemek için başlattıkları eyleme jandarma sert bir şekilde müdahale etmişti. Müdahalede bazı köylüler gözaltına alınmıştı.
Jandarmanın sert müdahalesini Meclis gündemine taşıyan HDP’li vekil Serpil Kemalbay, devletin şirketlerden yana şiddet uyguladığını vurguladı.
‘Kadınlar taciz edildi, yurttaşlar darp edildi’
Kemalbay Çapaklı’da yaşananları şöyle anlattı:
“Son olarak 24 Temmuz’da Manisa Salihli’de Çapaklı köyü yakınlarında kurulmak istenen biyogaz enerji santraline karşı nöbet tutarak şirketin iş makinelerinin araziye girmemesi için yol kapatan ve 150 kişiden oluşan köylülerin karşısına jandarmaları şirketin özel güvenlik gücü gibi diken siyasi iktidarın cop, tartaklama, biber gazı sıkma ve yerlerde sürüklenmesi ile sert müdahale etmesi sonucu köylülerden yaralananlar olmuş ve yaklaşık 30’a yakın yurttaşımız göz altına alınmıştır. Kadınların taciz edilerek götürüldüğü, yurttaşların darbedildiği, babasını kurtarmak isteyen bir çocuğu jandarmanın kafasına bastıra bastıra sürüklediği, ‘Bizi devletimiz dövdü, karga tulumba aldı’ sözleri kadınların dile getirdiği ve basında yer alan bilgilerdir”
Fotoğraf: Hakkı Uysal/Evrensel.
‘Hukuksuz müdahale emrini kim verdi?’
Kemalbay Soylu’ya yanıtlaması istemiyle şu soruları yöneltti:
Şirket, hükümet politikası ve yurttaşlar arasındaki çıkar çatışmalarında halkın hak aramak için demokratik hakkını kullanmasına karşı kolluk neden taraf olmaktadır? Neden yasalara uymayan pratikler sergilemektedir?
Çapaklı köyü yakınlarında kurulmak istenen Biyogaz Enerji Santraline karşı nöbet tutarak şirketin iş makinelerinin araziye girmemesi için yol kapatan yurttaşlara hukuksuz müdahale emrini kim vermiştir?
Yurttaşlara kötü muamele eden, şiddet uygulayan ve orantısız güç kullanan görevlilere ilişkin olarak herhangi bir idari ve adli soruşturma başlatılmış mıdır?
Demokratik haklarını kullanırken insanlık onurunu zedeleyen muamele ve tacize maruz kalan kadınların ifadeleri doğrultusunda ilgililer hakkında herhangi bir soruşturma başlatılmış mıdır? Kadınlara şiddet ve taciz uygulayan kolluk görevlileri halen görevdeler midir? Görevde iseler neden hala görevden alınmamışlardır?
Manisa’nın Salihli ilçesi Çapaklı Köyü yakınlarında köylülerin zor kullanılarak uzaklaştırıldıkları müdahale sonrası her bir araca jandarma erleri oturtularak iş makinelerinin geçirildiği iddiaları doğru mudur?
Köylülerin Salihli Cumhuriyet Başsavcılığı’na yasaları çiğneyen şirket hakkında şikâyette bulunması üzerine yetkililerin şirketin yasayı çiğneyen, haksız hukuksuz çalışmalarını durdurması gerekirken, tam tersini yapmaları, şirketin iş makinalarını, araçlarını sahaya sokmak için kolluğun köylüyü gözaltına alması, şiddet uygulaması yönündeki hukuksuz müdahale emrini veren mülki idare amirlerinin söz konusu şirketle çıkar ilişkisi mi vardır? Haklarındaki şikayetler doğrultusunda mülki idare amirlerine yönelik herhangi bir soruşturma başlatılmış mıdır?
Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı ile Bakanlığınıza bağlı Jandarma Genel Komutanlığı arasında imzalanan Kadına Yönelik Şiddet ve 6284 sayılı Kanun kapsamında tutulan verilerin paylaşılmasına ilişkin protokol uyarınca bölgede kolluk güçlerince kadınlara uygulanan şiddet ve taciz nedeniyle herhangi bir tutanak tutulmuş ve veriler ilgili bakanlık ile paylaşılmış mıdır?
Kolluk güçlerini eğitmek ve evrensel hukuka ve insan hakları normlarına her koşulda kayıtsız şartsız uymasını sağlama görevi ve yükümlülüğü kimin sorumluluğudur? Bu görevi/sorumluluğu yerine getirmeyenler anayasal haklarını kullanan halka şiddet uygulanmasından, işkence yapılmasından, tacize uğramalarından sorumlu olanlar hukuk önünde hesap verecek midir?
Jandarmaya biber gazı sıkması talimatını siz mi verdiniz” diye kendisine soru soran köylü kadına mandalina yiyerek “Farzet ki ben verdim. Özür dilerim! Biber gazından bişey olmaz yaa” diyen, Jeotermal santral işletmecileri ve yetkilileri ile yapmış olduğu yat gezisi görüntüleri basında yer alan ve halkın yaşam hakkına, sağlığına, haklarına karşı ciddiyetsiz, sorumsuz ve saygısız tutumu nedeniyle bulunduğu görev unvanı ile uyuşmayan Aydın Vali Yardımcısı Mustafa Hulusi Arat hakkında herhangi bir idari soruşturma açılmış mıdır?
Yıllardır jeotermal santrallerinin çevre, sağlık, tarıma etkilerinin tartışıldığı Aydın’da Vali Yardımcısının JES şirketi yetkilileri ile yat keyfi yaptığı fotoğrafları basına yansımışken, Vali yardımcısının aynı zamanda JES projelerinin tarıma etki kararlarının değerlendirilip karar verildiği Toprak Koruma Kurulu‘na başkanlık yapıp hem de Vali yardımcılığına devam etmesi etik ilkelerle bağdaşmakta mıdır?
Kolluk kuvvetlerinin şirketlerin özel güvenlik güçleri gibi şirketlerin lehinde vatandaşların karşısında konumlandırmalarının nedeni nedir? Uygulanan cezasızlık politikalarından vazgeçerek kolluk kuvvetlerinin yurttaşlara pervasızca uyguladığı şiddete engel olmaya yönelik Bakanlığınızın herhangi bir çalışması bulunmakta mıdır?
Sınır Tanımayan Gazeteciler (RSF) bu yıl 22 Ağustosa denk gelen ve insanlığın doğa üzerinde bir takvim yılı içinde yarattığı talebin, dünyadaki doğal varlıkların yenilenme hızını aştığı günü belirtenDünya Limit Aşım Günü’nde çevre haberi yapan gazetecilere ilişkin bir rapor hazırladı.
Çevre haberleri yapan gazetecilerin de risk altında olduğu ifade edilen raporda son 5 yılda 10 gazetecinin yaptığı haberler nedeniyle öldürüldüğü, 53 gazetecinin ise hak ihlali yaşadığı belirtildi.
Filipinler’de cinayet teşebbüsü
bianet’ten Hikmet Adal’ın haberleştirdiği rapora göre hak ihlalleri ve gazetecilerim karşılaştığı tehlikeler en son Filipinler’de çalışan ABD’li gazeteci Brandon Lee’nin, 2019’da uğradığı bir saldırıdan kurtulmasıyla gündeme gelmişti.
Fotoğraf: Brandon Lee
Filipinler’in kuzeyindeki takımadalardaki çevre sorunlarını yazdığı için “sosyal medyada sürekli tehdit ve tacize maruz kaldığını” söyleyen ve “hükümetlerin örtbas etmek istediği adaletsizlikleri kınayan” Lee, Ağustos 2019’da uğradığı cinayet girişiminden yaralı kurtulmuştu.
Lee’ye yönelik cinayet girişimi, RSF’nin Aralık 2015’ten bu yana kaydettiği, çevre haberlerine ilişkin 53 ihlalden yalnızca biri.
Yılda ortalama iki gazeteci öldürülüyor
Kayıtlara göre ormansızlaşmadan, yasadışı madencilikten, arazi gaspları, endüstriyel faaliyetler ve inşaat projelerinden kaynaklanan çevresel etkileri araştırdığı için her yıl ortalama iki gazeteci öldürülüyor.
Geçtiğimiz on yılda çevresel konuları haber yaptığı için 20 gazeteci öldü, bu gazetecilerden 10’u son beş yıl içinde hayatını kaybetti.
Raporda son 5 yılda öldürülen 9 gazetecinin cinayetinin şüpheye yer bırakmayacak nitelikte olduğu ifade edildi. Bu gazetecilerden dördü Hindistan’da ikisi Kolombiya’da, biri Meksika, biri Filipinler ve biri de Myanmar’da öldürüldü.
Kum mafyası tarafından altı kez başından vuruldu
Hindistan’ın kuzeyindeki Uttar Pradesh eyaletinde günlük çıkan Kampu Mail gazetesinin muhabiri Shubham Mani Tripathi, Haziran 2020’de üçü başından olmak üzere altı kez vuruldu.
Gazeteci ölümünden kısa süre önce paylaştığı Facebook gönderisinde, yasadışı kum madenciliğiyle ilgili arazi gasplarını takip ettiği için “kum mafyası” tarafından öldürülmekten korktuğunu söylemişti.
Önce hapis sonra cinayet
Açıkça öldürülen dokuz gazeteciye ek olarak, bir gazeteci 2018’de Endonezya Borneo‘da hapishanedeyken şüpheli bir şekilde öldü. Muhammed Yusuf arazi gasplarını yazarken, bir palmiye yağı şirketini karaladığı gerekçesiyle hapse atılmıştı. Eşi gazetecinin boynunun arkasındaki morluk nedeniyle doğal yollardan ölmediğine inanıyor.
Vakaların yüzde 66’sı Asya ve Amerika’da
Çevre gazetecilerine yönelik tacizler, dünyanın tüm kıtalarında meydana gelse de kaydedilen vakaların yüzde 66’sı Asya ve Amerika’da yaşandı.
Ayrıca gazetecileri susturmak için her zaman şiddet içeren yöntemlere başvurulmadı. Birçok gazeteci çevre sorunlarını haberleştirdiği için endüstriyel şirketler tarafından dava edildi ve cezai kovuşturmaya maruz kaldı.
Önderoğlu: Bülent Şık’a verilen hapis cezası bozulmalı
Konuyla ilgili bianet’e konuşan RSF Türkiye Temsilcisi Erol Önderoğlu, çevre haberleri yapan gazetecilerin de artık tehlikede olduğunu belirterek, devlet ve şirketlerin gazeteciler üzerindeki baskısına değindi.
Türkiye’den Bülent Şık’ı örnek veren Önderoğlu, Şık’a verilen 1 yıl 3 aylık hapis cezasının bozulmasını istedi. Önderoğlu şunları söyledi:
Tüm dünyada çevreye bağlı konuların araştırılması yakıcı meseleler arasında yerini alırken, ticari çıkarları önceleyenleri teşhir eden gazeteciler için de ciddi tehlike doğuruyor. Türkiye bu yönde haberlerin keyfi şekilde sansür edilmesi veya yazarlarının yargılanması gibi çok yönlü baskılar gözümüzden kaçmıyor. Çoğu kez yargının, kamuoyunu bilgilendirmede risk alanları yalnız bıraktığı ve çevreyi tehdit eden yatırımlara arka çıktığına üzülerek tanıklık ediyoruz. Örneğin, RSF olarak Çevre üzerinde kanserojen etkiyi Cumhuriyet gazetesi yazısında sergileyen Bülent Şık’ın cezasının bozulmasını talep ediyoruz.
Belarus’ta 9 Ağustos’ta yapılan seçimlerde hile yapıldığını savunan muhalifler ülke genelinde protesto gösterilerini sürdürürken, altıncı kez başkanlık koltuğuna oturan Aleksandr Lukaşenko‘nun elinde otomatik tüfek ve çelik yelekle Cumhurbaşkanlığı Sarayı’na gittiği görüntüler medyaya servis edildi.
Başkent Minsk ve diğer şehirlerde sosyal medya üzerinden yapılan çağrı üzerine binlerce protestocu meydanlarda toplandı. Minsk’teki Bağımsızlık Meydanı’ndaki gösteriye katılanlar Lukaşenko’nun istifasını istedi. Muhalefet, gösteriye 250 bin kişinin katıldığını duyurdu.
Askerler, Stella Meydanı’nda tarihi müze ve anıtın bulunduğu bölgede yoğun güvenlik önlemi alırken, göstericilerin bazıları bir sosyal medya hesabından yapılan duyurunun ardından Cumhurbaşkanlığı Sarayı’na doğru ilerlemeye çalıştı. Ancak güvenlik güçleri saraya giden yolu bariyerle kapatarak protestocuları engelledi.
Bu esnada Cumhurbaşkanlığı Sarayı’na inen başkanlık helikopterinden Cumhurbaşkanı Lukaşenko’nun üzerinde çelik yelek ve elinde otomatik silahla inerek saraya gittiği görüntüler sosyal medyadan paylaşıldı. Bunun muhaliflere yönelik sertleşmeyi simgelediği belirtiliyor.
Lukaşenko, muhaliflerin yanı sıra AB ve ABD tarafından da seçimlerin yenilenmesi konusunda baskı altında. Ancak Belarus’un geleneksel müttefiki Rusya, Cumhurbaşkanı’nı destekliyor. Geçen hafta Rus lider Vladimir Putin gerekirse askeri destek verebileceğini açıklamıştı.
Rus haber ajansı Interfax‘a konuşan Rusya Dışışleri bakanı Sergey Lavrov da muhaliflerin Belarus’u kan gölüne çevirmek istediklerini öne sürdü. Lukaşenko tarafından önerilen anayasa değişikliğinin krizi çözebileceğine inandıklarını belirten Lavrov, devlet başkanlığı seçimlerine muhalefetin adayı olarak seçime katılan Svetlana Tihanovskaya‘nın programını ise yapıcı olmadığı gerekçesiyle reddetti.