Dış Köşe

Kadınca iki ütopia – Sara Aktaş

0

Ütopia denilince genellikle Platon ve Thomos Moore ve onların dünyaları aklımıza gelir. Her ne kadar zaman aktıkça bu isimlere isim eklemişse de genellikle bunlar kadın olmamış, ütopia bir erkek yazını ve erkek aklının tezahürü olarak zihinlerimizde yer edinmiştir. 1970’lerden sonra bu bakışın değiştiğine tanıklık ediyoruz. Feminist bir kadın yazımı gelişmeye başlar ve buna paralel olarak da kadın yazarlar kadınca ütopialar yazmaya öncülük eder. Kadınca perspektiften araştırmaların güçlenmesiyle 1700’lerin sonlarından itibaren kadınların ütopik metinler yazdıkları keşfedilir. Buna rağmen Doğu ülkelerinde ki kadınlar gibi bu ülkelerde ki kadın ütopyalarının görmezden gelinmesine devam edildi. İşte Güney Asya’nın önemli feminist isimlerinden olan Begum Rokeya Hossain iki feminist ütopyası ile bu algıyı parçalamakta ve Doğuda bir kadın tarafından yazılmış iki çarpıcı ütopia örneğini okuma hazzını bize yaşatmaktadır. Sultanın Rüyası ve Pagmarag…

Yalnızca kadınların kalın zincirlerle köleleştirildiği veya yok edildiği erkek aklının ve dogmaların kalın bir tezahürü gibi yansıyan Doğu ülkelerinin mücadele tutkusuyla ömrünün her anını anlamlı kılan ama hak ettiği kadar tanınmayan yüzlerce öncü kadından biri olan Rokeya, 1880’de doğar ve 1932 yılında hayata veda eder. Bangladeş’in ilk kadın Müslüman yazarı olarak yaşadığı sürece kadınların özgürleşmesi için inançla çalışır, hiçbir engel tanımaz. Bu onu Bangladeş’te “Müslüman uyanışına neden olan öncü” yapar. Çünkü o ülkesinin genellinde tahakküm altında tutulan, kapatılan çocuk yaşta evlendirilen fiziksel olarak kısıtlanan, eğitim alamayan kadınların yaşamını değiştirmek için ömrünün sonuna kadar mücadele eder. Yazar ve eğitimci olmanın yanı sıra kadın hareketinde ve sivil çalışmalarda etkin olarak yer alır, kadın hakları için mücadele eden Bengal Müslüman Kadınlar Derneği’ni kurar. Rokeya, ülkesindeki ve Müslüman toplumdaki harem sistemine karşı büyük bir mücadele verir. Zira ülkesinde kız çocukları 6, 7 yaşlarından itibaren hareme alınıyor ve kısa süre içerisinde de evlenmeye hazır kabul ediliyordu. Yeni gelin olan kadınların konuşması bile yasaktır, öyle ki kendi öz teyzesi de yardım istemek için konuşamadığından trenin altında kalarak hayatını kaybetmiştir. Bu olayı hayatının en büyük trajedilerinden biri olarak tanımlayan Begum Rokeya, yazdıklarıyla tüm bu toplumsal kuralları ve doğar yargılarını, kadınlar üzerindeki baskıları ve Harem sistemini şiddetle eleştirir. Tanrının insanları eşit yarattığını dile getirerek harem geleneğini “göz önünde olan açık bir yara değil, karbonmonoksit gibi sessizce öldüren bir şey olarak tanımlar. Çocuk yaşta evliliklere ve eşitsizliğe karşı çıkar, kadının eğitimini, ekonomik bağımsızlığını ve bilinçlenmesini savunur. Daha da önemlisi Güney Asya’da bir Müslüman kadın hareketinin oluşmasına önemli katkılarda bulunur.

Rokeya, Pagmarog’da hem bir kimsesizler evi olan Tarini Bhavanı ve o sıra yaşanan karmaşık bir aşk hikayesini anlatır hem de dönemin Hindistan ve İngiliz toplumlarındaki ataerkil uygulamaları eleştirir. Hangidin, ırk ya da sınıftan olursa olsun bütün kadınların nasılda baskı, şiddet ve aşağlanmalara maruz kaldıklarını anlatır. Sultanın Rüyası’nda ise erkeklerin eve kapatıldığı kadınların ise siyasette bilimde sanatta yani “dışarıda” olduğu bir dünya kurgular. “Günahta ve kötülükten arınmış bir yer” olarak tanımladığı bu ülkede, kadınlar ve erkekler ironik olarak bir nevi yer değiştirir. Aslında erkeklerin kapatılması gerektiğinin mesajını verdiği bu ütopiada var olanı tersine çevirerek toplumsal uygulamaların yanlışlığını göstermeye çalışır. Böylelikle erkek zihniyetine empati yaptırarak sarsıcı bir değişim yaratmak ister. Rokeya her iki ütopiasında da yalnızca kadınların sorununu göstermekle kalmaz, bir bilinç oluşturma çabasıyla kadınları mücadeleye davet eder.

Sonuç olarak Rokeya ütopialarında anlattıklarında bana göre biraz da Gadamer’in “ufukların füzyonu” dediği şeyi gerçekleştiriyor. Bir yer ve rol değiştirme işlemi ile kurguladığı kadınlar ülkesi ile erkekleri ötekileştirdiklerini cinsi tüm hakikati ile anlayabilmeleri için öncellikle kendilerini anlamak ve çözümlemek zorunda bırakıyor. Erkek kendini anladıkça ötekileştirdiğini ve yok saydığını da anlayacak. Ortak anlamak buradan başlayacaktır.  Erkeği “erkeklik” rolünden, onun duygu ve düşüncesinden, dilinden kültüründen kısacası tarihinden boşandırarak tersinden bir okuma yapmamızı sağlar. Erkekliğin üzerinde yükseldiği kanlı tarihinin kodlarında, erkeklik ve kadınlık rollerinde etkili bir sarsıntı yaratarak hayatın kadınca bir yorumlanmasını nasıl olabileceğine açıklık getirir. Diğer bir yandan ise tözsel, kategorik ve antolojik olarak varlığı hep bir saldırı altında olan kadının bedeni kadar ruhunun da sorgulandığı bir coğrafyada kadınca bir başkaldırının öncüsü olur. Kadınlar vardır ve mücadele edeceklerdir der. Bu nedenle ben Rokeya’nın yazdıkları, hem bir karşı koyuş hem bir çözüm arayışıdır diyorum. Hem bir sorun tespiti hem de bir tavır alıştır, ama en çok da başkaldırıdır. Başkaldırmaya davettir.

Sara Aktaş – Özgür Gündem

More in Dış Köşe

You may also like

Comments

Comments are closed.