Ana Sayfa Blog Sayfa 851

Kuzeydoğu Akdeniz kıyıları mikroplastik kirliliği nedeniyle yüzmeye elverişli değil

Mersin ve İskenderun Körfezi kendine özgü akıntı dinamiği nedeniyle körfeze giren plastik çöplerin körfez dışına çıkamayarak ya dibe çökmesine ya da zaman zaman son zamanlarda Mersin ve Adana’da yaşayan vatandaşların sıklıkla şikâyet ettiği gibi kıyıya vurmasına neden olmaktadır.

Özellikle Cebelitarık’tan girerek Doğu Akdeniz’e kadar Kuzey Afrika kıyılarını geçerek gelen Merkezi Akdeniz Akıntısı hareketi boyunca topladığı kıyısal alan girdilerini Nil Nehri‘nin de katkısıyla kuzeye kadar taşımakta, daha sonra ise Asi Nehri’nin girdilerini alarak İskenderun Körfezi çıkışından Mersin Körfezi açıklarına kadar taşımaktadır.

Bu akıntıya Ceyhan Nehri’nin de taşıdığı plastik çöpler dâhil olmakta ve daha sonra da Seyhan Nehri ile taşınanların bir kısmı bu sisteme dahil olarak Mersin Körfezi açıklarına taşınmaktadır. Her iki nehrin taşıdığı çöplerin yanında körfezin içerisine dökülen Tarsus Çayı, Berdan Çayı, Göksu Çayı gibi nehirlerin taşıdığı çöpler de körfez içerisindeki saat yönünü ve saat yönünün tersi akıntılara dâhil olarak körfezde birikim yapmaktadır. Merkezi Akdeniz akıntısıyla karışımı sınırlı olan bu girdapların zaman zaman bu plastik ve mikroplastik çöpleri kıyıya taşıması farklı dönemlerde vatandaşlar tarafından bildirilmektedir.

Mersin Körfezi hali hazırda hem Türkiye kıyılarının hem de Akdeniz’in mikroplastik açısından en kirli körfezi olma özelliğindedir. 2018 yılında yaptığımız bir çalışmaya göre Mersin Körfezi, km2 başına 7 milyon adetten fazla mikroplastik barındırmaktadır. Bu miktarın son zamanlarda daha da arttığını söylemek mümkün. Özellikle Adana/Karataş ve Yumurtalık sahillerinde de benzer durumlar rapor edilmektedir. Bu da plastik çöp ithal eden geri dönüşüm işletmelerinin dönüşümü mümkün olmayan çöpleri nehir ve sulama kanallarına boşaltıyor oldukları ihtimalini doğurmaktadır.

Nehirler, tarım, atıksu tesisleri, seller…

Bu mikroplastik probleminin nedeni olan kaynakları sıralayacak olursak:

1. Seyhan ve Ceyhan Nehirleri aracılığıyla gelen tarımsal ve geri dönüşüm/plastik endüstrisi kaynaklı mikroplastikler:

2018 yılında İtalya’da Svitlana Liubartseva liderliğinde yapılan bir modelleme çalışmasına göre Türkiye’nin Kilikya baseni olarak adlandırılan ve Antalya, Mersin ve İskenderun körfezlerini de içine alan bölge, Akdeniz’in en kirli bölgelerinden biri olarak ortaya konulmuştur. Çalışmaya göre 5.109 ton ile Ceyhan Nehri ve 3.465 ton ile Seyhan Nehri Akdeniz’e en fazla plastik çöp taşıyan ilk dört kaynaktan ikisidir.

Bunun yanında yakın zamanda ortaya çıkan ve basında da yer bulan ithal plastik çöplerin geri dönüşüm işletmeleri tarafından havuz dibi kırpılmış plastiklerle beraber yasadışı olarak nehir ve kanal kenarlarına dökülmesi de Mersin ve İskenderun körfezindeki kirliliğe önemli katkı sunmaktadır. Bu kaynakların yanında yetersiz atık yönetim alt yapısı da çoğunlukla dere yatakları ve Adana il sınırları içerisinden geçerek Mersin il sınırından Seyhan Nehri’ne karışan sulama kanalları, Karagöçer Kanalı, Tarsus Çayı kenarlarına dökülen plastik içerikli çöplerin de Mersin Körfezi’ne taşınmasına neden olmaktadır. Buna ek olarak özellikle geri dönüşümcüler sitesi niteliğindeki alanlar ve Adana’nın güneybatı kısımlarında kurulu bulunan geri dönüşüm tesisleri de önemli miktarda kırpılmış plastiği hem atık suya hem de yasa dışı olarak nehirlere deşarj etmektedir. Ortalama bir geri dönüşüm tesisinin atık suya bıraktığı mikroplastik miktarı 100-150 kg civarında olduğu tahmin edilmektedir. Buna dair herhangi bir yasal düzenleme ise söz konusu değildir.

Çukurova’da özellikle karpuz, kavun, domates, biber, marul, vb. ürünlerin yetiştiriciliği esnasında uygulanan alçak tünel seracılığı ve tek kullanımlık damlama sulama faaliyetleri önemli miktarda plastik kirleticinin Mersin ve İskenderun körfezine nehirler, kanallar ve yüzey akışıyla taşınmasına neden olmaktadır. Çünkü bu uygulamalardan sonra önemli miktarda plastik tarlada bırakılmakta ve bunlar da ilk yağışlarda ya da sulamada olduğu gibi denizel ortama taşınmaktadır. Özellikle siyah renkli plastik parçacıklar ve şeffaf renkli film tipteki plastiklerin kaynakları tarımsal faaliyetlerdir.

2. Mersin’de ve Adana’da kurulu bulunan geri dönüşüm tesislerinin yasadışı boşaltım faaliyetleri ve atık suları nedeniyle sucul kaynaklara karışan mikroplastikler:

Mersin-Adana yolu (E-5) üzerinde kurulu bulunan geri dönüşüm tesislerinin yasadışı deşarjları ve atık suya karıştırdıkları kırılmış plastikler de önemli bir kirletici kaynağıdır. Bu tesislerin çoğunluğu herhangi bir arıtma sistemine sahip olmadığı için önemli miktarda kırpılmış plastiği atık suya ya da su kaynaklarına bırakmakta ve bu da bir mikroplastik kaynağı olarak Akdeniz’i kirletmektedir.

3. Diğer Doğu Akdeniz ülkelerinin denize boşalttığı plastik çöplerin, çeşitli faktörler yoluyla parçalanıp akıntı yoluyla Mersin ve Adana kıyılarına ulaşması:

Merkezi Akdeniz akıntısı yardımıyla çoğunluğu Libya, Mısır, Suriye, İsrail ve Kıbrıs gibi yerlerden denize karışan plastik atıklar Samandağ, Dörtyol, Karataş, Adanalıoğlu başta olmak üzere geniş bir alanda kıyıya vurmakta ve bu alanlardaki canlı yaşamını olumsuz etkilemektedir. Bunun yanında bu plastik çöplerin akıntılar aracılığıyla taşınması esnasında parçalanması da mikroplastiklerin meydana gelmesine neden olmakta ve bunlar da önemli bir kirletici olarak kıyılarımızı kirletmektedir.

4. Aşırı yağışlar nedeniyle meydana gelen seller aracılığıyla gerçekleşen yüzeysel taşınım:

İklim değişimi nedeniyle değişen yağış rejimleri ve ortaya çıkan yağış anomalileri ani taşkınların olmasına ve böylelikle de önemli miktarda karasal çöpün denize taşınmasına neden olmaktadır. Örneğin 2016 Aralık ayında meydana gelen ve çok sayıda zarara neden olan sel felaketi sonrası Mersin Körfezi’ndeki mikroplastik çöp miktarı 14.2 kat artmıştır. Özellikle gelişigüzel çevreye bırakılan çöpler bu tür yağışlar ile birlikte olduğu gibi körfeze taşınmaktadır.

5. Atık Su arıtma tesisleri:

Yapılan çalışmalar göstermektedir ki atık su arıtma tesisleri mikroplastikleri yeteri düzeyde arıtamamaktadır. Bu durum da önemli miktarda mikroplastiğin denizel ortama taşınmasına neden olmaktadır. Ayrıca arıtılsa bile atık su çamuruna hapsolan mikroplastikler de bu çamurun tarımsal kullanımı söz konusuysa önce tarım toprağına daha sonra da yüzey akışıyla denizel ortama taşınmasına neden olmaktadır.

2018 yılında Adana’daki iki arıtma tesisinde yaptığımız bir çalışma bu tesislerin, tesise gelen mikroplastiklerin sadece %70’lik bir kısmını arıtabildiğini ortaya koymaktadır. Mersin’de 2020 yılında yapılan bir çalışmada ise kentteki arıtma tesislerinin mikroplastik arıtma kapasitesinin %55’lere kadar düştüğü görülmüştü. Günlük olarak milyarlarca mikroplastiğin girdiği bu tesislerden çıkan mikroplastiklerin de azımsanamayacak düzeyde yüksek olduğu anlaşılmaktadır.

6. Tek kullanımlık plastikler:

Yapılan çalışmalar denizel ortamdaki plastik çöplerin %50’den fazlasının tek kullanımlık plastiklerden oluştuğunu ortaya koymaktadır. Özellikle plastik pet şişeler, pipetler, bardak ve tabak gibi plastik tek kullanımlıklar ile tek kullanımlık diğer içecek ve yiyecek ambalajları önemli miktarda deniz çöpü kaynağıdırlar. Bu durum Mersi, Adana ve Hatay illeri için de geçerlidir. 2016 yılında yapılan bir çalışmaya göre Mersin ili kıyısal alanlarındaki sahiller çok kirli ve kirli olarak sınıflandırılmaktadır. Aynı çalışmada da plastikler toplan sahil çöpünün %73’ünü oluşturmaktadır.

Sonuç olarak Mersin ve İskenderun Körfezi özelinde bu yıl gündeme gelen ancak uzun süredir vuku bulan mikroplastik kirlilik problemi çok çeşitli kaynaklardan dolayı meydana gelmektedir. Bu bağlamda bütünlüklü bir planlamayla uzun vadede bu kirlilik önemli ölçüde azaltılabilecektir. Özellikle geri dönüşüm tesislerinin kontrolleri, gelişi güzel dökülen plastik içerikli çöplerin hızlıca kaldırılması, atık su arıtma tesislerinin iyileştirilmesi ve nehir ağızlarında mikroplastikler için yenilikçi önleme teknolojilerinin uygulanması ve en nihayetinde Mersin, Adana ve Hatay illeri için plastikten çıkış yol haritasının belirlenmesi bu kirliliğin de ortadan kalkmasa da hafiflemesine oldukça yardımcı olacaktır.

 

 

Boğaziçi yönetimi bazı mezunların kartlarını iptal etti: ‘Gösteri ve eylemlerle huzuru bozdunuz’

Boğaziçi Üniversitesi‘nden bazı mezunlara dün Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Fazıl Önder Sönmez imzasıyla ‘mezun kartlarının süresiz olarak iptal edildiğine’ dair bir e-posta gönderildi.

Medyascope’un haberine göre, mezunlara ‘kampüse girişine izin verilmeyeceği‘ bildirilen yazıda şu ifadeler yer aldı:

“Kampüste yaptığınız gösteri ve eylemlerle üniversitenin huzur ve güvenliğini bozduğunuz tespit edildiğinden, mezun kartınız süresiz olarak iptal edilmiş olup, kampüse girişinize izin verilmeyecektir. Bilgilerinizi rica ederim.”

Boğaziçililer, söz konusu yazının bu yıl mezun olan bazı öğrencilere gittiğini belirtiyor.

Atanmış rektör İnci’nin isteğiyle, altı Boğaziçili öğrenciye uzaklaştırma

 

Hürriyet’in hukuksuzca işten çıkardığı gazetecilerin işe iade ve tazminat kararı onandı

Türkiye Gazeteciler Sendikası (TGS), Hürriyet Gazetesi’nde işten çıkarılan gazetecilerin açtığı davada verilen işe iade ve tazminat kararının İstinaf tarafından onandığını duyurdu.

2019 yılında 45 gazeteci, Demirören Medya Grubu altındaki Hürriyet Gazetesi’nden “yönetim kurulunun işletimsel kararı” denilerek, gerekçe gösterilmeden işten çıkarılmış, tazminatları da ödenmemişti.

Gazeteciler, Doğan Medya‘nın Demirören grubuna satılmasıyla sendikaya üye oldukları için işten çıkarıldıklarını söyleyerek hukuki süreç başlatmıştı.

Dava sonucunda İş Mahkemesi gazetecileri haklı bularak işvereni hem sendikal hem de boşta geçen süre için tazminat ödemeye ve işe iade, kıdem, ihbar ve izin gibi haklarını vermeye mahkum etmişti.

Sendika, bugün kararın kesinleştiğini şu sözlerle duyurdu:

“Hürriyet’ten atılan üyelerimizle ilgili sendikal tazminat ve işe iade kararı istinafta bugün kesinleşti. Mahkeme Demirören Medya’ya ‘sendikalı gazeteciyi işten atamazsın’ dedi. Sıra diğer davalarımızda.”

 

 

Erkekler Haziran’da en az 32 kadını öldürdü

bianet‘in yerel ve ulusal gazetelerden, haber sitelerinden ve ajanslardan derlediği haberlerden oluşturduğu Erkek Şiddeti Çetelesi’ne göre; erkekler Haziran’da en az 32 kadını ve yedi çocuğu öldürdü.

Haziran’da en az 14 kadının ölümü basına “şüpheli” ölüm olarak yansıdı.

Erkekler, en az 89 kadına şiddet uyguladı, en az 41 kız ve oğlan çocuğunu istismar etti, en az 27 kadını taciz etti, 24 kadını da seks işçiliğine zorladı.

Evrim Kepenek’in aktardığına göre; erkekler, Haziran’da en az 32 kadını öldürdü; geçen yıl bu sayı 24 idi.

Ayrıca erkekler, kadınların yanında bulunan en az altı erkeği de öldürdü.
Kadınları öldüren erkeklerden biri polis biri de astsubaydı. En az üç kadın koruma kararına rağmen öldürdü.

Bahaneler: Ayrılmak istedi, barışmak istemedi

Erkeklerin 18 kadını öldürme “bahanesi” basına yansımadı. Erkekler 10 kadını ayrılmak istediği veya barışmak istemediği için öldürdü.

Erkekler bir kadını “kıskandığı”, bir kadını “namus”, bir kadını “gürültü yaptığı”, iki kadını “köpek beslediği” için öldürdü. Erkekler bir kadını da “şaka yaptım” diyerek öldürdü.

22 kadını kocası, eski kocası, sevgilisi erkekler, üç kadını oğlu, üç kadını akrabası, iki kadını komşusu öldürdü. İki kadını öldüren beş erkeğin yakınlık derecesi basına yansımadı.

Fotoğraf: Emre Orman / csgorselarsiv.org

Kadınları öldüren 36 fail vardı. 19 fail erkek tutuklandı. İki fail gözaltına alındı, sekiz fail intihar etti. Bir failin süreci basına “kaçtı” diye yansıdı.

Haziran 2022’de erkekler en az 27 kadını taciz etti. Bu sayı geçen yıl aynı ay yedi idi. Erkekler, 23 kadını sözlü ve fiziki yollarla taciz etti.

Erkekler en az 89 kadına şiddet uyguladı

Erkekler, Haziran’da en az 89 kadına şiddet uyguladı. Geçen yıl da aynı ay bu sayı, 94 idi. Erkeklerin şiddet uyguladığı 12 kadın “ağır” hasta olarak hastaneye kaldırıldı. Erkekler en az on sekiz kadına “koruma kararını” ihlal ederek şiddet uyguladı.

En az 62 kadını kocası, eski sevgilisi öldürdü, 17 kadına şiddet uygulayan 13 erkeğin yakınlık derecesi basına yansımadı.

Fotoğraf: Dilara Açıkgöz / csgorselarsiv.or

Erkekler, 18 kadına boşanmak istediği/barışmak istemediği için şiddet uygularken, sekiz kadına kıskandığı için şiddet uyguladı. Erkeklerin 63 kadına şiddet uygulama bahanesi basına yansımadı.

82 failin yalnızca 16’sı tutuklandı

Kadınlara şiddet uygulayan en az 82 fail vardı. 16 fail tutuklandı, 26 fail hakkında yasal süreç başlatıldı. Altı failin süreci basına “kaçtı”, “aranıyor” diye yansıdı. İki fail intihar etti. Altı fail “delil yetersizliğinden” serbest bırakıldı. 26 failin hukuki süreci basına yansımadı.

Fotoğraf: Fatoş Sarıkaya / csgorselarsiv.org

Erkekler en az 24 kadını seks işçiliğine zorladı

Erkekler, Haziran’da en az 24 kadını seks işçiliğine zorladı. Geçen yıl aynı ay bu sayı, 63 idi. Seks işçiliğine zorlanan 24 kadın Türkiye vatandaşı değildi. Seks işçiliğine zorlananlar arasında çocuklar da vardı. Kadınları seks işçiliğine zorlayan 51 fail vardı. Hiçbiri tutuklanmadı.

Erkekler, yedi çocuğu öldürdü, 41 çocuğu istismar etti

Erkekler Haziran’da yedi çocuğu öldürdü. Altı çocuğu babası, bir çocuğu 15 yaşında bir çocuk öldürdü. Çocukları altı fail vardı. Üçü intihar etti. İki failin hukuki süreci basına yansımadı.

Erkekler, Haziran’a en az 41 kız ve oğlan çocuğunu istismar etti. Geçen yıl aynı ay bu sayı 16 idi.

Kazdağları’nın çilesi bitmiyor: Arıklı’da uranyum madenciliği için sondajlar başladı

Çanakkale’nin Ayvacık ilçesine bağlı Arıklı Köyü yakınlarında Maden Tetkik ve Arama Genel Müdürlüğü (MTA) tarafından uranyum ve toryum madenleri için sondaj çalışmaları başlatıldı. 

Haziran ayında başlayan sondaj çalışmalarını, nedenleri ve olası sonuçlarını Kazdağı Doğal ve Kültürel Varlıklarını Koruma Derneği başkanı Süheyla Doğan ile Yeşil Gazete nükleer editörü ve nükleersiz.org koordinatörü Pınar Demircan’la konuştuk.

Yaklaşık bir hafta öncesinde başlayan sondaj çalışmalarının olduğu bölgeyi gidip gördüklerini ve devam eden çalışmalarda yetkili isimlerle konuştuklarını belirten Süheyla Doğan, bölgeden izlenimlerini aktarıyor:

“Daha yeni başlamıştı sondaj, bir yandan sondaj makinesi çalışıyordu. Görüşmek istediğimizi söyledik. Yetkili kişiler ruhsatlı olduğunu söylediler. Ruhsatları görmek istedik, göstermediler.”

Sondaj çalışmalarına karşı Arıklı Dayanışması

Süheyla Doğan, köylüleri söz konusu çalışmalara dair bilgilendirmek üzere bir toplantı gerçekleştirerek uzmanlarla bir araya getirdiklerini söylüyor.

Dün gerçekleştirilen toplantı sonrasında Arıklı Dayanışması kuruluyor.

 ‘Kanser olmak, ölmek istemiyoruz’

Yarın 15.00’da Ayvacık Kaymakamlığı ve Cumhuriyet Başsavcılığına dilekçelerin verileceğini duyuran Arıklı Dayanışması ve Kazdağı Doğal ve Kültürel Varlıkları Koruma Derneği tarafından yapılan çağrı şöyle:

“Köyümüzde, bölgemizde Ege’nin incisi Küçükkuyu’da, Ayvacık’ta, Kazdağları’nda toryum da uranyum da aranmasını ve çıkartılmasını istemiyoruz. Manisa’nın Köprübaşı ilçesinde, Söke’nin Kısır Köyü’nde uranyum arama ve işletmesi yapılan yerlerde yüksek radyasyon değerleri ölçüldüğünü ve yöre halkın kansere yakalandığını duyuyoruz. Kanser olmak, ölmek istemiyoruz.”

‘Bütün körfez etkilenecek’

Doğan, sondaj çalışmalarından yalnızca Arıklı’nın değil, bütün körfezin etkileneceğini şu sözlerle anlatıyor:

“Köylüler çok haberdar değil henüz. ÇED izni olmadığı için orman izni alanlarını bilmiyoruz ama ruhsat alanı 3444 hektar. Proje Nusratlı, Arıklı, Ahmetçe, Sazlı, Kozlu, Hüseyinfakı, Kırca, Büyükhusun köylerinin hepsini etkiliyor.”

Türkiye’nin sondajları ve nükleer enerji

Nükleer araştırmacısı Pınar Demircan ise uranyum ve toryum sondajlarıyla ilgili olarak 1970’lerde yapılan benzer çalışmalara değiniyor:

“En son 1979’da sondajların yapıldığını ve kapatıldığını biliyoruz. Bu sondajlar geçmişte Türkiye’de nükleer santral kurulması için girişimlerde bulunulurken yakıt tedariki olacağı iddiasıyla gerçekleştiriliyordu. Fakat bugünkü sondajlar Türkiye’deki nükleer santral projelerine yönelik bir hammadde tedariki çerçevesinde değerlendirilemez.  Yani bugün çıkarılmak istenen uranyumun Akkuyu Nükleer Santrali’ne yönelik hammadde ihtiyacı gibi sunularak milliyetçi kesimlerin heyecanlandırılması amaçlanıyorsa, bununla çok yanlış bir yere gidiliyor ”

“Kaldı ki söz konusu nükleer santral Türkiye’nin de değil, Rusya’nın santralidir” diyen Demircan, “Eğer öyle gibi sunuluyorsa burada büyük bir kandırmaca var” diye konuşuyor.  Demircan, bölgede yapılan sondaj çalışmalarını, sermaye gruplarını cezbetmeye yönelik bir paket olarak nitelendiriyor: 

“Tıpkı altın ve kömür madenleri ruhsatlarının dağıtıldığı gibi ruhsatlar dağıtılıyor. Nükleer santral  velev ki devreye girerse bu uygulamaları atık süreçlerinde de göreceğiz. Özel şirketlerin atık süreçlerinde yetkilendirilmesiyle sermaye gruplarına yeni iş pastaları yaratılması sağlanacak. ”

‘ÇED’siz aranması kabul edilemez’

Öte yandan bölgede yapılan çalışmalar için Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) raporuna gerek dahi duyulmuyor. Süheyla Doğan, uranyum ve toryumun hem arama, hem çıkarma aşamasında çok ciddi riskli madenler olduğunu hatırlatarak “Kesinlikle ÇED’siz aranması kabul edilemez” diyor.

Bölgede daha önce yapılan sondaj faaliyetlerini de hatırlatan Doğan endişelerini şöyle ifade ediyor:

“1970 ve 1980’li yıllarda daha önce zaten köyde aramalar yapılmış, o alanlarda daha önce yapılan ölçümler çok yüksek radyasyon sonuçları veriyor. Bu konuda maden uzmanlarının raporları da var. Bu konuda daha önce denetleme yapılmamışken yeni sondaj çalışmaları yapılması bizim için çok endişe verici. Bütün bu süreçler hem çevre hem de bölge halkı sağlığı açısından bizi çok endişelendiriyor.”

Pınar Demircan ise uranyum madenciliğinin aşamalarıyla ilgili olarak “Sondajların yapıldığı bu aşamada henüz uranyum kayaçları çıkarılmış değil. Şu anda kuyular açılarak belli metotlarla uranyumun rezervinin uygunluğu ölçülüyor” bilgisini veriyor. 

Ekosistemde 4.5 milyar yıla varan etki

Araştırma aşamasında dahi kayaçların kırılması durumunda bölgede sağlık açısından riskli durumlar oluşacağını belirten Demircan, şunları anlatıyor:

“Köyün içme suyu kaynaklarına radyoaktif bulaşabilir. Doğada herhangi bir yerde uranyum bileşenleri tespit edilirse bunlara müdahale edilerek kapatılması gerekir. Şirketler devletten aldıkları izinlerle buralarda halk ve canlı sağlığını olumsuz etkiliyorlar.”

Uranyum madenine ve ayrıştırma aşamasında yarılanma ömrü 4.5 milyar yıla kadar varan uranyum bileşenlerine de değinen Pınar Demircan “[Uranyum madencilik faaliyetleri olan bölgelerde] kanser ve türevi  hastalıklar da yıllar içinde gerçekleşiyor. Diğer bölgelere göre karşılaştırmalı analizleri yapıldığında, bu bölgelerde bu oranlar yüksek çıkacaktır” diyor.

Demircan’a verdiği bilgilere göre bir kayaçtan çıkartılabilecek uranyum miktarı şöyle:

“1 ton uranyum elde etmek için 1000 ton kaya çıkarılır. Bazı durumlarda kayaçtaki uranyum konsantrasyonu daha da düşüktür, yani 1 ton uranyum üretmek için 5 – 10.000 ton cevher çıkarılması da gerekebilir. Örneğin bir nükleer santrale yakıt sağlayabilmek için  200 ton doğal uranyumun yer altından çıkartılması gerekir.”

Bölgede 1. derece doğal ve arkeolojik sit alanı olan Paleo Gargara antik kenti de bulunuyor.

Demircan söz konusu maden faaliyetlerinin su kaynaklarına da karışabileceğini, Kazdağları ekosisteminin tamamını, bölgeden çıkan gıda ürünlerini ve dolayısıyla bu coğrafyadan gıda tedarikine bağlı olarak tüm ülkeyi etkileyebileceğini belirtiyor:

“Madencilik faaliyetleriyle sermaye gruplarının saldırısı altında olduğumuz aşikar. Arıklı’da  ya da bu ülkenin bir başka coğrafyasında  uranyum madenciliğine başlanırsa biz de felaketin  bir parçası olacağız.

Özellikle şu anda, gerçekleştirilmesi beklenen genel seçim öncesinde siyasi partilerin dikkatini uranyum arama faaliyetlerinin durdurulmasını sağlayacak şekilde bu konuya çekecek bir kamuoyunun yaratılması çok çok önemli.”

BM Okyanus Konferansı’ndan daha fazla küresel taahhüt çağrısı: Ulusal deniz alanlarının yüzde 30’u korunacak

BM Okyanus Konferansı, Portekiz‘in başkenti Lizbon‘da bir hafta süren tartışma ve etkinliklerin ardından, hükümetler ve devlet başkanlarının Okyanuslarımızı Kurtarın adlı yeni bir siyasi deklarasyon üzerinde anlaşmalarıyla sona erdi.

Konferansın sonuç bildirgesinde geçmiş “toplu başarısızlığı kabul eden dünya liderleri, okyanusların karşı karşıya olduğu küresel acil durumdan derinden endişe duyduklarını” beyan etti; dünya sularının içinde bulunduğu “korkunç durum”un ele alınmasını sağlamak için daha fazla hırslı davranma çağrısında bulundu.

Cuma günü yapılan kapanışta, BM Hukuk İşlerinden Sorumlu Genel Sekreter Yardımcısı Miguel de Serpa Soares, konferansın muazzam başarısı için ortak ev sahipleri Portekiz ve Kenya‘yı övdü: “[Bu Konferans] bize kritik sorunları çözme ve yeni fikirler üretme fırsatı verdi . Ayrıca, kalan çalışmaları ve okyanuslarımız kurtarmak için bu çalışmayı genişletme ihtiyacını da netleştirdi.”

Konferansa 24 devlet ve hükümet Başkanı da dahil olmak üzere 6.000’den fazla katılımcı ve 2.000’den fazla sivil toplum temsilcisi katılmıştı.

‘Toplu başarısızlık’

Şimdiye kadar “ Okyanuslarla ilgili hedeflere ulaşmak için toplu bir başarısızlığı” kabul eden liderler , hedefleri mümkün olan en kısa sürede tam olarak gerçekleştirmek için acil eylemde bulunma ve her düzeyde işbirliği yapma taahhütlerini yeniledi.

Okyanusların karşılaştığı zorluklar arasında kıyı erozyonu, yükselen deniz seviyeleri, daha sıcak ve daha asidik sular, deniz kirliliği, balık stoklarının aşırı kullanımı ve deniz biyoçeşitliliğinin azalması yer alıyor.

Lizbon’da bir araya gelen üst düzey politikacılar, iklim değişikliğinin “zamanımızın en büyük zorluklarından biri” olduğunun ve “okyanusların ve ekosistemlerinin sağlığını, üretkenliğini, sürdürülebilir kullanımını ve dayanıklılığını iyileştirmek için kararlı ve acilen hareket etme” gereğinin altını çizdi. Liderler, bilime dayalı ve yenilikçi eylemlerin, uluslararası işbirliklerinin yanı sıra gerekli çözümleri sağlamak için elzem olduğunu da vurguladı.

Dönüştürücü değişim çağrısında bulunan liderler, ısınan bir gezegenin ekosistem bozulması ve türlerin yok olması da dahil olmak üzere okyanus üzerindeki kümülatif etkilerini ele alma gereğini vurguladı.

Okyanusun gezegenimizdeki yaşam ve geleceğimiz için temel olduğunu yeniden teyit eden imzacılar , 2015 Paris Anlaşması’nın ve geçen kasım ayındaki Glasgow İklim Anlaşması’nın okyanusların sağlık, üretkenlik, sürdürülebilir kullanım ve dayanıklılığın sağlanmasına yardımcı olmak için uygulanmasının özel önemini vurguladı.

Taahhütler

  • Gezegenimizi Koruma Mücadelesi, (The Protecting Our Planet Challenge) 2030 yılına kadar deniz koruma alanlarının oluşturulmasını, genişletilmesini ve yönetimini desteklemek için en az 1 milyar ABD Doları yatırım yapacak.
  • Avrupa Yatırım Bankası, iklim direncini, su yönetimini ve katı atık yönetimini iyileştirmek için Temiz Okyanuslar Girişimi’nin bir parçası olarak Karayipler Bölgesi’ne 150 milyon Euro ek kaynak sağlayacak.
  • Portekiz egemenliği veya yargı yetkisi altındaki deniz alanının yüzde 100’ünün “İyi Çevre durumunda” olarak değerlendirilmesini ve 2030 yılına kadar ulusal deniz alanlarının %30’unu sınıflandırmayı taahhüt etti.
  • Kenya şu anda kapsayıcı ve çok paydaşlı bir ulusal mavi ekonomi stratejik planı geliştiriyor. Kenya ayrıca deniz kaynaklı plastik deniz çöpleri konusunda ulusal bir eylem planı geliştirmeyi taahhüt etti.
  • Hindistan bir Kıyı Temiz Deniz Kampanyası taahhüt etti ve tek kullanımlık plastiklerin yasaklanması için çalışacak.

Lizbon Deklarasyonu, “2020 sonrası için iddialı, dengeli, pratik, etkili, sağlam ve dönüştürücü bir küresel biyoçeşitlilik çerçevesi çağrısında bulunuyoruz” şeklinde devam etti.

Esnek ve sağlıklı deniz ortamları, milyarlarca gıda ve enerji üretme potansiyeline sahip, iklim düzenlemesinin ve sürdürülebilir kalkınmanın temellerini oluşturuyor.

Konferansta 150’den fazla Üye Devlet , 2030 yılına kadar Deniz Koruma Alanları dahilinde küresel okyanusun en az yüzde 30’unu ve diğer etkili alan bazlı koruma önlemlerini korumak veya korumak için gönüllü taahhütlerde bulundu.

Kapanış töreninde konuşan Serpa Soares, “[ülkelerin yaptığı] yeni taahhütlerden etkilendim. Taahhütlerin hızlı bir şekilde uygulanması ve izlenmesi gerektiğini” söyledi. Yeni taahhütlerden bazıları şöyle:

  • 2030 yılına kadar ulusal deniz alanlarının %30’unun korunması veya aşılması
  • 2040 yılına kadar karbon nötrlüğünün sağlanması
  • Plastik kirliliğini azaltmak
  • Yenilenebilir enerji kullanımının arttırılması
  • Okyanus asitlenmesi, iklim direnci projeleri ve izleme, kontrol ve gözetim araştırmalarına milyarlarca dolar tahsis etmek

2030’un ötesinde

BM Bilim, Eğitim ve Kültür Örgütü’nün ( UNESCO ) Hükümetlerarası Oşinografi Komisyonu (IOC), 2030 yılına kadar sürdürülebilir kalkınma için sağlıklı, güvenli ve dayanıklı bir okyanusa ulaşmak için gereken dönüşümsel eylem için bilgi üretme ve kullanma misyonuyla Eylem On Yılı için gelişmeyi yönlendiriyor.

Komisyonun hedefleri arasında kara hem de deniz kaynaklı kaynaklardan gelen her türlü deniz kirliliğini azaltmaya ve daha etkili deniz korumasına yönelik çalışmaya ve iklim değişikliğine uyum sağlamak, deniz taşımacılığından kaynaklanan emisyonları azaltmak,  afet riskini ve deniz seviyesinin yükselmesinin etkilerini azaltmak için önlemler geliştirmek ve uygulamak da bulunuyor.

Gelişmekte olan ülkelerin, özellikle gelişmekte olan küçük ada devletleri ( SIDS ) ve en az gelişmiş ülkelerin belirli kapasite zorluklarıyla karşı karşıya olduğunu kabul eden siyasi liderler, bu kapsamda veri toplama çabalarını güçlendirmeyi ve bilgiyi paylaşmak için her düzeyde işbirliğini geliştirmeyi taahhüt ediyor.

Lizbon’dan sonra

Finansman, Lizbon deklerasyonunun bir diğer özel odak noktası olarak vurgulandı. Yedi sayfalık belgede, sürdürülebilir okyanus temelli ekonomilere doğru dönüşümü yönlendirmek ve doğa temelli çözümlerin yanı sıra kıyıların dayanıklılığını, restorasyonunu ve korunmasını desteklemek ve  ekosistem temelli yaklaşımları geliştirmek için yenilikçi finansman çözümlerinin bulunması gerektiğini belirtiliyor.

BM Genel Sekreteri’nin Okyanus Özel Temsilcisi Peter Thomson, konferansın “mavi ekonomi”nin bundan böyle insanlığın gelecekteki güvenliğinin büyük bir parçası olduğuna yaptığı vurguya dikkat çekerek, bunun için daha fazla finansal kaynak çağrısında bulundu.

UN News’e konuşan Miguel de Serpa Soares, bu yıl okyanus eyleminin tek odak noktasının BM Okyanus Konferansı olmadığını da hatırlattı:

“Önümüzdeki birkaç ay içinde, gidişatı okyanus sürdürülebilirliği lehine çevirme konusundaki taahhütlerimizi ve hırsımızı göstermek için birçok fırsatı barındıran birkaç önemli etkinliğimiz olacak”.

Lizbon’daki etkinliğin ardından, okyanusları kurtarma çalışmaları,  ulusal yargı yetkisinin ötesindeki alanlarda biyoçeşitlilikle ilgili Hükümetlerarası Konferans, 2020 Sonrası Küresel Biyoçeşitlilik Çerçevesi müzakereleri ve Mısır’da yapılacak COP 27‘de artan iklim finansmanı ve uyum eylemleri için müzakereler yoluyla devam edecek.

Gençliği, kadınları ve yerli halkı güçlendirme

Konferansta yerli halkların sahip olduğu uygulamaların önemli rolünü de kabul eden liderler, yerel toplulukların anlamlı katılımının sağlanmasının önemine dikkat çekti.

“Kadınları ve kız çocuklarını güçlendirin, çünkü onların tam, eşit ve anlamlı katılımları, okyanusa dayalı sürdürülebilir bir ekonomiye doğru ilerlemenin hedeflere ulaşmanın anahtarıdır” denilen bildirgede, gençlere alan sağlanmasının önemi vurgulandı: “Genç nüfusun okyanus okuryazarlığı için kaliteli eğitime ulaşması ve yaşam boyu öğrenmesini teşvik ederek ve destekleyerek, karar verme dahil olmak üzere okyanus sağlığına katkıda bulunma ihtiyacını gidermeliyiz.”.

UNESCO, cuma günü Okyanusların Durumu Raporu’nu yayımlamıştı. UNESCO’nun Okyanus Bilimi Bölüm Başkanı Henrik Enevoldsen, raporun konferansın bilimsel çalışmalarını tamamladığını ve okyanusu yönetme kapasitemizi artırdığını söyledi.

Haziran ayında Kuzey Kutup Dairesi’nde orman yangınları olağandışı şekilde arttı

Copernicus Atmosfer İzleme Servisi (CAMS) gözlemlerine göre, Haziran ayının başlarında, Kuzey Kutup Dairesi de dahil olmak üzere Alaska‘da giderek artan sayıda orman yangınları ortaya çıktı.

Bu yangınlardan çıkan duman, Arktik Okyanusu‘na doğru geniş mesafeler kat etti.

İlkbahar ve yaz başlarında yüksek enlemlerde orman yangını aktivitesini paylaşan Copernicus, 2019, 2020 ve 2021 boyunca, Kuzey Kutup Dairesi de dahil olmak üzere Rusya‘nın uzak kuzeydoğusundaki yangın sayısındaki artışları ve ilgili emisyon tahminlerini izledi.

CAMS Küresel Yangın Asimilasyon Sistemi’nin (GFAS) 2003’ten günümüze kadar olan veri setindekidiğer yıllara kıyasla olağandışı derecede yoğun orman yangınları, kısmen bölgedeki ortalamanın üzerindeki sıcaklıklar ve kuru koşullarla bağlantılı.

Kuzey Yarımküre’de bu aktivite tipik olarak Mayıs ve Ekim ayları arasında görülüyor ve Temmuz – Ağustos aylarında zirveye çıkarak yılın en sıcak ve en kurak aylarına denk geliyor.

Kuzey Kutbu’ndaki yüzey hava sıcaklıkları küresel ortalamadan çok daha hızlı artıyor ve bu, yanıcılığı artırarak potansiyel olarak daha fazla yangına neden oluyor olabilir.

Copernicus, Kuzey Yarımküre’nin yüksek enlemlerinde ilkbahar sonundan yaz başlarına kadar, özellikle de dumanının Arktik Okyanusu’na doğru çok uzak mesafelere taşındığı Sibirya ve Alaska’da 2022 yangınlarını inceledi.

İncelemeye göre ilkbahar ayları olağanüstüyken, Haziran başında, Kuzey Kutup Dairesi de dahil olmak üzere Alaska’da artan sayıda yangın çıktı.

Isı çıkışının bir ölçüsü olan yangın radyasyon gücü (FRP) de özellikle ayın başında yükselerek 2003-2021 ortalamasının oldukça üzerinde oldu. Ayrıca,  ay için yangın emisyonu tahminleri, 2004 ve 2015’in ardından sonra GFAS veri setindeki en yüksek üçüncütahmin oldu:

Bu yangınlardan çıkan büyük miktarlarda dumanın, Beaufort Denizi’nden Arktik Okyanusu’na doğru taşınarak uzun mesafelere taşındığını aktaran Copernicus şu açıklamayı yaptı:

“Bu taşımanın çoğu yüzeyin üzerinde olmuş gibi görünüyor, ancak duman, siyah karbon parçacıklarının buz üzerinde yerleşmesine yol açıyorsa, yüzeyin kararması buzun daha fazla ısı emmesine neden olabilir ve bununla bağlantılı olarak küresel ısınma üzerinde bir etki yaratır.”

Bununla birlikte, ilkbaharda Ural ve Sibirya Federal Bölgeleri de dahil olmak üzere Rusya’nın batı ve orta bölgelerinde, yangın radyasyon gücü Nisan ortası ve Mayıs başında alışılmadık derecede yüksekti.

2015, 2003 ve 2008’in ilk üç yılında görülen seviyelerin yaklaşık yarısı olmasına rağmen, toplam tahmini emisyon seviyeleri  veri setindeki beşinci en yüksek seviyede oldu.

Çukotka Özerk Okrugu Rusya’da daha doğuda,  genellikle bahar aylarından ziyade yaz aylarında çıkan orman yangınları da son üç yılda alışılmadık derecede yüksekti. 

Copernicus, yaz ilerledikçe bu yüksek enlem yangınlarını yakından izleyeceğini de aktardı.

Yeniden Refah’tan Ankara Valiliği’ne açık teşekkür: Onur Yürüyüşü’nü yasaklama kararını bizzat arayarak bildirdiler

Ankara‘da bugün yapılacak Onur Yürüyüşü‘nü hedef alan ve “Vallahi yürütmeyeceğiz” diyen Yeniden Refah Partisi Gençlik Kolu Başkanı Melih Güner, twitter hesabından yürüyüşü yasaklayan Ankara Valiliği‘ne, yasak kararını kendisini bizzat arayarak haber verdikleri için teşekkür etti.

Güner, paylaşımında şunları söyledi:

“Ankara Valiliğimize, Bugün yapılması planlanan LGBT yürüyüşüne kesinlikle izin vermeyeceğini bizzat arayarak belirttikleri için teşekkür ediyorum.”

Güner, dün LGBTİ+ örgütleri ve aktivistlerinin Kuğulu Park‘ta düzenlemek istedikleri 2’inci Onur Yürüyüşü’nü hedef göstermiş; bunun üzerine de düzenleyici komite dayanışma çağrısı yapmıştı.

Paylaşımında,  “LGBT bu sefer de Ankara’da yürüyecekmiş. Vallahi yürütmeyeceğiz. Yeniden Refah Partisi olduğu müddetçe LGBT’ye geçit yok. Bir nesli kaybetmek üzereyiz. Bu ahlaksızlığa dur demek için Kuğulu Parktayız” ifadelerini kullanan Güner’in yazdıklarının altına pek çok nefret söylemi içeren yorum yapılmıştı. 

Bir çağrı da malum gruptan

Daha önce İstanbul ve İzmir Onur yürüyüşlerinin engellenmesi için çağrı yapan Müdafaa-i İslam Hareketi de taraftarlarını Hacı Bayram Veli Camii’ne çağırdı.

Bir bildiri yayımlayan grup, yürüyüşün engellenmesini istedi.

https://twitter.com/mislamhareketi_/status/1543953811479330817

Kin ve nefrete karşı dayanışma çağrısı

Ankara Onur Yürüyüşü Komitesi’nin bu gelişmeler üzerine Ankara Valiliği ve İçişleri Bakanlığı’nı göreve davet ettiği çağrı metninde şöyle denildi:

“Tüm hukuk dışı engellemelere rağmen Anayasal hakkımızı kullanarak 5 Temmuz 2022 saat 17.30’da Ankara Kuğulu Park’ta Onur Yürüyüşü’müzü gerçekleştireceğiz. Bu süreçte gerici İslamo-faşist çeteler tarafından yapılan çağrılarda birçok şehirde olduğu gibi Ankara’da da alenen halkı kin ve nefrete teşvik etme suçu işleniyor. Ankara Valiliği ve İçişleri Bakanlığı’nın görevini yapıp bu grubun toplanmasını engellemediği taktirde biz de tıpkı İstanbul Pride gibi, yetkilerini kötüye kullanmalarına izin vermeyeceğimizi Türkiye halklarına ilan ediyor, özgür ve eşit yaşamı savunan herkesi bizimle dayanışmaya davet ediyoruz!”

 

 

The Guardian: Türkiye’de kadınlar ücretsiz, güvenli kürtaj hakkından mahrum bırakıldı

Birleşik Krallık merkezli yayın kuruluşu The Guardian gazetesi, Türkiye’de kadınların ‘yasal olan ancak ‘fiili olarak yasak’ olan ücretsiz kürtaja erişemediğine dair bir özel haber yaptı.

Türkiye’den kadınlarla konuşan Lara Villalon, haberinde, “Türkiye’nin çoğu yerinde fiili bir yasakla, kadınlar hastaneden hastaneye yalvarmak ya da – eğer karşılayabiliyorlarsa – özel hastaneye gitmek zorunda kalıyor” diye yazdı.

Kadınların kliniklerde yaşadıklarını anlattığı Villalon’un haberini Türkçeye çevirdik:

Yasal, ancak fiilen yasak: Türk kadınları ücretsiz, güvenli kürtaj hakkından mahrum bırakıldı

“Türkiye’nin çoğu yerinde fiili bir yasakla, kadınlar hastaneden hastaneye dilenmek ya da – eğer karşılayabiliyorlarsa – özel fesih talep etmek zorunda kalıyorlar.

İstanbul’dan 27 yaşındaki Esra*, kazara hamile kaldığında kürtaj olmaktan başka çaresi olmadığını biliyordu.

İsteğe bağlı kürtaj Türkiye’de gebeliğin 10’uncu haftasına; tıbbi nedenler söz konususuysa 20’nci haftasına kadar kadar tüm kadınlar için yasal. Kanuna göre herhangi bir devlet hastanesinde, ücretsiz yapılması gerekiyor.

Ancak Esra, İstanbul‘da hastaneleri tek tek ziyaret ederek operasyonu ayarlamaya çalıştığında hepsinden geri çevrildi:

“Bana defalarca ‘Burada kürtaj yaptıramazsınız, yapmıyoruz’ dediler. “Onlara bunun benim hakkım olduğunu söyledim ama yine de reddettiler.”

Giderek artan bir çaresizlik içinde birkaç özel hastaneyi ziyaret etti ancak öğretmen maaşı ile ödeyemeyeceği bir ücret talep edildi: “Haftalar geçiyordu ve kendimi merdiven altı, sağlıksız bir yerde bulacağımı düşünerek giderek daha çok geriliyordum” diyor.

Sonunda karşılayabileceği özel bir klinik bulduğunda ise jinekologdan, “partnerini evlenmeye ve bebeği doğurmaya ikna etmeye çalışması gerektiğine” dair bir nutuk dinlemek zorunda kaldı.

Fotoğraf: Ozan Mercan / csgorselarsiv.org

Ameliyat sorunsuz geçmiş gibi görünse de üç hafta sonra kanaması başladı. “Ateşim vardı ve vücudumdan pıhtılaşmış kan çıkıyordu” diyor.

En yakın devlet hastanesine gittiğinde doktorlar, kürtajın tamamlanmadığını fark ederek Esra’yı acil ameliyata aldılar.

“Kürtaj yapılmadığı söylenen hastanelerden birinde beni tedavi ettiler. Başta kabul etselerdi, çok kolay ve güvenli olurdu” diyor Esra.

Türkiye’de kadınların ücretsiz ve güvenli kürtaja erişim hakkı giderek daha fazla tehdit altında. 1983’te kürtajı yasallaştıran yasa çıkarıldıktan sonra, kürtaj sayısı bir sonraki beş yıl içinde 15-49 yaş arası her bin kadında 45’e yükseldi. On yıl sonra bu sayı 25’e düştü.

Kadir Has Üniversitesi tarafından yapılan bir araştırmaya göre, 2020’de İstanbul’da isteğe bağlı kürtaj yapan tek bir devlet hastanesi yoktu.

Araştırmaya göre, Türkiye’nin 81 ilinden sadece sekizinde isteğe bağlı kürtaj yapan en az bir devlet hastanesi var, bunlardan da sadece iki ilde birden fazla devlet hastanesi var. Ankete katılan 295 klinikten yüzde 14’ü tıbbi acil durumlar dışındaki nedenlerle kürtaj yapmayacaklarını söyledi.

Araştırma, sağlık çalışanlarının da kadınlara kürtajın yasak olduğunu veya sadece evli kadınlar için yasal olduğunu söylediğini buldu. Bekar kadınlar ya operasyona giremiyor ya da yerel savcılıktan izin almak zorunda: Bunların hepsi asılsız.

Guardian, son üç yılda kürtaj olan bir düzineden fazla Türk kadınla röportaj yaptı. Hepsi, devlet hastaneleri prosedürü uygulamayı reddettiği için özel kliniklerde hamileliklerini sonlandırmaya zorlandıklarını söyledi. Bazı hastanelerde kendilerine kürtaj yaptırmalarının yasak olduğu söylendiğini belirttiler.

 

İstanbul’da kürtaj yapılmayan bir devlet hastanesinde hemşire olan Filiz, durumu “Birçok yerde fiili yasak var” diye açıklıyor. Soyadını vermemeyi tercih eden Filiz, “Türk yasalarına göre doktor, bir kadına kürtaj yaptıramayacağını söyleyemez. Ancak reddetme çok yaygın ve kadınları hastaneden hastaneye yalvarmaya zorluyor” diyor.

Bu fiili yasak, Türk hükümetinin kürtaja karşı karşı giderek artan popülist ve sert yaklaşımıyla şekilleniyor gibi görünüyor.

2012 yılında dönemin başbakanı olan Recep Tayyip Erdoğan, kürtajı “cinayet” olarak tanımlamış ve bunu sadece ilk altı haftayla sınırlandıran bir yasa tasarısı sunmuştu. Ülkede büyük protestolar patlak verdi ve teklif hiçbir zaman yasalaşmadı.

Yine de üreme sağlığı aktivistleri, o zamandan bu yana halk sağlığı sisteminin birçok bölümünün hükümetin giderek artan kürtaj karşıtı duruşuyla aynı çizgide olduğunu söylüyor ve Erdoğan’ın sık sık tekrarladığı “her kadının en az üç çocuğu olması” arzusunun altını çiziyor.

İstanbul Tabip Odası kadın komisyonu üyesi ve kadın doğum uzmanı Irmak Saraç, “Hastane yönetimlerinin doktorlara kürtaj yapmamaları için giderek daha fazla baskı yaptığını gördük” diyor. “Muhafazakar ortam ve fetüsün yaşam hakkı konusundaki tartışmalar, vicdani ret oranını artırıyor.”

Saraç, “Birçok kez kürtajın yapıldığı aile planlaması birimleri kapatıldı veya doğum uzmanları emekli olduğunda yeni doktorlar atanmadı” diye ekliyor.

Özel bir klinik Guardian’a kürtaj ücretinin yaklaşık 3 bin lira (146 İngiliz sterlini) olduğunu, fiyatların hamileliğin haftasına bağlı olarak arttığını söyledi.

Bu, asgari ücretin yaklaşık 243 İngiliz sterlini olduğu ve çalışma yaşındaki kadınların yalnızca yüzde 30’unun kayıtlı istihdamda olduğu bir ülkede birçok kadın için kürtaja erişimi zorlaştırıyor.

Guardian’a konuşan kadınların çoğu, güvenli ve yasal kürtaj haklarına erişmeye çalışırken sağlık çalışanlarının düşmanlığı, ayrımcılığı ve istismarıyla karşılaştıklarını söyledi.

28 yaşındaki İlknur, Ege kıyısındaki küçük bir kasaba olan Köyceğiz’den.

Bir yıl önce hamile kaldı ve kürtaj olmak için İstanbul’a gitti. “Küçük bir kasabadan geldiğim için doktorun ailemi tanımasından ve onların öğrenmesinden korktum” diyor.

İlknur beş haftalık hamileydi ve iki arkadaşının yardımıyla İstanbul’daki 20’den fazla devlet hastanesini aradı. Hepsi kürtajı reddetti.

“Gerçekten korkmaya başladım çünkü basit olacağını düşünmüştüm. İstanbul yakınlarındaki diğer şehirlerdeki hastanelerle bile görüştüm ama hiçbir şey bulamadım.”

Fotoğraf: Emre Orman / csgorselarsiv.org

İlknur iki hafta geçtikten sonra özel kliniklere danışmaya başladı. Birikimlerini kullanarak kürtaj için 3bin 500 lira ödedi.

“Her zaman daha muhafazakar şehirlerde bu kadar parası olmayan kadınları merak ediyorum.”

Kliniğe ilk gelişinde doktor kibar ve nazikti. “Ama kürtaj için gittiğimde aynı doktor ve hemşire çok soğuk davranmaya başladı” diyor.

İlknur’a lokal anestezi verildi ancak birkaç dakika sonra midesinde, bacaklarını hareket ettirmesine yol açan şiddetli bir ağrı hissetti.

“Doktor bana dedi ki: ‘Bacaklarını aç, bu bir şey değil. Hamile kalmak için bacaklarını açabildiysen, şimdi sen de yapabilirsin’.

İlknur donup kaldı:. “Ona bir daha bakamadım. Hemşire bir şey söylemedi. Çok utandım.”

Kürtajdan sonra kontrol için kliniğe dönmedi. Şikayette bulunmayı düşündü ama ailesinin kürtajını öğrenmesini istemedi.

Türkiye genelinde, Filiz de dahil olmak üzere bazı sağlık çalışanları, kadınların güvenli kürtaj haklarına erişmelerine yardımcı olmaya çalışıyor ve hala ücretsiz kürtaj yapan sağlık personelinin listesini tutuyor.

Filiz şunları söylüyor:

“Birkaçımız kürtaj yapmayı kabul eden doktorların bir listesini çıkardık ve diğer kadınlara yardım etmek için toplum örgütlerine ve feminist gruplara dağıttık. Ancak bu bilgiyi ihtiyacı olan herkese ulaştırmak mümkün değil.”

*Kişileri korumak için isimler değiştirilmiştir.”

Kadir Şeker’in cezası ‘iyi hal’den 10 yıl 10 aya indirildi, tutukluluğa devam

Konya’da şiddet gören bir kadına yardım etmek isterken çıkan arbedede elindeki bıçakla olayın failinin ölümüne sebep olduğu gerekçesiyle iki yıldır tutuklu bulunan Kadir Şeker, bugün hakim karşısına çıktı.

Konya 3. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen duruşmaya, tutuklu sanık  Şeker ve yakınları, maktul Özgür Duran’ın ailesi ile taraf avukatları katıldı.

Duruşmada söz verilen Şeker, “Ben oraya kadının yardıma ihtiyaç duyduğunu düşündüğüm için gitmiştim. Bıraksaydı, evime gidecektim. Yanından uzaklaşmışken maktul bana saldırdı, boğazıma sarıldı. O an bilincimi kaybedeceğimi düşündüm. Olay nedeniyle pişman ve üzgünüm. Tahliyemi talep ediyorum” dedi.

İyi hal indirimi

İddia makamı mütalaasında, Kadir Şeker’in “haksız tahrik altında kasten öldürme” suçundan cezalandırılmasını, “Haksız tahrik” indiriminin en üst sınırdan uygulanmasını ve Şeker’in tahliye edilmesini talep etti.

Mahkeme heyeti, Şeker’e “haksız tahrik altında kasten öldürme” suçundan 13 yıl ceza verdi. Cezası “iyi hal” indirimiyle 10 yıl 10 aya düşürülen Şeker’in tutukluluğunun devamına karar verildi.

Ne olmuştu?

Kadir Şeker, 5 Şubat 2020’de merkez Selçuklu ilçesi Kosova Mahallesi‘ndeki parkta duyduğu tartışma sesleri üzerine bir kadının şiddet gördüğünü düşünmüş, çifti ayırmaya çalışmıştı.

Bu sırada Özgür Duran’ın sözlü ve fiziki müdahalesiyle karşılaşan Kadir Şeker ile arasındaki boğuşma sırasında aldığı bıçak darbesiyle yaralanan Duran, hastanede hayatını kaybetmişti.

Konya 3. Ağır Ceza Mahkemesinde yargılanan Şeker’e, “kasten öldürme” suçundan müebbet hapis cezası verilmiş, Şeker’in cezası haksız tahrik nedeniyle 15 yıla, iyi hal indirimiyle de 12 yıl 6 aya düşürülmüştü.

Kadir Şeker’e 12 yıl 6 ay hapis cezası

Şeker’in avukatlarının itirazı üzerine dosya Yargıtay’a gitmiş, Yargıtay 1. Ceza Dairesi, inceleme sonrası, tahrikin derecesi ve yoğunluğu da gözetilerek azami hadde yakın bir indirimle cezanın belirlendiği, sanık hakkında daha fazla indirim yapılması gerektiği gerekçesiyle kararın bozulmasına karar vermişti.

Konya Cumhuriyet Başsavcılığı Kadir Şeker’in cezasının bozulmasını istiyor