Ana Sayfa Blog Sayfa 475

[Seçim Günlüğü] Özdağ-Kılıçdaroğlu görüşmesinden ortak açıklama

Millet İttifakı‘nın cumhurbaşkanı aday Kemal Kılıçdaroğlu ile ATA İttifakı‘nın bileşeni olan Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ‘ın,28 Mayıs’ta yapılacak ikinci tur Cumhurbaşkanlığı seçimi gündemli görüşmesi sona erdi.

Görüşmenin ardından ikili ortak açıklama yaptı.

Kılıçdaroğlu, “Türkiye’nin sorunlarını masaya yatırdık. Türkiye’nin demokrasiye ihtiyacı var. Sayın genel başkana Millet İttifakı liderlerinin görüşmelerini çalışmalarımızı, anayasa değişikliği ile ilgili düşüncelerimizi, bazı sorular da sordu, olabildiğince ayrıntılı şekilde bilgilendirdim. Türkiye’nin demokrasiye dayanışmaya ihtiyacı var. Sayın genel başkan arkadaşlarıyla görüşecek” dedi.

Ümit Özdağ ise, “Bazı sorularımız vardı, onları sorduk. Ayrıntılı olarak cevaplar aldık. Aldığımız cevaplar neticesinde kurullarımızla değerlendirme yapacağız. Sinan Oğan‘la da yine değerlendirme yapacağız. Kısa zaman içerisinde görüşlerimizi paylaşacağız” diye konuştu.

 

Ziyarette Kılıçdaroğlu’na CHP Sözcüsü Faik Öztrak ve Genel Sekreter Selin Sayek Böke eşlik etti.

Cumhurbaşkanlığı seçiminde, ilk turda yüzde 5.2 oranında oy toplayan ATA İttifakı’nın adayı Sinan Oğan’ın ve partisinin  ikinci turda kimi destekleyeceği merak konusu olmuştu.

 

New York, gökdelenlerin ağırlığı yüzünden batıyor

ABD‘nin New York kenti, sayıları halen artan gökdelenlerin olağanüstü ağırlığı nedeniyle her yıl ortalama 1-2 milimetre batıyor. Bu da deniz seviyesinin yükselmesi ve sel tehdidini daha da kötüleştiriyor.

Kentle ilgili yapılan son araştırmanın bulguları Earth’s Journal adlı bilimsel dergide yayımlandı. Buna göre, 8 milyondan fazla insanın yaşadığı “Büyük Elma”nın bazı bölgelerinde bu “batma oranı” iki katına çıkmış durumda.

Deniz 1950’den beri 22 cm yükseldi

Söz konusu durum, küresel ısınma nedeniyle dünyadaki buzullar eridikçe ve deniz suyunun alanı  genişledikçe, küresel ortalamanın yaklaşık iki katı hızlanan deniz seviyesi yükselmesinin etkisini şiddetlendiriyor.

Kenti çevreleyen su, 1950’den beri yaklaşık 22 cm yükseldi. İklim değişikliğinin kasırgaları artırması ve deniz seviyesinin yükselmesinin birleşiminin kentteki fırtına kaynaklı sel olaylarının sıklığını bu yüzyılın sonunda dört kat artırabileceği belirtiliyor. 

Araştırmacılar da “8,4 milyonluk yoğun bir nüfus, New York City’deki sel nedeniyle değişen derecelerde tehlikelerle karşı karşıya” dedi. Yazarlar, iklim krizi derinleştikçe kentin karşı karşıya olduğu risklerin dünyadaki diğer birçok kıyı şehri tarafından paylaşılacağını da sözlerine ekledi: “Tektonik ve antropojenik çöküntü, deniz seviyesinin yükselmesi ve artan kasırga yoğunluğunun birleşimi, kıyı ve nehir kıyısı bölgelerinde hızlanan bir soruna işaret ediyor.”

140 milyon fil ağırlığında yapı

Bu eğilim, New York City’nin inşa edilmiş altyapısının büyük bir kısmı tarafından büyütülüyor. Araştırmacılar, aralarında ünlü Empire State Building ve Chrysler Building‘in de bulunduğu şehir yapılarının toplam ağırlığının 1.68 ton pound olduğunu hesapladılar ki bu kabaca 140 milyon filin ağırlığına denk geliyor.

Bu muazzam ağırlık, New York City’nin zemininde bulunan farklı malzemelerden oluşan bir karmaşayı aşağı doğru itiyor. En büyük binaların birçoğu sağlam ana kaya üzerine inşa edilmiş olsa da,  diğer kum ve kil karışımı üzerine inşa edilmiş yapılar da bulunuyor. Kara son buzul çağının sona ermesinin ardından devasa buzulların geri çekilmesine tepki gösterdiğinden bu durum ABD’nin doğu kıyısının büyük bölümünde doğal olarak meydana gelen bir batma etkisine katkıda bulunuyor.  

Yeni araştırmaya öncülük eden US Geological Survey‘de jeofizikçi olan Tom Parsons, “Bu hemen paniğe kapılacak bir şey değil, ancak selden kaynaklanan su baskını riskini artıran devam eden bir süreç var. Toprak ne kadar yumuşaksa, binalardan kaynaklı o kadar fazla sıkıştırma olur. New York’ta bu kadar büyük binalar inşa etmek bir hata değildi, ancak orada bir şey inşa ettiğinizde zemini biraz daha aşağı ittiğinizi aklımızda tutmalıyız” diye konuştu. 

Parsons, New York ve diğer kıyı şehirlerinin bu riske karşı planlama yapması gerektiğini belirterek “Tekrar tekrar deniz suyuna maruz kalırsanız, çelik aşınabilir ve kesinlikle istenmeyen şekilde binalar istikrarsızlaşabilir” dedi. 

Dünyanın okyanusları artık çok, çok, çok hızlı ısınıyor

Bill MacKibben‘in Common Dreams‘deki değerlendirmesi, Yeşil Gazete tarafından çevrilmiştir. 

*

Gezegenin yüzeyinin yüzde 70’i tuzlu suyla kaplı ve burada çok rahatsız edici bir şey oluyor. Hava sıcaklığına çok daha fazla dikkat ediyoruz çünkü onu hissedebiliyoruz (ve Asya , Kanada ve Kuzeybatı Pasifik’teki rekor sıcaklıklarla dikkat edilmesi gereken çok şey var ) ancak bu baharın gerçekten en korkutucu rakamları okyanusta ortaya çıkıyor.

Yukarıdaki grafiğe bakarsanız, “anomali” tanımını görebilirsiniz. Bu, dünya okyanuslarının ortalama yüzey sıcaklığının mart ayı ortasından itibaren, daha önce ölçtüğümüzden çok daha sıcak olduğunu gösteriyor. Büyük fenomenler için büyük veri kümelerinde değişim küçük olmalıdır; istatistikler böyle çalışır ve bu yüzden grafiğin geri kalanı bir tabak spagetti gibi görünür. 2023 ile bir sonraki en sıcak yıl (2016) arasındaki bu büyük boşluk, bilim adamlarını korkutan türden bir şey, çünkü bunun ne anlama geldiğinden -bela hariç- tam olarak emin değiller.

Tarihin en yüksek okyanus sıcaklıkları 2022’de kaydedildi
İklim krizi: Okyanus yüzey sıcaklıklarının rekor kırmasıyla aşırı hava olaylarında artış bekleniyor

Bu sıçramanın büyüklüğü, bilim adamlarını biraz şaşırtsa da daha çok korkutmuş durumda, zira BBC’nin de işaret ettiği gibi rakamlar aşırı:

Mart ayında, Kuzey Amerika’nın doğu kıyısındaki deniz yüzeyi sıcaklıkları, 1981-2011 ortalamasından 13.8C daha yüksekti.
Yeni çalışmanın baş yazarı ve Mercator Ocean International araştırma grubunda bir oşinograf olan Karina Von Schuckmann, “Neden bu kadar büyük bir değişimin bu kadar hızlı şekilde meydana geldiği henüz tam olarak belirlenmedi” dedi.

Ortaya çıkan faktörlerden biri, açık deniz gemilerinin genellikle çok çok ucuz olduğu için yaktığı, kelimenin tam anlamıyla varilin dibindeki katran çamuru olan “bunker yakıtı” kullanımını hızla ortadan kaldırması gerektiği. Araştırmalar, bu maddeden kaynaklanan kirliliğin limana geri döndüğünü ve insanlara zarar verdiğini gösterdi, bu nedenle Ryan Cooper‘ın bildirdiği gibi,daha temiz bir yakıtla değiştirilmeye çalışılıyor.  Bu gemilerin boğucu egzozundaki aerosollerin ( duman bacasından çıkan maddeler ) ana nakliye rotalarından dışarı çıkarken tohum bulutlarına yardımcı olması dışında büyük çevre etkisi; bu rotalarda hava artık daha temiz ve dolayısıyla okyanusa daha fazla güneş ışığı girmesi oldu.

El Nino yılı tahmin edilemez sorunlar doğurabilir

Ancak buna rağmen okyanuslar şimdi çok çok çok daha hızlı ısınıyor gibi görünüyor. Katrina von Schuckmann başkanlığındaki az fark edilen yakın tarihli bir çalışmada, “Geçtiğimiz 15 yılda, Dünya’nın neredeyse önceki 45 yılda biriktirdiği kadar ısı biriktirdiğini” ve bunun yüzde 89’unun denizlerde  kaldığını ortaya kondu. Bu kendi başına korkutucu olurdu, ama şu anda meydana gelmesi  daha da korkutucu. Bunun nedeni, La Nina soğuma döngülerine altı yıl girip çıkmanın ardından, dünyanın Pasifik‘teki sıcak su akıntılarının güçlendirdiği bir El Nino fazına girmek üzere görünmesi. El Nino’nun yaratacağı sıcaklık, halihazırda rekor seviyedeki sıcak okyanuslardaki rekorları egale edeceği ve tahribata yol açacağı kesin, ancak tam olarak hangi türde olduğu tahmin edilemiyor.

Dünya Meteoroloji Örgütü: El Niño ihtimali arttıkça sıcaklık rekorları kırılacak

Ve ‘tahmin edilemez’ kısmı asıl sorun. Unutmayın millet, bu daha önce yapmadığımız bir deney ve kullandığımız test tüpü tüm gezegen. Pek çok şey olabilir: Belki Beaufort Gyre, zaten zayıflamış olan Gulf Stream‘i daha da bozarak Kuzey Atlantik‘e çok miktarda tatlı su salacak. Bahse girerim Beaufort girdabından endişe etmiyordunuz, ama geçen hafta yapılan yeni bir araştırmaya bakın.  Ya da şu anda çiftçileri rekor bir oranda buğday mahsullerini terk etmeye zorlayan Orta Batı kuraklığının daha fazlası ortaya çıkabilir . Veya okyanus oksijen seviyeleri düşmeye devam edebilir ve birçok tür (denizanası hariç) üzerinde baskı oluşturabilir.

WMO: Bu yıl yeni sıcaklık rekoru yüzde 98 olasılıkla kırılacak

Bazı şeyleri ise neredeyse kesin olarak söyleyebiliriz: Dünya Meteoroloji Örgütü bugün (18 Mayıs) bu El Nino koşusu sırasında dünyanın yeni bir yıllık sıcaklık rekoru kıracağı ihtimalinin yüzde 98 olduğunu tahmin etti . (2024’ü tahmin ediyordum, ancak 2023’ün 2016’da tüm zamanların rekorunu kırma olasılığı her geçen gün artıyor ve şu anda yaklaşık dörtte bir olasılığında) Aslında, en azından bir yıl boyunca, Paris Anlaşması‘nın kaçınmamız gereken;  yeri ve göğü birbirine katmamız gereken işaret olarak belirlediği 1,5 Santigrat seviyesini geçmemiz için güçlü bir ihtimal var. Bunu yapmadık- ancak Joe Manchin’i (Senatör Manchin,  ABD’de en etkili fosil yakıt savunucularından biri-e.n.) çok hafifçe kımıldattık, ama o da şimdi kazanımları geri itiyor – ve bu yüzden bundan kaçınmadık. Şimdi ne olacak?

Şimdi hiç olmadığı kadar organize olmalıyız. Bu yıkım, hangi biçimde olursa olsun, siyasi ve ekonomik sistemlerimiz üzerinde bir şeyler yapması için baskı oluşturacak . Petrol endüstrisi, kömür ve gaz yakmaya devam edebilmeleri için karbon yakalama baskısının daha fazla kamusal dolara dönüştürülmesini sağlamaya çalışacak. ( Food and Water Watch‘ın bu özel aldatmacasının bu mükemmel özetini ve karbon boru hatları patlarsa ne olacağı hakkındaki bu NPR raporunu inceleyin)

Şimdi hiç olmadığı kadar organize olmalıyız.

Bu yüzden geri kalanımız, temiz enerji projesine son bir güçlü destek vermeye hazır olsak iyi olur. Güneş panellerindeki silikon fiyatları düşmeye devam ederken , siyasi baskı ve ekonomik fırsatın yakınsaması dünyaya son bir iyi şans sunuyor: Küresel ısınmayı durdurmak değil, bunun için çok geç. ancak Yeni bir Ulusal Yenilenebilir Enerji çalışması , bunun bizim en ucuz ve en hızlı seçeneğimiz olduğunun altını çiziyor; Yeni bir Nature Conservancy araştırması da, eskiden korktuğumuzdan daha az alan gerektireceğini gösteriyor.

Belki de medeniyetleri dize getirmeden gidişatı durdurabiliriz. Bunun için oynuyoruz ve önümüzdeki sıcak hava en iyi son şansımız olacak.

‘Zengin ülkeler iklim krizini kontrol etmek için yeterince çaba göstermiyor’

Pasifik Adası liderleri, özellikle COVID-19 pandemisinin yarattığı ekonomik yıkımdan toparlanmaya çalıştıkları süreçte, dünya ülkelerinden iklim krizinin etkilerine karşı mücadelede farklılıklarını bir kenara bırakarak daha fazla çaba göstermelerini talep etti.

Tayland‘ın başkenti Bangkok‘ta düzenlenen 79’uncu BM Asya ve Pasifik Ekonomik ve Sosyal Komisyonu‘nun (ESCAP) 15 Mayıs’ta başladı. Bu yıl “sürdürülebilir kalkınma için Asya ve Pasifik’te iklim eyleminin hızlandırılması” temasıyla yönlendirilen yıllık oturumun, iklim değişikliği konusunda bölgesel işbirliğini güçlendirmek için bir fırsat olması bekleniyor.

Konferansın pazartesi günkü oturumunda konuşan Cook Adaları Başbakanı Mark Brown, iklim kriziyle mücadelede kullanılan ve krizin etkilerini azaltmak için kredi verilmesine dayananan finans modelinin, “önemsiz miktarlarda karbon emisyonu” üreten ama bu etkilerden en çok muzdarip olan çok az nüfuslu ülkeler için doğru bir yöntem olmadığını söyledi.

Brown, daha yoksul ülkeler üzerindeki mali yükün hafifletilmesine yardımcı olmak adına hibelere veya faizsiz kredilere geçiş yapılmasını önerdi.

‣ Küçük ada devletleri iklim krizine karşı ‘acil eylem’ istiyor

‘İklim krizine neden olan ülkelerin ta kendisinen kredi almak zorundayız’

Cook Adaları Başbakanı Mark Brown. Fotoğraf: Sakchai Lalit / AP

The Associated Press’in aktardığına göre Brown, “Tek yaptığımız, COVID’den yüksek borçla çıkan ülkelerin sırtına borç eklemek. Bana kalırsa, [iklim krizine karşı] direnç oluşturmak için borç almak ve bu borcu iklim değişikliğine neden ülkelerin ta kendisinden almak zorunda olmamız oldukça yakışıksız bir durum” diye konuştu.

Ülkesinin pandemi nedeniyle GSYİH’sının tahmini olarak yüzde 41’ini kaybettiğini, bunun “on yıllık bir refah kaybı” olduğunu belirten Mark Brown, bu mesajı Japonya‘daki önde gelen sanayileşmiş ülkelerin yapacağı G7 zirvesinde yaklaşık 17 bin nüfuslu ufak Güney Pasifik ülkesini temsil ederken aktaracağını söyledi.

Brown, G7 zirvesinde liderlerin “hayırsever bağışçılar” ve “minnettar alıcılar” konumunda olmadıkları, “daha eşit bir zeminde” konuşabilmeyi umuyor.

‣ Küçük Ada Ülkeleri Konferansı’na iklim değişikliğinin sorumluluları katılmadı

‘İklim krizini biz yaratmadık ama şimdi bizden faiz alıyorlar’

Palau Başkanı Surangel S. Whipps Jr. Fotoğraf: Sakchai Lalit / AP

Palau Başkanı Surangel S. Whipps Jr., finansman fırsatlarının “az ve ağır” olduğuna katılarak zengin ülkeleri taahhüt ettikleri ve askeriye gibi öncelikli harcamalarının çok küçük bir kısmına tekabül eden mali yardımı sağlamamakla eleştirdi. 

Whipps, şunları kaydetti:

Sorunu [iklim krizini] biz yaratmadık ama şimdi faiziyle geri ödeyelim diye bize borç vererek bizden para kazanacaklar. Yani ‘şimdi iklim krizine adapte olmanız gerekiyor ve adapte olun diye size bu para vererek sizin üzerinizden para kazanacağız. Bu mantığa aykırı.

Whipps, Palau ekonomisinin büyük ölçüde turizme bağlı olduğunu, ancak sektörün iklim değişikliği nedeniyle ciddi bir tehdit altında olduğunu söyledi. 

‣ Ülkeler fosilden çıkış ve karbon yakalama konusunda iki cepheye ayrıldı

Yardım karşılığında askeri haklar

ABD Başkanı Joe Biden. Fotoğraf: Evan Vucci / AP

Ülkenin ekonomik güvenliği, Palau’nun ABD ile önümüzdeki yirmi yıl boyunca Washington ile ilişkilerine yön verecek daha geniş kapsamlı bir anlaşma olan “Özgür Ortaklık Anlaşmaları” konulu müzakereleri için de önemli bir gündem maddesi.

Bu anlaşmalar, büyük miktarda yardımlar karşılığında ABD’ye bu adalarda benzersiz askeri ve güvenliğe ilişkin haklar sağlıyor.

Whipps, Başkan Joe Biden yönetiminin 20 yıllık süre için yaklaşık 900 milyon dolar taahhüt ettiğini söyledi. Bu miktar, ada ülkesinin istediğinden “kesinlikle az” olsa da, Whipps, eski Başkan Donald Trump‘ın yönetimi sırasında elde edilen şartların yeniden görüşülmesinin ardından alınan bu kararlardan büyük ölçüde memnun olduğunu söyledi.

ABD Kongresi‘nin dış yardımı keseceğine ve bunun da bu fonu etkileyeceğine dair endişeler söz konusu olsa da Whipps, Washington’ın anlaşmaya saygı göstereceğini ve anlaşmanın ilerleyen günlerde Papua Yeni Gine‘de her iki tarafça imzalanabileceğini umduğunu ifade etti.

‣ Ada ülkeleri olarak iklim krizine karşı tamamen savunmasızız

‘İklime karşı direnç oluşturmak para gerektiriyor’

iklim
Cook Adaları Başbakanı Mark Brown. Fotoğraf: Sakchai Lalit / AP

Brown, iklim değişikliğiyle mücadele etme ve etkilerine karşı daha iyi altyapı inşası ve daha fazla su ve gıda güvenliği sağlanması gibi yollarla direnç oluşturma çabalarının, özellikle küçük nüfuslu ada ülkeleri için çok para gerektirdiğini kaydetti ve bölgenin iklim uyumu ve azaltım çalışmaları için yılda 1,2 milyar dolarlık harcamanın yalnızca “başlangıç” olacağını belirterek ekledi:

Ne olursa olsun, iklim değişikliğinin etkileriyle karşı karşıya kalan ülkelere destek olmak için gereken çözümün direnç oluşturmak olduğu ve direnç oluşturmanın da para gerektirdiği gerçeği değişmiyor.

[Seçim Günlüğü] Oy ve Ötesi: Hâlâ 29 bin 109 müşahide ihtiyaç var

Türkiye‘de katılımcı demokrasi bilincinin yerleşmesi adına çalışmalar yürüten Oy ve Ötesi Derneği 28 Mayıs’ta yapılacak 13’üncü Cumhurbaşkanlığı seçiminin ikinci turu için ülke genelinde hâlâ 29 bin 109 müşahide ihtiyaç duyulduğunu açıkladı.

Kurulduğu 2014 yılından bu yana sekiz seçimde görev yapan Oy ve Ötesi Derneği, sosyal medya platformu Twitter üzerinden yaptığı paylaşımda 28 Mayıs’ta yapılacak seçimler için ihtiyaç duyulan müşahit sayısını il bazında açıkladı.

Dernek tarafından paylaşılan liste ülke genelinde toplam 29 bin 109 müşahide ihtiyaç duyulduğunu gösterirken, en çok müşahit ihtiyacının bulunduğu iller Konya ve Şanlıurfa olarak öne çıkıyor.

Hangi ilde kaç müşahide ihtiyaç var?

Oy ve Ötesi tarafından paylaşılan listeye göre, en fazla müşahit ihtiyacı olan iller sırasıyla şöyle:

  • Konya: 3052
  • Şanlıurfa: 2922
  • Sivas: 1892
  • Bitlis: 1695
  • Erzurum: 1695
  • Siirt: 1695
  • Kahramanmaraş: 1647
  • Diyarbakır: 1566
  • Gaziantep: 1527
  • Manisa: 1486
  • Samsun: 1381
  • Afyonkarahisar: 1348
  • Kastamonu: 1368
  • Malatya: 1316
  • Kayseri: 1274
  • Ordu: 1256
  • Trabzon: 1236
  • Van: 1142
  • Elazığ: 1112
  • Mardin: 1084
  • Kütahya: 1083
  • Burdur: 1012
  • Tokat: 1012
  • Yozgat: 1012
  • Adıyaman: 920
  • Ağrı: 917
  • Giresun: 872
  • Sakarya: 859
  • Hatay: 789
  • Erzincan: 747
  • Zonguldak: 741
  • Osmaniye: 733
  • Aksaray: 707
  • Muş: 596
  • Amasya: 571
  • Bolu: 571
  • Çankırı: 570
  • Şırnak: 570
  • Isparta: 568
  • Sinop: 549
  • Rize: 535
  • Kars: 506
  • Gümüşhane: 505
  • Niğde: 502
  • Nevşehir: 497
  • Batman: 481
  • Düzce: 459
  • Kırıkkale: 458
  • Uşak: 446
  • Artvin: 424
  • Bingöl: 422
  • Karaman: 418
  • Kırşehir: 399
  • Bilecik: 373
  • Edirne: 373
  • Karabük: 345
  • Kırklareli: 345
  • Bartın: 333
  • Iğdır: 324
  • Kilis: 289
  • Hakkari: 223
  • Dersim: 218

İklim Masası: Türkiye’nin Avrupa Yeşil Mutabakatı’nı avantaja çevirmesi mümkün

İklim değişikliğiyle ilgili güvenilir bilgileri yaygınlaştırmayı hedefleyen İklim Masası, Boğaziçi Üniversitesi‘nden Prof. Dr. Sevil Acar, İstanbul Teknik Üniversitesi‘nden Doç Dr. Ahmet Atıl Aşıcı ve Kadir Has Üniversitesi‘nden Prof. Dr. Alp Erinç Yeldan‘ın Avrupa Birliği tarafından geliştirilen Sınırda Karbon Düzenleme Mekanizması’nın Türkiye ekonomisi üzerindeki potansiyel etkilerini incelediği bir çalışmanın bulgularını aktarıyor.

2050’de iklim-nötr olmayı planlayan Avrupa Birliği, bu süreçte sanayisini ve istihdamını korumak amacıyla geliştirdiği Sınırda Karbon Düzenleme Mekanizması’nı (SKDM) Ekim 2023 itibarıyla yürürlüğe koyacak. Üretildikleri ülkelerde karbon içeriği fiyatlandırılmamış olan mallar, AB sınırından girerken vergilendirilecek.

2022 yılında yapılan bir çalışma, uygulamanın Türkiye ihracatçıları üzerindeki yıllık potansiyel maliyetinin 1,1 ila 1,8 milyar euro (23,4 ila 38,4 milyar lira) olacağını öngörüyor.

Aynı araştırmaya göre Türkiye, SKDM’ye tabi olmayı beklemeden aktif bir iklim politikası izlemeye başlarsa, hem makroekonomik veriler hem de çevre açısından çok daha olumlu sonuçlar elde edebilir.

Sera gazlarının ülke içinde fiyatlanacağı bir sistem kurulması halinde, mevcut yaklaşımla devam edilen duruma kıyasla, emisyonlar ve cari açığın en fazla oranda düşeceği, GSYH’nin ise yüzde 3 daha büyük olacağı hesaplanıyor. İhracatçıların her yıl AB’ye ödeyeceği 1,1 ila 1,8 milyar euroluk (23,4 ila 38,4 milyar lira) vergi ise, Türkiye’de kalmış olacak.

türkiye

‣ AB Yeşil Mutabakatı’nın getireceği değişiklikler ve nedenleri

AB’nin hedefi, üreticilerini korumak ve karbon kaçağını önlemek

Avrupa Komisyonu’nun Aralık 2019’da açıkladığı Avrupa Yeşil Mutabakatı (AYM), AB’nin 2050’ye kadar iklim-nötr olabilmesi için yeşil ekonomi ve yeşil dönüşüme dair yapılan düzenlemeleri bir araya getiriyor. AB aşamalı olarak sera gazı emisyonlarını azaltmayı, bu alanda küresel olarak etkili bir oyuncu haline gelmeyi ve bunları yaparken sanayisini ve istihdamını korumayı hedefliyor.

Bu bağlamda iklim hedeflerine ulaşmak için ön koşul kabul ettiği bir uygulama, ekonomi genelinde etkili karbon fiyatlandırması. 2005’te yürürlüğe giren AB Emisyon Ticaret Sistemi (EU ETS), AB üreticilerinin maliyetlerini, dolayısıyla AB ve uluslararası piyasalardaki rekabetçilik düzeylerini yakından etkiliyor. “Cap and trade” olarak uygulanan sistemde, emisyonları belli miktarda olan işletmeler yer alıyor ve bu işletmelere kota veriliyor. Kota hakkının tamamını kullanmayan, azaltım maliyeti düşük olan işletmeler, bu haklarını kota hakkından daha fazla emisyona yol açan ve azaltım maliyetleri yüksek olan işletmelere satabiliyor.

Karayolu, ulaştırma gibi yer değiştiremeyen sektörler, faaliyetlerine AB içinde devam edip sorumlu oldukları karbon için bir maliyete katlanmak durumunda kalıyorlar. Öte yandan, özellikle dış ticaretin yoğun olduğu, demir-çelik ve çimento gibi sektörlerdeki AB’li üreticiler, üretim tesislerini, herhangi bir karbon düzenlemesi olmayan ülkelere kaydırma eğilimindeler.

AB açısından düşünüldüğünde, bunun iki sakıncası var: İlki, karbon fiyatlaması nedeniyle bir kısım üretimin yurtdışına kayması sonucu ortaya çıkan üretim ve istihdam kaybı. İkincisi ise, AB içinde kalsa belli bir süreç içinde emisyonlarını düşürmek zorunda kalacak olan sektörlerin yurt dışına kaydığında böyle bir zorunluluğu kalmayacağından emisyonlarına aynı düzeyde devam edecek olmaları, yani diğer adıyla “karbon kaçağı” veya “karbon sızıntısı”.

Karbon kaçağı nedeniyle bir yandan sera gazı emisyonlarında hedeflenen düşüş yaşanamazken, bir yandan da AB içindeki üretim ve istihdam zarar görüyor. SKDM, işte bu karbon kaçağını hafifletmek için düşünülmüş bir düzenleme.

türkiye

‣ 2022 İklim Şurası, Emisyon Ticaret Sistemi ve Adil Geçiş

Önlem alınmazsa GSYH azalacak, cari açık artacak

Karbon sızıntısı, karbon fiyatlaması olan ve olmayan bölge/ülke arasında ortaya çıkıyor. Bu sorunu azaltmak için tasarlanan SKDM, ticareti yapılan malların üretimindeki karbon maliyetleri arasındaki farkın, sınırda uyarlama yöntemiyle giderilmesini amaçlıyor. Böylelikle, karbon maliyetlerine katlanan AB’li üreticilerin rekabetçiliklerinin artırılması hedefleniyor; ayrıca üretim tesislerinin, karbon düzenlemesi olmayan ülkelere kaymasının önüne geçilmek isteniyor.

Ancak bu düzenlemeler sadece AB’deki firmaları değil, AB ile ticari ilişkisi olan tüm AB-dışı firmaları etkileyecek. Henüz bir karbon vergisi veya emisyon ticaret sistemi bulunmayan Türkiye’de de üreticiler, ihracatlarının neredeyse yarısını gerçekleştirdikleri AB’deki bu yeni düzenlemeden etkilenmeye oldukça açıklar.

Yapılan çalışma, AYM’ye uyum sağlaması ya da dışında kalmasının Türkiye ekonomisine etkilerini inceliyor. Olası bir SKDM altında, üretimde salınan ton karbondioksit (CO2) başına 30 Avro (460 lira) veya 50 Avro (1,068 lira) vergi ödenmesi varsayımıyla hazırlanan senaryolarda, ihracatçı sektörlerin “karbon maliyeti” hesaplanıyor.

Şekil 1’de de görüleceği üzere, analizin sonuçlarına göre, her iki fiyat varsayımı altında da, baz senaryoya (yani SKDM’nin devreye girmediği ve Türkiye’de karbon fiyatlanmasına dair hiçbir şeyin yapılmadığı, artık mümkün olmayan duruma) kıyasla emisyonlar düşüyor. Fakat Türkiye’nin gayrisafi yurt içi hasılası (GSYH) düşerken, cari açığı artıyor.

Buna göre Türkiye, sera gazlarını kendi içinde fiyatlayacağı bir sistem kurmadığı takdirde, 2030 yılında GSYH’si – hangi fiyat varsayımının dikkate alındığına bağlı olarak – yüzde 2,7 veya yüzde 3,6 oranında azalıyor.

Şekil 1. Yeşil ekonomik dönüşümün makroekonomik büyüklüklere ve CO2 emisyonlarına etkisi.
Not: Acar, Aşıcı ve Yeldan (2022) çalışmasının sonuçlarından uyarlanmıştır.

En çok çimento ve demir-çelik sektörleri etkilenecek

SKDM kaynaklı karbon maliyeti, ihraç edilen ürünlerin sebep olduğu karbon salımları, ton CO2 başına istenen karbon fiyatıyla çarpılarak hesaplanıyor. Bu karbon fiyatı, 2020’lerin başında ton CO2 başına 30 euro (460 lira) civarındayken, 2020’lerin sonuna doğru 50 euro (1,068 lira) seviyesinde olacağı tahmin ediliyordu. Bu varsayımlarla hesaplandığında, SKDM’nin Türkiyeli ihracatçılara yıllık maliyetinin 1,1 ila 1,8 milyar euro (23,4 ila 38,4 milyar lira) arasında olacağı öngörülüyor. Şimdilerde karbon fiyatının 80 euro’nun (1,709 lira)üzerinde olduğu düşünülürse ihracatçılara düşecek olan maliyetin çok daha fazla olacağı söylenebilir.

SKDM’nin özellikle karbon yoğun ürünler ihraç eden sektörleri etkilemesi bekleniyor. 2018 yılında ihraç edilen ürünlere bakıldığında, emisyonların büyük kısmından çimento, makine, otomotiv, demir-çelik ve tekstil sektörlerinin sorumlu olduğu görülüyor.

‣ ‘Sunulan Ulusal Katkı Beyanı ile Türkiye’nin 2053’te net sıfıra ulaşması imkansız hale geldi’

AYM’yi avantaja çevirmek mümkün

Öte yandan, eğer Türkiye iklim politikası konusunda aktif bir tutum takınır ve sera gazlarını kendi içinde fiyatlayacağı bir sistem kurarsa (Şekil 1’deki AB_AYD senaryosu), hiçbir şey yapılmadığı duruma göre, hem emisyonlar hem de cari açık en fazla oranda düşüyor, bir yandan da GSYH, baz senaryoya kıyasla yüzde 3 daha büyük oluyor. Yani SKDM’ye tabi olmayı beklemeden kendi iklim politikasını işletmesi, makroekonomi ve çevre açısından çok daha olumlu sonuçlar doğurma potansiyeline sahip.

AYM’nin Türk ihracatçıları üzerindeki potansiyel maliyetlerinin en aza indirilmesi için AYM’ye uyum sağlayacak adımların atılması oldukça önemli. Bu politikalar, örneğin makine ve otomotiv sektörleri için kritik önemde. Türkiye’nin AYM’ye uyumlu politikalar izlemesi durumunda, bu iki sektördeki toplam üretim ve toplam ihracat baz senaryoya kıyasla yüzde 50’den fazla olabilir. Herhangi bir adım atılmaması ve ton CO2 başına 30 euro (460 lira) vergilendirme yapıldığı durumda ise bu iki sektörün üretiminde yüzde 13’lük azalma bekleniyor.

SKDM’ye tabi olmayı beklemeden kendi iklim politikamızı işletmemiz durumunda yalnızca GSYH, baz senaryoya kıyasla daha büyük olmakla kalmıyor, özel harcanabilir gelir yüzde 3, özel tüketim harcamaları ise yüzde 5,9 daha yüksek düzeyde gerçekleşiyor.

Baz patikayla değil de SKDM’nin ton CO2 başına 30 euro’dan (460 lira) devreye girdiği senaryoyla kıyaslayacak olursak, harcanabilir gelir düzeyi yüzde 10,9, tüketim harcamaları ise yüzde 8,6 daha yüksek oluyor.

Türkiye, AYM’ye uyum sağlayacak aktif iklim politikaları izlerse, yeşil ekonomik düzen sosyal refahı artırıyor.

türkiye

Türkiye, hızlı hareket etmeli

Aktif bir iklim politikası izlemek, Türkiye için her yönden avantajlı olacak, daha eşitlikçi ve sürdürülebilir sonuçlar sağlayacak. Bir yandan emisyonları azaltırken, bir yandan da gelir düzeyini ve istihdamı artıracak. Ancak ihracatçıların karşı karşıya kalacağı risklerin önünü almak ve gerekli adımları SKDM yürürlüğe girmeden atmak, rekabetçiliği sürdürebilmek için önemli.

AYM ve beraberindeki SKDM’nin duyurulmasından kısa bir süre sonra Türkiye, AYM’ye uyum sağlamak için bir eylem planı açıkladı, Paris Anlaşmasını parlamentoda onayladı ve Glasgow COP26 Zirvesi‘nde 2053 yılına kadar karbon-nötr olma taahhüdünde bulundu.

Türkiye’nin kişi başına emisyonları dünya ortalamasına yakın ve İktisadi İşbirliği ve Gelişme Teşkilatı (OECD) ülkelerinin kişi başına emisyon ortalamalarının altında. Ancak Türkiye, dünyada CO2 emisyonları en fazla artış gösteren ülkeler arasında yer alıyor.

Türkiye’nin sera gazı emisyonları 1990 yılında 220 milyon ton düzeyinde iken, 2021 yılına kadar bu miktarın kümülatif olarak yüzde 157 oranında arttığı görülüyor. Türkiye İstatistik Kurumu‘na (TÜİK) göre CO2 emisyonlarındaki en büyük payı enerji kaynaklı emisyonlar oluşturuyor.

Henüz Türkiye’nin bir karbon vergisi veya emisyon ticaret sistemi yoluyla bir emisyon fiyatlandırma stratejisi bulunmuyor. Bununla birlikte, Türkiye, AB’ye üyelik perspektifinden hareketle AB Emisyon Ticaret Sistemi ile uyumlu bir izleme, raporlama ve doğrulama (MRV) sisteminin yasal altyapısını uzun süredir oluşturmaya çalışıyor ve “Avrupa Yeşil Mutabakatı Eylem Planı”nda da yer aldığı gibi ETS hazırlıklarını yapıyor.

SKDM yürürlüğe girmeden önce Türkiye’nin kendi ETS’sini kurarak etkin bir şekilde işletmeye başlaması ve emisyon azaltımı konusunda hızlıca yol alması gerekiyor.

SKDM, Ekim 2023’te yürürlüğe girecek

13 Aralık 2022 tarihinde Avrupa Konseyi ve Avrupa Parlamentosu, SKDM konusunda geçici bir anlaşmaya vardı. Anlaşmaya göre SKDM, Ekim 2023’ten itibaren yürürlüğe girecek.

Başlangıçta sadece raporlama yükümlülüğü getirecek ve böylece veri toplanmış olacak. Sonrasında SKDM tam olarak uygulanacak; yani SKDM, revize edilmiş EU ETS kapsamında başladığında, ücretsiz tahsisatların aşamalı olarak kaldırılmasına (2026-2034) paralel olarak ilgili sektörlerde kademeli olarak hayata geçirilecek.

SKDM ilkin çimento, alüminyum, gübre, elektrik, hidrojen, demir-çelik ve ayrıca bazı alt ürünleri kapsayacak. Dolaysız (Kapsam 2) emisyonlar da düzenlemeye dahil edilecek.

Türkiye’nin AB’ye olan ihracatı SKDM çerçevesinde 2026’dan itibaren içerdiği karbon düzeyine göre vergilendirilmeye başlanacak. SKDM’nin takvimi göz önünde bulundurularak, ETS pilot uygulamasının 2024 yılında başlaması öngörülüyor.

‣ Karbon vergisinin abecesi: AB kapısında nelerle karşılaşacağız, topluma nasıl anlatmalı?

Türkiye için dönüşüm aracı olabilir

Avrupa Yeşil Mutabakatı ve Sınırda Karbon Düzenlemesi, Türkiye için birer risk olduğu kadar, sürdürülebilir kalkınmayı hedefleyen bir dönüşümün aracı olarak yepyeni fırsatlar olarak değerlendirilebilir.

Unsurları kararlılıkla saptanmış bir stratejik dönüşüm çerçevesinde, emisyon azaltımını, elde edilen fonların şirketlerin yeşil dönüşümü amacıyla kullanılmasını ve yenilenebilir enerji ile enerji verimliliğini merkeze alan alternatif bir yeşil ekonomik dönüşüm senaryosu sayesinde gerek milli gelirde, gerekse sera gazı emisyonlarında anlamlı iyileştirmelerin sağlanabileceği öngörülebilir.

2022 tarihli çalışma, emisyon azaltım hedeflerinin ulusal ekonomide üretim ve istihdamın artırılarak sağlanabileceğini gösteriyor ve Türkiye’nin sürdürülebilir kalkınma stratejisi arayışlarına önemli bir alternatif sunuyor.

Dokuz Eylül’de açılmak istenen ‘hayvan deneyi merkezi’ protesto edildi

İzmir‘de Dokuz Eylül Üniversitesi’nde (DEÜ) açılmak istenen hayvan deneyi merkezine karşı hayvan hakları savunucuları Alsancak Kıbrıs Şehitleri Caddesi‘nde basın açıklaması yaptı. Hayvan deneyi merkezinin bir katliam merkezi olduğunu teatral gösteri ile anlatan hayvan hakları savunucuları, “Deney değil işkence merkezi”, ” Nükhet Hotar elini hayvanlardan çek” ve “Deney değil cinayet merkezi” sloganları attı.

Hayvan hakları savunucuları adına açıklama yapan Melodi Zengin, 28 milyon TL bütçe ayrılan bu deney merkezinde 10-25 kilo arasındaki hayvanların deney adı altında türlü işkencelere maruz kalarak en sonunda ölüme mahkum edileceğini söyledi. Hayvanların da insanlar gibi hissedebilen, duyarlı, bilinçli, duyguları olan, acı çeken canlılar olduğunu vurgulayan Zengin, şunları söyledi:

“Temel haklardan biri olan yaşam hakkı hiçbir bilimsel yönteme, eğitime, sertifikaya, paraya sığdırılamaz! Hayvan deneyine alternatif olarak canlı doku modelleri, 2-3 boyutlu hücre kültürü modelleri, bilgisayar modellemeleri, görüntüleme teknikleri, klinik araştırmalar, mikroorganizmalar, genomik proteomik metabolomik, ileri matematik, çok organlar, mikro doz çalışmaları gibi metotlar mümkünken savunmasız hayvanları alıp işkence yapmak ve öldürmek, sonrasında da ‘bilim yaptık’ demek akıl işi değildir.”

‘İşkence merkezini açtırmayacağız’ 

MA‘nın aktardığına göre, dünyada önde gelen ülkeler hayvanlar üzerinde deneylerden vazgeçmeye başlamışken DEÜ Rektörü Nükhet Hotar‘ın Türkiye’nin en büyük işkence merkezini açmakla gurur duyduğunu ifade eden Zengin, şöyle devam etti:

“Milyonlarca canlının yaşamını, deney hayvanları üzerinden para kazanan bir avuç şirketin eline ve bilimsel yöntemleri hiçe sayarak hayvan katletmeyi, işkenceyi tercih eden DEÜ’nün eline bırakmayacağız. DEÜ Rektörü Nükhet Hotar’a tam rektörlüğün önünden çağrı yapıyoruz. Aksi halde tüm hayvan hakları savunucularını karşınızda bulmaya devam edeceksiniz. Savunmasız hayvanlar üzerinde işkence ve deney yapacak ve yaşam haklarını gasp edecek bu cinayet yuvasının ‘bilim’ adı altında aklanmasına izin vermeyeceğiz.”

Los Angeles’te striptiz kulübünde çalışan dansçılar sendikalı oldu

ABD’nin Kaliforniya eyaletindeki bir striptiz kulübünde çalışan dansçıların,  çalışma koşullarının iyileştirilmesi için aylardır devam ettirdikleri eylemler zaferle sonuçlandı.

Kuzey Hollywood’daki Star Garden Topless Dive Bar’ın dansçıları, 15 aylık mücadelenin ardından oybirliğiyle sendikalaştı.

Ulusal İstihdam İlişkileri Kurulu’na kullanılan oylarda 17 dansçının tamamı sendikanın kurulması için oy verdi. Dansçılar, 51 bin dolayında çalışanı temsil eden eğlence sendikası Aktör Eşitlik Birliği Sendikası’na katılacak.

Dansçılar, ‘güvenli bir gelecek için’ mücadele ettiklerini belirtirken, Sendika Başkanı Kate Shindle da “İşlerinin bazı kısımları müstesna olmakla birlikte, striptizciler canlı performans sanatçıları ve yaşamlarını kazanmak için dans eden diğerleriyle çok ortak yönleri var. Sendika isteyen her işçi, sendika hak eder” dedi.

Sendika, kulüpteki sendikalaşma çabalarının müşterilerden gelen taciz ve yönetimin buna göz yumması üzerine başlatıldığını belirtti.

Kulüpteki dansçılar, şu anda sendikalaşan ilk striptizciler değil. 1997’de de San Fransisco’daki Lusty Lady adlı kulüpte çalışan dansçılar Egzotik Dançılar Sendikası’nı kurmuştu, ancak kulüp 2013’te kapandı.

Bir kenti yeniden kurmak: Kadim Antakya’ya dönüş

Haber: Melisa GÖNEN

*

Aidiyet duygusu yaratan kültürel hafıza öğeleri, ekolojik yapısı ve toplumsal dinamikleriyle bir kent, sadece yerleşim yeri olmanın ötesinde bir anlam taşır. Kentleri anlamak, onları kapsamına aldığı değerlerin bir bütünlük içinde değerlendirilmesiyle mümkün olur. Peki deprem nedeniyle yıkılan bir kent tüm değerleriyle birlikte mi yıkılır? Bunun aslında hiç de öyle olmadığını dile getiren Antakya halkı, sahip olduğu değerlerle Antakya’yı yeniden kuracaklarını Kahramanmaraş merkezli depremin yaşandığı ilk günden beri tekrar ediyor.

Hatay halkı ve Antakyalılar, mekânsal aidiyeti koruma iradesini ve sorumluluğunu depremin ilk gününden beri sürdürürken, Antakya’yı yeniden “inşa” etmek için nasıl bir yol haritası çizilmeli, sorusu tartışılıyor. Peki Antakya, tüm değerleri ve ekosistemiyle yeniden kurulabilir mi? Alanında uzman üç isim bir kenti yeniden “inşa” etme sürecini farklı açılardan değerlendirdi.

Yüksek Şehir Plancısı Tuğçe Tezer planlama boyutunu, Peyzaj Mimarları Odası (PMO) İzmir Yönetim Kurulu Üyesi Betül Çavdar peyzaj tabanlı kent modelini ve Arkeolog Selahattin Aydın, kentin tarihi değerlerinin korunması için izlenmesi gereken yol haritasını Yeşil Gazete’ye anlattı.

‘Afetlere dirençli hâle getiren esnek bir planlama sistemi benimsenmeli’

Planlama ve şehircilik ilkelerinden hangilerinin yeniden yapılaşma konusunda Antakya için ön planda tutulması gerektiğini açıklayan şehir plancısı Tuğçe Tezer, doğa olaylarının afete dönüşmesini engelleyecek doğa temelli ve afet dirençli kent yaklaşımlarının geliştirilmesinin önemli olduğunu belirtiyor.

Tarımsal üretimin sürdüğü kırsal yerleşmelerle çevrelenmiş olan Antakya ve Hatay’ın kırsal ve kentsel alanlarının bütünsel bir sistem olarak ele alınması gerektiğini söyleyen Tezer’e göre yeniden planlama sürecinin esnek bir şekilde yürütülmesi ve yerel halkın planlama sürecinde katılımcı bir rol üstlenmesi gerekiyor:

“Sosyal ve mekânsal adalet, sürdürülebilirlik ilkeleri, yerel halkın planlama sürecine katılımı, bu coğrafyanın yerleşilebilirlik durumuna ilişkin mikro bölgeleme çalışması başta olmak üzere güncel analizlerin gerçekleştirilmesi; denetim ve izleme sürecini de içeren, kenti daha sonra gerçekleşebilecek afetlere dirençli hâle getiren esnek bir planlama sisteminin benimsenmesi, kritik bir önem taşıyor. “

‘Antakya geçmişte de yeniden inşa dönemini deneyimledi’

Antakya’yı onarmanın, iyileştirmenin yegâne yolunun; yerel halka rağmen değil, yerel halkla birlikte hareket etmek olduğuna inanan Tuğçe Tezer, “Tarihsel süreçte önemli bir deprem deneyimi olan Antakya’nın daha önce yedi defa büyük depremlerle yıkıldığını, ardından kentin yerel halk tarafından ve o dönemin yönetiminin desteğiyle yeniden kurulduğunu” hatırlatıyor.

Tezer, “Antakyalıların, kentlerinin nasıl onarılacağı, ayağa kalkacağına dair istekleri, ihtiyaçları, bu kentte senelerce yaşayarak edindikleri Antakya deneyiminden yola çıkarak çizdikleri hattın belirleyici olmasının anlamlı ve gerekli olduğunu düşünüyorum” diye ekliyor.

Hatay – Fotoğraf: İHA

‘Yeniden yapılaşma sürecine yerel halk da dahil edilmeli’

Afet sonrası kentlerin yeniden yapılaşması sürecinde, kentlerin sosyo-kültürel yapısının değişimi ve mutenalaşma (soylulaşma) tehlikesi, yerel halkın sürece dahil olmadığı planlama, mimarlık ve yapılaşma süreçlerinde her zaman mevcut olduğunu söyleyen Tuğçe Tezer, halkın kent varlığının yeniden yapılandırılması sürecindeki rolünü şöyle açıklıyor:

“Antakya ve Hatay’ın bütününde yerel halkın planlama sürecine doğrudan katılması, deprem sonrası yerel ölçekte mülkiyet değişiminin önüne geçilmesi, deprem öncesi nüfusun, yani Antakya’yı Antakya yapan sosyo-kültürel yapının korunması son derece önemli. Ayrıca, yeniden yapılaşma sürecinde, burada tarihsel süreçte oluşan karakteristik ve geleneksel avlulu konut dokusu, geleneksel çarşı yapısı, Antakya’ya özgü üretim ve ticaret mekânlarının mutlaka koruma perspektifiyle ve yerel halkın tümüyle dahil olduğu bir süreçle ele alınması gerekiyor.”

‘Her taşın geçmişin bir öyküsünü taşıyabileceği bilinciyle yol alınmalı’

Antakya’nın geleneksel dokusunun nasıl korunacağını arkeolojik açıdan değerlendiren Arkeolog Selahattin Aydın, Tuğçe Tezer gibi koruma perspektifinin öneminin altını çiziyor. Hızlı moloz kaldırma işlemlerinin tarihi dokuya zarar vereceğini söyleyen Aydın, “Uzman kişilerden oluşan büyük bir ekiple alana yaklaşılmalı, her taşın geçmişin öyküsü olduğu bilinciyle yol alınmalı ve yapıların kendi özgün taşlarıyla ayağa kaldırılması için tarihi yapıların enkazı bilimsel yöntemlerle belgelenmeli. Asi Nehri’nin her iki tarafındaki doğal sit alanı ve Antik Antakya’nın kalıntılarının olduğu arkeolojik sit alanı asla modern yapılaşmaya açılmamalı” diye açıklıyor.

Hatay – Fotoğraf: İHA
‣Antakya’da tarihi yapıların korunması için enkaz çalışmarının durdurulması çağrısı 

‘Uzun Çarşı’nın onarımı esnafı ve zanaatkârları olmadan düşünülemez’

Antakya üzerine birçok akademik çalışması olan Tuğçe Tezer, Antakya’yı tarihsel geçmişi boyunca kentin fiziksel mekanının, sosyal yapıyla tümüyle iç içe geçtiği, bu ikisinin bir araya gelerek kentin ruhunu oluşturduğu bir yer, olarak tanımlıyor.

Antakya’nın depremden sonra onarılması sürecini yalnızca fiziksel yapı üzerinden ele almanın yeterli olmayacağını da ekleyerek mekan ve insan ilişkisini şöyle açıklıyor:

“Anadolu’nun üretim ve ticaret tarihi açısından oldukça önemli bir çarşı olan Uzun Çarşı’nın, çarşının esnafı ve zanaatkârları olmadan onarılması düşünülemez. Benzer şekilde Kurtuluş caddesi ve Saray caddesinin esnafı, kentin yerel mimarlık, restorasyon, şehir planlama uzmanları, araştırmacıları, sanatçıları, Antakya’nın henüz başlangıcında olduğu bu onarım ve iyileşme sürecinin ayrılmaz parçaları olmalı.”

‘Her taşın özgün yerinde kullanılarak yapıların ayağa kaldırılması mümkün’

Arkeolog Aydın, karakteristik özellikleri ve farklı kültürlere ait dokuları barındırması nedeniyle yeniden inşa sürecinde ayrı bir değerlendirmeye tabi tutulan Antakya’nın enkaz kaldırma çalışmalarındaki ihmallerden nasıl etkilenebileceğine değiniyor:

“Her bir taş, blok, kırıntı geçmişin hafızasını aktarmaya devam ettiriyor. Aslında yapılması gereken, yapılara ait taşların belgelenerek ana yerlerinde yeniden kullanıma hazırlanması. Yapılara ait mimari planlar, çizimler ve geçmişe ait belgeler kullanılarak anastylosis tekniğiyle  her taşın özgün yerine kullanılarak yapıların ayağa kaldırılması mümkün. Bunlar moloz değil, kültür, yaşanmışlık, aktarım ve inanç niteliği gösteriyor. Bugün, hızla devam eden moloz kaldırma işiyle tarihi eserleri restore etmek mümkün görünmüyor. Daha akılcı yöntemlerle ve teknik bir yaklaşımla molozlara müdahale edilmesi ve bölge bileşenlerinin içinde olduğu ortak karar mekanizmasıyla sürecin devam ettirilmesi gerekiyor.”

‘Şehirlerimiz aynılaşmış, kimliklerini yitirmiş durumda’

“Kentler ranttan korunmalı ve geçmişin hafızasını, öyküsünü, anılarını taşıyan her bir parça özenle geleceğe aktarılmalı” diyen Arkeolog Aydın’a göre, “İnşaat üzerinden sürdürülen rant ekonomisiyle yıllarca bütün şehirlerimiz aynılaşmış, kimliklerini yitirmiş durumda.”

Peyzaj Mimarı Betül Çavdar da benzer şekilde, kentlerin kimliklerini yitirmesine değinerek şunları ekliyor:

“Doğal afetlerden zarar gören tüm yerleşimler, yapısı, tabiatı, kültürü ve tarihi ile birbirinden ayrı nitelikleri olan yerleşimler. Kırsalıyla, kent merkeziyle, konut dokusuyla, yeşil alanları, sokakları ve meydanları ile tek tipleşmiş şehirler hedeflenmemeli. Yerin ruhu ve aidiyet, planlama ve tasarım sürecinden bağımsız düşünülemeyecek ölçütler. Kentlerin kimlik inşası yapılırken kent hafızasının rolü oldukça değerli. Bu kapsamda, anıtsal tasarım pratikleri kentsel hafızayı canlı tutan uygulama yaklaşımları olarak karşımıza çıkıyor. Anısal yeşil alanlar, yaşanan afetlerle kolektif belleğin korunmasında etkili oluyor.”

Kent tarımı – Milan, Lombardy, Italy

‘Kentlerin görünümü değiştikçe sosyal ve kültürel yapı da değişti’

Şehir Plancısı Tuğçe Tezer ise “Kentlerin çoğu için modern dönem, mekânın önceki dönemlere göre hızlı değişimini, kentin görünümüyle beraber sosyal, kültürel ve ekonomik yapının, kent kimliğinin de değişimini beraberinde getirdi. Pek çok kent için bu değişim, kent hafızasının ve kimliğin yavaş yavaş kaybolmasıyla devam etti” diyor.

Konuyu planlama boyutuyla değerlendiren ve yerele özgü mimari dokuyla beraber, yerelin geleneksel üretim biçimlerinin, ticaret mekanlarının da değiştiğini belirten Tezer’e göre, “Asgari standartları sağlayan ama farklı kentlerin kendine özgü niteliklerinin gözetilmediği konut tipolojisi tüm kentlerin gelişme alanlarında ve hatta eski merkezlerinde yaygınlaşmaya başladı. Bu nedenle kent kimliğinin korunması için, fiziksel ve sosyal tüm bileşenleriyle birlikte, korunması gerekli unsurların sürdürülebilirliğini sağlamak gerekiyor.”

‘Peyzaj tabanlı kent modeli,  kent ekolojisi için ne öneriyor?’

Depremden edindiğimiz deneyimler, kent tanımının derinleştirilmesini ve bütüncül bakış açısıyla yeniden inşa sürecinin değerlendirilmesi gerektiğini gösteriyor. Dolayısıyla kentleri insana atfedilen sosyal ve kültürel yönleriyle tartışmak kapsayıcı bir bakış açısı sunmuyor.  Kent yaşamını paylaştığımız insan dışı canlıların depremden sonraki sürece adapte olabilmesi, kentin ekolojik boyutunu da tartışmayı gerektiriyor.

‘Peyzaj tabanlı şehircilik modeliyle, tekil değil  bütünleşik bir sistem’

Türkiye Mimar ve Mühendisler Odası Birliği (TMMOB)’a bağlı PMO tarafından hazırlanan Peyzaj Tabanlı Şehircilik Stratejileri‘nin benimsenmesi, iklim değişikliğinin kentlerdeki olumsuz etkilerinin azaltılmasında, kentlerde doğal afetlerden kaynaklı hasarın asgariye indirilmesinde, sağlıklı kentsel mekânlar üretmede ve mekânsal, sosyal, ekonomik olarak sürdürülebilir bir çevre yaratmada önemli bir adım olarak nitlelendiriliyor.

Geleneksel sistemlerde kentler yalnızca insanı odağa alan ve yaşamları için gereken enerji ihtiyacının sağlanmasına temellenen bir yaklaşım doğrultusunda planlanıyor. Sağlıklı bir kent ekosisteminin oluşturulmasının insan yaşamına da doğrudan temas ederek toplumsal refahı sağlayacağı, göz ardı ediliyor:

 “Bu kapsamda peyzaj tabanlı şehircilik modeli; faklı ölçeklerde peyzaj altyapısının geliştirilmesi ile toplum ve çevre arasında sürdürülebilir bir ilişkinin kurulmasını hedefliyor. Doğal kaynakların etkin yönetimi sayesinde hem doğal süreçlerin hem de kentin varlığını devam ettirebilmesine imkan sağlayan peyzaj tabanlı şehircilik modeli, tekil yapılardan çok bütünleşik bir sistemin oluşturulması ile doğa-kent-insan odağında sosyo-ekolojik kapsayıcı yaşam alanları sunmayı vadediyor.”

Peyzaj Mimarı Betül Çavdar, sosyal ortaklıkların ve etkileşimlerin olduğu kadar ekolojik ortaklığın da tesis edilmesinin gerekliliğine dikkat çekiyor. Kent içinde parçalı halde olan yeşil alanların kentsel yüzeylerde geliştirilen yeşil altyapı unsurları ile birbirine bağlanabilmesinin mümkün olduğunu söyleyen Çavdar,  yeşil ağ sisteminde ekolojik koridorların kent içi bağlantıyı kuran ve parçalanmayı azaltan sistemler olarak tariflenebileceğini, söylüyor.

‘Yeşil koridorlar, afet direncini artırabilir’

Türlerin gen akışını kolaylaştırmanın yanı sıra doğal sistemlerin döngüsünün sağlıklı işleyebilmesini sağlaması açısından da oldukça önemli olan ekolojik koridorlar afet direncinde de önemli bir rol üstleniyor:

“Açık ve yeşil alanların bir bileşeni olan çizgisel biçimde, çok işlevli ve yeşil alanlar arası bağlantılılık sağlayan yeşil koridorlar ve bu koridorların oluşturduğu yeşil ağ, her ölçekteki açık ve yeşil alanları bütünleştirebilme olanağı sağlıyor. Bu bütünleştirme potansiyeli afet dirençliliğine; afet sırasında hızlı tahliyenin gerçekleştirilebilmesi, afet toplanma seçeneği sunması, temel afet toplanma yerleri olan açık ve yeşil alanlar arası hızlı erişim sayesinde, her türlü yaşam destek hizmetlerinin hızlı ve adil dağıtımı olanağı gibi katkılar sunuyor.”

‘Toplanma alanlarının oranı gerçeği yansıtmıyor’

Kent içinde yeşil koridorlar oluşturulması, afet sonrası güvenli toplanma alanlarının da varlığını destekliyor. Afet acil durum toplanma alanları Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı (AFAD)’ın belirlediği kişi başına düşen metrekare üzerinden hesaplanıyor. Ancak bu, alanın mevcut kullanılabilir taşıma kapasitesini ifade etmiyor.

Çavdar’ın aktardığı bilgiye göre; “Bu hesaplamada afet toplanma alanının arazi yapısı, alanda yer alan donatılar, bitki varlığı, tehlike arz eden malzemelerin durumu gibi unsurlar göz ardı ediliyor. Kabaca imar planındaki sayısal değer üzerinden hesaplama yapılıyor. Olması gereken kriterlerin değerlendirmeye alınmamış hali ile bile yeterli olmayan yeşil alanlar bu değerler ile yapılan irdelemeler sonucu daha kritik bir sonucu göz önüne seriyor. Dolayısıyla Türkiye için belirtilen oranlar gerçeği yansıtmadığı gibi durum ifade edilenden de daha riskli bir durumda olduğumuzu gösteriyor.”

‣Yeşil alanlar bir bir yok edilirken deprem toplanma alanları ne durumda?

‘Kent tarımı, afet sonrası zorunlu göçlerin önüne geçebilir’

Afet sonrasında en önemli sorunlardan biri, kente ulaşımın zarar görmesiyle birlikte gıda tedarik zincirinin kesintiye uğramasıyla ortaya çıkıyor. Bu durumda, kısıtlı erişilebilen gıdaların fiyatlarının artması da kırılgan gruplar açısından dezavantaj oluşturuyor. Afet durumların hazırlıklı olabilmek açısından kent ihtiyaçlarının merkezsizleştirilmesi, günümüzün öncelikli konularının başında gelirken,  acil durumlarda gıdaya erişim ihtiyaçlarının karşılanabilmesi için kent tarımı bir çözüm olarak nitelendiriliyor.

Kentsel tarım uygulamaları yerelde üretip yerelde tüketmeye olanak sağlayan, insanların kolektif bilinçle hareket etmesini kolaylaştıran birleştirici bir yöntem olarak tanımlayan Çavdar:

“Kent tarımı, afet sonrası gıda ihtiyacının yanı sıra insanların ortak iyileşme sürecinde sosyalleşme, üretime dahil olma, rahatlama, temiz hava alma gibi süreçlerine de katkı sağlıyor. Kentsel tarım uygulamaları afet sonrası zorunlu göçlerin önüne geçmek, ait hissedilen mekanı yaşanabilir hale getirmek, iş imkanı yaratabilmek açısından da önem taşıyor. Parklar, çatı bahçeleri, okul bahçeleri, hastane bahçeleri ve atıl araziler gibi kamusal ve özel alanlarda kent bahçeciliği yapılabiliyor. Afet sonrası, planlanan kentsel tarım alanlarında, şehir suyunun kirlenmesi, moloz taşıma sırasında kirleticilerin yayılması gibi riskler göz önünde bulundurularak kontrollü uygulamalar gerçekleştirilebiliyor.”

‘Sünger kent modeli afet sonrasında su ihtiyacını karşılayabilir’

Deprem sonrasında, depremzedeler en temel ihtiyaçlarımız arasına olan suya erişemez hale geldi. Temiz ve güvenli suya erişemeyen afetzedeler, çeşitli hastalık risklerinin ortaya çıkabileceği endişesiyle su talebinde bulundu. Peki, kent tarımı gibi çözüm önerilerinin yanı sıra suya adil erişim sağlanması konusunda ne gibi yöntemler tanımlanıyor?

‣Deprem bölgesinde yer altı suyu uyarısı: Kötü kokuyorsa, tadı ve kokusu değişikse içmeyin 
‣Yağmur hasadı ile suyun ilk kaynağına dönüş: Durma göğe bakalım! 

Suya duyarlı kentlerin oluşturulabilmesinde temel faktörün, doğal süreçlerin anlamlandırılması olduğunu belirten Vardar, suya duyarlı kentlerin geliştirilebilmesi kent bütününde kurgulanan su yönetimi yaklaşımı ile mümkün olmakta, diyor ve bir çözüm önerisi olarak çeşitli su hasadı yöntemlerini içeren sünger kent modeline değiniyor:

 Sünger kent modeli; kentlerde suyun etkin kullanımı, kaynakların korunması ve iyileştirilmesi, toplumun ihtiyacı olan suyun teminini destekleyen bir sistemdir. Doğru bir planlama yaklaşımı ile korunan su, kentin ve doğal kaynakların zarar görmemesini veya sürecin en az tahribatla atlatılmasını sağlayacaktır. Afet sonrasında bu kaynakların doğru yönetimi ile ihtiyaç temelinde etkin bir araç olabilir.”

‘Moloz yönetiminde ideal olan deprem öncesinde hazırlıklı olmaktır’

Deprem sonrasında uzmanlar, yanlış moloz yönetiminden kaynaklı çevre ve halk sağlığı sorunlarının oluşabileceğine dikkat çekti. Yüksek miktarlı moloz atığı yönetimi konusunda özellikle depolama alanı seçiminin, yığma öncesi toprak yönetiminin, moloz ayıklama, geri dönüşüm ve depolama sonrası peyzaj onarımı çalışmalarının kısa-orta ve uzun dönem planlanma konularının başında yer alması gerektiği belirtildi.

Deprem sonrası, enkaz bertaraf alanlarının belirlenmesinin doğal, kültürel ve algıya dayalı çerçevede eylem gerektiren bir konu olduğunu anlatan Çavdar, yaşanan sürecin aksine gerçekte ideal olanın deprem öncesinde, konuya hazırlıklı olmaktan ve olası deprem sırasında moloz depolama alanlarının yerini, deprem yaşanmadan önce belirlemekten geçtiğini, söyledi.

‘Koruma değeri yüksek alanların seçiminde hangi ölçütler belirleyici?’

Enkaz atıkları depremden sonra ekolojik açıdan koruma altında olan alanlara da yığıldı. Koruma değeri yüksek alanların korunmadığı süreci değerlendiren Betül Çavdar, enkaz atıklarından koruması gereken alanların hangi ölçütlerle belirlendiğine değindi.

‣Deprem yetmedi: Hatay’da biriken çöpler ve enkaz artıkları Milleyha Kuş Cenneti’ne atıldı 
Deprem yetmedi: Hatay’da biriken çöpler ve enkaz artıkları Milleyha Kuş Cenneti’ne atıldı

“Moloz yığma alanlarının yer seçiminde ekolojik, kültürel, estetik ölçütler önemlidir. Aşağıda bazıları verilen bu ölçütlerin bütünleşik değerlendirmesiyle belirlenecek peyzaj fonksiyonları ve koruma değeri yüksek alanların temelde dikkate alınması kritiktir”:

  • Yeraltı suyu beslenimi
  • Yüzey akışı ve drenaj ağı
  • Biyotik (toprak) verimliliği
  • Erozyon
  • Fauna hareketliliği
  • Habitat değeri
  • Kültürel değerler
  • Görsel kalite

Mekana davet oluşturulmasını hedeflemeliyiz’

Doğru peyzaj tasarımlarının afet anında psikososyal destek sağlayabileceğini aktaran Vardar’a göre, kent içindeki canlıların çevreyle etkileşime geçebileceği fırsatların sağlanması, mekânlara adil ve eşit temasın sağlanmasından ve kent hakkının temin edilmesinden geçiyor:

“Mekansal adaletin sağlanması, kentlinin gökyüzü ve su gibi ortamlara erişiminin artmasını kolaylaştırıyor. Tekrarlanan mekân kullanımlarına bağlı olarak zamanla bağlılık ve aidiyet duygularının oluşmasının sağlanması için, o yere dair anıların oluşmasını, çeşitli etkinliklerin önerilmesiyle tüm kullanıcılar için mekâna davet oluşturulmasını hedeflemeliyiz. Bu doğrultuda gerçekleştirilecek peyzaj tasarımları ile depremzedelerin psikolojik sorunlarının iyileştirilmesi, sosyal hayatlarının tesisi ve yaşam kalitelerinin geliştirilmesine önemli katkılar sağlanabilir.”

‘Antakya’nın kadim kültürü kentlileri birleştiriyor

Depremden sonra, Antakya ilçesi ve Hatay ili kentsel aidiyet kavramıyla birlikte anıldı. Bu aidiyetin en somut göstergelerinden biri, evlerinden ayrılmak zorunda kalan yerel halkın geride bıraktığı duvar yazılarıydı: “Geri döneceğiz Hatay!” ve “Geri döneceğiz Antakya!”.

Kentlilerin yaşadıkları mekanı sahiplenme iradesi zamanla, diğer şehirlerdeki gönüllü katılımcılarla da desteklenen platformları ortaya çıkardı. Bu platformlardan biri olan Kadim Antakya Dostları Platformu (KADOP) kurucularından Murat Tenekecioğlu, deprem felaketinin yıkımı ve acısıyla, “Antakya’yı kaybediyor muyuz” endişesiyle depremin ilk günlerinde bir refleks olarak harekete geçtiklerini belirterek, Yeşil Gazete aracılığıyla taleplerini şöyle aktarıyor:

“Çok şey istemiyoruz. Kendi kentimizin geleceği hakkında söz sahibi olmak istiyoruz. Kadim Antakya kültürünü korumayı ve Antakya’mızın tarihi aslına uygun çağdaş bir dünya kenti olarak, akıl ve bilimin ışığında yeniden inşa edilmesini istiyoruz.”

Fotoğraf: AA

‘Antakya’nın kadim kültürü içimize işlemiş durumda’

Tenekecioğlu, iki bin yıldan çok daha uzun bir geçmişten süzülüp bugüne gelen kadim bir kültür olarak Antakya’da mekan ile insanı birbirine bağlayan özel bir şeyin olduğunu söylüyor:

“Antakya, yaşanan felaket nedeniyle mekânsal anlamda yıkıldı, kültür taşıyıcıları önemli oranda azaldı ve dağıldı. Kültür mirası ve kültür üzerindeki mülkiyet hakları sarsıldı. Ama Antakya’nın kadim kültürünün içinde yaşamaya devam eden değerler var. Antakyalılar kadim Antakya kültüründen besleniyor. Çünkü, hepsi içimize işlemiş durumda.”

Portekiz rüzgar ve güneş enerjisi üretiminde rekor kırdı

Enerji Düşünce Kuruluşu Ember‘in yeni raporuna göre Portekiz, geçen ay ilk kez güneş ve rüzgardan, elektriğinin yarısından fazlasını elde etti.

Nisan ayında, yenilenebilir enerjiden elektrik üretiminin yüzde 51’e ulaştığını açıklayan Portekiz, aralık 2021’deki yüzde 49’luk önceki rekoru da geride bıraktı.

Ülkedeki güçlü güneş enerjisi dağıtımı sayesinde, İspanya’dan elektrik ithalatı ve düşük talep ile hidroelektrikte kuraklıktan kaynaklanan düşüşe rağmen, fosil yakıtların ürettiği enerji, yüzde 24 olarak ölçüldü. 

Ember analisti Nicolas Filghum, “Avrupa bir kriz kışından çıkarken, rüzgar ve güneş enerjisindeki güçlü büyüme meyvelerini veriyor” dedi: Bu baharda, yenilenebilir enerji kaynakları şimdiden AB çapında kuraklığın ve yüksek elektrik fiyatlarının etkisini azaltmanın yanı sıra emisyonları da azaltıyor. Özellikle güneş enerjisindeki hızlı dağıtım,  bu yaz çok daha fazla rekorun geleceğini vaat ediyor.”

Rüzgar ve güneş 2022’de küresel elektriğin yüzde 12’sine ulaşarak rekor kırdı
Rüzgar ve güneş, 2022’de AB ülkelerinin en büyük elektrik kaynağı oldu

AP Fotoğrafı/Armando Franca

Portekiz, son birkaç aydır güneş enerjisi altyapısı üzerinde çalışıyor ve şimdi meyvelerini topluyor. Geçen yıl, ülke 0,9 GW güneş fotovoltaikleri (ışık fotonundan elektrik üretimi) kurarak güneş enerjisi kapasitesini yüzde 50’den fazla artırarak 2,5 GW’a çıkardı. Bu, yaklaşık 1 milyon eve elektrik gücü sağlamaya yetecek bir oran. 

Böylece güneş enerjisi üretimi nisan ayında tüm zamanların en yüksek seviyesi olan 360 GWh’ye çıkartı.  2022’nin temmuz ve ağustos aylarında  300 GWh’lik rekor kırılmıştı. x

Portesiz enerji geçişinin bir sonraki aşamasına girdiğini söyleyen Ember analisti Matt Ewen, “Rüzgar enerjisi ve ara bağlantı, Portekiz’in 2021’de kömürü aşamalı olarak sonlandırmasını mümkün kıldı; güneş enerjisi de şimdi gazı şebekeden uzaklaştırıyor” dedi. 

Kor