CumhuriyetHalk Partisi (CHP), 7527 sayılı Hayvanları Koruma Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun‘un iptali ve yürürlüğünün durdurulması için Anayasa Mahkemesi’ne başvurdu.
Parti Grup Başkanvekili Gökhan Günaydın “AYM’yi yasaya yönelik yürürlüğün durdurulması ve iptali kararını gecikmeksizin vermeye davet ediyoruz” ifadelerini kullandı.
Günaydın, AKP’nin bu yasadaki tutumunun vatandaşlar ile belediyeler arasında yeni kamplaşmalar yaratacağını dile getirdi.
Grup Başkanvekilimiz Gökhan Günaydın, Anayasa Mahkemesi önünde basın açıklaması yapıyor. https://t.co/TtsBv8b8S7
“Sözü edilen sorumlulukları üstlenmekten kaçınan, yurttaşlar arasında ve yurttaşlarla belediyeler arasında yeni kamplaşmalar yaratmaya yönelik iktidar partisi tutumu, konuyu teknik, mesleki ve vicdani bir alan olmaktan çıkarmış, sosyolojik ve siyasi bir sorun alanına doğru sürüklemiştir” ifadelerini kullanan CHP’li Günaydın, AYM’yi mümkün olan en ivedi biçimde toplanarak yasaya yönelik öncelikle yürürlüğün durdurulması ve her halükarda iptali kararını gecikmeksizin vermeye davet etti.
Söz konusu yasaya iptal kararı verilmesi sonrası TBMM’nin tüm paydaşlarla birlikte katılımcı bir anlayışla güvenli sokaklarda çocukların ve hayvanların tarihsel müktesebata uygun biçimde birlikte ve barış içinde yaşayacağı bir düzenlemeyi gerçekleştirme görev ve sorumluluğu ile karşı karşıya olacağını ifade eden Günaydın, şunları aktardı:
“Dört milyon sokak köpeği varlığını ifade eden yasa gerekçesine karşı yalnızca 100 binhayvanı alabilecek barınak kapasitesi var iken, yasanın Resmi Gazete‘de yayımlandığı gün yürürlüğe girmesini öngören ve tüm hayvanların yakalanarak barınaklarda tutulmasını hedefe koyan bir düzenlemenin geçiş hükmü barındırmaması iyi niyet ile açıklanamaz. Yasa’nın TBMM’de geçmesiyle Türkiye’nin dört bir tarafından gelen sokak köpeklerine yönelik vahşet görüntüleri kamuoyunun vicdanını derinden yaralamaktadır.”
Sokakta yaşayan hayvanlar için adeta bir “katliam” ortamı yaratan yasanın geri çekilmesi için protestolar sürüyor. Bugün (15 Ağustos) saat 14.30’da İstanbul‘da, Haliç Köprüsü‘ne “Niğde’den Altındağ’a bu ülkede hayvan katliamı var! Yasayı geri çek. Hükümet istifa” yazılı pankart asıldı.
Hayvan hakları aktivistleri yasanın tasarı olarak gündeme gelmesinden bu yana protestolarını sürdürüyor. Kamuoyunun tepkilerine rağmen AKP’li vekillerin imzalarıyla komisyona sunulan ve ardından da Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurulu‘na getirilen tasarı, AKP ve MHP‘li vekillerin oylarıyla yasalaştı. Bu oylamada yer almayan muhalif partilerin vekilleri ise oy çokluğuyla geçen bu tasarının yasalaşmasına karşı oy vermedikleri için yasanın geçirilmesinde katkıları olduğu dolayısıyla eleştirildi.
TBMM’de hangi partiden hangi vekilin oylamaya katılıp katılmadığını, ne oy verdiğini buradan görebilirsiniz.
Tasarının yasalaşmasının ardından önce Niğde Belediyesi‘nin, sonrasında Ankara,Altındağ Belediyesi‘nin ve Edirne,Uzunköprü Belediyesi‘nin atık ve toplu mezar alanlarında onlarca hayvanın ölü bedenleri olduğu ortaya çıktı. Olayların ardından kamuoyunda tepkiler arttı. Yasanın geri çekilmesi için protestolar gerçekleştirildi ve gerçekleştirilmeye devam ediyor. Yasanın geri çekilmesi için hükümete çağrılar yapılıyor.
İklim krizi sebebiyle ısınan deniz sularıGüney Afrika‘daki biyokütle bakımından dünyanın en büyük hayvan hareketliliği olarak görülen sardalya göçüne katılan balık sayısını azaltabilir.
“KwaZulu-NatalSardalya Koşusu” olarak adlandırılan Güney Afrika’dan Hint Okyanusu‘na doğru tek yönlü devasa göç hareketine milyarlarca sardalya katılıyor. Bu kitlesel göç 1500 kilometrelik tek yönlü bir yolculuk anlamına geliyor.
Fotoğraf: Helene-Julie Zofia Paamand/İnstagram
Ülkedeki çeşitli üniversiteler ve araştırma merkezlerinde görevli akademisyenlerce hazırlanan “Güneydoğu Afrika’daki Kitlesel Göç Sardalya Koşusu Ekolojik Tuzak İçinde” başlıklı makaleye göre Güney Ekvator akıntısının bir parçası ve okyanuslardaki en hızlı akıntılardan biri olan Agulhas akıntısı boyunca gerçekleşen bu göç hareketine çeşitli yırtıcı kuşlar ve diğer deniz canlıları da dahil oluyor. Göç hareketine katılan sardalyalar, bölge halkı için de ciddi bir ticari gelir kaynağı oluşturuyor.
AA’dan Yeter Ada Şeko’nun aktardığına göre; Nelson Mandela Üniversitesi Kıyı ve Deniz Araştırmaları Enstitüsü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Lorien Pichegru, bu göçün hala birçok yönden gizemini koruduğunu söyledi.
Pichegru, bu göç hareketinin başta deniz kuşları olmak üzere birçok yırtıcı hayvan için çok önemli olduğunu ifade etti.
Prof. Dr. Pichegru, “Örneğin Kap Sümsüğü kuşları. Buradaki çeyrek milyon kuş yumurtlama döngülerini sardalyalarınkoşusuna göre ayarlıyor. Böylelikle yavruladıkları zaman çok kolay avlanabilecekleri bir döneme denk gelmiş oluyorlar. Yaşam döngülerini sardalya koşusu etrafında şekillendiren çok fazla hayvan var” dedi.
‘İklim krizi ve aşırı avlanma nedeniyle sardalyalar azalıyor’
Sardalyaların sıcak suları sevmediğini ve bu bağlamda iklim krizinin bu balıklar üzerindeki etkisinin araştırıldığını kaydeden Pichegru, şu değerlendirmelerde bulundu:
“Afrika’daki sardalyaların iklim krizi ve aşırı avlanma baskısı altında azaldığını söyleyebiliriz. Sardalyaların ortalama 2-3 yıllık ömürleri var. Yani aslında sardalyaların varlıklarının devamı, yumurta ve larvalarının hayatta kalmasına bağlı ve bu durum deniz suyu sıcaklığından doğrudan etkileniyor. Eğer sıcaklık yüksekse larvaların büyüyüp yetişkin olması ve yeniden yumurtlaması süreci zorlaşıyor. Yani iklim değişikliği kesinlikle sardalya sayısını düşürüyor.”
Bu koşullar altında önümüzdeki yıllarda sardalya koşusunun durmasının da muhtemel olduğunu belirten Öğretim Üyesi Pichegru, “Bunun olması halinde birçok hayvan göç edecektir. Bunların arasında köpek balıklarını göstermek mümkün. Aynı zamanda zaten nesli tükenmekte olan Cape gannetkuşlarının geleceği daha da tehlike altına girecektir. Ayrıca bölgede gelirleri bu balıklara bağlı olan balıkçılar da etkilenecektir. Bu aslında tüm gıda zincirinin etkilenmesi anlamına geliyor” ifadelerini kullandı.
‘Petrol ve gaz aramaları da habitatlarını etkilemekte’
Bölgede devam eden petrol ve gaz arama çalışmalarının da habitatı etkilediğini bildiren Pichegru, deniz tabanındaki kazı çalışmalarının ciddi bir ses kirliliği oluşturduğunu ve bunun da canlıları olumsuz etkilediğini anlattı.
Olası petrol sızıntıları karşısında da endişeli olduklarını dile getiren Pichegru, “Tüm bunların yanı sıra bölgede dünya üzerindeki en hızlı akıntılardan olan Agulhas akıntısı mevcut ki bu da olası bir sızıntının etkilerinin çok geniş bir alana yayılmasına yol açabilir” uyarısında bulundu.
Fransız Ulusal Bilimsel Araştırma Merkezi (CNRS) himayesinde kurulan 1Ocean Vakfı, Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Teşkilatı (UNESCO) desteğiyle gerçekleştirdikleri ortak proje kapsamında bu devasa göçü bilim insanları, sanatçılar ve aktivistlerle birlikte kayda alıyor.
Vakfın kurucularından olan su altı fotoğrafçısı Alexis Rosenfeld, “Görünmeyeni görünür kılmak” mottosuyla yola çıktıklarını ve başlattıkları projeyle biyoçeşitliliğin önemini göstermek istediklerini, bu nedenle projelerini “Yaşamın Muazzam Göçü” olarak adlandırdıklarını kaydetti.
Projeye başlamalarındaki asıl sebebin Güney Afrika kıyılarında başlatılan bir doğal gaz ve petrol arama çalışması olduğunu aktaran Rosenfeld, bu durum karşısında endişelendiklerini dile getirdi. Ancak, çalışmalara karşı doğrudan bir mücadeleye girmektense bu projenin neye mal olabileceğini göstermek için kendi film projelerini hayata geçirdiklerini anlattı.
Su altı fotoğrafçısı, “Olumlu anlatıların gücüne inanıyoruz. Böylelikle dünyaya, tehlikeye atılan ekosistemin, yaşamın büyük göçünün ne olduğunu gösterebileceğiz. Bu yaşamın ne kadar güzel olduğunu göstermek, yaşanan durumla doğrudan mücadele etmekten daha güçlü” diye konuştu.
Projeye başlamalarındaki bir diğer yönlendirici unsurun da iklim krizi olduğundan bahseden fotoğrafçı, şunları söyledi:
“İklim krizinin okyanus akıntıları üzerinde büyük bir etkisi var ve bu göçleri de etkiliyor. Örneğin normalde bu senelik gerçekleşen bir göç hareketi ve geçen sene çok güzel bir şekilde gerçekleşti, biz de kayda alabildik ama birkaç sene önce bu göç hareketini göremedik. Şu an da ise sınırlanmış bir durumda. Bu da iklim krizinin doğrudan sonuçlarından biri.”
Göç hareketine milyarlarca hayvanın dahil olduğunun altını çizen Rosenfeld, “Bazen önünüzü bile göremiyorsunuz. Çünkü görüş açınız hayvanlarla dolu oluyor. Etrafınızda milyonlarca sardalya, 50’yi aşkın yüzebilen kuş, 20-30 yunus olabiliyor. Böyle olduğunda da nerede olduğunuzu ve ne yaptığınızı bile unutabiliyorsunuz” diyerek sözlerini tamamladı.
Temmuz 2024’te Hindistan‘ın güneyinde yüzlerce kişinin ölümüne neden olan toprak kaymalarına yol açan şiddetli yağmurların, insan kaynaklı iklim değişikliği nedeniyle şiddetlenmiş olduğu ortaya çıktı. Salı günü (13 Ağustos) iklim bilimciler tarafından yapılan hızlı bir analiz bu sonucu ortaya koydu.
AP’den Sibi Arasu‘nun aktardığına göre; uluslararası bilim insanlarından oluşan “World Weather Attribution” adlı grup, dünyadaki aşırı hava olaylarında insan kaynaklı iklim değişikliğinin rol oynayıp oynamadığını hızla belirlemek için kullanılan yerleşik iklim modellerini kullanarak bu çalışmayı gerçekleştirdi.
Çalışma, 29-30 Temmuz tarihleri arasında 24 saat içinde yağan 15 santimetre (5,91 inç) yağmurun, küresel ısınma nedeniyle yüzde 10 daha şiddetli olduğunu ortaya koydu. Grup, sera gazı emisyonlarının devam etmesi durumunda, bu tür felaketlere yol açabilecek aşırı yağışların giderek daha sık gerçekleşeceğini öngörüyor.
Hindistan’ın en popüler turistik bölgelerinden biri olan Kerala eyaletinde, yaklaşık 200 kişi hayatını kaybetti ve kurtarma ekipleri hâlâ 130’dan fazla kayıp kişiyi aramaya devam ediyor.
Salı günkü toprak kaymasının ardından görevlerinin ikinci gününde kurtarma ekipleri, Hindistan’ın Kerala eyaletinin Wayanad bölgesindeki Chooralmala’da bir kişinin cesedini çıkardı. – Fotoğraf: Rafiq Maqbool
‘Bir felaket örneği’
Çalışmanın yazarlarından biri olan Imperial College London‘dan iklim bilimci Mariam Zachariah “Wayand’daki toprak kaymaları, iklim değişikliğinin gerçek zamanlı olarak yaşanan bir başka felaket örneği” diyor.
Geçen ayki toprak kaymalarına neden olan yağış, Hindistan’ın hava durumu ajansının 1901’de kayıt tutmaya başlamasından bu yana Kerala eyaletinde kaydedilen üçüncü en şiddetli yağış oldu.
Geçen yıl Hindistan’ın Himalaya bölgesindeki Himachal Pradesh eyaletinde, şiddetli yağışlar nedeniyle 400’den fazla kişi hayatını kaybetmişti. Birçok çalışma, Hindistan’ın muson yağmurlarının iklim değişikliği nedeniyle daha düzensiz hale geldiğini ortaya koydu.
İklim Bilimci Zachariah, “Dünya fosil yakıtları yenilenebilir enerji ile değiştirmedikçe, muson yağmurları yoğunlaşmaya devam edecek ve Hindistan’a toprak kaymaları, sel ve felaketler getirecek” diye belirtiyor.
Hindistan’ın güney eyaleti Kerala, iklim değişikliği kaynaklı aşırı hava koşullarına karşı özellikle savunmasız durumda. 2018 yılında meydana gelen şiddetli yağışlar, eyaletin büyük bir bölümünü sular altında bırakarak en az 500 kişinin ölümüne yol açmıştı ve 2017’de meydana gelen bir tufan, eyaletin kıyıları yakınında denizde olan balıkçılar dahil 250’den fazla kişinin ölümüne neden olmuştu.
Çalışmanın bir diğer yazarlarından Hindistan Teknoloji Enstitüsü Bombay’dan iklim bilimci Arpita Mondal, “Milyonlarca insan yazın ölümcül sıcaklarda kavruluyor. Aynı zamanda Wayanad’da gördüğümüz gibi, yoğunlaşan muson yağmurları sel ve toprak kaymalarını körüklüyor” diyor. Aynı grup tarafından bu yılın başlarında yapılan başka bir çalışmada, Hindistan’da 100 kişinin ölümüne yol açan ölümcül sıcak dalgalarının küresel ısınma nedeniyle en az 45 kat daha olası hale geldiğini ortaya koydu.
Dünyanın en kalabalık ülkesi olan Hindistan, en yüksek sera gazı emisyonlarından birine sahip ve iklim etkilerine en çok maruz kalan bölgelerden biri olarak kabul ediliyor.
Bir kurtarıcı, Salı günü Hindistan’ın Kerala eyaletinin Wayanad bölgesindeki Chooralmala’da meydana gelen toprak kaymasının ardından görevinin ikinci gününde sökülmüş ağaçların, hasarlı bir arabanın ve diğer enkazların arasından geçiyor. – Fotoğraf: Rafiq Maqbool /AP
Kerala eyaletinden emekli Hindistan Yeryüzü Bilimleri Bakanlığı’nın eski üst düzey yetkilisi Madhavan Rajeevan, “Artık yağmur yağdığında, çok şiddetli yağıyor. Daha sıcak bir dünyada bu tür aşırı olaylar daha sık yaşanacak ve biz bunları durduramayız. Ancak, toprak kaymaları için erken uyarı sistemleri kurmaya çalışabiliriz ve aynı zamanda toprak kayması riski taşıyan bölgelerde inşaat faaliyetlerinden kaçınabiliriz” diyor.
Salı günü yayınlanan çalışma, bölgedeki insanları gelecekteki toprak kaymaları ve sellerden korumak için erken uyarı ve tahliye sistemlerini iyileştirmenin yanı sıra, ormansızlaşmayı ve taş ocağı faaliyetlerini en aza indirmeyi öneriyor.
Çalışmada, Wayanad bölgesindeki orman örtüsünde yüzde 62’lik bir azalma görüldüğü ve bunun, şiddetli yağışlar sırasında toprak kayması risklerini artırmış olabileceği belirtildi.
Çalışmanın yazarlarından, Kızılhaç Kızılay İklim Merkezi’nde iklim riski danışmanı Maja Vahlberg “İklim ısındıkça daha da şiddetli yağmurlar bekleniyor, bu da kuzey Kerala’da benzer toprak kaymalarına hazırlıklı olma ihtiyacının aciliyetini vurguluyor,” diyor.
“Son Nesil” (Letzte Generation) grubundan iklim aktivistleri, Almanya’nın Berlin, Köln-Bonn, Nürnberg ve Stuttgart havalimanlarında bu sabah saat 5.00 civarında eylemler düzenleyerek uçuşları geçici olarak durdurdu.
Grubun hedefi, Almanya ve diğer hükümetlerin fosil yakıtların kullanımını 2030’a kadar sona erdirecek küresel bir anlaşma imzalamasını sağlamak.
Aktivistler, havalimanlarının pistlerine kendilerini yapıştırarak uçuşların geçici olarak durmasına neden oldu. Köln-Bonn‘da iki kişinin asfaltın üzerine yapıştığı, Nürnberg‘de ise uçuşların yaklaşık bir saat durduğu bildirildi. Berlin Havalimanı’nda ise iki kişi yerden kaldırılarak gözaltına alındı.
Bir aktivist, pistten gönderdiği video mesajında, “Şu anda risk altında olan milyarlarca insanın hayatı var. İklim çöküşü birçok kişi için zaten bir gerçek ancak burada hala bu durumu düzeltme şansına sahibiz” dedi.
Grup, geçtiğimiz yaz boyunca benzer eylemler düzenlemişti. Aktivistler, geçen ay Köln-Bonn ve Almanya’nın en yoğun havalimanı olan Frankfurt‘ta eylemler düzenleyerek yolcu uçuşlarını önemli ölçüde aksatmışlardı. Aynı zamanda bu ayın başlarında, Leipzig/Halle Havalimanı’nda gece yapılan bir eylemle, büyük hava kargo merkezinde kargo uçuşlarını üç saat boyunca durdurmuşlardı.
Almanya İçişleri Bakanı Nancy Faeser, bu tür eylemleri “tehlikeli ve saçma” olarak nitelendirerek, protestocuların yalnızca kendi hayatlarını değil, başkalarının hayatlarını da riske attığını ifade etti.
Bakan, geçen ay Bakanlar Kurulu tarafından onaylanan ve havalimanı sınırlarını ihlal edenler için daha ağır cezalara yol açacak yasal düzenlemeyi hatırlattı. Bu yasa tasarısı, hava alanı bölgelerine izinsiz girenlere iki yıla kadar hapis cezası öngörüyor ve şu anda sadece para cezasıyla sınırlı olan mevcut düzenlemeyi sıkılaştırmayı hedefliyor.
İzmir‘in Gaziemir ilçesindeki, “İzmir’in Çernobil’i” olarak adlandırılan ve nükleer atık bulunan eski kurşun ve döküm fabrikası alanı yıllardır zehir saçıyor.
Uzmanlar, 17 yıldır hiçbir denetim yapılmayan alanın korunmasız işçiler tarafından kürekle temizlenmeye çalışıldığını açıkladı.
TMMOB İzmir İl Koordinasyon Kurulu, İzmir Tabip Odası ve İzmir Barosu, Nükleer Fizik Uzmanı Prof. Dr. Hayrettin Kılıç’ın katılımıyla bir bilgilendirme toplantısı düzenledi.
Toplantının açılışında konuşan TMMOB İl Koordinasyon Kurulu Başkanı Aykut Akdemir, yaklaşık 17 yıldır kent gündemini meşgul eden, çevre ve halk sağlığına zarar veren, kent suçu olarak değerlendirilen fabrika alanında, yapılan görüşmeler sonucunda ilgili firmanın “temizlik” yapmaya başladığını bildirdi.
Akdemir, başlatılan temizleme süreci ile ilgili tespitlerini şöyle sıraladı:
Çalışmayı gerçekleştirecek kuruluşun benzeri hiçbir iş deneyiminin bulunmadığı, alanda çalışmaları denetleyecek uzman ve deneyimli bir denetçi firma bulunmadığı; alanda uluslararası akrediteli yerli bir özel kuruluş bulunmakla birlikte bu firmanın görevinin yalnızca saha radyoaktivite ölçümlerinin doğrulanmasından ibaret olduğu ve bu konuda bile deneyimi bulunmadığı,
Çalışmaların 10.08.2017 tarihli ‘ÇED olumlu’ kararı verilen ve başka bir firma tarafından hazırlanan proje kapsamında yürütüleceği, çalışma yönteminde değişiklikler olmakla birlikte yeni bir ÇED süreci yürütülmediği, alanda yalnızca (kapalı hacim oluşturmadan, açıkta) kazı, ayırma, depolama ve alandan taşıma gibi fiziksel işlemler yapılacağı; alandan uzaklaştırılacak atık miktarı ve niteliği ile ilgili yeni bir detaylı çalışma yapılmadığı ve tam olarak bilinmediği, radyoaktif nitelikli atıkların dahi kurşun kaplama gibi ilave koruyucu önlem alınmayan standart konteynerler ile taşınmasının planlandığı,
‘Tozlanma ve yayılım risklerine karşı önlem yok’
Tamamı açık alanda gerçekleştirilen çalışmalarda, radyoaktif materyal ve diğer tehlikeli maddelerin çevreye dağılmasına neden olacak tozlanma ve yayılım risklerine yönelik önlemlerin bulunmadığı, alanda çalışmalar sırasında yalnızca yüzeysel radyasyon hızı izlemelerinin yapıldığı, açıkta yapılan gömülü atıkların çıkarılması çalışmaları sırasında, çevre ve halk sağlığı riskleri ve acil durumların tespitine yönelik olarak atmosferik izlemeler başta olmak üzere, başka herhangi bir kirletici izlemesi yapılmadığı,
İçeriği tam olarak bilinmeyen atıkların toprak altından çıkarılarak havayla temas etmesi ve olası diğer nedenlerle karşılaşılabilecek durumlara ilişkin alanda yeterli önlem alınmadığını, olası acil durum planının AFAD’a haber vermekten ibaret olduğu, yüklenici firma sahibinin, alanı kirleten firmanın ve dolayısıyla fabrika arazisinin çoğunluk hisselerini satın almış, dolayısıyla aynı zamanda çalışmaları finanse edeceği belirtilen ‘arazinin yeni sahibi olduğu görülmüştür.
Miktarı ve niteliği tam olarak bilinmeyen gömülü nükleer ve tehlikeli atıkların çıkarılması sırasında, öngörülen tahmini bütçenin yeterli olmaması ve ilave bütçenin firma tarafından karşılamaması durumunda çalışmaların yarıda kalarak çevre ve halk sağlığının mevcut durumdan çok daha büyük bir tehlike oluşturacağına değinen Akdemir, “Bu riske karşı, bir maddi teminat veya B planı bulunmuyor” dedi.
’60 km çapta yaşayanları etkileyecek’
Nükleer Fizik Uzmanı Prof. Dr. Hayrettin Kılıç ise alanda kazma kürekle temizlik yapıldığını belirtti:
“Burada 17 yıldır devam eden bir sorun var. Sizleri biraz rahatsız edebilecek, üzebilecek bir hesabın sonuçlarını söyleyeceğim. Kazma kürekle burayı temizlemeye başlamışlar. Bundan sonraki şirketin raporlarına göre günde 15 bin ton toprak yığını çıkarılırken, bunların öğütülmesi, yüklenmesi ve taşınması sırasında çıkan tozlar var. Bir önceki raporda bu tozların saatte 1 kilogram olduğu söyleniyordu. İzmir’de 50-60 kilometre etrafında yaşayan insanların biyolojik etkileri olacak. Bu taşıma ve kırma sırasında, 1 metreküp toz çıktığında ya 100 mikron ya da altıdır. 100 mikron altı ve üstü tozlar çöker alanda. Ancak üstündeki tozlar meteorolojik yapıya göre dağılır. Saniyede 5 kilometre hızla esen rüzgar varsa, 5 mikronluk toz 15 dakika sonra Konak‘ta olur. Bu Turanlar şirketi burayı temizlerken kurdukları programda 100 mikronun altındaki tozları filtre edecek ve toplayacak bir teknolojileri yok.”
‘Çıkan tozda ağır metaller var’
Bu tozların insan sağlığına zararlarına dikkat çeken Prof. Kılıç, şu bilgileri verdi:
“Onların verdiği rakamla hareket edersek, 2.5 mikron büyüklüğündeki toz taneciği ki bunun içinde radyoaktif izotoplar ve milyarlarca atom var. 2.5 milyon dememin sebebi, nefes alırken 2.5 mikrondan küçükler ciğerlerimize yerleşiyor. 5 mikrondan küçükler tekrar dışarı çıkma imkânı yok. 1 metreküp kepçe aldığında dökerken, bin tane toz var.
Bunun bile insanlara etkisi nedir? 1 günde 21 bin 600 defa normal bir insan nefes alıyor. 1 yılda yaklaşık 8 milyon kez nefes alıyorsunuz. Böylece, 1 yılda her nefes aldığınızda 1 metreküpteki partiküllerin sayısı 8 milyon partiküldür. Bu 1 sene içerisinde burada oturan insan, oradan çıkan 2.5 mikronluk tozlarla 8 milyar partikül yerleşmiş oluyor. Bunun içinde izotop ve ağır metaller yer alıyor. Sizin solumanızdan direkt olarak bu şahıslar sorumlu.
Burada tespit edilen Europium-3, Atom 155 ve 154 nükleersantrallerin kontrol çubuklarında kullanılan maddelerdir. Bu izotoplar sadece tek başına olamazlar. Reaktörün kontrol çubuklarından çıktılarsa, en az 73 tane radyoaktif element vardır. Bu çok basit bir kirlenme değil, uluslararası platformda ‘mafya’ ibaresi var. Bunlar Türkiye’ye nasıl, hangi yollardan geldi? Tesiste bunlar eritildi mi? Eritildiyse, içinden çıkan maddelerden kim para yaptı? Eritilmiş ve gömülmüşse, bunların bağımsız bir kurum tarafından tespit edilip şirket tarafından kaçırılmaması gerekiyor.”
‘Alan betonla kapatılamaz’
Alanın üstünün beton ile kapatılması önerisine de tepki gösteren Kılıç, “Türkiye’de çöp depoları patlıyor. Bunu üstünü betonla kapatamazsınız. Daha altta ne olduğunu bilmiyorsun. Radyoaktiflerin bozulma ömrü 20-30 bin yıl. Türkiye’de böyle bir teknoloji yok. Dünyada da çok az. Elimde bir cihaz var bununla ilgili tıklamaları sayıyoruz radyasyona yaklaştıkça burada çok seyrek tık sesi duyuyoruz. Ancak alana gittiğimde yeni çekilen çite yaklaştığımda kulaklarım tık sesini sayamaz hale geldi ve hemen uzaklaştım” dedi.
Barodan sivil itaatsizlik çağrısı
İzmir Barosu Başkanı Sefa Yılmaz ise sivil itaatsizlik çağrısında bulundu:
“Bizler daha önce gördük. Yürütmeyi durdurma kararı alıncaya kadar binalar dikildi. Böyle bir aşamada yapılması gereken sivil itaatsizlik. Bunun başında yerel yönetimler büyükşehir ve tüm sendikalar olmadı. Konu sürekli gündemde tutulmalı. Uluslararası ve iç hukukta yapılması gerekeni yapacağız ancak bizim bir an önce harekete geçmemiz ve kazma küreği durdurmamız gerekiyor. Bunun için büyükşehir ve ilçe belediyelerine büyük görevler düşüyor. Biz çözüm yollarını tartışırken orada kazma kürek çalışmaları devam ediyor.”
Ne olmuştu?
Emrez Mahallesi’nde, 1940 yılında faaliyete başlayan Aslan Avcı Döküm Sanayi Ticaret A.Ş.’ye ait olan 70 dönümlük arazide semt sakinlerinin ihbarı üzerine Türkiye Atom Enerjisi Kurumu (TAEK) tarafından 2007 yılında yapılan araştırma sonucunda 100 bin ton radyoaktif atık gömülü olduğu rapor edilmişti.
İnceleme sonucunda yurtdışında getirilen nükleer çubukların (Europium 152) kurşun ve gümüş geri dönüştürüldüğü sonrasında da denetimsiz olarak araziye gömüldüğü ortaya çıktı. Ağır metal atıkların da tespit edildiği bölgedeki radyasyon miktarı ise normal değerin 219 katı ölçüldü.
Olayın ortaya çıkmasından yedi yıl sonra sahanın temizlenmesi ve rehabilitasyonu için çalışmalar başladı. Ancak denetimsizlik ve ihmal burada da devam etti. Nükleer atık bertaraf işi ÇED raporu olmadan hiçbir uzmanlığı olmayan Turanlar A.Ş isimli şirkete devredildi. Şirket ise bir yıl sonra ödenek almamasını gerekçe göstererek çalışmayı durdurdu.
2014 yılında mahalle sakinlerinin şikayeti üzerine şirket hakkında dava açıldı. Davacı vekili Arif Ali Cangı tarafından yürütülen adli süreç 5,7 milyon TL ile şirketin Türkiye tarihinin en yüksek çevre cezasına çarptırılmasına imkan verdi.
Fabrika sahipleri cezaya itiraz etti, nükleer temizliği de derme çatma yöntemlerle yapma girişiminde bulundu. Anayasa Mahkemesi ise cezanın yerinde olduğunu belirterek para cezasını onadı.
Cezanın tahsil edilip edilmediği ise bilinmiyor.
2012’de Serkan Ocak’ın haberiyle ilk kez kamuoyunun gündemine giren, 2020’de Pınar Demircan’ın makalesiyle yeniden gündeme gelen “İzmir’in Çernobili“nde yaşananlarla ilgili, HDP milletvekili Murat Çepni de Meclis’te soru önergesi verdi.
Bundan bir sene sonra Belediye Başkanı Halil Arda, atıkların temizlenmesi için ilgili kurumlara yaptığı çağrılarına defalarca yanıt alamayınca “Nükleer atık alanı 14 yıldır temizlenmiyor. Artık söz bitti, eyleme geçiyoruz” diyerek bölgede ‘duran adam’ eylemleri başlattı.
Önünden geçen yolun karşısında apartmanların, 75-100 metre mesafede bine yakın öğrenci nüfusuyla birer okulun yer aldığı yaşam alanlarının tam ortasındaki bu atıklar hala mahalle sakinleri için tehdit oluşturmaya devam ediyor.
AKP ve MHP oylarıyla kabul edilen Hayvanları Koruma Kanunu’ndaki değişiklikler hakkında konuşan Tarım ve Orman Bakanı İbrahim Yumaklı, düzenlemeye tepki gösterenlere karşı yasayı savundu.
Bakan Yumaklı, “Belediyelerin bunu uygulamıyoruz demesi kaos demek. Sosyal medya sokaktakinin aynısını hiçbir zaman yansıtmıyor” dedi. Aynı zamanda düzenleme konusunda teşekkür aldıklarını iddia etti.
TGRT Haber’e konuşan Bakan şunları söyledi:
“Kanun yürürlüğe girdikten sonra sorumluluklar başladı. Ancak biz detaylar için ikincil düzenlemeler yapmak durumundayız. Son birkaç rötuş kaldı, ondan sonra yayınlayacağız bunu. Yönetmelik çıkacak.
Bu konunun başından itibaren aynı şeyi söyledik. Sokak hayvanlarının toplumsal hayatı olumsuz etkileme potansiyeli son derece yüksek. Artık herkes tarafından kabul edilen bir sorunu çözmek üzerine çalışmalardı. Sahipsizlik sorumsuzluğu getirir. Sokaklarda sahipsiz hayvan, köpek olmasın. Öncelikle yerel yönetimler bunları toplasın, rehabilite etsin, sahiplendirsin ve bunlar çiplensin. Sahiplenmeyenler de barınaklarda hayatına devam etsin.”
“Neresinde katliam var anlamış değilim”
Hayvanların sokaklardan çekilmesini engellemeye yönelik bir strateji izlendiğini belirten Yumaklı, stratejiyi takip edenlerin, sorunun farkında olmalarına rağmen yasayı engellemek için çeşitli çabalar gösterdiğini öne sürdü: “Neresinde katliam var anlamış değilim. Bu konuyla ilgili kanundaki değişikliklerin, bir hayvana işkence edilmesiyle ilgili bir harf bile yokken ‘bu bir katliam yasası’ demek aslını inkar etmektir.”
Yasaya karşı çıkan insanların, yasanın içeriği konusunda yeterli bilgisi olmadığını iddia eden Bakan, “En büyük problem zaten yasayı okumamak. Yasayı okumadıklarını düşünüyorum. Okuduklarını da siyaset malzemesi yapmak için çarpıttıklarını düşünüyorum. Ama burada TBMM vatandaş adına çok önemli bir görev icra etti, bu sorunun çözümüne ilişkin yasal düzenlemeyi yerine getirdi.” dedi.
“Altındağ Belediye Başkanımızla konuştum”
Bakan Yumaklı, Altındağ’daki katliam haberleri üzerine de konuştu: “Altındağ Belediye Başkanımızla konuştum. ‘Bana ihbar geldi, 4 yerde hayvanlar kazaya uğramış, gidip almaya çekiniyorum’ dedi. Yani uygulayıcıları baskı altına almaya çalışıyorlar. Bunun kime faydası var? Her şeyden önce yasanın uygulanmasını diğer bakanlıklarımız da takip edecek” dedi. Tarım ve Orman Bakanlığı’nın, bu düzenlemenin denetim sorumluluğunu ve kayıt sistemini sağlayacağını söyleyen Yumaklı, ikincil düzenleme yapıldığında bakanlığın tüm detayları açıklayacağını belirtti.
‘Yasayı uygulamayan belediyeler kanundaki yaptırımlara maruz kalacak’
Yumaklı, yasayı uygulamayı reddeden belediyelerin kanuni yaptırıma maruz kalacağı konusunda uyarıda bulundu:
“Biz bütçesinden gerekli payı ayırmış mı, hayvan barınaklarında standartları sağlamış mı, bunlara bakacağız. Bunu çok başarılı uygulayan belediyeler var. Gaziantep Büyükşehir Belediyesi, Düzce Belediyesi gibi. Bunu uygulamak istemeyenler aslında o bütçeleri başka yerlere harcamak istiyorlar. Bunu yapamayan belediyeler kanundaki yaptırımlara maruz kalacak. Çünkü kamu görevlisi kamu görevini yerine getirmek zorunda. Sokaklarda en büyük denetçi halkın kendisidir. Gereğini yapmayana zaten vatandaşımız tepki gösterecektir.”
Yumaklı, yasaya karşı çıkanları eleştirerek, “Bir koyun ölüsünü alıp ‘bakın böyle yapıyorlar’ diyerek teşhir etmeye çalışıyorlar. Amaç şu, ‘bu çıkan yasa katliam yasasıdır’ algısını oluşturmak. Katliam neresinde var?” dedi.
Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) Genel Direktörü Tedros Adhanom Ghebreyesus, “DSÖ Acil Durum Komitesi bugün [14 Ağustos] toplandı ve bana durumun uluslararası öneme sahip bir halk sağlığı acil durumu oluşturduğu tavsiye görüşünü bildirdi. Bu tavsiyeyi kabul ettim” dedi. Sağlık Bakanı Kemal Memişoğlu ise “Maymun çiçeği ve Kovid-19 ile ilgili gelişmeleri takip ediyoruz. Ancak şu anda herhangi bir alarm durumumuz söz konusu değil” dedi.
Today, the Emergency Committee on #mpox met and advised me that in its view, the situation constitutes a public health emergency of international concern. I have accepted that advice.@WHO is on the ground, working with the affected countries, and others at risk, through our…
DSÖ Genel Direktörü Dr. Tedros Adhanom Ghebreyesus, Demokratik Kongo Cumhuriyeti (DKC) ve Afrika’da giderek artan sayıda ülkede görülen maymun çiçeği (mpox) hastalığının Uluslararası Sağlık Tüzüğü (UST) kapsamında uluslararası önem arz eden bir halk sağlığı acil durumu (PHEIC) teşkil ettiğini tespit etti.
Dr. Tedros’un açıklaması, DSÖ ve etkilenen ülkelerden uzmanlar tarafından sunulan verileri gözden geçirmek üzere günün erken saatlerinde bir araya gelen bağımsız uzmanlardan oluşan UST Acil Durum Komitesi’nin tavsiyesi üzerine geldi.
Komite, Genel Direktöre, mpox’un artışını, Afrika‘daki ülkeler arasında ve muhtemelen kıta dışında daha fazla yayılma potansiyeli olan bir PHEIC (Uluslararası Halk Sağlığı Acil Durumu) olarak gördüğünü bildirdi. PHEIC’i ilan ederken Dr. Tedros şunları söyledi:
“Yeni bir mpox klonunun ortaya çıkması, bunun Doğu Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde hızla yayılması ve bazı komşu ülkelerde vakaların rapor edilmesi çok endişe verici. Demokratik Kongo Cumhuriyeti ve Afrika’daki diğer ülkelerde görülen diğer mpox klonlarının salgınlarına ek olarak, bu salgınları durdurmak ve hayat kurtarmak için koordineli bir uluslararası müdahaleye ihtiyaç olduğu açık.”
DSÖ Afrika Bölge Direktörü Dr. Matshidiso Moeti ise şunları söyledi:
“Toplumlar ve hükümetlerle yakın işbirliği içinde, mpox’u engellemeye yönelik önlemlerin güçlendirilmesine yardımcı olmak için ön saflarda çalışan ülke ekiplerimizle birlikte önemli çabalar halihazırda devam ediyor. Virüsün giderek yayılmasıyla birlikte, salgınların sona erdirilmesi için ülkelere destek olmak üzere koordineli uluslararası eylemleri daha da arttırıyoruz.”
Ulusal Alerji ve Bulaşıcı Hastalıklar Enstitüsü tarafından sağlanan bu renklendirilmiş elektron mikroskobu görüntüsü, Fort Detrick, Maryland, ABD’deki bir laboratuvarda kültürlenmiş, enfekte bir hücrede bulunan kırmızı, mavi mpox parçacıklarını gösteriyor. – Fotoğraf: AP
‘Sadece Afrika için değil tüm dünya için acil bir durum’
“Afrika’nın bazı bölgelerinde görülen ve cinsel yolla bulaşabilen yeni bir monkeypox virüsü türünün yayılmasıyla birlikte ortaya çıkan m çiçeği (mpox) salgını, sadece Afrika için değil tüm dünya için acil bir durum” diyen Komite Başkanı Profesör Dimie Ogoina ise şunları söyledi:
“Afrika’da ortaya çıkan Mpox, burada ihmal edildi ve daha sonra 2022’de küresel bir salgına neden oldu. Tarihin tekerrür etmesini önlemek için kararlı bir şekilde harekete geçmenin zamanı gelmiştir.”
Bu iki yıl içinde yapılan ikinci acil durum tespiti
Bu PHEIC tespiti mpox ile ilgili olarak iki yıl içinde yapılan ikinci tespit. Maymun çiçeği, insanlarda ilk kez 1970 yılında Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde tespit edildi. Hastalık orta ve batı Afrika’daki ülkelerde endemik olarak kabul ediliyor.
Temmuz 2022’de, çok ülkeli mpox salgını, virüsün daha önce görülmediği bir dizi ülkede cinsel temas yoluyla hızla yayıldığı için bir PHEIC ilan edilmişti. Bu acil durum tespiti, küresel vakalarda sürekli bir düşüş yaşandıktan sonra Mayıs 2023’te sona ermişti.
Geçtiğimiz ay, Demokratik Kongo Cumhuriyeti’ne komşu olan ve daha önce mpox bildirmemiş dört ülkede laboratuvarda doğrulanmış 100’den fazla Maymun çiçeğinin bir klonu olan clade 1b vakası bildirildi: Burundi, Kenya, Ruanda ve Uganda.
Uzmanlar, klinik olarak uyumlu vakaların büyük bir kısmının test edilmemiş olması nedeniyle gerçek vaka sayısının daha yüksek olduğuna inanıyor.
Halihazırda maymun çiçeği için kullanılmakta olan iki aşı, DSÖ’nün Bağışıklama Stratejik Uzmanlar Danışma Grubu tarafından tavsiye ediliyor ve ayrıca DSÖ listesindeki ulusal düzenleyici otoritelerin yanı sıra Nijerya ve Demokratik Kongo Cumhuriyeti de dahil olmak üzere münferit ülkeler tarafından onaylanıyor.
Maymun çiçeği nedir?
Maymun çiçeği hastalığı en fazla kemirgenler olmak üzere enfekte hayvanlardan insanlara bulaşan maymun çiçeği virüsünün neden olduğu bulaşıcı bir hastalıktır.
İnsandan insana da bulaşır. Klinik tablosu çiçek hastalığına benzer; ancak daha az şiddetlidir.
1980 yılında çiçek hastalığının eradikasyonu ve ardından çiçek aşısının durdurulmasından sonra maymun çiçeği hastalığı zaman zaman küçük çaplı salgınlara neden olmuştur.
Dünyada rutin çiçek aşısının bırakılmasının üzerinden 40 yıldan fazla geçti. Batı ve Orta Afrika’da çiçek aşısı aynı zamanda maymun çiçeği hastalığına karşı da koruduğundan aşılanmamış popülasyonlar artık maymun çiçeği virüsü enfeksiyonuna karşı daha duyarlıdır.
TTB’nin aktardığına göre; maymun çiçeği virüsü hastalığı, öncelikle Orta ve Batı Afrika’da, genellikle tropik yağmur ormanlarına yakın alanlarda görülürken kentsel alanlarda giderek daha fazla ortaya çıkıyor.
Maymun çiçeği virüsü, poxviridae ailesinin orthopoxvirus cinsine ait zarflı, çift sarmallı bir DNA virüsüdür.
Bu virüsün Orta Afrika (Kongo Havzası) ve Batı Afrika adında iki farklı genetik bölümü vardır. Kongo havzası soyu tarihsel olarak daha şiddetli hastalığa neden olmuştur ve daha bulaşıcı olduğu düşünülmüştür.
Hastalığın Belirtileri ve Bulguları
Kuluçka süresi (enfeksiyondan semptomların başlangıcına kadar olan aralık) genellikle 6 ila 13 gün arasındadır, ancak 5 ila 21 gün arasında değişebilir.
Hastalığın belirti ve bulguları iki döneme ayrılabilir.
Birinci dönem ateş, halsizlik, öksürük, lenfadenopati (lenf bezlerinin şişmesi), yoğun baş ağrısı, sırt, boğaz ve kas ağrıları, şiddetli halsizlik ile karakterize 0-5 gün arasında süren yayılma dönemidir.
Maymun çiçeği hastalığının çiçek hastalığından ayırt edici bir özelliği lenfadenopatilerdir (şişmiş lenf düğümleri), bunlar döküntü başlangıcından 1 ila 2 gün önce veya nadiren döküntü başlangıcıyla birlikte ateşle ortaya çıkar.
Boyun, kasık ve koltuk altlarındaki lenf bezleri vücudun bir tarafında veya iki tarafında şişebilir. Lenfadenopati, başlangıçta benzer görünen kimi hastalıklarla (suçiçeği, kızamık, çiçek hastalığı) karşılaştırıldığında maymun çiçeği virüsü vakasının ayırt edici bir özelliğidir.
İkinci dönem ise ateşin ortaya çıkmasından sonraki 1-3 günde başlayan deri döküntüsü dönemidir. Döküntü, gövdeden ziyade yüz, kol ve bacaklarda daha yoğun olarak görülür.
Döküntüler genelde yüzde başlayıp (vakaların yüzde 95’inde) ve avuç içlerini ve ayak tabanlarını (vakaların yüzde 75’inde) etkiler. Ayrıca oral mukozalar (vakaların yüzde 70’inde), genital bölge (vakaların yüzde 30’unda) ve konjonktiva ile birlikte kornea da (vakaların yüzde 20’sinde) etkilenir.
Döküntü, ardışık olarak maküllerden (düztabanlı lezyonlar) papüllere (hafifçe kabarık sert lezyonlar), veziküllere (berrak sıvı ile dolu lezyonlar), püstüllere (sarımsı sıvı ile dolu lezyonlar) ve kuruyup dökülen kabuklara doğru evrilir.
Lezyonların sayısı birkaç tane ila birkaç bin tane arasında değişir. Şiddetli vakalarda, lezyonlar derinin büyük bölümleri dökülene kadar birleşebilir. Maymun çiçeği hastalığı genellikle iki ila dört hafta süren semptomlaral kendisini sınırlayan bir hastalıktır.
Şiddetli vakalar çocuklar arasında daha sık görülür, virüse maruz kalma derecesi, hastanın sağlık durumu ve komplikasyonların doğası ile ilgilidir.
Altta yatan bağışıklık eksiklikleri daha kötü sonuçlara yol açabilir. Geçmişte çiçek hastalığına karşı aşılama koruyucu olmasına rağmen, bugün 40 ila 50 yaş arası (ülkeye bağlı olarak) kişiler, hastalığın eradike edilmesinden sonra dünya çapında çiçek hastalığı aşılama kampanyalarının kesilmesi nedeniyle maymun hastalığına daha duyarlı olabilir.
Maymun çiçeği komplikasyonları arasında sekonder enfeksiyonlar, bronkopnömoni, sepsis, ensefalit ve görme kaybıyla sonuçlanan kornea enfeksiyonu sayılabilir.
Asemptomatik enfeksiyonun ortaya çıkma derecesi bilinmemektedir. Maymun çiçeği vaka ölüm oranı genel popülasyonda yüzde 0 ila 11 arasında değişmiştir ve küçük çocuklar arasında daha yüksektir. Son zamanlarda vaka ölüm oranı yüzde 3-6 civarında olmuştur.
UNICEF‘in yaptığı yeni bir analize göre, dünya genelinde 466 milyon çocuk, 1960’lara kıyasla iki kat daha fazla aşırı sıcakların olduğu bölgelerde yaşıyor.
Çalışma, çocukların iklim krizinden nasıl etkilendiğini çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyor. Bu çocukların büyük bir kısmı giderek artan sıcaklıklardan en fazla etkilenen yerler olan Afrika, Asya ve Orta Doğu‘daki bölgelerde bulunuyor.
Guardian‘ın aktardığı analize göre, özellikle Batı ve Orta Afrika’daki toplam 123 milyon çocuk, yani bölgedeki çocukların yüzde 39’u, her yıl ortalama dört ay boyunca 35°C’nin üzerindeki sıcaklıklarla karşı karşıya kalıyor. Ortalama olarak Mali’de 212 gün, Nijer‘de 202 gün, Senegal‘de 198 gün ve Sudan‘da 195 gün aşırı sıcaklar yaşanıyor.
Bu durum, Çad, Nijer, Nijerya gibi Afrika ülkeleri ile Hindistan ve Pakistan gibi Güney Asya ülkelerinin de aralarında bulunduğu sekiz ülkede çocukların yarısından fazlasının yüksek sıcaklıklarla başa çıkmak zorunda kaldığını gösteriyor.
Aşırı sıcaklar çocuklar için ciddi sağlık riskleri doğuruyor
Yaklaşık 65 yılda çok sıcak günlerin sayısının iki katına çıkması, özellikle çocuklar için ciddi sağlık riskleri doğuruyor. Aşırı sıcaklıklar, çocukların fizyolojik olarak daha hassas olmaları nedeniyle susuz kalma, ısı bitkinliği ve ısı çarpması gibi tehlikelere yol açabiliyor. Ayrıca, çocukların eğitim hayatı da bu durumdan olumsuz etkileniyor; okullar aşırı sıcaklıklar nedeniyle kapanabiliyor ya da çocuklar sıcaklık nedeniyle okula gidemiyor.
UNICEF’in raporunda, artan sıcaklıkların çocuklar üzerindeki psikolojik etkilerine de dikkat çekiliyor. Aşırı sıcaklıklar, çocukların stres seviyelerini artırabiliyor ve onların iyilik halini olumsuz yönde etkileyebiliyor. Ayrıca, sıcaklıkların artması, tarım ve gıda güvenliği üzerinde de baskı oluşturuyor, bu da çocukların beslenme durumu ve genel sağlığı üzerinde olumsuz etkiler yaratıyor.
UNICEF, hükümetlere ve uluslararası topluma, çocukların bu zorlu koşullara uyum sağlayabilmeleri için acil eylem çağrısında bulundu. Örgüt, özellikle, çocukları korumaya yönelik politikaların geliştirilmesi ve uygulamaya konulması gerektiğini vurguladı. Ayrıca, iklim krizine karşı daha güçlü önlemler alınmasının, bu krizden en fazla etkilenen çocukların korunması için hayati önem taşıdığına dikkat çekti.
Analiz, iklim değişikliğinin çocuklar üzerindeki etkilerini gözler önüne sererken, aynı zamanda gelecekte bu durumun daha da kötüleşebileceği konusunda uyarılarda bulundu. Eğer küresel sıcaklık artışları engellenmezse, çok daha fazla sayıda çocuk bu tür tehlikelerle karşı karşıya kalacak.
ABD’de cumhuriyetçilerin başkan adayı ve ABD eski Başkanı Donald Trump ve X hesabının sahibi Elon Musk, aralarında küresel ısınma ve iklim krizi hakkında çok sayıda gerçek dışı ve dağınık iddialarda bulundukları bir konuşma gerçekleştirdi. Bu konuşma, önde gelen bir aktivist tarafından “tarihin en aptalca iklim konuşması” olarak değerlendirildi.
Trump ve Musk, fosil yakıtların hızla terk edilmesine gerek olmadığını savundular ve dünyanın bu yakıtlardan uzaklaşmak için bolca zamana sahip olduğunu iddia ettiler.
Bilim insanları, mevcut küresel sıcaklıkların insan uygarlığının en sıcak döneminden daha yüksek olduğunu ve bunun sıcak dalgaları, kuraklık, seller ve doğal yaşamın yok olması gibi felaketlere yol açtığını vurguluyor.
Hükümetler, küresel sıcaklık artışını sanayi öncesi döneme göre 1.5°C ile sınırlamak için anlaşmış durumda, ancak Trump ve Musk bu gerçekleri göz ardı ederek iklim krizine dair acil eylemlerin gereksiz olduğunu savundu.