2023 KAHRAMANMARAŞ DEPREMİEditörün SeçtikleriManşet

Bir kenti yeniden kurmak: Kadim Antakya’ya dönüş

0

Haber: Melisa GÖNEN

*

Aidiyet duygusu yaratan kültürel hafıza öğeleri, ekolojik yapısı ve toplumsal dinamikleriyle bir kent, sadece yerleşim yeri olmanın ötesinde bir anlam taşır. Kentleri anlamak, onları kapsamına aldığı değerlerin bir bütünlük içinde değerlendirilmesiyle mümkün olur. Peki deprem nedeniyle yıkılan bir kent tüm değerleriyle birlikte mi yıkılır? Bunun aslında hiç de öyle olmadığını dile getiren Antakya halkı, sahip olduğu değerlerle Antakya’yı yeniden kuracaklarını Kahramanmaraş merkezli depremin yaşandığı ilk günden beri tekrar ediyor.

Hatay halkı ve Antakyalılar, mekânsal aidiyeti koruma iradesini ve sorumluluğunu depremin ilk gününden beri sürdürürken, Antakya’yı yeniden “inşa” etmek için nasıl bir yol haritası çizilmeli, sorusu tartışılıyor. Peki Antakya, tüm değerleri ve ekosistemiyle yeniden kurulabilir mi? Alanında uzman üç isim bir kenti yeniden “inşa” etme sürecini farklı açılardan değerlendirdi.

Yüksek Şehir Plancısı Tuğçe Tezer planlama boyutunu, Peyzaj Mimarları Odası (PMO) İzmir Yönetim Kurulu Üyesi Betül Çavdar peyzaj tabanlı kent modelini ve Arkeolog Selahattin Aydın, kentin tarihi değerlerinin korunması için izlenmesi gereken yol haritasını Yeşil Gazete’ye anlattı.

‘Afetlere dirençli hâle getiren esnek bir planlama sistemi benimsenmeli’

Planlama ve şehircilik ilkelerinden hangilerinin yeniden yapılaşma konusunda Antakya için ön planda tutulması gerektiğini açıklayan şehir plancısı Tuğçe Tezer, doğa olaylarının afete dönüşmesini engelleyecek doğa temelli ve afet dirençli kent yaklaşımlarının geliştirilmesinin önemli olduğunu belirtiyor.

Tarımsal üretimin sürdüğü kırsal yerleşmelerle çevrelenmiş olan Antakya ve Hatay’ın kırsal ve kentsel alanlarının bütünsel bir sistem olarak ele alınması gerektiğini söyleyen Tezer’e göre yeniden planlama sürecinin esnek bir şekilde yürütülmesi ve yerel halkın planlama sürecinde katılımcı bir rol üstlenmesi gerekiyor:

“Sosyal ve mekânsal adalet, sürdürülebilirlik ilkeleri, yerel halkın planlama sürecine katılımı, bu coğrafyanın yerleşilebilirlik durumuna ilişkin mikro bölgeleme çalışması başta olmak üzere güncel analizlerin gerçekleştirilmesi; denetim ve izleme sürecini de içeren, kenti daha sonra gerçekleşebilecek afetlere dirençli hâle getiren esnek bir planlama sisteminin benimsenmesi, kritik bir önem taşıyor. “

‘Antakya geçmişte de yeniden inşa dönemini deneyimledi’

Antakya’yı onarmanın, iyileştirmenin yegâne yolunun; yerel halka rağmen değil, yerel halkla birlikte hareket etmek olduğuna inanan Tuğçe Tezer, “Tarihsel süreçte önemli bir deprem deneyimi olan Antakya’nın daha önce yedi defa büyük depremlerle yıkıldığını, ardından kentin yerel halk tarafından ve o dönemin yönetiminin desteğiyle yeniden kurulduğunu” hatırlatıyor.

Tezer, “Antakyalıların, kentlerinin nasıl onarılacağı, ayağa kalkacağına dair istekleri, ihtiyaçları, bu kentte senelerce yaşayarak edindikleri Antakya deneyiminden yola çıkarak çizdikleri hattın belirleyici olmasının anlamlı ve gerekli olduğunu düşünüyorum” diye ekliyor.

Hatay – Fotoğraf: İHA

‘Yeniden yapılaşma sürecine yerel halk da dahil edilmeli’

Afet sonrası kentlerin yeniden yapılaşması sürecinde, kentlerin sosyo-kültürel yapısının değişimi ve mutenalaşma (soylulaşma) tehlikesi, yerel halkın sürece dahil olmadığı planlama, mimarlık ve yapılaşma süreçlerinde her zaman mevcut olduğunu söyleyen Tuğçe Tezer, halkın kent varlığının yeniden yapılandırılması sürecindeki rolünü şöyle açıklıyor:

“Antakya ve Hatay’ın bütününde yerel halkın planlama sürecine doğrudan katılması, deprem sonrası yerel ölçekte mülkiyet değişiminin önüne geçilmesi, deprem öncesi nüfusun, yani Antakya’yı Antakya yapan sosyo-kültürel yapının korunması son derece önemli. Ayrıca, yeniden yapılaşma sürecinde, burada tarihsel süreçte oluşan karakteristik ve geleneksel avlulu konut dokusu, geleneksel çarşı yapısı, Antakya’ya özgü üretim ve ticaret mekânlarının mutlaka koruma perspektifiyle ve yerel halkın tümüyle dahil olduğu bir süreçle ele alınması gerekiyor.”

‘Her taşın geçmişin bir öyküsünü taşıyabileceği bilinciyle yol alınmalı’

Antakya’nın geleneksel dokusunun nasıl korunacağını arkeolojik açıdan değerlendiren Arkeolog Selahattin Aydın, Tuğçe Tezer gibi koruma perspektifinin öneminin altını çiziyor. Hızlı moloz kaldırma işlemlerinin tarihi dokuya zarar vereceğini söyleyen Aydın, “Uzman kişilerden oluşan büyük bir ekiple alana yaklaşılmalı, her taşın geçmişin öyküsü olduğu bilinciyle yol alınmalı ve yapıların kendi özgün taşlarıyla ayağa kaldırılması için tarihi yapıların enkazı bilimsel yöntemlerle belgelenmeli. Asi Nehri’nin her iki tarafındaki doğal sit alanı ve Antik Antakya’nın kalıntılarının olduğu arkeolojik sit alanı asla modern yapılaşmaya açılmamalı” diye açıklıyor.

Hatay – Fotoğraf: İHA

‣Antakya’da tarihi yapıların korunması için enkaz çalışmarının durdurulması çağrısı 

‘Uzun Çarşı’nın onarımı esnafı ve zanaatkârları olmadan düşünülemez’

Antakya üzerine birçok akademik çalışması olan Tuğçe Tezer, Antakya’yı tarihsel geçmişi boyunca kentin fiziksel mekanının, sosyal yapıyla tümüyle iç içe geçtiği, bu ikisinin bir araya gelerek kentin ruhunu oluşturduğu bir yer, olarak tanımlıyor.

Antakya’nın depremden sonra onarılması sürecini yalnızca fiziksel yapı üzerinden ele almanın yeterli olmayacağını da ekleyerek mekan ve insan ilişkisini şöyle açıklıyor:

“Anadolu’nun üretim ve ticaret tarihi açısından oldukça önemli bir çarşı olan Uzun Çarşı’nın, çarşının esnafı ve zanaatkârları olmadan onarılması düşünülemez. Benzer şekilde Kurtuluş caddesi ve Saray caddesinin esnafı, kentin yerel mimarlık, restorasyon, şehir planlama uzmanları, araştırmacıları, sanatçıları, Antakya’nın henüz başlangıcında olduğu bu onarım ve iyileşme sürecinin ayrılmaz parçaları olmalı.”

‘Her taşın özgün yerinde kullanılarak yapıların ayağa kaldırılması mümkün’

Arkeolog Aydın, karakteristik özellikleri ve farklı kültürlere ait dokuları barındırması nedeniyle yeniden inşa sürecinde ayrı bir değerlendirmeye tabi tutulan Antakya’nın enkaz kaldırma çalışmalarındaki ihmallerden nasıl etkilenebileceğine değiniyor:

“Her bir taş, blok, kırıntı geçmişin hafızasını aktarmaya devam ettiriyor. Aslında yapılması gereken, yapılara ait taşların belgelenerek ana yerlerinde yeniden kullanıma hazırlanması. Yapılara ait mimari planlar, çizimler ve geçmişe ait belgeler kullanılarak anastylosis tekniğiyle  her taşın özgün yerine kullanılarak yapıların ayağa kaldırılması mümkün. Bunlar moloz değil, kültür, yaşanmışlık, aktarım ve inanç niteliği gösteriyor. Bugün, hızla devam eden moloz kaldırma işiyle tarihi eserleri restore etmek mümkün görünmüyor. Daha akılcı yöntemlerle ve teknik bir yaklaşımla molozlara müdahale edilmesi ve bölge bileşenlerinin içinde olduğu ortak karar mekanizmasıyla sürecin devam ettirilmesi gerekiyor.”

‘Şehirlerimiz aynılaşmış, kimliklerini yitirmiş durumda’

“Kentler ranttan korunmalı ve geçmişin hafızasını, öyküsünü, anılarını taşıyan her bir parça özenle geleceğe aktarılmalı” diyen Arkeolog Aydın’a göre, “İnşaat üzerinden sürdürülen rant ekonomisiyle yıllarca bütün şehirlerimiz aynılaşmış, kimliklerini yitirmiş durumda.”

Peyzaj Mimarı Betül Çavdar da benzer şekilde, kentlerin kimliklerini yitirmesine değinerek şunları ekliyor:

“Doğal afetlerden zarar gören tüm yerleşimler, yapısı, tabiatı, kültürü ve tarihi ile birbirinden ayrı nitelikleri olan yerleşimler. Kırsalıyla, kent merkeziyle, konut dokusuyla, yeşil alanları, sokakları ve meydanları ile tek tipleşmiş şehirler hedeflenmemeli. Yerin ruhu ve aidiyet, planlama ve tasarım sürecinden bağımsız düşünülemeyecek ölçütler. Kentlerin kimlik inşası yapılırken kent hafızasının rolü oldukça değerli. Bu kapsamda, anıtsal tasarım pratikleri kentsel hafızayı canlı tutan uygulama yaklaşımları olarak karşımıza çıkıyor. Anısal yeşil alanlar, yaşanan afetlerle kolektif belleğin korunmasında etkili oluyor.”

Kent tarımı – Milan, Lombardy, Italy

‘Kentlerin görünümü değiştikçe sosyal ve kültürel yapı da değişti’

Şehir Plancısı Tuğçe Tezer ise “Kentlerin çoğu için modern dönem, mekânın önceki dönemlere göre hızlı değişimini, kentin görünümüyle beraber sosyal, kültürel ve ekonomik yapının, kent kimliğinin de değişimini beraberinde getirdi. Pek çok kent için bu değişim, kent hafızasının ve kimliğin yavaş yavaş kaybolmasıyla devam etti” diyor.

Konuyu planlama boyutuyla değerlendiren ve yerele özgü mimari dokuyla beraber, yerelin geleneksel üretim biçimlerinin, ticaret mekanlarının da değiştiğini belirten Tezer’e göre, “Asgari standartları sağlayan ama farklı kentlerin kendine özgü niteliklerinin gözetilmediği konut tipolojisi tüm kentlerin gelişme alanlarında ve hatta eski merkezlerinde yaygınlaşmaya başladı. Bu nedenle kent kimliğinin korunması için, fiziksel ve sosyal tüm bileşenleriyle birlikte, korunması gerekli unsurların sürdürülebilirliğini sağlamak gerekiyor.”

‘Peyzaj tabanlı kent modeli,  kent ekolojisi için ne öneriyor?’

Depremden edindiğimiz deneyimler, kent tanımının derinleştirilmesini ve bütüncül bakış açısıyla yeniden inşa sürecinin değerlendirilmesi gerektiğini gösteriyor. Dolayısıyla kentleri insana atfedilen sosyal ve kültürel yönleriyle tartışmak kapsayıcı bir bakış açısı sunmuyor.  Kent yaşamını paylaştığımız insan dışı canlıların depremden sonraki sürece adapte olabilmesi, kentin ekolojik boyutunu da tartışmayı gerektiriyor.

‘Peyzaj tabanlı şehircilik modeliyle, tekil değil  bütünleşik bir sistem’

Türkiye Mimar ve Mühendisler Odası Birliği (TMMOB)’a bağlı PMO tarafından hazırlanan Peyzaj Tabanlı Şehircilik Stratejileri‘nin benimsenmesi, iklim değişikliğinin kentlerdeki olumsuz etkilerinin azaltılmasında, kentlerde doğal afetlerden kaynaklı hasarın asgariye indirilmesinde, sağlıklı kentsel mekânlar üretmede ve mekânsal, sosyal, ekonomik olarak sürdürülebilir bir çevre yaratmada önemli bir adım olarak nitlelendiriliyor.

Geleneksel sistemlerde kentler yalnızca insanı odağa alan ve yaşamları için gereken enerji ihtiyacının sağlanmasına temellenen bir yaklaşım doğrultusunda planlanıyor. Sağlıklı bir kent ekosisteminin oluşturulmasının insan yaşamına da doğrudan temas ederek toplumsal refahı sağlayacağı, göz ardı ediliyor:

 “Bu kapsamda peyzaj tabanlı şehircilik modeli; faklı ölçeklerde peyzaj altyapısının geliştirilmesi ile toplum ve çevre arasında sürdürülebilir bir ilişkinin kurulmasını hedefliyor. Doğal kaynakların etkin yönetimi sayesinde hem doğal süreçlerin hem de kentin varlığını devam ettirebilmesine imkan sağlayan peyzaj tabanlı şehircilik modeli, tekil yapılardan çok bütünleşik bir sistemin oluşturulması ile doğa-kent-insan odağında sosyo-ekolojik kapsayıcı yaşam alanları sunmayı vadediyor.”

Peyzaj Mimarı Betül Çavdar, sosyal ortaklıkların ve etkileşimlerin olduğu kadar ekolojik ortaklığın da tesis edilmesinin gerekliliğine dikkat çekiyor. Kent içinde parçalı halde olan yeşil alanların kentsel yüzeylerde geliştirilen yeşil altyapı unsurları ile birbirine bağlanabilmesinin mümkün olduğunu söyleyen Çavdar,  yeşil ağ sisteminde ekolojik koridorların kent içi bağlantıyı kuran ve parçalanmayı azaltan sistemler olarak tariflenebileceğini, söylüyor.

‘Yeşil koridorlar, afet direncini artırabilir’

Türlerin gen akışını kolaylaştırmanın yanı sıra doğal sistemlerin döngüsünün sağlıklı işleyebilmesini sağlaması açısından da oldukça önemli olan ekolojik koridorlar afet direncinde de önemli bir rol üstleniyor:

“Açık ve yeşil alanların bir bileşeni olan çizgisel biçimde, çok işlevli ve yeşil alanlar arası bağlantılılık sağlayan yeşil koridorlar ve bu koridorların oluşturduğu yeşil ağ, her ölçekteki açık ve yeşil alanları bütünleştirebilme olanağı sağlıyor. Bu bütünleştirme potansiyeli afet dirençliliğine; afet sırasında hızlı tahliyenin gerçekleştirilebilmesi, afet toplanma seçeneği sunması, temel afet toplanma yerleri olan açık ve yeşil alanlar arası hızlı erişim sayesinde, her türlü yaşam destek hizmetlerinin hızlı ve adil dağıtımı olanağı gibi katkılar sunuyor.”

‘Toplanma alanlarının oranı gerçeği yansıtmıyor’

Kent içinde yeşil koridorlar oluşturulması, afet sonrası güvenli toplanma alanlarının da varlığını destekliyor. Afet acil durum toplanma alanları Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı (AFAD)’ın belirlediği kişi başına düşen metrekare üzerinden hesaplanıyor. Ancak bu, alanın mevcut kullanılabilir taşıma kapasitesini ifade etmiyor.

Çavdar’ın aktardığı bilgiye göre; “Bu hesaplamada afet toplanma alanının arazi yapısı, alanda yer alan donatılar, bitki varlığı, tehlike arz eden malzemelerin durumu gibi unsurlar göz ardı ediliyor. Kabaca imar planındaki sayısal değer üzerinden hesaplama yapılıyor. Olması gereken kriterlerin değerlendirmeye alınmamış hali ile bile yeterli olmayan yeşil alanlar bu değerler ile yapılan irdelemeler sonucu daha kritik bir sonucu göz önüne seriyor. Dolayısıyla Türkiye için belirtilen oranlar gerçeği yansıtmadığı gibi durum ifade edilenden de daha riskli bir durumda olduğumuzu gösteriyor.”

‣Yeşil alanlar bir bir yok edilirken deprem toplanma alanları ne durumda?

‘Kent tarımı, afet sonrası zorunlu göçlerin önüne geçebilir’

Afet sonrasında en önemli sorunlardan biri, kente ulaşımın zarar görmesiyle birlikte gıda tedarik zincirinin kesintiye uğramasıyla ortaya çıkıyor. Bu durumda, kısıtlı erişilebilen gıdaların fiyatlarının artması da kırılgan gruplar açısından dezavantaj oluşturuyor. Afet durumların hazırlıklı olabilmek açısından kent ihtiyaçlarının merkezsizleştirilmesi, günümüzün öncelikli konularının başında gelirken,  acil durumlarda gıdaya erişim ihtiyaçlarının karşılanabilmesi için kent tarımı bir çözüm olarak nitelendiriliyor.

Kentsel tarım uygulamaları yerelde üretip yerelde tüketmeye olanak sağlayan, insanların kolektif bilinçle hareket etmesini kolaylaştıran birleştirici bir yöntem olarak tanımlayan Çavdar:

“Kent tarımı, afet sonrası gıda ihtiyacının yanı sıra insanların ortak iyileşme sürecinde sosyalleşme, üretime dahil olma, rahatlama, temiz hava alma gibi süreçlerine de katkı sağlıyor. Kentsel tarım uygulamaları afet sonrası zorunlu göçlerin önüne geçmek, ait hissedilen mekanı yaşanabilir hale getirmek, iş imkanı yaratabilmek açısından da önem taşıyor. Parklar, çatı bahçeleri, okul bahçeleri, hastane bahçeleri ve atıl araziler gibi kamusal ve özel alanlarda kent bahçeciliği yapılabiliyor. Afet sonrası, planlanan kentsel tarım alanlarında, şehir suyunun kirlenmesi, moloz taşıma sırasında kirleticilerin yayılması gibi riskler göz önünde bulundurularak kontrollü uygulamalar gerçekleştirilebiliyor.”

‘Sünger kent modeli afet sonrasında su ihtiyacını karşılayabilir’

Deprem sonrasında, depremzedeler en temel ihtiyaçlarımız arasına olan suya erişemez hale geldi. Temiz ve güvenli suya erişemeyen afetzedeler, çeşitli hastalık risklerinin ortaya çıkabileceği endişesiyle su talebinde bulundu. Peki, kent tarımı gibi çözüm önerilerinin yanı sıra suya adil erişim sağlanması konusunda ne gibi yöntemler tanımlanıyor?

‣Deprem bölgesinde yer altı suyu uyarısı: Kötü kokuyorsa, tadı ve kokusu değişikse içmeyin 
‣Yağmur hasadı ile suyun ilk kaynağına dönüş: Durma göğe bakalım! 

Suya duyarlı kentlerin oluşturulabilmesinde temel faktörün, doğal süreçlerin anlamlandırılması olduğunu belirten Vardar, suya duyarlı kentlerin geliştirilebilmesi kent bütününde kurgulanan su yönetimi yaklaşımı ile mümkün olmakta, diyor ve bir çözüm önerisi olarak çeşitli su hasadı yöntemlerini içeren sünger kent modeline değiniyor:

 Sünger kent modeli; kentlerde suyun etkin kullanımı, kaynakların korunması ve iyileştirilmesi, toplumun ihtiyacı olan suyun teminini destekleyen bir sistemdir. Doğru bir planlama yaklaşımı ile korunan su, kentin ve doğal kaynakların zarar görmemesini veya sürecin en az tahribatla atlatılmasını sağlayacaktır. Afet sonrasında bu kaynakların doğru yönetimi ile ihtiyaç temelinde etkin bir araç olabilir.”

‘Moloz yönetiminde ideal olan deprem öncesinde hazırlıklı olmaktır’

Deprem sonrasında uzmanlar, yanlış moloz yönetiminden kaynaklı çevre ve halk sağlığı sorunlarının oluşabileceğine dikkat çekti. Yüksek miktarlı moloz atığı yönetimi konusunda özellikle depolama alanı seçiminin, yığma öncesi toprak yönetiminin, moloz ayıklama, geri dönüşüm ve depolama sonrası peyzaj onarımı çalışmalarının kısa-orta ve uzun dönem planlanma konularının başında yer alması gerektiği belirtildi.

Deprem sonrası, enkaz bertaraf alanlarının belirlenmesinin doğal, kültürel ve algıya dayalı çerçevede eylem gerektiren bir konu olduğunu anlatan Çavdar, yaşanan sürecin aksine gerçekte ideal olanın deprem öncesinde, konuya hazırlıklı olmaktan ve olası deprem sırasında moloz depolama alanlarının yerini, deprem yaşanmadan önce belirlemekten geçtiğini, söyledi.

‘Koruma değeri yüksek alanların seçiminde hangi ölçütler belirleyici?’

Enkaz atıkları depremden sonra ekolojik açıdan koruma altında olan alanlara da yığıldı. Koruma değeri yüksek alanların korunmadığı süreci değerlendiren Betül Çavdar, enkaz atıklarından koruması gereken alanların hangi ölçütlerle belirlendiğine değindi.

‣Deprem yetmedi: Hatay’da biriken çöpler ve enkaz artıkları Milleyha Kuş Cenneti’ne atıldı 
Deprem yetmedi: Hatay’da biriken çöpler ve enkaz artıkları Milleyha Kuş Cenneti’ne atıldı

“Moloz yığma alanlarının yer seçiminde ekolojik, kültürel, estetik ölçütler önemlidir. Aşağıda bazıları verilen bu ölçütlerin bütünleşik değerlendirmesiyle belirlenecek peyzaj fonksiyonları ve koruma değeri yüksek alanların temelde dikkate alınması kritiktir”:

  • Yeraltı suyu beslenimi
  • Yüzey akışı ve drenaj ağı
  • Biyotik (toprak) verimliliği
  • Erozyon
  • Fauna hareketliliği
  • Habitat değeri
  • Kültürel değerler
  • Görsel kalite

Mekana davet oluşturulmasını hedeflemeliyiz’

Doğru peyzaj tasarımlarının afet anında psikososyal destek sağlayabileceğini aktaran Vardar’a göre, kent içindeki canlıların çevreyle etkileşime geçebileceği fırsatların sağlanması, mekânlara adil ve eşit temasın sağlanmasından ve kent hakkının temin edilmesinden geçiyor:

“Mekansal adaletin sağlanması, kentlinin gökyüzü ve su gibi ortamlara erişiminin artmasını kolaylaştırıyor. Tekrarlanan mekân kullanımlarına bağlı olarak zamanla bağlılık ve aidiyet duygularının oluşmasının sağlanması için, o yere dair anıların oluşmasını, çeşitli etkinliklerin önerilmesiyle tüm kullanıcılar için mekâna davet oluşturulmasını hedeflemeliyiz. Bu doğrultuda gerçekleştirilecek peyzaj tasarımları ile depremzedelerin psikolojik sorunlarının iyileştirilmesi, sosyal hayatlarının tesisi ve yaşam kalitelerinin geliştirilmesine önemli katkılar sağlanabilir.”

‘Antakya’nın kadim kültürü kentlileri birleştiriyor

Depremden sonra, Antakya ilçesi ve Hatay ili kentsel aidiyet kavramıyla birlikte anıldı. Bu aidiyetin en somut göstergelerinden biri, evlerinden ayrılmak zorunda kalan yerel halkın geride bıraktığı duvar yazılarıydı: “Geri döneceğiz Hatay!” ve “Geri döneceğiz Antakya!”.

Kentlilerin yaşadıkları mekanı sahiplenme iradesi zamanla, diğer şehirlerdeki gönüllü katılımcılarla da desteklenen platformları ortaya çıkardı. Bu platformlardan biri olan Kadim Antakya Dostları Platformu (KADOP) kurucularından Murat Tenekecioğlu, deprem felaketinin yıkımı ve acısıyla, “Antakya’yı kaybediyor muyuz” endişesiyle depremin ilk günlerinde bir refleks olarak harekete geçtiklerini belirterek, Yeşil Gazete aracılığıyla taleplerini şöyle aktarıyor:

“Çok şey istemiyoruz. Kendi kentimizin geleceği hakkında söz sahibi olmak istiyoruz. Kadim Antakya kültürünü korumayı ve Antakya’mızın tarihi aslına uygun çağdaş bir dünya kenti olarak, akıl ve bilimin ışığında yeniden inşa edilmesini istiyoruz.”

Fotoğraf: AA

‘Antakya’nın kadim kültürü içimize işlemiş durumda’

Tenekecioğlu, iki bin yıldan çok daha uzun bir geçmişten süzülüp bugüne gelen kadim bir kültür olarak Antakya’da mekan ile insanı birbirine bağlayan özel bir şeyin olduğunu söylüyor:

“Antakya, yaşanan felaket nedeniyle mekânsal anlamda yıkıldı, kültür taşıyıcıları önemli oranda azaldı ve dağıldı. Kültür mirası ve kültür üzerindeki mülkiyet hakları sarsıldı. Ama Antakya’nın kadim kültürünün içinde yaşamaya devam eden değerler var. Antakyalılar kadim Antakya kültüründen besleniyor. Çünkü, hepsi içimize işlemiş durumda.”

You may also like

Comments

Comments are closed.