Ana Sayfa Blog Sayfa 122

Kıyı Hareketleri Dayanışma Ağı’ndan tüm kıyılar için ticarileştirmeye karşı çağrı

Kıyı Hareketleri Dayanışma Ağı, Türkiye‘nin sorunu haline gelen kıyıların ticarileştirilerek yağmalanmasına karşı mücadele etmek üzere bir araya gelen yurttaşlar tarafından kuruluşunu tamamladı.

Dayanışma Ağı, 18 Mayıs’ta bir eylem ve basın açıklamasıyla kuruluşunu kamuoyuyla da paylaşacak. Kuruluşuna yurttaşları davet aden basın açıklamasında Dayanışma Ağı, Karadeniz‘den Doğu Akdeniz‘e tüm bölge kıyılarını tehdit eden ticarileştirmeye karşı bütün kıyıları savunan yurttaşları 13.00’da bir araya gelmeye davet etti.

Söz konusu eylem ve basın açıklaması için sosyal medya üzerinden de bir kampanya başlatıldı. Bu kampanya kapsamında bu akşam saat 21.00’da X’te (Twitter) #hepimizKIYIDAyız etiketiyle (hashtag) paylaşımlar yapılacak.

Kıyı hareketleri nasıl başladı

Sahillerin şezlong işletmecilerine kiralanması ve dünyadaki birçok kıyıdaki işletmelerin kiralanan alanların dışına yayılarak halka ücretsiz sahil kullanımı imkanı bırakmamasına tepki olarak başlayan “Havlu Hareketi” geçen yıl (2023) Yunanistan’ın ardından İspanya ve Türkiye kıyılarında da geniş yayılım sağladı.

Turizmin önemli geçim kaynağı olduğu Akdeniz ülkeleri başta olmak üzere dünyanın birçok yerinde sahilleri kiralayan şezlong ve şemsiye işletmeleri, kâr amacıyla kiraladıkları alanların dışına yayılarak halka açık alanları adeta istila ediyor.

Belediyelerin gerekli denetimleri yeterli ölçüde gerçekleştirmemesi ise bazı kıyılarda halkın bu plajlara erişimini neredeyse imkansız hale getiriyor.

Havlu Hareketi şimdiye dek İzmir‘deki Çeşme, Güzelbahçe, Foça ile Balıkesir‘deki Ayvalık sahilleri başta olmak üzere Ege ve Akdeniz kıyılarında yankı uyandırdı.

havlu sahil ayvalık
[1 Eylül Dünya Sahil Günü] Şezlong istilasına halk isyanı: Havlu Hareketi Türkiye sahillerinde yankılanıyor

Yurttaş, Ekokırım Yasası’nın TBMM’de görüşülmesi için idari dava açtı

Ekokırım Yasası Yurttaş İnisiyatifi, yurttaşlar tarafından yazılan çevre haklarına odaklanan ve doğanın hakkını savunan Ekokırım Yasası‘nın Türkiye Büyük Millet Meclisi‘nde (TBMM) görüşülmesini istiyor. İnisiyatif, Ekokırım Yasası’nın TBMM’de görüşülmesi için idari dava açıldığını duyurdu.

İnisiyatif tarafından konuya ilişkin yapılan ve “Derinleşen ekolojik krizin sorumlusu şirketlerin ve devletlerin tüm yaşam alanlarına yönelik tahribatları devam ederken gezegene yönelik bu suçların engellenmesi çabasına Türkiye’den de destek veriyoruz” ifadelerinin kullanıldığı basın açıklamasının devamında ekokırım suçuna ilişkin kampanyadan şöyle bahsedildi:

“İç hukukumuzda gezegene karşı işlenen suçların tanınmasına yönelik bir dizi faaliyet yürütmüş, “doğanın hakları var” diyerek ekokırım suçunun tanınması kampanyasına başlamıştık. Türk Ceza Kanununun ‘Soykırım ve insanlığa karşı suçlar’ başlığındaki maddesine ek yaparak ekokırım suçunun iç hukukumuzda tanınmasını içerecek bir düzenlemeye yönelik bir kanun teklifi hazırlamış ve tüm yurttaşların imzasına açmıştık.”

‣Çevre mücadelesinden doğan ekokırım yasası için meydanlarda imza toplanıyor 

28 bin 820 ıslak imza toplanan dilekçe ise 28 Kasım’da TBMM Dilekçe Komisyonu’na teslim edildi.

TBMM Dilekçe Komisyonu Başkanlığı’ndan iletilen karar yazısında ise şu ifadelere yer verildi:

“Anayasa’nın 88.maddesine göre kanun teklif etmeye milletvekillerinin yetkili olduğundan, TBMM İçtüzüğünün 116/1. Maddesine göre  yeni bir kanunu veya bir kanun değişikliğini gerektiren dilekçelerin görüşülemeyeceğine…”

‘Yurttaşın doğrudan yasama sürecine katılım talebi geri çevrildi’

TBMM İç Tüzüğünün “Dilekçelerin Başkanlık Divanınca İncelenmesi” başlıklı 116.maddesinin 3. fıkrasında yer alan “Komisyon Başkanlık Divanı; görüşülemeyeceğini karara bağladığı dilekçelerden, kanun olarak düzenlenmelerinde toplumsal yarar gördüklerinin birer örneğini Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığına ve bilgi için Cumhurbaşkanlığına gönderir” ifadelere dikkat çeken inisiyatifin açıklamasında “Buradan anlaşıldığı üzere komisyon ilettiğimiz talepte toplumsal bir yarar görmediği için süreci sonlandırmış ve tarafımıza olumsuz geri dönüş yapmıştır” denildi.

İnisiyatif tarafından imza teslim sürecine ilişkin ise şu açıklama yapıldı:

  • “Dilekçelerimizin içeriği olan Ekokırım Yasa Tasarısı Teklifi, komisyon tarafınca topluma yararlı olarak görülmemiş,
  • Yurttaşın doğrudan yasama sürecine katılım talebi geri çevrilmiş,
  • 28 bin 820 yurttaşın imzasını taşıyan teklifle ilgili TBMM’de hiç bir işlem yapılmamıştır.”

Dilekçe komisyonunun TBMM İç Tüzüğü’nün 116/3 maddesine uygun olacak şekilde toplumsal yararı da açık olan bu teklifin meclis genel kurulunda görüşülmesi gerektiğini vurgulayan yurttaşlar, dava açtıklarını duyurdu.

Açıklamaya göre; ‘Yurttaşın Ekokırım Yasa Teklifinin TBMM Başkanlığı’na ve Cumhurbaşkanlığı’na gönderilmemesi işleminin’ yürütmesinin durdurulması ve iptali için idari dava açıldı.

İmzacı tüm yurttaşların da davaya katılabilecekleri ayrıca bildirildi.

Peki yasada neler yer alıyor?

Vatandaşın yıllar süren doğa mücadelesi sonucunda ortaya koyduğu yasa teklifi içerisinde şu maddelere yer veriliyor:

  • MADDE 1- 26/09/2004 tarihli ve 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun İkinci Kitap Birinci Kısım- Birinci Bölümün “Soykırım ve İnsanlığa Karşı Suçlar” başlığı “Soykırım, İnsanlığa ve Gezegene Karşı Suçlar” olarak değiştirilmiştir.
  • MADDE 2– 5237 sayılı Kanunun 77’nci maddesinden sonra gelmek üzere aşağıdaki 77/A maddesi eklenmiştir.

-Ekokırım Suçu

MADDE 77/A

(1) Doğal veya kültürel çevrede insan veya diğer canlıların hayatını tehlikeye atmak, doğal veya kültürel varlıklar üzerinde ağır tahribata yol açabilecek davranışlarda bulunmak yahut hukuka aykırı diğer bir fiili işlemek suretiyle bütün bir ekosistemde kısa vadede telafisi mümkün olmayacak zarara yol açma tehlikesi doğuran kişiye müebbet hapis cezası verilir, ayrıca suçun işlenmesinden elde edilen maddi menfaatler ile bunların değerlendirilmesi veya dönüştürülmesi sonucu ortaya çıkan ekonomik kazancın on katı kadar adli para cezasına hükmedilir.

(2) Birinci fıkradaki suçun taksirle işlenmesi halinde ise on beş yıldan az olmamak üzere hapis cezasına hükmolunur, ayrıca suçun işlenmesinden elde edilen maddi menfaatler ile bunların değerlendirilmesi veya dönüştürülmesi sonucu ortaya çıkan ekonomik kazancın beş katı kadar adli para cezasına hükmedilir.

(3) Ekokırım suçunun işlenmesi sonucu bütün bir ekosistemde kısa vadede telafisi mümkün olmayacak zarar meydana gelmişse, fail hakkında ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına; suçun taksirle işlenmesi halinde yirmi yıl hapis cezasına hükmolunur, ayrıca suçun işlenmesinden elde edilen maddi menfaatler ile bunların değerlendirilmesi veya dönüştürülmesi sonucu ortaya çıkan ekonomik kazancın yirmi katı kadar adli para cezasına hükmedilir.

(4) Bu suçlardan dolayı tüzel kişiler hakkında da güvenlik tedbirine hükmolunur.

(5) Bu suçlardan dolayı zamanaşımı işlemez.

  • MADDE 3- Bu Kanun yayımı tarihinde yürürlüğe girer.
  • MADDE 4- Bu Kanun hükümlerini Cumhurbaşkanı yürütür.

Ekokırım nedir?

“Eko”, Yunancadaki “oikos” yani, ev anlamının Türkçedeki anlam karşılığı olan, yerleşilen yer ve yaşam alanı anlamları ile “kırım” yani, yok etmek, öldürmek, varlığını sistematik bir biçimde ortadan kaldırmak anlamlarının bir araya gelmesi ile oluşmuş, yeni bir adlandırma (neoloji) ile dilimize kazandırılmış bir sözcüktür.

70’li yıllardan itibaren hukukun konusu olan ekokırımın uluslararası hukukta ve ülkelerin iç hukuklarında tanınması için çalışmalar tüm dünya genelinde yürütülüyor. Bu çabalardan birisi de ekokırımın, Lahey’deki Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin baktığı dört temel suça (insanlığa karşı işlenen suçlar, soykırım, savaş ve saldırı suçları) eklenerek beşinci suç olarak kabul edilmesi.

Yurttaşın ekokırım suçu yasa teklifi Meclis’e gidiyor: Doğanın hakları var!

‘Avustralya dünyanın nükleer atık deposu haline gelebilir’

Avustralya’da İşçi Partisi liderliğindeki bir inceleme komitesi, ülkenin ABD ve İngiltere‘den gelecek yüksek seviyede nükleer atıkları kabul etmemesi gerektiğini vurgulayarak, yasal güvencelerin bu yönde netleştirilmesini talep etti. Albanese hükümetinin Aukus anlaşmasıyla ilgili tasarladığı yasaların yeniden gözden geçirilmesi gerektiği ifade ediliyor.

Guardian‘ın aktardığına göre bağımsız senatör Lidia Thorpe ve diğer eleştirmenler, mevcut taslak yasaların Avustralya’yı “dünyanın nükleer atık deposu” yapabileceği konusunda uyarılarda bulundu. Senato komitesi, hükümetin yüksek seviye nükleer atık kabul etmeyeceğine dair sözlerini yansıtmayan mevcut yasa tasarısının, düşük seviyeli atıklarla yüksek seviyeli atıklar arasında bir ayrım yapacak şekilde değiştirilmesini önerdi.

Tuvalu’nun yeni hükümeti, Avustralya’yla iklim anlaşmasını sürdürecek
‘Avustralya’nın iklimi 1910’dan bu yana 1.5 derece ısındı’

Avustralya hükümeti, ABD ve İngiltere’nin nükleer güçle çalışan denizaltılarından çıkacak düşük seviyeli atıkları kabul etmeye açık kapı bıraktı. Bu atıklar, denizaltıların Batı Avustralya‘ya yaptığı rotasyonel ziyaretler sırasında ortaya çıkacak ve kişisel koruyucu ekipmanlar, eldivenler ve temizleme bezleri gibi düşük radyoaktivite içeren malzemeleri kapsayacak. Avustralya Denizaltı Ajansı‘na göre, nükleer güçle çalışan bir denizaltı yıllık olarak yalnızca küçük bir miktar düşük seviyeli atık üretiyor.

Anlaşmaların netleştirilmesi isteniyor

Bağımsız senatör Thorpe, yüksek seviyeli nükleer atıkların Avustralya’da depolanmasının yasaklanmasının, alanında uzman kişiler tarafından desteklendiğini ve yasa tasarısının incelenmesi sırasında dile getirilen başlıca endişelerden biri olduğunu belirtti. Hükümetin, Avustralya denizaltıları dışında Aukus’tan gelen nükleer atıkları kabul etme niyetinde olmadığını iddia ettiği için, bu boşluğu kapatmak için bir neden göremediğini ifade etti.

Yeşiller Partisi senatörü David Shoebridge ise, yasa tasarısının ciddi kusurlar içerdiğini, önerilen düzenleyicinin gerçek bağımsızlığa sahip olmadığını, nükleer atıkla ilgili sürecin toplum ve yerli halkların çıkarlarını hiçe saydığını ve çevre ile kamu yararına yönelik tehdit oluşturan bir gizlilik düzeyine sahip olduğunu belirtti.

Avustralya’nın, Aukus anlaşması kapsamında yüksek seviyede nükleer atık kabul etmemesi için yasalarda yapılacak değişiklikler, ulusal sorumluluk ve çevresel güvenlik açısından kritik önem taşıyor. Komite, deniz savunması ve Savunma Bakanlığı‘ndan düzenleyiciye geçiş yapacak kişiler için “uygun minimum ayrım süresi” belirlemeyi de dahil olmak üzere sekiz öneride bulundu. Bu öneriler, Avustralya’nın nükleer güvenlik standartlarını en üst düzeyde tutmasına yardımcı olacak ve ülkenin Aukus ülkeleri için bir “atık alanı” haline gelmesini önlemek amacıyla şeffaflığın artırılmasını sağlayacak.

Cengiz İnşaat’ın Cennet Koy’daki projesine ‘ÇED Gerekli Değil’ kararı verildi

Muğla Bodrum‘un Gölköy Mahallesi‘nde yer alan Cennet Koy‘da koruma altındaki 678 bin metrekarelik arazide bulunan turizm konaklama tesisinin  kapasitesinin artırılması için yapılan başvurunun, Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) gerektirmediği kararı verildi.

Cengiz İnşaat Sanayi ve Ticaret A.Ş.‘nin Cennet Koy’da yürütmeyi planladığı turizm tesisinin genişletilmesi projesi, özellikle villa, rezidans ve marina inşaatını içeriyor. Proje kapsamında, 305 ada 1 parsel ve 306 ada 1 parseldeki araziler üzerinde otel ve apart otel inşaatları planlanıyor. 305 ada 1 parselde, 264 kişi kapasiteli 84 süit ve apart daire ile birlikte, 176 kişilik 44 süit odası bulunan bir otel inşaatı öngörülüyor. Bu yapılar toplamda 128 oda ile 440 kişiyi ağırlayabilecek kapasitede olacak.

Cennet Koy

Projeye ilk olarak 7 Aralık 2023’te ‘ÇED gerekli değildir’ kararı verilmiş, ardından 12 Aralık’ta Bodrum Belediyesi tarafından inşaat ruhsatı sağlanmıştı. Ancak bölge halkının ve çevrecilerin projeye yönelik tepkileri ve eylemleri, projenin tekrar gözden geçirilmesine yol açtı.

Cennet Koy

Bodrum Belediyesi’nin Ocak 2023’te yapılan olağan meclis toplantısında, CHP‘li bazı meclis üyeleri tarafından ruhsatın iptali gündeme getirildi. İlerleyen süreçte, Cengiz İnşaat’a verilen 60 adet yapı ruhsatı iptal edilse de, şirket kararı Muğla 1. Bölge İdare Mahkemesi‘ne taşıdı ve mahkeme yürütmeyi durdurma kararı verdi.

Cennet Koy yakınındaki doğal alanlar risk altında

Proje alanı, Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü tarafından ilan edilen Usuluk Koyu Tabiat Parkı‘na yaklaşık 5,7 kilometre, Gölköy Sulak Alanı‘na ise sadece 1,75 kilometre mesafede yer alıyor.

Usuluk Koyu, 1983 yılında “A Tipi Orman İçi Dinlenme Yeri” olarak ayrılmış ve 2011 yılında tabiat parkı olarak ilan edilmişti. Bu park, zengin doğal kaynakları ve rekreasyonel değerleriyle bilinirken, Gölköy Sulak Alanı ise biyolojik çeşitliliği ve ekosistem sağlığı açısından kritik öneme sahip bir alan.

Cennet Koy

ÇED raporu, bu koruma alanlarının proje tarafından etkilenmeyeceğini belirtse de, projenin yakın çevresindeki doğal habitatlar üzerindeki potansiyel dolaylı etkileri tartışmalı. Özellikle inşaat ve sonrasında artacak insan faaliyetleri, doğal alanların ekolojik dengesini bozabileceği ve yerel flora ile faunaya zarar verebileceği ifade ediliyor. Ayrıca, bölgeye yapılacak aşırı yatırımlar, özellikle turizm sezonunda bölgenin doğal kaynakları üzerinde baskı yaratarak su ve diğer doğal kaynakların sürdürülebilir kullanımını tehlikeye atabilir.

Yeşil Gazete’den Boğaziçi Üniversitesi’nde ekoloji gazeteciliği atölyesi

Yeşil Gazete, bu kez de Boğaziçi Üniversitesi‘nde ekoloji gazeteciliği atölyesi gerçekleştirecek. Yeşil Gazete ekibi ve Boğaziçi Üniversitesi Çevre Kulübü işbirliği çerçevesinde gerçekleştirilecek atölye yarın (14 Mayıs) Boğaziçi Üniversitesi kuzey kampüsünde düzenlenecek.
Yeşil Gazete ekibinden Alev Karakartal ve Cansu Acar’ın katlımıyla gerçekleştirilecek etkinlik yarın saat 18:00’da yapılacak.
Ekoloji Gazeteciliği etkinliğine kayıt olmak için formu doldurabilirsiniz. Yer bilgisi etkinlik gününde mail üzerinden iletilecek.

İSKİ, su havzalarının korunması için Danıştay’a başvurdu

Tarım ve Orman Bakanlığı’nın su havzalarının çevresinde madencilik, tarım, sanayi ve toplu konut inşaatlarına izin verilmesine olanak sağlayan yeni düzenlemeleri, İstanbul Su ve Kanalizasyon İdaresi (İSKİ) tarafından Danıştay’a taşındı.

Yeni düzenlemelerle, içme ve kullanma suyu havzaları etrafında yapılabilecek faaliyetler, acil durumlar göz önünde bulundurularak ve bakanlık tarafından hazırlanan bir raporla esnetilebilecek. Bu, özellikle büyükşehir belediyelerinin kontrolündeki su ve kanalizasyon idarelerinin daha önce belirlediği koruma hükümlerinin göz ardı edilmesine neden olabilir.

İSKİ, bu düzenlemenin, mevcut koruma planlarını göz ardı ederek, su havzalarının korunmasını riske atacak belirsizlikler yarattığını ve büyükşehir belediyeleri ile kurumlar arasında yetki karmaşasına yol açtığını belirtiyor.

Bakanlıktan seçim sonrası su hamlesi: Havzalar için madencilik tehdidi

T24’ün aktardığına göre İSKİ’nin dava dilekçesinde yapılan değişiklik ile “Doğal afetler, salgın hastalık gibi halk sağlığını tehdit eden durumlar, meteorolojik, tarımsal, hidrolojik kuraklık ile ekosistemin korunmasına ilişkin olarak acilen tedbir alınması gereken hallerde, Yönetmeliğe aykırı olmayacak şekilde mevcut koruma planlarında ihtiyaç duyulan değişikliklere yönelik Bakanlıkça bilimsel rapor hazırlanır/hazırlatılır. Bakanlık revize edilen koruma planına ilişkin ilgili kurum ve kuruluşların görüşlerini alır. Havza koruma planı değişikliği, Bakan onayının ardından havzada yer alan illerdeki yerel bir gazetede yayımlanarak yürürlüğe girer” şeklinde eklenen 3.  fıkranın, uygulamada görev ve yetki karmaşası oluşturacak şekilde belirsiz bir durum oluşturduğu belirtildi.

[İklim Masası] Türkiye illerinin üçte biri yüksek iklim riski altında
Türkiye’de su krizi araştırması: Beş kişiden ikisi ‘çok endişeli’

“Bilimsel rapor alındıktan sonra ilgili kurum ve kuruluşlardan görüş alınır” ifadesinin hangi kurum ve kuruluşların kastedildiği net bir şekilde belirtmediğinde uygulamada karmaşaya yol açabileceği vurgulanan dilekçede, şunlar belirtildi:

“Bu itibarla 20/02/2019 tarih ve 30692 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan İçme-Kullanma Suyu Havzası Koruma Planı Hazırlanmasına Dair Usul ve Esaslar Tebliğin 5.(1). Maddesine uygun olacak şekilde Değişikliğin 3. maddesinin 3 numaralı bendinde yer verilen “… İhtiyaç duyulan değişikliklere yönelik Bakanlıkça bilimsel rapor hazırlanır/ hazırlatılır…” ibaresinde sadece “Bakanlıkça” kelimesinin geçmesi Tebliğin 5.(1) ve devamı düzenlemesine uygun düşmemiştir. Ayrıca 2560 sayılı İSKİ Kanunu‘nun 20.Maddesi; ‘Kanalizasyon şebekesine verilmesi sakıncalı maddeler ile içme suyu alınan havzaların korunması için gereken tedbir ve düzenlemeler, 2872 sayılı Çevre Kanunu hükümleri çerçevesinde Çevre ve Orman Bakanlığının uygun görüşü alınarak Genel Müdürlükçe çıkarılacak bir yönetmelikle belirlenir.’hükmündedir. Bu kapsamda içme suyu havzalarında yönetmelik hazırlama yetkisi Bakanlık uygun görüşü almak kaydıyla İdaremizdedir. Ancak mevcut düzenleme ile bu yetki ihlal edilerek, İdaremiz görüşü alınmadan yapılacak her türlü işlem hem havza bütüncül yönetimi açısından hem de hukuki olarak hatalı sonuçlar doğuracak niteliktedir.”

Bakanlık su havzaları ile ilgili son kararı verebilecek

İSKİ, düzenlemenin 3. fıkrasının hukuka aykırılık nedeniyle iptalini istiyor.

İSKİ’nin Danıştay’a sunduğu dilekçede, söz konusu düzenleme ile birlikte, koordine yapılmaksızın sadece Bakanlık tarafından hazırlanacak/ hazırlatılacak bir bilimsel rapor ile havza koruma planlarını hazırlayan Büyükşehir Belediyeleri Su ve Kanalizasyon İdareleri’nin görüş ve onayı alınmadan istenilen değişiklik yapılabilmesinin önü açıldığı dile getirildi.

Söz konusu değişiklik maddelerinin Havza Koruma Planının bütüncül bakış açısını da bozmakta olup hazırlanacak bilimsel raporu merkezileştirdiği ifade edilen dilekçede, hazırlanacak bilimsel rapora Su ve Kanalizasyon İdareleri’nin öncelik görüşlerinin katılması engellenmiş duruma getirildiği vurgulandı.

Romanlar, sürdürülemeyen hayatlar ve umudun titrek alevi

Üç güzel roman, üçü de diktatörlüğün ve faşizmin bir zamanlar hakim olduğu üç farklı ülkeyi kendine mekan edinmiş. Finzi Contini’lerin Bahçesi, Rüzgarın Gölgesi ve Lizbon’a Gece Treni. İlki İtalya’da, ikincisi İspanya’da, üçüncüsü ise Portekiz’de sırası ile Mussolini, Franco ve Salazar zamanında yaşanan diktatörlükleri ve etkilediği hayatları şiir tadında anlatır. Üç roman da okuyucuyu sarsar hem de pek derinden. Finzi Contini’lerin Bahçesi ve Rüzgarın Gölgesi’ni okuyalı yıllar oluyor. Portekiz’e Gece Treni’ni ise geçtiğimiz yaz okudum. Roman ile duygusal bir bağ kurmak için pek çok nedenim var.

Schubert’in ve Schubert’in piyano için yazdığı eserleri en iyi yorumlayan piyanist Maria Joao Pires’in isimlerini satırlarda görmek, ilk gördüğüm anda vurulduğum Lizbon’un mekan olması, “Karanfil Devrimi” öncesi karanlık yıllar… Yaşamın kutsallığını, diğer her şeyden üstün tutan, Salazar için çalışan işkenceciyi ölümden kurtaran, bu nedenle hastaları ve mahalle sakinleri tarafından lanetlenen doktor Amadeu Prado’nun hüzünlü hikayesi. Hayatta bazen rastlantı sonucu duyduğumuz bir tek kelime bizi baştan çıkarabilir. Bern’de eski diller öğretmeni Raimund Gregorius, Portekizli bir kadından tesadüfen duyduğu bir kelimenin büyüsüne kapılarak ve hayatın rutinini geride bırakarak Lizbon’a doğru yola çıkar ve Prado’nun bir zamanlar yaşadığı hayatın izini doktorun ölümüne kadar sürmeye başlar. Okuyucular da onunla birlikte sürer bu izi. Devamını yazmayacağım. Neden bu üç romandan bahsetme ihtiyacı hissettim, daha çok bunun hakkında yazmak istiyorum.

2015 yılında Birleşmiş Milletler tarafından benimsenen ve her biri farklı hedeflerden oluşan “Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri”nin 16. hedefi barış, adalet ve güçlü kurumlara vurgu yapmakta. Aslında diğer 16 hedefin her birinde de adalet dolaylı olarak vurgulanmakta. Bu hedefler, artık herkes tarafından, her yerde sürekli anlatılmakta, iş dünyasında yeni bir kariyer alanı olarak görülmekte, konuşulmakta, toplantılar yapılmakta. Özellikle sürdürülebilir kalkınma hedeflerinin görsel olarak arka planda yer aldığı dekorların önünde. Gün geçmiyor ki sürdürülebilirlik ile ilgili bir konuşma, toplantı, panel vs. gibi etkinlikler olmasın. Artık bu kadar çok konuşmanın ötesinde bu konuda ne kadar yol aldık sorusunu sormanın zamanı geldi.

Son dört yılda dünya genelinde yaşanan olaylardan bazılarına bakalım. Önce Kovid-19 pandemisi, sonra Rusya’nın Ukrayna’ya açtığı savaş, arkasından yüzyılın felaketi diye adlandırılan Maraş depremleri ve son olarak önce Hamas’ın İsrail’e Ekim 2023’te düzenlediği gece yarısı baskını ve karşılığında İsrail’in katliam boyutuna varan ve bir türlü dinmek bilmeyen öfkesi! Aşırı hava olaylarında çeşitli ülkelerde yaşanan can kayıpları ve olumsuz gelişmelerden bahsetmiyorum bile.

Geçen hafta Salı günü Bilgi Üniversitesi’nde Gazze’de yaşananları konuşmak üzere bir panel düzenlendi. “Öğrenilmiş Sessizliği Bırakıp Gerçeği Konuşmak: Filistin’de Baskılarla Başa Çıkmak ve Barışı Sağlamak” başlıkla panel, yıllardır bu konularda çalışan uzmanların katılımı ile 2023 yılı Ekim ayından beri İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırılarını farklı açılardan tartışmaya açtı. Ben de dahil dinleyicileri en çok sarsan konuşmayı tıp doktoru İzzeldin Abuelaish yaptı. Üç kızını ve yeğenini (ve aslında başka yakınlarını da) İsrail’in 2009 Gazze saldırısında evine isabet eden top mermileri ile kaybeden ve hala barışa olan inancını yitirmeyen, “Nefret Etmeyeceğim” kitabının yazarı Abuelaish, Gazze’de yaşananların ekranlarda ve gazetelerde görünenin çok daha ötesinde, çok daha can yakan gerçekler olduğunu anlatıyordu. Tıpkı Maraş depremleri gibi. Bu tür trajik olaylar, olay mahallinde her zaman daha gerçek olurlar, hakikatin ta kendisi olurlar. Ekrandan izlemeye, ekrandan okumaya hiç mi hiç benzemez. Tam olarak neler olduğunu anlayabilmek, hissedebilmek için orada olmak, o havayı solumak gerekir.

Konuşmacılardan Omer Bartov da katliamların bu çağda hala yaşanmasına, geçmişten dersler alınamamasına vurgu yaptı. Uğur Özdemir’in konuşmasında ise dikkatimi çeken alıntılardan biri, saldırılar esnasında Filistinlilerin yüzde 95’inin suya erişimde yaşadığı zorluklardı. Tam olarak bu yaşananlar, sürdürülebilirlik önünde en büyük engellerden biri değil mi? Rusya’nın Ukrayna’ya saldırması sonucunda Avrupa’ya doğalgaz akışında yaşanan sıkıntılar, kömür kullanımını gerekli kılarak Avrupa Birliği’nin iklim politikalarını tehdit etmesi de başka bir gerçek dünya örneği. Yine aynı savaştan başka örnek ise, bu bölgeden dünyanın diğer bölgelerine yapılan tahıl sevkiyatının aksamasıydı. Can kayıplarının yanı sıra yaşam için son derece elzem olan su ve enerji güvensizliği, saldırılar esnasında kullanılan silahların neden olduğu kimyasal atıklar, enkazlar, çevreye verilen ve etkileri on yıllarca sürebilecek zararlar. Sürdürülebilir hayatları sağlamadan önce sürdürülebilir kalkınmaya ulaşmamız mümkün değil. Şirketlerin sürdürülebilir iş modellerini benimsemelerinden daha çok bunların konuşulması gerekir.

Yazımın başında bahsettiğim Lizbon’a Gece Treni romanındaki doktor Amadeu Prado’nun Salazar karşıtı olmasına rağmen işkencecinin hayatının kutsal olduğunu düşünmesi ve dışlanmak pahasına onu ölümden kurtarması gibi İzzeldin Abuelaish da yaşadığı korkunç trajediye rağmen, kim olursa olsun, ne yapmış olursa olsun hayatın kutsallığına inanıyor. O, çatışmalar sonrası iki tarafın da yaralılarını tedavi eden, kendini insanlığa adamış bir doktor. İnsan saygı duymadan edemiyor. Abuelaish, barışa inanıyor, barışın sonunda galip geleceğine inanıyor. En kolay olanı, nefret etmeyi seçmek yerine en zor olanı, nefret etmemeyi seçiyor. Amin Maalouf, Abuelaish’ın yazdığı kitap için “Nefret etmeyi reddetmek ve intikamdan kaçınmak cesaret ister… Bu kitap, dünyadaki vahşet karşısında düşünmemizi ve bunun yanı sıra insanlığın en değerli parçasını görmemizi sağlıyor: Umudun titrek alevini…” demiş.

Kısaca küreselleşmenin bu kadar hız kazandığı dünyada, artık her şeyin birbirine daha sıkı bağla bağlandığı zamanlarda barış olmadan, bütün canlı hayatlarının sürdürülebilirliği sağlanamadan, katliamlara son vermeden sürdürülebilir kalkınma gerçekleşemez, gerçekleşmeyecektir. Son olarak, yazının başında bahsettiğim Finzi Continiler’in Bahçesi, II. Dünya Savaşı esnasında İtalya’da toplama kamplarına gönderilen Yahudileri anlatır. Nerede ise, yüzyıl önce yaşanan olaylara benzer katliamı bu çağda tekrar yaşamak sürdürülebilirlikle çelişkili değil mi! Filistinliler toplama kamplarına gönderilmiyor. Ama aylardan beri süren saldırılar sonucunda verdikleri kayıplar sürekli arttığı gibi güvenli hayat alanları da gittikçe daralıyor. Yaşamak böyle bir şey olmamalı, yaşamak titrek alevden daha büyük olmalı. Umudun titrek alevinin harlanarak, güçlenmesi dileğiyle…

Trakya’da tarımın su ihtiyacı 2040’a kadar yüzde 15 artabilir

Trakya bölgesindeki Edirne, Kırklareli ve Tekirdağ şehirlerinde yapılan araştırmalar, iklim değişikliğine bağlı olarak bölgedeki tarım faaliyetleri için ihtiyaç duyulan su miktarının 2040’a kadar yüzde 10 ila 15 oranında artabileceğini gösteriyor.

İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) Uçak ve Uzay Bilimleri Fakültesi Meteoroloji Mühendisliği Bölümü’nden Prof. Dr. Levent Şaylan ve yüksek lisans öğrencisi Muhammet Azlak tarafından yapılan araştırmaya göre, Trakya’da 2040 yılına kadar tarımsal sulama için su ihtiyacının yüzde 10 ila 15 oranında artacağı belirlendi. Edirne, Kırklareli ve Tekirdağ’da yapılan çalışmalar sonucu, dünyada buharlaşma hesaplarında kullanılan 20 eşitlikten yararlanılarak iklim değişikliğinin tarımsal sulamaya etkisi incelendi.

Trakya’da 2040 yılına kadar elde edilen verilerle hesaplanan yıllık toplam buharlaşma değerleri, 1975-2010 yıllarını kapsayan dönemle kıyaslandı. Elde edilen sonuçlara göre, tarımda su ihtiyacının Edirne’de yüzde 10-12, Kırklareli’nde yüzde 12-15, Tekirdağ’da ise yüzde 10 civarında artabileceği öngörülüyor.

AA‘ya konuşan Prof. Dr. Levent Şaylan, Türkiye’nin tarımsal kuraklık yaşayan bir ülke olduğunu belirterek, çiftçilerin toprağın nemini ölçüp takip etmelerinin ve bu doğrultuda sulama yapmalarının önemine dikkat çekti.

Trakya Levent Şaylan

Prof. Dr. Şaylan, araştırma kapsamında bitki türü olarak buğday, mısır ve ayçiçeği üzerinde de çalıştıklarını anlattı.

‘Tarımsal araştırmalar artmalı’

Sadece Trakya’da değil, ülke tarımı için önemli olan yerlerde daha detaylı tarımsal meteorolojik araştırmalar yapmak gerektiğini vurgulayan Şaylan, “Öncelikle her ilde bu iklim değişiminin hangi risklere neden olacağını ve bilhassa bunun tarıma etkilerini tarımsal meteorolojik açıdan tespit etmek gerekiyor” dedi.

Şaylan, iklim değişiminin vereceği zararların çeşitlerine göre önlem alınması gerektiğini vurgulayarak, “Sulamada kullanılan suyun büyük bir kısmı yüzey sulama yöntemleriyle uygulanıyor. ‘Salma sulama’ denilen, daha fazla buharlaşmaya neden olan, daha fazla su harcadığımız bu sulamadan uzaklaşılmalı. Bunun yerine basınçlı sulama sistemleri, yağmurlama veya damla sulama gibi suyu daha verimli kullanan sistemler yaygınlaştırılmalı. Bunlar suyun kullanımını azaltırlar. Bunlar için üreticiye mali destekler sağlanması gerekiyor” ifadelerini kullandı.

Dünya Bankası: Tarımda dönüşüm sera gazı emisyonlarını üçte bir azaltabilir
İklim değişikliği meyve verimliliğini ve ticaretini etkiliyor
Türkiye’nin 16 ilinde obruk risk haritası çalışması başlıyor

Trakya’da iklim değişikliği nedeniyle bazı bitkilerin verimlerinde azalma olabileceği de öngörülüyor. Bitkilerin su ihtiyacının doğru zaman ve miktarda karşılanmasının önemini vurgulayan Şaylan, üreticilerin toprakta su olup olmadığını ölçerek sulama zamanını ve miktarını belirlemeleri gerektiğini ifade etti. Bu yöntemle hem tarımsal kuraklığı izlemek hem de sulamada kullanılan su miktarını azaltmak mümkün olacak.

Trakya’daki tarımın geleceği, iklim değişikliğine uyum sağlamak için su yönetimi ve tarımsal pratiklerde yenilikçi yaklaşımların benimsenmesine bağlı. Bu değişiklikler, bölgedeki tarımsal sürdürülebilirliği artırarak, iklim değişikliğinin etkilerini azaltmada kritik bir rol oynayacak.

Lancet’ten iklim değişikliği alarmı: Avrupa’da ölümler artıyor acil iklim eylemi şart!

The Lancet Public Health dergisinde bugün yayınlanan Lancet Sağlık ve İklim Değişikliği Geri Sayım 2024 Avrupa Raporu, iklim değişikliğinin insan sağlığı üzerindeki olumsuz etkilerini, Avrupa ülkelerinin iklim değişikliğini hafifletmek ve  uyum sağlamak için geciken eylemlerini ve iklim eylemiyle sağlığı korumak ve  iyileştirmek için kaçırılan fırsatları vurguluyor.

İklim değişikliğinin sağlık üzerindeki etkilerinin, genellikle sosyo-ekonomik  kalkınma, marjinalleşme ve mevcut eşitsizlik kalıplarının kesişen modellerini  yansıtacak şekilde eşit olmayan bir şekilde dağılma eğiliminde olduğunu vurgulayan rapor;  vatandaşları iklim değişikliğinden korumak için siyasi eylem eksikliğini ortaya koyuyor. Buna göre, pek çok Avrupa ülkesi sera gazı emisyonlarına büyük katkıda bulunmaya ve sağlığa zararlarına rağmen fosil yakıtlara net  sübvansiyon sağlamaya devam ediyor.

Acilen harekete geçilmeli

Yazarlar, sera gazı emisyonlarının azaltılması için acilen harekete geçilmesi  gerektiği ve bu eylemlerin daha temiz hava, daha iyi beslenme, eşitsizliğin azaltılması ve daha yaşanabilir şehirlere yol açarak sağlığa da fayda sağlayacağı konusunda uyarıyor. Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli‘nin (IPCC) en son  raporunda yer alan 2040 yılına kadar net sıfır emisyon tavsiyesini karşılamak için  Avrupa’nın enerji sistemlerinden kaynaklanan emisyonların mevcut oranın yaklaşık üç katına düşmesi gerekiyor.

Şekil 1: Avrupa’da sıcaklık ve ve sağlık bağlantısı:  (A) Üç zaman diliminde (1990–2000, 2001–11, ve 2012–22). Dıştaki gri daire 24 saatlik zaman dilimine göre günün saatini gösterirken, içteki gri daire riskli saatlerin sayısını gösteriyor. (B) Isıya bağlı ölüm oranındaki değişiklik şu şekilde ifade ediliyor: 2003–12 ve 2013–22 yıllarında erkekler için ve (C) kadınlar için 100.000 kişi başına düşen ölüm sayısı. (D) Antropojenik etkenler nedeniyle aşırı sıcaklara bağlı ölüm olaylarının olasılığındaki değişiklikler ısınma, yakın zamandaki gerçek 2003-22 dönemindeki olasılık ile karşı olgusal sanayi öncesi iklim arasındaki bir oran olarak ifade ediliyor. 

Bu, Lancet Countdown in Europe’un Avrupa’da sağlık ve iklim değişikliği alanındaki ilerlemeyi takip eden ikinci gösterge raporu. Rapor için İspanya‘daki Barselona  Süper Bilgisayar Merkezi liderliğinde 42 akademik ve BM kurumunu kapsayan 69  katılımcının disiplinler arası uzmanlığından yararlanarak 42 gösterge izlendi.

İklim değişikliğinin sağlık etkileri, tahmin edilen seviyeleri aştı’

Lancet Public Health dergisinde yayımlanan raporun gösterge bulguları, iklim değişikliğinin olumsuz sağlık etkilerinin  başlangıç seviyelerine kıyasla arttığını ve çoğu etkinin daha önce bildirilen seviyeleri aştığını gösteriyor:

  • Sıcaklığa bağlı ölümlerin, 2003-2012 ve 2013-2022 yılları arasında 100.000 kişi başına ortalama 17 ölüm artışıyla Avrupa’nın çoğunda arttığı tahmin ediliyor.
  • Isı stresi nedeniyle fiziksel aktivite için riskli saatler 1990-2022 yılları arasında hem orta  (örneğin bisiklet veya futbol) hem de yorucu (örneğin rugby veya dağ bisikleti) aktiviteler için  arttı, bu da muhtemelen fiziksel aktivitenin azalmasına ve dolayısıyla bulaşıcı olmayan  hastalık riskinin artmasına neden oldu.
  • Avrupa’da iklime duyarlı çeşitli patojenler ve hastalık vektörleri için iklimsel uygunluk  artı (örneğin, Vibrio, Batı Nil virüsü, dang, chikungunya, Zika, sıtma, leishmaniasis ve  Lyme hastalığı ve diğer kene kaynaklı hastalıkları yayan keneler).
  • Polen sezonunun hem başlangıcı hem de sonu kızılağaç, huş ağacı ve zeytin için değişirken, sezon süresi Avrupa’nın çoğunda neredeyse aynı uzunlukta kaldı.
Şekil 2:  Avrupa’da Batı Nil virüsü, dang humması, Leishmania infantum ve Ixodesricinus kenelerinin iklimsel uygunluğu. 

Lancet Countdown in Europe Direktörü ve ICREA araştırma profesörü ve İspanya Barselona Süper  Bilgisayar Merkezi Küresel Sağlık Direnci grubu lideri Profesör Rachel Lowe, “İklim değişikliği şimdiden Avrupa’daki insanların yaşamlarını ve sağlıklarını tahrip ediyor” diyor:

“Raporumuz,  sıcaklığa bağlı ölümler, yeni ortaya çıkan bulaşıcı hastalıklar ve gıda ve su güvensizliği de dahil olmak  üzere Avrupa genelinde iklimle bağlantılı sağlık etkilerindeki endişe verici artışlara ilişkin kanıtlar sunuyor. Avrupa’da ve tüm dünyada sağlık üzerindeki bu olumsuz etkileri sınırlandırmak için  benzeri görülmemiş bir eylemin zamanı geldi.”

Isınan bir dünyada derinleşen sağlık eşitsizlikleri

İklimle ilgili olumsuz sağlık etkileri ve iklim değişikliğinin sorumluluğu Avrupa’da veya dünya  genelinde eşit değildir ve genellikle sosyo-ekonomik eşitsizlikleri ve marjinalleşmeyi yansıtıyor. Yazarlar, Avrupa’daki risk altındaki grupları ve Avrupa’nın iklim krizindeki sorumluluğunu vurgulayarak eşitsizliğin yönlerine odaklanıyor:

  • Sıcaklığa bağlı ölümler kadınlarda erkeklere kıyasla iki kat daha yüksek, düşük gelirli  hanelerin gıda güvensizliği yaşama olasılığı önemli ölçüde daha yüksek,  dengesiz  beslenmeye bağlı ölümler kadınlar arasında daha yüksek ve orman yangını dumanına maruz kalma oranı yüksek yoksunluk bölgelerinde daha yüksek.
  • Güney Avrupa sıcaklığa bağlı hastalıklardan, orman yangınlarından, gıda güvensizliğinden, kuraklıktan, sivrisinek kaynaklı hastalıklardan ve leishmaniasis’ten daha fazla etkilenme  eğilimindedir. Buna karşılık Kuzey Avrupa, Lyme hastalığı ve kene kaynaklı ensefalit gibi  hastalıkları yayabilen Vibrio ve kenelerden eşit veya daha fazla etkileniyor.

İklim değişikliğinin mevcut sağlık eşitsizliklerini daha da kötüleştirmesine rağmen rapor, iklim  ve sağlık araştırmaları, politikaları ve medyasında eşitlik, hakkaniyet veya adalet konularına çok az yer verildiğini gösteriyor. 2022 yılında Avrupa Parlamentosu’nda sağlık ve iklim  değişikliğinin kesişimine sadece 10 (yüzde 0,1) atıfta bulunuldu.

Lancet Avrupa’da Geri Sayım Araştırma Görevlisi, raporun başyazarı ve İspanya Barselona Süper  Bilgisayar Merkezi’nde doktora sonrası araştırmacı olan Dr. Kim van Daalen, şunları söylüyor:

“İklim değişikliği doğası gereği bir sosyal ve çevresel adalet sorunudur. Avrupa ülkelerine baktığımızda, en  dezavantajlı toplulukların iklimle ilgili sağlık etkilerinden özellikle etkilendiğini görüyoruz. Aynı zamanda, Avrupa ülkeleri tüketimimizin sağlık üzerindeki etkilerini başka yerlere de taşıyor; dünyanın diğer bölgelerinde Avrupa’nın tükettiği mal ve hizmetlerin bir sonucu olarak yerel hava kirliliği ve sera  gazı emisyonları yaşanıyor.”:

  • 2021 yılında, fosil yakıtların yanmasından kaynaklanan emisyonlar Avrupa’da kişi başına 5-4  ton CO2. Bu rakam Afrika‘nın altı katı, Orta ve Güney Amerika‘nın ise neredeyse üç katı.
  • Tüketime dayalı CO2 ve PM2.5 emisyonlarının üretime dayalı emisyonları aşması nedeniyle  birçok Avrupa ülkesi çevresel baskıları hala başka yerlerden tedarik ediyor.

Adil ve sağlıklı bir çevresel geçiş

Avrupa’da iklim değişikliği ve sağlık konusundaki kapsamlı değerlendirmenin bu ilk güncellemesi,  iklim değişikliğinin halihazırda Avrupa genelinde insanların sağlığını olumsuz etkilediğini, ancak  vatandaşları korumaya yönelik siyasi eylem işaretlerinin zayıf olduğunu vurguluyor. Buna göre;

  • Mevcut yörünge, karbon nötrlüğüne 2100 gibi geç bir tarihte ulaşılacağını tahmin ediyor; bu da net sıfır enerji sistemlerine giden yolun ne yazık ki yetersiz kaldığını gösteriyor.
  • Kömür kullanımı 2020’de %12 iken 2021’de Avrupa’nın toplam enerji arzının yüzde 13’üne  yükseldi ve 53 DSÖ Avrupa bölgesi ülkesinden 29’u hala fosil yakıtlar için net sübvansiyon  sağlıyor.
  • 2005-20 döneminde, fosil yakıtların yanmasından kaynaklanan hava kirliliğine (PM2.5) bağlı ölümler Avrupa’da %59 oranında azalmış olup, bunun büyük bir kısmı hava kirliliği kontrol  teknolojilerinden kaynaklandı.
Şekil 3: Avrupa’da ortamdaki ince parçacıklara atfedilebilen erken ölümler:  Gösterge için,  aşağıdan yukarıya emisyon hesaplamalarını atmosferik kimya ve dağılım katsayılarıyla birleştiren model ölüm verileri (Eurostat ve BM Dünya Nüfus Beklentileri 2017), yakıta göre enerji tüketimi ve sektör verileri (Eurostat ve IEA enerji istatistikleri), tarımsal faaliyet verileri (FAOSTAT) ve gübre kullanım verilerini kapsayan (IFASTAT)Sera Gazı ve Hava Kirliliği Etkileşimleri ve Sinerjileri kullanıldı. 

Avrupa’da Lancet Geri Sayım Eş Direktörü ve ISGlobal Araştırma Profesörü Profesör Cathryn Tonne  hazırladıkları raporun Avrupa’da son 15 yılda hava kirliliğinde (PM2.5) bir azalma olduğunu gösterse de, bu  azalmanın ağırlıklı olarak hava kirliliğini azaltan ancak sera gazı emisyonlarını azaltmayan gelişmiş hava  kirliliği kontrol teknolojilerinden kaynaklandığına dikkat çekerek, “Hava kirliliği ve sera gazı emisyonlarını paralel  olarak ele alan uygun politika tedbirlerine hala ihtiyacımız var” diyor.

Kararlı bir şekilde harekete geçilmemesi, mevcut iklim değişikliği etkilerini daha da kötüleştirebilir ve  kısa vadede önemli sağlık yan faydaları için fırsatların kaçırılmasına yol açabilir. Yazarlar, iklim  değişikliğinin Avrupa içinde ve ötesindeki etkilerini ve Avrupa’nın iklim krizinin yaratılmasındaki rolünü göz önünde bulundurarak, Avrupa’nın küresel sorumluluk almayı ve en çok etkilenen  toplulukları desteklemeyi de içeren adil ve sağlıklı bir çevresel geçişi taahhüt etmesi gerektiğini savunuyor.

Dr. Rachel Lowe,  şu uyarılarda bulunuyor: “Gecikmiş eylemin maliyetini şimdiden hissediyoruz – ancak fosil yakıtları aşamalı olarak terk etmekten ve buna giden yollardan elde edebileceğimiz ödülleri de biliyoruz. Adil  ve sağlıklı bir geçişle küresel ısınmayı 1.5C derecenin altında sınırlamak, Avrupa ve ötesindeki  insanlar için hayat kurtarıcı faydalar sağlayacaktır. Avrupa ülkeleri, sağlık ve refaha odaklanan iklim  politikalarını acilen uygulayarak, hastalık ve geçim kaynaklarımıza yönelik tehditlerle yüzleşmek yerine, temiz hava, daha iyi beslenme, eşitsizliğin azaltılması ve daha yaşanabilir şehirlerin sağlık açısından faydalarını hissedebilir.”

Raporun tamamına buradan ulaşabilirsiniz.

 

Dürtmeler sürdürülebilir davranışları teşvik etmede nasıl bir rol oynuyor? – Seda Aksümer  

Davranışsal iktisadın önemli politikalarından olan dürtmeler, en basit tanımı ile hiçbir seçeneği yasaklamadan ve arzu edilen davranışa yönelik önemli teşvikler sunmadan davranışların öngörülebilir bir şekilde değişmesini sağlamaktır. Öncelikle bu yöntemin, bireyin seçim özgürlüğünü kısıtlamadan yalnızca istenilen davranışın eyleme dönüşmesini sağlayan bir araç olarak kullanıldığı hatırlatılmalı!

Basit bir örnekle… İklim krizi yakın gelecekte bizim hayat kalitemizi etkileyecek gibi görünmüyor bu sebeple sorunun kaynağı olsak da eylemlerimizi değiştirmek için gerekli motivasyonumuz yok. Bunun iki sebebi var: iklim değişikliğini yavaşlatmaya yardımcı olacak davranışlar bize zor geliyor ve nasılsa herkes bizim gibi düşünüp bizim gibi davranıyor. Yani bir değişiklik yaratacak küçük davranışların görünür ve kolay olmaması bizi eylemsiz kılıyor. Bu noktada enerji tasarrufu, geri dönüşüm, su tasarrufu ve sürdürülebilir tüketim gibi davranışları teşvik etmek için uygulanan geleneksel politikalar (vergilendirmeler, teşvikler, sübvansiyonlar, ödül ve ceza) arzu edilen davranışın değişmesinde o kadar da etkili olamıyor. Çünkü birçoğumuz gündelik seçimlerimizde otomatik kararlar alarak, miyopik davranışlar sergiliyoruz. 

Peki davranışsal iktisadın alet çantasında bulunan bu güçlü dürtme yöntemi davranışın değişmesinde ne derece etkili oluyor?

Öncelikle biraz popüler kültüre hizmet eden yönüne dikkat çekmek gerekir. Zira o sıralar çoğu devlet, sivil toplum kuruluşları, şirketler ve organizasyonlar dürtme teorisini yakın markaja almıştı. Hem yepyeni bir şeydi hem de maliyetsizdi. Yayınlandıktan sonra tüm dünyada yankı uyandıran Dürtme (Nudge) kitabı, bir ekonomist (Richard Thaler) ve bir hukukçu (Cass Sunstein), tarafından kaleme alınıyor. İnsanların karar alma sürecinde yaptıkları tespitleri ile “sağlık, finans, eğitim, özgürlük ve emeklilik” gibi alanlarda nasıl daha iyi tercihlerde bulunulur? sorusuna çok gerçekçi bir perspektiften (psikoloji biliminden de faydalanarak) cevap aranıyor. Gerçekçi perspektiften kasıt şu: İstenilen davranış bireyler tarafından en kolay şekilde nasıl kabul görebilir? Bunun için de davranış temelli yaklaşımların kolaylaştırıcı olduğu düşünülmüş. Örneğin; çevre kirliliği sorununa “kirleten öder” dayatmasının yerine davranış temelli bilgilendirmeler yapılması hem bireysel hem de organizasyonel davranışın iyileşmesinde oldukça kabul görmektedir. Bunu nereden anlıyoruz?

2011 yılından sonra ABD’de Beyaz Saray Davranış ve Sosyal Bilimler Takımı olarak İngiltere’de ise Davranışsal İç görü Takımı olarak kurulan birimler, hükümetler için davranışsal kamu politikaları tasarlama sürecini başlattı. İstenilen davranışın sürdürülebilir olması için öncelikle akademik yazında hem laboratuvar hem da saha deneyleri ile test edilen çalışmalar, kanıta yönelik politikalar geliştirilmesine öncülük etti.

En bilinen örnekleri ile… ABD’de yapılan bir çalışmada obezitenin önüne geçmek için bireylerin alışveriş yaptığı kasanın hemen yanında yağlı ve şekerli atıştırmalıklarının yerine sağlıklı yiyecekler yerleştirilmiş. Böylelikle bireylerin önceki tercihlerinin (sağlıksız yiyecekler) büyük oranda değiştiği gözlenmiş. Dürtmelerin kamu politikalarında diğer yaygın kullanımı da varsayılan seçenektir. Yani hiçbir şeyi seçmediğimizde otomatik olarak seçilendir. Bunun en açık örneği organ bağışı ile ilgili yapılan çalışmalardan anlaşılıyor.

İngiltere ve ABD’de yapılan çalışmalarda, bireylerin çoğunluğu organ bağışçısı olmak istediğini beyan etse de bunu resmi olarak bildirmekten çekindiklerini ortaya konmuş. Bu durumun iki sebebi var: atalet (erteleme) ve kaçınma kuralı. Ancak organ bağışçısı olma seçeneği varsayılan şekilde sunulduğunda bireylerin çoğunluğunda statükodaki seçenekte kalma eğilimi olduğu gözlenmiş. Dürtmelerin etkin olduğunu ortaya koyan bir diğer organ bağışı kampanyası Almanya ve Avusturya’da yürütülen iki farklı çalışmanın örnekleridir. Avusturya’da bireylerin organ bağışçısı olma davranışlarını teşvik etmek için seçenekler varsayılan olarak sunulmuş Almanya’da ise bu davranışın gönüllülük esasına dayandığı bir çerçeve çizilmiş. Sonuçlar Avusturya’da insanların büyük bir çoğunluğunun organ bağışçısı olmayı tercih ederken, Almanya’da bu oranın oldukça düşük tercih oranına sahip olduğu ortaya konmuş.

Bir diğer örnek bireysel emeklilik sistemine otomatik katılım. Kayıptan kaçınma ve erteleme yanlılıklarının davranışlarda belirleyici olduğu düşünüldüğünde, uzak gelecekte emeklilik imkanlarının çok da kritik olmadığını söyleyebiliriz. Bu kapsamda yapılan çalışmalar, bireysel emeklilik sistemine katılımın varsayılan olarak sunulduğu durumda, otomatik olarak bu tercihte kaldıklarını gösteriyor. Ayrıca ABD ve İngiltere’nin dışında; Avustralya, Kanada, İtalya, Danimarka, Fransa, Almanya, Hollanda, Singapur ve Çin gibi ülkelerde de davranışsal içgörülere başvurularak genişletilen davranışsal kamu politikaları yaygın bir şekilde kullanılmaya başlanmış ve hala devam etmekte.

Peki çevre yanlısı davranışlarda dürtmeler etkili oluyor mu?

Çoğu zaman evet… Çünkü bu alanda kullanılan dürtmeler çoğunlukla bireylerin neden çevre yanlısı davranışlar gösteremediğini bilişsel kısıtlar ile açıklıyor ve bu uyaranlar bireyin davranışını otomatik hale getirmesine yol açabiliyor. Örneğin hane halkı, öğrenciler, devlet çalışanları ya da özel sektör çalışanları ile yapılan saha deneylerinde sosyal norm, çerçeveleme ve bilgilendirme dürtmelerinin davranışı ne ölçüde değiştirdiği araştıran çalışmalar bulmak mümkün. Bu katılımcı profillerine verilen;

  • “komşularınız sizden yüzde 70 oranında daha fazla geri dönüşüm yapıyor” 
  • “diğer üniversitedeki öğrenciler enerji tasarrufunun geleceğimiz için çok önemli olduğunu düşünüyor”
  • “daha fazla kağıt tüketerek her yıl milyonlarca ağacın ölmesine sebep oluyorsunuz”
  • “şimdi su tasarrufu yapmazsanız nasıl bir gelecek sizi bekliyor?” gibi mesajların sürdürülebilir davranışların iyileştirilmesinde önemli derecede etkili olduğu gözlenmiş.

Dolayısıyla seçim mimarisinde yapılacak değişikliklerin, istenilen davranışların gerçekleşmesini sağlamak için önemli bir araç olduğunu söylemek mümkün. Bu noktada geleneksel kamu politikalarından farklılaşan bazı faktörler belirginleşiyor. En önemlileri bireyin çevre yanlısı davranışlarda bulunmasını sağlayacak içsel ve dışsal motivasyonların görünür kılınması. Sonrasında istenilen davranışın basitleştirilmesi ve küçük uyaranlarla hatırlatılması… Çünkü bireyin çevre yanlısı davranışlarının iyileştirilmesi için herhangi bir toplumsal grubun davranışları hatırlatıldığında otomatik olarak taklit etme, benzeşme ya da o gruptan daha iyisini yapma refleksleri hatırlatılmış oluyor. Ya da ekosistemin geleceğine dair çevresel kaygıların hatırlatılması bireyin davranış değişikliğinde önemli bir itici güç olabiliyor.

İlk başta sorduğum soruya geri dönecek olursam. Evet davranışın değişmesi bu kadar basit olabilir. İnsanları zorlamadan ödül ya da ceza vermeden çevre yanlısı davranışlarda bulunmasını sağlamak mümkün elbette. Bu nasıl sağlanacak? Diğer örnek ülkelerde olduğu gibi, davranışsal kamu politikaları uygulayacak bir hükümet vizyonu ile. Bu alanda ülkemizde gerçekleşen ilk kurumsal girişim, 2017 yılında Ekonomi Bakanlığı’na bağlı Davranışsal Kamu Politikaları ve Yeni Nesil Teknolojiler Dairesi’nin kurulması idi. Bu kurum bir süre çalışmalarını sağlık, emeklilik, çevre kirliliği (plastik poşet kullanımı) ve ticaret alanlarında sürdürmüş ancak kanıta dayalı araştırmaların devam etmesi için gerekli motivasyonun sağlanamadığı anlaşılıyor. Dolayısıyla çevre yanlısı davranışların otomatik hale gelmesi için gecikmeli ve sürdürülemez politikalar yerine sorunun kaynağında iyileştirilmeye ya da çözülmeye çalışıldığı davranışsal kamu politikalarının uygulanması gerektiği aşikar.