Ana Sayfa Blog Sayfa 41

Kadıköy’de hayvan katliamı: 25 kedi ve köpek zehirlendi

İstanbul‘un Kadıköy‘e bağlı Fenerbahçe mahallesinde kimliği belirsiz kişi veya kişiler sokak hayvanlarını zehirledi. 22 kedi ve 3 köpek hayatını kaybetti. Zehirlenen kediler mahalle sakinleri tarafından sokak sokak gezilerek toplandı. Sokakta yaşayan hayvanlar, Fenerbahçe’de bulunan özel bir klinikte tedavi altına alındı.

Kadıköy Belediye Başkanı Mesut Kösedağı, “İl Tarım Müdürlüğü de şu anda hem otopsi sürecinde hem de mamaya katılan zehirle ilgili bir araştırma içerisinde. Biz de Kadıköy Belediyesi olarak hayvanların ölüm nedenini araştırıyoruz kendi veteriner kliniklerimizde. Hedefimiz en kısa sürede bu olayın çözülüp yeni vakaların yaşanmasını engellemek. Ben her şeyden önce bir Kadıköylü olarak çok üzgünüm” dedi.

DHA’nın aktardığına göre; olay, Fenerbahçe’de gece saatlerinde yaşandı. Bir köpek, sahibi tarafından gezdirildiği sırada sokakta yediği mamadan zehirlendi. Sabah saatlerinde ise sokakta yaşayan hayvanları düzenli olarak besleyen mahalle sakinleri, kedilerin yerde yattığını ve bazı kedilerin zehirlenmeye bağlı olarak yerde çırpındığını görünce veterinerlere götürdü.

Zehirlenen hayvan sayısının 15’ten fazla olduğunu öğrenen vatandaşlar durumu Kadıköy Belediyesi ve İl Tarım ve Orman Müdürlüğü ile Kadıköy İlçe Emniyet Müdürlüğüne haber verdi.

Hayvanlara zehirli sosis ve tavuk eti verildiği tespit edildi

Ekiplerin yaptığı ilk çalışmalarda 15 kedi ve 1 köpeğin, sokağa bırakılan zehirli sosis ve tavuk etini yemeleri nedeniyle hayatını kaybettiği ortaya çıktı.

Belediye ekipleri olay yerine gelerek bölgedeki mama ve su kaplarını kaldırırken mahalle sakinleri duruma tepki gösterdi. Veteriner kliniklerinde tedavisi süren yedi kedi ve iki köpeğin daha hayatını kaybetmesiyle hayatını kaybeden hayvanların toplam sayısı 25’e çıktı. Olayla ilgili soruşturma başlatıldı.

‘Bu işin peşindeyiz’

Olayın yaşandığı Fenerbahçe’de değerlendirmelerde bulunan Kadıköy Belediye Başkanı Mesut Kösedağı, “Dün gece 2.00’de birçok sokak hayvanımızın sesleriyle mahalle sakinlerimiz uyandı. O seslere maruz kalmak zorunda kaldı. Çünkü birçok sokak hayvanımız, kimliği belirsiz kişi veya kişiler tarafından zehirlenmiş halde bulundu. O saatten sonra gerek bizim veteriner ekiplerimiz gerek özel veteriner kliniklerimiz sürece hemen dahil olup sokak hayvanlarımızı tedavi etmeye başladı. Ama maalesef ki birçok sokak hayvanımızı bu süreçte yitirdik. Kimliği belirsiz kişiler tarafından tahmin ettiğimize göre mamalarına zehir katılarak birçok hayvanımızın hayatının kaybolmasına neden oldular” dedi ve ekledi:

“15 civarında bizim tespit edebildiğimiz hayatını kaybeden kedimiz ve bir tane de sahipli köpeğimiz var. Şu anda da veteriner kliniklerinde tedavisine devam ettiğimiz yaklaşık 10-15 tane yine sokak hayvanımız var. Olayı duyar duymaz tabii ki sokaklarımızı yıkadık, mama kaplarımızı kaldırdık, su kaplarını kaldırdık, ekiplerimizi yönlendirdik ve bu süreçte can kaybının artmaması için elimizden ne gelirse yaptık.”

Kösedağı, olayın tekrarlanmaması için çalıştıklarını belirterek, “Tarım İl Müdürlüğü ve Emniyet Müdürlüğümüzle beraber çalışıyoruz. Faillerinin ortaya çıkmasını istiyoruz. Bu sürecin bir daha yaşanmaması için bu işi kim yaptıysa sonuna kadar takipçisi olacağız” dedi.

‘200’ün üzerindeki vatandaşımız sokak sokak zehirlenmiş kedi var mı, onu arıyor’

“Sadece bugünü atlatıp yarın önümüze bakmayacağız. Biz bu işin tekrar tekrarlanmaması adına, sokak hayvanlarının bir daha bu duruma düşmemesi adına, Kadıköy belediyesi olarak elimizden geleni yapacağız” diyen Kösedağ, şunları aktardı:

“Bunu yaparken de dediğim gibi ilgili paydaşlarla, kamu kuruluşlarıyla ve hayvan severlerle beraber bir arada olacağız. Çünkü Kadıköy’de her canlının eşit yaşama hakkı vardır, biz bunu savunuyoruz. Son derece üzgünüz burada inanın 200’ün üzerindeki vatandaşımız işini gücünü bıraktı sokak sokak gezip zehirlenmiş kedi var mı onu arıyor. Tabii ki bizim ekiplerimizle beraber bunu yapıyorlar. Emniyetle konuştuk. Kamera kayıtlarına bakılıyor. Veterinerlerimize anlattığım gibi birçok hayvanımız tedavi altında. İl Tarım Müdürlüğü de şu anda hem otopsi sürecinde hem de mamaya katılan zehirle ilgili bir araştırma içerisinde. Biz de Kadıköy Belediyesi olarak hayvanların ölüm nedenini araştırıyoruz kendi veteriner kliniklerimizde. Hedefimiz en kısa sürede bu olayın çözülüp yeni vakaların yaşanmasını engellemek. Ben her şeyden önce bir Kadıköylü olarak çok üzgünüm bu konuda.”

‘Aynı katliam geçen sene de yapılmıştı’

Olayın yaşandığı mahallenin sınırında bulunan Zühtüpaşa Mahallesi Muhtarı Çağla Göksu, “Sahipli bir köpek gezdirilirken o saatte sokakta mama yediği fark ediliyor sahibi tarafından. Ve çok hızlı bir şekilde zehirleniyor. Arkasından kediler getirilmeye başlanıyor. Biz bu saate kadar kedi toplanmasına devam ettik. 25 gibi bir ölüm var şu an. Burada hâlâ tedavi tedavisi devam eden hayati tehlikede olan kediler var. Biz bu olayı daha önce de yaşadık” diyerek daha önce yaşanan o olayı anlattı:

“Geçen sene Mart ayında hatta Mart’ın 16’sı, çok net bildiğimiz bir tarihtir. Fenerbahçe derbi maçının olduğu günkü kalabalıktan yararlanarak yapılmıştı bu, katliam diyeyim çünkü o zaman da 44 kedi ki; orada benim beslediğim ev kedim de dahil olmak üzere, bahçe kedilerim de bu sayının içindeydi. Yine aynı şekilde biz mahalle olarak toplama yaptık. Çeşitli bahçelerden, parklardan, o zaman sadece kediler değil; kirpi, karga ve martılar gibi farklı hayvanlar da ölüm yaşamıştı. Şu an polis soruşturması başladı. Belediye başkanımız da konuyla ayrıntılı bir şekilde ilgileniyor. Bulunan mama örnekleri, tavuk parçaları ve sosis gibi kuru mama olmayan ve ıslak mama olmayan, dışardan satın alınan mamalardı. Bunlar üstünde araştırma yapılıyor. Şu an bilgimiz bu kadar umuyoruz ki bu kamera kayıtlarından bu suçu işleyen ya da işleyenler bir an evvel yakalanır.”

Salyangoz’un izinde sanat yolculuğu(m)- Gülden Akyol

Birkaç gün önce İstanbul Modern’de Olafur Eliasson’nun “Senin Beklenmedik Karşılaşman” adlı sergisini gezdim. Olağanüstü sıcak bir günün tüm bunaltısını, sonsuz bir genişlik, aydınlık ve serinlik duygusuyla ters yüz eden çok güçlü bir çalışmaydı bu. Dayanamayıp whatsapp’ta arkadaşlarımla paylaştım izlenimlerimi. Akşama doğru sergiyi görmüş olan dostlarımdan biri, “Ben kavramsal sanattan pek de anlamam ama o sergi insana bir şekilde dokunuyor. Çok içten!” diye yazdı.

Biraz duraladım, “Kavramsal sanattan pek de anlamam” kısmına takılmıştı aklım. Bunu yazan kişi amatör olarak resim yapıyor, arkadaşlarının sanat çalışmalarına destek veriyor ve bu alanda çocuklara yönelik etkinlikler düzenliyordu. Sanatla böylesine içli dışlı biri olarak “anlamam” sözcüğünü kullanmasını yadırgamıştım. Sonra birden “Ben kavramsal sanattan anlıyor muyum?” diye sordum kendime. 1997 yılına gitti aklım, o yıl ilk defa İstanbul Bianeli’nde birkaç sergi mekânını gezmiştim. İçim karmakarışık duygularla dolmuştu. O günlere döndüm bir süreliğine.

O yıl sonbaharda Ömerli Barajı’na yakın bir fabrikada çalışmaya başlamıştım. Her zamanki gibi hayat zor, sanat güzeldi. Bienal’i görmeyi çok istiyordum. Bir gün işten biraz erken çıktım. Güç belâ Üsküdar’a varıp, koşa koşa Eminönü vapuruna atladım. Soğuktu, yorgundum ama heyecanlıydım. Vapurdan indiğimde hava kararmıştı, ince ince kar atıştırıyordu. Sergi mekanlarından biri olan Sirkeci Garı’na vardığımda bayağı üşümüş, kaskatı kesilmiştim. Suskun trenler peronlarda yolcularını bekliyor, hareket memurları işini bilen insanların rahatlığıyla etrafta dolanıyordu.  Sonra o bez duvarlardan kurulmuş küçük odayı gördüm. Ürkek ürkek girdim içeriye: O anda bir sanat eseriyle mi karşılaşmıştım yoksa büyülü bir aleme geçiş mi yapmıştım halâ düşünürüm. Bu gizemli odanın duvarlarında, Galata Köprüsü’ne ve civardaki belli noktalara yerleştirilmiş kameralardan gelen anlık görüntüler akıyordu. İnsanlar, tekneler, başı boş köpekler, köprü, minareler, Galata Kulesi ve İstanbul … Telaş, koşuşturma, o hiç bitmeyen devinim. O anı büyülü kılan aynı zamanda bez duvarlardan Orhan Pamuk’un Kara Kitap romanından kimi bölümlerin de akıyor olmasıydı. Derinlerden gelen bir erkek sesi metni yavaş yavaş okuyor ve ben zamanın ve mekânın ötesinde metafizik bir deneyim yaşıyordum. O ruhsal yükselişin ortasında kendime “Ben bu işi anlıyor muyum?” diye sormak bir an bile geçmemişti aklımdan.

‘Sanattan anlamanın’ anlamı

Gelin görün ki o yıl ve daha sonra gezdiğim sergilerde gördüğüm lerin pek çoğunu anımsamıyordum. Metal ya da ahşap konstrüksiyonlar, videolar, kağıtlar, taşlar, aynalar, aydınlatmalar, biblolar, kablolar, eski mobilyalar, gül yaprakları, kumaşlar bazen bizzat binalar, sesler … Her şey ama her şey kavramsal sanat için malzeme olabiliyordu. Çoğunlukla baktığım işleri anlamadığımı düşünürdüm. Yalnız; üstü yeşil ve jölemsi bir maddeyle kaplanmış büyük bir masa kalmış aklımda. Masanın üzerinde “Bana dokun” yazıyordu. Dokundum. Parmak izim bir anlığına belirip yok oldu. Bu neden sanattı acaba?

Aslında bu soruyu ilk defa 1996 yılında kısa bir süreliğine Londra’ya gittiğimde sormuştum. Çocukluğumdan beri resim sanatına düşkün olduğum için vakit kaybetmeden müze ve galerileri gezmeye başladım orada. Figür ve kompozisyonu kolayca kavrayabildiğim resimlerle gayet mutluydum, derken bir gün Tate Galeri’ye düştü yolum. Resimleri sırayla incelerken, o yıllarda çok iyi tanımadığım Matisse’in dev bir kolajının önünde dikilmeye başladım. Resim, dikdörtgeni andıran büyük ve renkli karton parçalarının, beyaz bir zemine yapıştırılmasından oluşuyordu. Kartonlar bana gelişigüzel yerleştirilmiş gibi gelmişti, hatta resmin adının “Salyangoz” olduğunu öğrendikten sonra bile figürü tam göremedim. “Salyangoz mu?” diye düşündüğümü hatırlıyorum. Bir süre sonra resmin önünde yere bağdaş kurmuş bir grup çocuğu fark ettim. Öğretmenleri de tatlı tatlı bu resmi anlatıyordu. Çocuklar keyifliydi. Sanıyorum utanmıştım: Ben bu resmi anlamıyordum, hele hele neden önemli olabileceğini hiç anlamıyordum! Figürü kavrayamıyordum. Zaman ve mekân belirsizdi. Bir hikâye kurmak imkansızdı. Üstelik bu resimde zanaat yoktu, alabildiğine basit ve çocuksuydu. Peki ama bu kes-yapıştır resim dünyanın en önemli galerilerinden birinde sergilenmiyor muydu? Demek ki sorun bendeydi. Sanattan an-la-mı-yor-dum!

Sanatın matematiği, matematiğin sanatı

Yıllar içinde sergilere gide gele asıl meselenin bizzat sanatın ne olduğunu kavramakla ilgili olduğunu anladım. Tate Galeri’de gördüğüm öğretmen ve minik öğrencilerini hiç unutmadım. Bir süre sonra gördüm ki, sanat bir yönüyle matematik gibi. Oturup çalışmanız ve öğrenmeniz gerekiyor. Bu analojiyi açmaya çalışayım biraz.

Şu işlemi düşünün:

Bunun bir matematiksel ifade olduğu açıktır ama onu kavramak, çözmek ve bir sonuca ulaşmak için integral konusunu biliyor olmamız gerekir. Diğer taraftan doğru sonuca ulaşsak dahi bu işlemin hayattaki karşılığının ne olduğunu anlamamış olabiliriz. Eğer matematik sizi heyecanlandırıyorsa tüm bu soruların peşinden koşarsınız, onun kapalı dili size açılır. Zorlu problemlerle uğraşmak keyifli hale gelir. Zamanla o bilinmezin içindeki düzen ve estetiği kavrar ve haz almaya başlarsınız. Bu arada önemli bir değişim daha gerçekleşir: Aranızdaki ezici hiyerarşi ortadan kalkar! Çünkü genel bir matematik nosyonu edinmişsinizdir. Bilirsiniz ki bu disiplin çok geniş bir alana yayılır. Size heyecan veren, ilginizi çeken veya gerekli olan konularda uzmanlaşırsınız. Uzak kaldığınız konular ise artık sizi korkutmaz çünkü dilerseniz onları da nasıl öğreneceğinizi bilirsiniz.

Sanat tam da matematik gibi öğrenilebilir. Örneğin ben Matisse üzerine okuduktan sonra anladım ki, “Salyangoz” adlı eserin değeri sadece maddi varlığından gelmiyordu.  Onu önemli kılan Matisse’in sanata adanmış ömrü, dehası ve yaratıcılığıydı. Bu büyük ressamın sanatsal arayışını, gelenekle ilişkisini ve tüm eserlerini bilmeden tek bir çalışmasını değerlendiremiyordunuz. Bir zanaatkâr olarak rüştünü ispatlamış bir sanatçı, yeni ifade olanaklarını özgürce kullanabiliyordu: Farklı malzemeler, teknikler, araştırmalar. Ayrıca salt eser üzerine çalıştığınızda, ilk bakışta göremeyeceğiniz bir matematiksel zekâ ve ustalık barındırdığını keşfediyordunuz. Basit gibi görünenin arkasında bir ömür vardı. Bu bilgiler sayesinde, genç Gülden’in beklentisine uygun bir biçimde anladım Salyangoz’u[2]. O her şeyin en doğrusunu öğrenme konusunda çok istekliydi. (Neyse ki ben en doğrunun var olmadığını anlayabilecek yaştayım.)

Peki ama bir sanat eserinden haz almak için bu okumaları yapmak zorunda mıyız? Biraz evet, biraz hayır! İki farklı disiplin olarak (birbirlerini dışlamazlar elbette) sanat ve matematiğin algılanışı arasında bir benzerlik kurdum, şimdi de temel bir ayrımdan bahsedelim: Matematiğin kapalı dili onu öğrenmemiş olanlara asla geçit vermez. Oysa sanatın dili bizi ne kadar zorlarsa zorlasın, orada duyularımızı harekete geçiren bir deneyim vardır. Her şeyden önce sanat eseri duyularımıza seslenen somut bir nesnedir. Onu oluşturan öğeler bize yabancı gelse de, hayat bilgimize dahildir. Bir resme baktığınızda anlam üretemeyebilirsiniz ama içinizde oluşan duyguları bilirsiniz. Ben “Salyangoz”a baktığım ilk anda içime çocuksu bir neşe dolmuştu. Dev zemine sıralanmış o rengarenk kartonlar, muzip bir oyun çağrısı gibi gelmişti bana. O gün bu kavrayışımı küçümsemiştim. Hissettiğimin ötesinde daha büyük bir anlamı olmalıydı resmin. Bunu, sanattan anlamadığım için göremediğimi sanmıştım. Oysa “Salyangoz”, hakkında öğrendiğim onca şeyden sonra halâ çocuksu neşedir benim için.

Sanatın kendisini ve onun hakkında okumak

Sirkeci Garı’ndaki hayal-gerçek odası bir düştür, esrikliktir, söylenemeyenin söze en çok yaklaştığı yerdir. Yeşil masaysa yıllar sonra, tam da “hatırlama-unutma-hafıza” üzerine çalıştığım bir dönemde, geçmişten gelen bir hayalet gibi dikildi karşıma: “Anlamadın mı?” dedi, “Ben zamanın ta kendisiyim. Bana dokunduğunda bir anlığına görünür/var oldun. Daha parmağını masadan çekerken kaybolmaya başlamıştı izin. Ben sonsuzum, sen ise tek bir an!” Bunlar sanat akımlarını ya da tek tek eserleri çalışarak yaşayabileceğiniz deneyimler değildir.

Olafur Eliasson’nun “Senin Beklenmedik Karşılaşman” sergisinden.

Diğer taraftan sanat üzerine okumak ve genel bir sanat nosyonu kazanmak sizi özgürleştirir. Öğrendikçe alanına hâkim, kendine güvenen bir matematikçi gibi hissedersiniz kendinizi. Giderek kavrayışınız genişler, daha önce göremediğiniz detaylara dikkat etmeye başlarsınız, eserden daha fazla haz alırsınız. Karşınıza çıkan farklı ve yeni eserleri, akımları, arayışları bir matematikçi serinkanlılığı içinde izleyip, “Yadırgadım ama ilginç” diyerek bilinmeyenin peşinden gidersiniz. Ve bazen de yorgunsunuzdur, cepten yersiniz. “Kendimi, bildiğim kadarıyla deneyimlerime bırakayım” dersiniz.

İtiraf etmek gerekirse, benim kavramsal sanatla ilişkim tam da böyle işte. Bu alanda herhangi bir kuramsal okuma yapmadığım gibi, kariyerini takip ettiğim özel bir sanatçı da yok. Bu konudaki tembelliğimle övünmüyorum elbette ama her şeyi en doğru biçimde öğrenmek için yeterli zamanımız yok. Yazımın başında bahsettiğim arkadaşım da muhtemelen “Ben kavramsal sanattan anlamam derken alçakgönüllülükle bunu kastediyordu.” Ben ise anlayıp anlamadığımı sorgulamamıştım. Çünkü o sergiyi gezerken zihnimde muhteşem bir senfoni yankılanıyordu; doğa, sadelik, bilgelik, genişlik, serinlik ve neler yoktu ki içinde …

Kaçırdıklarım mı? Evet hiç şüphesiz kaçırdığım çok şey var. Belki bir gün Olafur Eliasson’ın kariyerini okumaya başlarım… Kim bilir?

*

[1] The Snail / L’escargot

[2] Bu konuda hazırlanmış Türkçe video bulamadığım için bunu paylaşıyorum.

 

 

Kentlerde ve İstanbul’da taksi meydan savaşları

[email protected]

Taksi nasıl bir araçtır?

Kamusal ulaşım genellikle kamusal finansmanla çalışan ve ağır raylı sistemlerden birbirine iyi bütünleşmiş hafif raylı sistemlere, lastik tekerlekli büyük taşıma kapasiteli araçlara ve en sonunda küçük kapasiteli de olsa kamusal amaçlara hizmet eden taksilere kadar uzanan bir sistem olarak düşünülebilir. Bu durumda, özel araçlarla benzer görünümde olsalar da taksileri kamusal ulaşımın en alt bölümü olarak sınıflandırabiliriz.

Ancak kamusal ulaşımın sınıfsal yönünü de göz önünde bulundurursak taksinin biraz daha orta-üst sınıflara yönelik hizmet verdiğini, ama hizmeti veren sürücüler bakımından da daha alt sınıflar için istihdam yaratan bir çalışma biçimi olarak düşünülebileceğini görürüz. Yine de acil durumlarda bütün kent halkı için gerekli olabilecek taksi hizmetinin yeterli, zamanda ve nitelikli bir biçimde verilmesi gerekir ve hizmetin fiyatı da kamu denetimi altında tutulur.

21.Yüzyıl’ın başında, mobil iletişim teknolojilerinin ve (marka olarak değil yöntem olarak) UBER’in gelişmesinden beri kamusal ulaşım sistemin parçası olan taksilerle UBER’in bir parçası olan araçlar birbirine karışmaya başladı. Türkiye gibi gelir bölüşümünün adaletsiz, işsizliğin ve yetersiz gelirin dorukta olduğu bir ülkede taksilerle UBER türü araçlar ve her ikisinin birden belediyelerle mücadelesi bir savaş alanına benzemeye başladı.

İstanbul’da 2 bin 500 yeni taksi

Geçtiğimiz hafta İstanbul’da 2 bin 500 taksinin birden kamu hizmetine başlayacağı haberini ve ardından çıkan kapışmayı gördük. Bu durumu anlayabilmek için bazı bakımlardan kavramları netleştirmek ve tartışmayı biraz açmak gerekecek.

Dünyanın her kentinde taksicilikte (ya da taksi plakası verilmesinde/ taksi plakası sahibi olarak gelir elde edilmesini sağlayan kentsel hizmet pazarına girişte ve hizmet üretirken yararlanılan koşulların düzenlenmesinde) bazı kamusal düzenlemeler yapılır ( bu metin boyunca, “kamu” denildiğinde daha çok “belediye” anlaşılmalıdır). Bu nedenle kent taksisinin içinde bulunduğu pazarın yapısı tam bir “tekelci” bir pazardır. Eğer piyasa tekelci biçimde kurulamıyorsa aktörler pazarın ancak oligopolistik bir biçimde kurulmasına izin verebilir.

Kamu ve taksiciler neden kentlerde böyle tekelci/ oligopolist bir piyasa yapısının olmasını ister?

Bunu çok fazla genellemeyi göze alarak şöyle özetleyebiliriz:

  • Kamu açısından, gündelik kent trafiğine giren araç sayısının sonsuz artışıyla trafiğin gereksiz artmaması, yol altyapısının gereğinden fazla sayıda taksi tarafından işgal edilmemesi (bir trafik hacmi sorunu) nedeniyle ve
  • Taksi plakası sahiplerinin de hizmetin özellikleri ve zorlukları nedeniyle talebi karşılamada aşırı sert bir rekabete uğramadan, hizmetin (yere ve zamana göre) daha dengeli oluşumunun sağlanması ve taksicilerin (yaklaşık) gelir garantisi ve eşitliği beklentisi nedeniyle.

Yani kamusal bir düzenlemeyle hem arz hem de talep bakımından kentte daha rahatlatıcı bir hizmet sunum yapısının oluşması, böylece, taksi hizmetinin aşırı bolluk ve aşırı kıtlık gibi döngüsel krizlere girmeden kentte hizmet sunumunu sürdürmesi. Böylece her iki taraf da taksi hizmetleri konusunda bir anlaşma noktasına varabilir.

İstanbul’da (ve ülkenin bütün kentlerinde) taksi plakası mülkiyeti tam olarak oligopolistik bir piyasa yapısındadır. Bu alanın tekelci yapıda olmasını güçleştiren öge, UBER öncesi dönemdeki korsan taksicilikten kaynaklanmaktaydı. Ama “korsanlık” biçimleri çeşitlendi, rekabet arttı ve piyasa giderek bir “kurtlar sofrasına” dönüşmeye başladı.

“Ekmeğin aslanın ağzında” olduğu kriz döneminde rekabetin sertleşmesi ve bir karmaşa ortamının oluşması hem kurallara uygun veya uymadan taksicilik yapanlar hem bu hizmeti talep eden kent halk hem de kentin belediyesi için farklı nitelikte de olsa birçok güçlük yaratmaya başladı.

Taksiciler ve ‘korsanlar’

İstanbul’daki taksicilik alanına bir göz atalım. Bu alanda kimler var? Kısaca İBB ve taksiciler (mevcut Birleşik Taksiciler Derneği ve İstanbul Otomobilciler Esnaf Odası)ve yerel yönetimlere her zaman müdahaleyi giderek ideolojik bir mücadele aracına dönüştürmüş olan merkezi yönetim (Ulaştırma Bakanlığı ve UKOME).

Taksiciler son beş yıldır tekelci yapıyı pekiştirmeye ve piyasaya yeni taksinin girişini önlemeye çalışıyor. Ancak b, hem İBB’nin ulaşım politikasına uymuyor hem de taksi sunumun yeterli olmasına ihtiyacı olan İstanbullular büyük zorluklarla karşılaşıyor. Bu da piyasaya başka yollardan girerek hizmet vermek isteyenlerin sayısını ve türünü hızla artırıyor.

Son karar UKOME’de oluşuyor. Ve geçtiğimiz haftaya kadar beş yıldır taksi sayısı bir akıl tutulmasına uğramış gibi UKOME tarafından sabit tutuldu. İstanbul’un kamusal kent içi ulaşım sektörü, “taksi” ulaşımındaki mevcut yapı belki şöyle özetlenebilir:

  • Sarı taksiler (resmi örgütlenmenin, yani Esnaf Odası’nın sunduğu hizmet)

Bunun dışında dijital ortamda geliştirilen programlara göre yasal olarak veya olmayarak hizmet veren örgütlenmelerden, Türkiye dışı merkezli olan örgütlenmeler (firmalar)

  • UBER örgütlenmesi ve
  • inDrive örgütlenmesi,

Türkiye’de geliştirilen diğer dijital programlara göre hizmet veren örgütlenmeler

  • Bi’taksi” örgütlenmesi
  • Martı Tag örgütlenmesi
  • Diğer korsan taksiler

Yukarıdaki liste çok karmaşık ve sarı taksiler hariç hiç biri ile ilgili doğru sayısal bilgi yok (ancak internette reklam ve propagandayla karışık epey bilgi bulunabilir). Bu nedenle bu örgütlenmelerin daha fazla açıklanmasına girmeyeceğim; ancak durum çok ilginç.

Yeni UKOME kararı ne getiriyor?

Karar oligopolistik piyasanın biraz daha genişlemesini sağlıyor ama yapısını değiştirmediği için piyasasındaki aktörler tarafından (oligopolist mantığına göre haklı) çatışmacı bir ortam oluşuyor. Kamunun (İBB) bu konuda, oligopollerden birinin tarafını tutmadığını ve sadece İstanbullulara sunulan hizmetin nicelik ve nitelik olarak gelişmesini istediğini kabul etsek bile oligopolistik yapının çirkin saldırısına bulaşmaktan kurtulamadığını görüyoruz.

Çünkü, açıklanmayan birçok yön var:

Bunca yıl taksi sayısı artışının önünü kapatan iktidar bloğu (Ulaştırma Bakanlığı ve Otomobilciler Esnaf Odası) neden bu defa izin verdi? Değişen nedir?

İBB’nin önerdiği sistemdeki yeni tanımlar ve koşullar, gerçekten sadece bir tek oligopole mi işaret ediyor?

Böyle olsa bile bunu bir oligopolist bir aktöre yarar sağlamak için değil, kamusal bir yarar doğacağı düşünüldüğü için yapıldığını varsayarak kabullenebiliriz. Ancak, İBB nesnel olarak yeteri kadar saydam ve net görünmüyor.

İBB’nin saydamlık kazanabilmesi içi, bu son kararın ne yarar sağladığını ve ne anlama geldiğini anlatması gerek. Bunu iyi açıklayabilmek için, kendi kamusal ulaşım politikalarının oluşturulmasında geliştirdiği İstanbul Vizyon 2050 Stratejik Planlama çalışmalarına ve onun iki temel adımı olan İstanbul Vizyon 2050 Strateji Belgesi’ne ve İstanbul Vizyon 2050 Eylem Planı’na başvurarak İstanbul’daki taksi hizmetlerinin bu son gelişme ile nasıl örtüştüğünü açıklaması gerekiyor. Bu karar gerçekten temel politikasını güçlendiriyor mu ve öncelikli m, ya da eğer paralel yürütülen politikalar varsa, bu karar diğer önceliklerle eklemleniyor mu?

Bu durumda İBB’nin kentin kamusuyla, yani İstanbullularla tartışması ve kent içi ulaşımda kamusal yararın elde edilmesi ve geliştirilmesi için politikalarının neler olduğunu, politika öncelikleri nasıl programladığını (veya önerildiğini) yeniden anlatması beklenir. Böylece, UBER benzeri dijital girişimcilerin (özellikle TagMartı’nın) savurmakta olduğu çamura karşı, politikalarını ve kararlarını gerçekten demokratikleştirmiş olur ve kamusallaştırabilir.

 

 

 

Enflasyon, fiyatlar ve döviz kurları

Türkiye, 2021 Eylül’ünde, enflasyonun yukarı doğru kıpırdanmaya başladığı bir dönemde, beklenmeyen bir kararla faizleri düşürmeye başlayınca çok hızlı ve ciddi bir enflasyon sarmalına girdi. O günden bugüne fiyatlarda inanılmaz artışlar yaşandı. O hale geldi ki fiyat konusundaki “normal”i kaybettik, kafamızda bir “referans fiyatı” kavramı kalmadı, neyin ucuz neyin ne kadar pahalı olduğu konusunda bir kaos yaşamaya başladık.

Bundan yararlanan bazı sektör ve firmalar,  girdilerindeki artıştan bağımsız olarak sattıkları mal ve hizmetlere fahiş fiyatlar koyarak bu kaos ortamından çıkar sağladı. Bazıları hala bunu sürdürüyor. İnsanların enflasyon ortamında bir nebze olsun korunmak için kendilerini adeta bir alış-veriş çılgınlığına kaptırmaları da bu eğilimi güçlendirdi. Vatandaşların büyük çoğunluğu ise, bu dönemde bir yandan ciddi bir reel gelir kaybı yaşarken, diğer yandan da bu fiyat karmaşasını yaşadı ve bu durum da hala devam ediyor. İnsanların kafasında yıllar boyunca oluşmuş olan fiyat dengesi tamamen ortadan kalktı. Bunun nasıl ve ne zaman yerine konacağı ise belirsiz. Ama net olan nokta şu ki, bu referansları yeniden oluşturmak epeyce bir zaman alacak.

Hükümet, faiz indirimleriyle gelen enflasyon dalgasıyla mücadelede çaresiz kaldı. Enflasyonla mücadelenin en önemli aracı olan faizin artırılması söz konusu değildi çünkü “faizler enflasyonu indirmek amacıyla düşürülmüştü” ve zaten yaşanan sorunun nedeni buydu. O kadar büyük ve hızlı gelen bir enflasyon dalgasıydı ve Hükümet o kadar hazırlıksızdı ki, algı yönetiminden başka bir çare bulunamadı. Bu yaklaşımın önemli bir parçası olarak enflasyon oranını gösteren endekslere “masaj” yapılmaya başlandı. Bu çerçevede TÜİK büyük önem kazandı. TÜİK’in hazırlayıp ilan ettiği endekslerdeki şeffaflık, Nisan 2022’de enflasyon sepetindeki ürün ve hizmetlerin ayrıntılı fiyatlarının açıklanması uygulaması terk edilerek ortadan kaldırıldı. Aynı dönemde bölgesel fiyat endekslerinin yayımlanması da durduruldu. Fiyat endekslerine müdahale edilmesi sadece enflasyon oranının olduğundan daha düşük gösterilmesine değil, bu endeksler baz alınarak hesaplanan asgari ücret ve memur-emekli maaşlarının reel olarak erozyona uğramasına yol açtı. Konuyla ilgili bir başka tutarsızlık ise, kamu ürün ve hizmetlerine ya da harçlara zam yapılırken bu endekslerin hiç dikkate alınmaması oldu.

Döviz kurları

Döviz kurları, yabancı paraların ülke para cinsinden ifadesidir. Örneğin, Dolar kuru dediğimizde, 1 ABD Doları satın almak için ne kadar TL ödememiz gerektiğini ifade ederiz. Döviz bulundurmak ve alım-satımını yapmakla ilgili yasaklar 1980’li yıllarda Turgut Özal tarafından kaldırıldığından beri başta ABD Doları ve Euro (Euro öncesinde Alman Markı) olmak üzere döviz, altın ve gayrimenkul gibi Türk halkının geleneksel yatırım araçlarından birisi haline geldi. Dövizin kolayca ve çok düşük tasarruf miktarıyla bile alınıp-satılabilmesi cazibesini artırdı. Uzun yıllardır bankalardaki mevduat içerisinde döviz mevduatı toplamın yüzde 35-65’i arasında değişiyor. Elbette düşük enflasyon ve TL’nın istikrar içerisinde değer kazandığı dönemlerde döviz mevduatı azalırken, enflasyon ve öngörülmezlik dönemlerinde artıyor. Ağustos 2024 itibarıyla bu oran KKM dahil yüzde 47 civarında.

Döviz kurları esas olarak arz-talebe bağlı olarak piyasada belirlenir. Ülkeye döviz girişinin yüksek olduğu dönemlerde arz arttığından kurlar düşer, yani ülke parası değer kazanır. Tersi durumda kurlar artar, ülke parası değer kaybeder. Bu arz-talep yapısının arkasında elbette birçok faktör vardır. Döviz arz-talebini doğrudan etkileyen turizm hareketleri ve uluslararası ticaret faaliyetleri (ihracat-ithalat) yanı sıra enflasyon ve faiz oranları gibi çeşitli ekonomik veriler, ülkedeki siyasi gelişmeler ve yatırımcı beklentileri bunlar arasında sayılabilir.

Bununla birlikte zaman zaman hükümetler döviz kurlarına müdahale ederek kendilerince dengede olmadığını düşündükleri piyasa kurlarını dengeye getirmeye çalışır. Bunlar genellikle kısa vadeli müdahalelerdir. Bu müdahalelerin en doğrudan ve hızlı sonuç vereni döviz alım-satımı yapmaktır. Hükümet, Merkez Bankası kanalıyla döviz satarak ya da alarak kurlara müdahale edebilir. Bu amaçla kullanılan bir diğer etkili yöntem faiz oranlarıdır. Dövize talebi düşürmek ve arzı artırmak isteyen bir Hükümet faizleri yükselterek de bu hedefe ulaşmaya çalışabilir. Son dönemde Türkiye’de yaşandığı gibi, yükselen faizler özellikle yabancı yatırımcıların yurt içine döviz getirmesini sağlayarak, döviz arzını artırıp yerel para biriminin değer kazanmasına yardım edebilir.

Diğer yandan, ülke içindeki bireyler ve şirketler ise yükselen faiz ortamında döviz taleplerini düşürüp ülke parası cinsi varlıklara yatırım yapmaya başlar. Hatta ellerindeki dövizleri satarak yerel para cinsi mevduat ve tahvil gibi araçlara yönelirler. Böylece faiz oranları kullanılarak döviz arz-talebi ve bunun sonucunda kurlar etkilenebilir.

Türkiye’nin 2021’den bu yana yaşadığı ekonomik krizden çıkış için yenilenmiş politikayı, Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek ve Merkez Bankası Başkanı Fatih Karahan liderliğindeki ekip uyguluyor.

2021’den itibaren enflasyon ve kurlar

Eylül 2021’de faiz indirimlerinin başlaması ve ardından enflasyonun kontrolden çıkmasıyla birlikte dövize talepte ciddi bir artış oldu. Enflasyona karşı kendisini korumak isteyen bireyler ve şirketler, önceki yıllardaki refleksleriyle, yine dövize koştu. Öyle ki, 2021 Aralık ayının ilk yirmi gününde kurlar yüzde 30 civarında artarak 20 Aralık tarihinde dolar kuru 17.50 TL, Euro kuru 19.71 TL seviyelerine yükseldi. Bu artışı frenlemek için 21 Aralık’ta KKM olarak adlandırılan kur korumalı bir mevduat hesabı Hükümet tarafından devreye sokuldu. Buna göre, vatandaşlara ve şirketlere döviz mevduatlarını bozdurarak ya da mevcut TL mevduatlarını kullanarak döviz varlıklarını vadeli KKM hesabına yatırmaları halinde TL mevduatlarını döviz alış kuru üzerinden dövize sabitleme, böylece kur artışı nedeniyle oluşabilecek zararlardan korunma imkanı verildi. (KKM’nin TCMB ve Hazine üzerinden ülkeye yüklediği inanılmaz boyuttaki maliyetin ve gelir dağılımında yarattığı uçurumun detaylarına burada girmeyeceğim. Bunlar ayrı bir yazı konusu.)

KKM’nin devreye girmesiyle birlikte dövizdeki artış bir ölçüde frenlendikten sonraki yaklaşık 3 yıllık dönemde de döviz kurlarına müdahale çeşitli şekillerde devam etti. Bunların sonucunda toplumda döviz kurlarındaki artışın enflasyon oranının altında kaldığına dair bir kanaat oluştu. Özellikle ihracatçı firmalar ve turizm sektöründeki firmalar bunu en çok dile getiren kesimler oldu. Girdi maliyetleri ciddi bir şekilde artarken, döviz cinsinden satışlarından sağladıkları gelirin TL karşılığı reel olarak gittikçe düşüyordu. Bu durumun “sürdürülemez” olduğunu defalarca dile getirdiler. Dövize müdahale ederek kurların düşük oranda artmasını sağlamak enflasyonun düşmesi ve dövize olan talebi frenlemek bakımından olumlu etkiler yaratırken turizmciler ve ihracatçılar üzerinde çok olumsuz etkiler yaratıyor, ayrıca ithalatı ve yurt dışına turizmi teşvik ediyordu. Bunlara rağmen kur üzerindeki kontrol sürdürüldü.

Yukarıda özetlediğim gözlemlerin veri ile desteklenmesi önemli. Aşağıda yer alan kendi hazırladığım tabloda 2021 Eylül – 2024 Temmuz arasındaki fiyat hareketleri ve döviz kurları hem endeks değeri olarak hem de dönemsel yüzde artışlar olarak veriliyor. Fiyat hareketleri TÜİK ve ENAG’ın TÜFE değerleri olarak tabloya kondu. Dolar ve Euro döviz kurları ise TCMB döviz satış kuru olarak ifade edilmiş durumda. Kur bazının daha sağlıklı olması için belirli bir günün kuru veya kısa bir dönemin ortalaması yerine 2021 yılı ilk 9 ayının ortalaması alınarak hesaplara dahil edildi. Endeks değerleri, okuyucuya dört farklı seriyi aynı bazda değerlendirme imkanı vermek amacıyla tabloya konuldu.

Tablonun verdiği mesajlar oldukça açık. Öncelikle, enflasyon artışında TÜİK endeks değerleri, ENAG’ın oldukça altında kalıyor. Dönem sonunda TÜİK endeksi 278.2’ye yükselirken, ENAG endeksi 441.2’ye ulaşıyor. Arada yüzde 60’a varan bir fark oluşuyor. İkinci olarak, döviz kurlarındaki artış, biraz altında olmakla birlikte, yaklaşık olarak TÜİK enflasyonu oranında gerçekleşiyor. Son olarak, döviz kurlarındaki artışta Euro ABD Dolarının biraz altında kalıyor.

Yukarıdaki tablo referans alındığında, yazının ilk kısmındaki tartışma ışığında yaşanan enflasyon oranını daha gerçekçi yansıttığını düşündüğüm ENAG TÜFE endeksi, Eylül 2021-Temmuz 2024 arasında TÜİK TÜFE endeksine göre yüzde 59 daha yüksek gerçekleşmiş durumda. Diğer her şey aynıyken, kurlar da ENAG TÜFE endeksi kadar yükselmiş olsaydı, Temmuz 2024 sonu itibarıyla Dolar kurunun 33.1TL yerine 53.1TL, Euro kurunun ise 35.9TL yerine 60.1TL olması söz konusu olurdu. Elbette bu hipotetik (varsayımsal) bir durum. Ama bu tablo, döviz kurlarındaki artışın fiyat artışlarının altında kaldığını net olarak ortaya seriyor.

Enflasyondaki olağanüstü artışa karşın, yıllardır enflasyon karşısında bir korunma aracı olarak görülen döviz kurlarının düşük tutulması ekonomik birimler üzerinde yukarıda özetlediğim farklı etkileri yarattı. Aynı zamanda, yazının başında belirttiğim fiyatlarla ilgili referansların ortadan kalkmasına benzer bir durum döviz kurları için de oluştu. Enflasyonun fiyatlar üzerinde yarattığı tahribat yanı sıra kurlara müdahale edilerek ekonomideki dengelerin iyice bozulması insanların ve firmaların önündeki belirsizlikleri daha da artırdı. TÜİK gibi önemli bir kamu kurumu da bu süreçte oldukça yara alarak kendisine duyulan güveni ciddi ölçüde sarstı.

[İklim Masası] Karbon kredileri emisyonları azaltmada işe yarıyor mu?

İklim değişikliğiyle ilgili güvenilir bilgileri yaygınlaştırmayı hedefleyen İklim Masası‘yla olan işbirliğimiz çerçevesinde, Doç.Dr. İzzet Arı‘nın karbon denkleştirme kredilerinin emisyon azaltımını sağlamakta neden yetersiz olduğunu tartıştığı makalesini yayımlıyoruz. 

*

Küresel ısınmayı, Paris Anlaşması ile uyumlu olacak şekilde, 1.5°C ile sınırlandırma mücadelesinin aciliyet kazanması, net sıfır emisyon hedefi belirleyen şirketlerin sayısında da hızlı bir artışa sebep oldu. Bilim Temelli Hedefler İnisiyatifi’ne (Science Based Targets Initiative, SBTi) göre net sıfır emisyon hedefi bulunan şirketlerin sayısı, bir önceki yıla göre %102 artarak 4,205’e yükseldi.

Ancak bu hedeflerin küresel emisyonların azaltımına olumlu etki sağlaması, şirketlerin sıkça başvurduğu bir karbon dengeleme yöntemi olan karbon kredilerinin etkinliği ile doğrudan ilgili. Ne var ki birçok araştırma, karbon kredilerinin emisyon azaltımında etkili olmadığı gibi, gerçek karbonsuzlaşma çalışmalarını olumsuz etkileyebileceği uyarısında bulunuyor.

Bugünkü koşullarda şirketler, sebep oldukları emisyonları azaltmak için kapsamlı bir yol haritası geliştirmeden de karbon kredisi satın alarak emisyonlarını dengeleyebiliyor. Bu durum, daha kapsamlı sürdürülebilirlik çalışmalarının ve iklim değişikliğiyle etkin mücadelenin önünü tıkıyor.

Bunun yanı sıra gönüllü karbon piyasaları, ciddi bir şeffaflık sorunundan muzdarip ve projelerin etkinliğini güvenilir şekilde ölçebilecek, herkes tarafından kabul gören yöntemlerin eksikliği devam ediyor. Nitekim SBTi da raporunda, tüm bu riskler nedeniyle gönüllü karbon kredilerinin net sıfır emisyon hedefine ulaşmak için kabul edilebilir bir yöntem olmaktan uzak olduğunu ifade ediyor.

Giderek büyüyen bu güven sorunu, gönüllü karbon piyasalarının devamlılığını da tehdit ediyor. Net sıfır emisyon hedefi belirleyen şirket ve kuruluşların sayısındaki artışa karşın gönüllü karbon piyasalarında son iki yıldır gözlenen daralma, mevcut durumun sürdürülebilir olmadığına işaret ediyor. Bu zorlukların üstesinden gelmek ve iklim değişikliği ile mücadele potansiyelini değerlendirebilmek için, gönüllü karbon piyasalarında özellikle hesap verebilirlik ve yönetişimde ciddi iyileştirmeler sağlanması gerekiyor.

Bilim temelli hedef belirleyen şirket sayısı artıyor

Geçtiğimiz ay yayınlanan SBTi 2023 yılı İzleme Raporu, bilim temelli hedefler belirleyen şirketlerin sayısında önemli artış yaşandığını gösteriyor. Temmuz 2024 itibarıyla binin üzerinde şirketin SBTi onaylı, yani bilim temelli, net sıfır hedefleri bulunuyor.

Özel sektör şirketlerine ve finansal kurumlara emisyonlarını azaltabilmeleri için rehberlik eden SBTi; küresel iklim değişikliği ile mücadele edebilecek, sürdürülebilir iş geliştirmeyi hedefliyor. Bu kapsamda şirketlerin hedeflerinin, Paris Anlaşması’nın küresel ısınmayı 1,5°C ile sınırlandırma hedefiyle uyumlu ve bilim temelli olması gerektiğinden yola çıkıyor. Emisyon azaltım girişimlerinin şeffaf ve nesnel olmasına duyulan ihtiyaç da SBTi gibi yapıların önemini giderek artırıyor çünkü SBTi, şirketlere, neyi nasıl yapacakları konusunda önemli bir rehberlik sunuyor.

İzleme Raporu’na göre bilim temelli hedefler belirleyen şirketlerin sayısı en fazla Avrupa’da artıyor (%53). Avrupa’yı Asya (%27) ve Kuzey Amerika (%14) merkezli şirketler takip ediyor.

Net sıfır emisyon hedefi olan şirket sayısı yüzde 102 arttı

2023 yılında net sıfır emisyon hedefi bulunan şirketlerin sayısı ise 2022’ye kıyasla yüzde 102 artarak 4,205’ye yükseldi. Bu şirketlerin, küresel ekonominin piyasa kapitalizasyonunun yüzde 39’unu temsil etmesi, ilerleme için iyimser bir tablo çiziyor. Net sıfır emisyon hedefi bulunan 4,205 şirketin 583’ü, en geç 2050 yılına kadar net sıfır emisyona ulaşmayı hedefliyor.

2023 yılında net sıfır emisyon hedefi belirleyen şirketlerin sayısı incelendiğinde, Japonya merkezli şirketlerin başı çektiği görülüyor. Listede Hindistan, Meksika ve Endonezya gibi gelişmekte olan ülke merkezli şirketlerin de bulunması, dikkat çekici.

Türkiye’de ise 2022 yılında yalnızca altı şirketin net sıfır hedefi bulunuyordu. Bu sayı 2023’te 16’ya yükseldi. Küresel ortalamanın üzerinde olan bu artış oranı, gelişmekte olan ülkelerde şirketlerin, emisyon azaltımında ulusal hükümetlere kıyasla daha aktif rol üstlenebileceğine işaret ediyor.

Karbon yoğun sektörler, hedef belirlemekte gecikiyor

Öte yandan, emisyon yoğunluğu düşük olan ve müşteri hizmetleri gereği reklama önem veren sektörlerin, listede sayıca fazla olduğu da dikkat çekiyor. Enerji şirketlerinin listenin en sonunda yer alması, net sıfır hedeflerinin durumunu değerlendirirken nicelik kadar niteliğe de önem verilmesi gerektiğini ortaya koyuyor.

Hizmet sektöründe faaliyet gösteren şirketler, net sıfır hedefi bulunan şirketlerin yüzde 32,3’üne denk geliyor. Enerji sektörü ise yalnızca yüzde 1,3 ile temsil ediliyor. Bu durum aslında, hedeflerin izlenmesinde emisyon yoğunluğu yüksek sektörler için ayrı bir kategori oluşturulması gerekliliğini de beraberinde getiriyor.

Bilim temelli hedef belirlemede KOBİ’ler önde

Bu şirketler; kurumsal firmalar, KOBİ’ler (Küçük ve Orta Ölçekli İşletmeler) ve finansal kuruluşlar olarak ele alındığında ise KOBİ’lerin 2,253 ile en üst sırada yer aldığı görülüyor. Kurumsal firmaların sayısı 1,866 iken, finansal kuruluşlar ise 86 ile son sırada. KOBİ’lerin bilim temelli hedefler belirleme oranlarının yüksek olması, küçük işletmeler arasında sürdürülebilirlik ve iklim eylemine yönelik artan farkındalığın bir göstergesi olarak yorumlanabilir.

Önemli bir katılım göstermelerine rağmen kurumsal firmalar, KOBİ’lere göre geride kalıyor. En düşük katılımı finansal kuruluşların göstermesi ise, listede hizmet sektörünün başı çektiği düşünüldüğünde, kayda değer bir çelişki olarak öne çıkıyor.

Peki net sıfır emisyon hedefi bulunan şirketlerin başvurduğu önde gelen yöntemlerden karbon kredileri, emisyonları azaltma konusunda gerçekten fayda sağlıyor mu?

Karbon dengeleme, emisyon azaltımında etkisiz

Emisyon azaltımı konusundaki gelişmeleri yakından takip eden Fosil Yakıtların Ötesinde‘ye (Beyond Fossil Fuels) göre karbon dengeleme yöntemleri, şirketlerin emisyonlarını azaltmada genellikle etkisiz.

Ayrıca çalışmalar, karbon dengelemenin, gerçek karbonsuzlaşma çalışmalarını da engelleyebileceğine işaret ediyor. SBTi da Temmuz ayında yayınladığı raporda, kurumsal karbon dengeleme sertifikalarının yeterli olmadığına dikkat çekti. Ayrıca şirketleri, bu gibi karbon dengeleme programlarını iklim hedeflerine dahil etme planlarını gözden geçirmeye çağırdı.

Nitekim gönüllü karbon piyasaları – her ne kadar piyasa temelli araçlar olarak potansiyel taşısalar da – kalite ve güvenilirlikleri konusunda uzun süredir eleştiriliyor.

Dengeleme projelerinin gerçek etkisi ölçülemiyor

Karbon dengeleme kredilerinin destekçileri, bu yöntemlerin maliyet etkin olduğunu savunuyorlar. Eleştirenler ise çevresel bütünlük, dağılımsal etkiler ve etik kaygılar gibi sorunlara dikkat çekiyor ve karbon dengeleme piyasasının ekonomik verimsizliğine işaret ediyor.

Karbon dengeleme projelerinde çevresel bütünlük sorununa örnek olarak, yeniden ormanlaştırma ve ormansızlaştırmayla mücadele projelerindeki durum verilebilir. Bu projelerde ormansızlaşma riskini abartılıyor ve böylelikle önlenen karbon miktarı fazla tahmin ediliyor. Böylelikle, gerçekte önlenen emisyonlardan daha fazla karbon kredisi verilmiş oluyor. Emisyon mahsuplaşmada bu kredilerin kullanılması, küresel emisyonlarda net bir artışa neden olunuyor.

Dağılımsal etkiler sorununa da yine aynı sektörden örnek verilebilir. Nitekim büyük ölçekli ağaçlandırma gibi projeler, yerel toplulukların arazi kullanımını sınırlandırarak geçim kaynaklarına zarar verebiliyor. Üstelik elde edilen karbon dengeleme sertifikaları, çoğunlukla daha zengin kuruluşların hanesine yazılıyor. Bu da  karbon denkleştirmede bir dağıtımsal etki sorunu ortaya çıkarıyor.

Etik kaygılar ise şirketlerin yeşil badana pratikleriyle ilgili. Birçok şirket, kendi emisyonlarını azaltmak yerine karbon dengeleme kredileri kullanarak, çevreye, gerçekte olduklarından daha duyarlı görünebiliyorlar.

Endişe yaratan önemli noktalardan bir diğeri, dengeleme projelerinin gerçek etkisini değerlendirmeye yarayacak, güvenilir bir yöntemin eksikliği. Üstelik karbon kredileri için sağlanan fonların önemli bir kısmı, doğrudan emisyon azaltım projelerine katkı sunmak için kullanılmak yerine finansal aracılık sektörü tarafından tüketiliyor. Kamusal şeffaflık eksikliğiyle birlikte bu durum, güven sorunları yaratıyor.

Örneğin Kaliforniya’nın orman karbon dengeleme programları, sistematik olarak daha fazla kredi verdikleri gerekçesiyle eleştiriliyor. Bu programların hatalı tasarlandığı, ekolojik ve istatistiksel eksikleri olduğu ve dolayısıyla gerçek iklim faydası yaratmadığı iddia ediliyor.

Karbon kredisi almak son çare olmalı

Mevcut karbon yönetim modelleriyle ilgili temel bir sorun, karbon kredileri satın alarak karbon dengeleme yoluna gitmeden önce yapılması gereken emisyon azaltımlarıyla ilgili net koşullar bulunmaması.

Kısacası bir şirket, kendi sebep olduğu emisyonları azaltmak için elinden geleni yapmak zorunda tutulmuyor; bilim temelli hedefler belirlemesi veya daha geniş sürdürülebilirlik girişimlerinde nasıl bir rol oynayabileceği hakkında plan yapması gerekmiyor; doğrudan karbon kredisi satın alarak emisyonlarını kağıt üstünde düşürebiliyor.

Üstelik bazı çalışmalar, karbon dengelemenin güvenilirliğinin, genellikle gerçekçi olmayan vaatlerle desteklendiğine ve sürdürüldüğüne işaret ediyor. Buna göre, karbon dengeleme kredilerinin etkinliğine dair bilgi eksiklikleri, kendini konunun uzmanı olarak takdim eden kişilerin görüşleriyle dolduruluyor ve yöntemin güvenilirliğine dair genel kanı böylelikle sürdürülebiliyor.

Karbon yönetimine dair yapılan reform önerileri de bu gibi sorunların ve eksikliklerin giderilmesi amacını taşıyor. Hem emisyon azaltımını hızlandırmak hem de karbon dengelemenin güvenilirliğini sağlamak için daha geniş sürdürülebilirlik girişimleri ve muhasebe çerçeveleri içeren, gelişmiş bir karbon yönetim hiyerarşisi öneriliyor.

Bu hiyerarşiye göre şirketlerin ilk yapması gereken, tüm iş planlarını gözden geçirerek karbon yoğun aktivitelerden olabildiğince kaçınmanın yollarını aramak. İkinci adım, verimliliği artırmak; üçüncü adım ise karbon-yoğun enerji kaynaklarını, düşük kaynaklı alternatifler ile değiştirmek. Karbon kredileri satın almak ise, ancak bu üç adım ile önlenemeyen emisyonları dengelemek için önerilen bir son çare.

Bu hiyerarşi, hem aşırı kredi yaratılması nedeniyle arz fazlası oluşması riskini azaltmayı hem de kolayca suistimal edilebilecek kurallara sahip karbon dengeleme protokolleri oluşturulmasının önüne geçmeyi hedefliyor.

Güven eksikliği, piyasada daralmaya sebep oluyor

Geçtiğimiz mayıs ayında yayınlanan 2024 Gönüllü Karbon Piyasasının Durumu raporunun da ortaya koyduğu üzere küresel gönüllü karbon piyasası, 2021’de zirveye ulaştıktan sonra daralmaya başladı. İşlem hacminde %56’lık bir azalma, ortalama kredi fiyatında ise %11’lik düşüş yaşandı.

Bu azalmaların tetikleyicisi olarak, karbon kredisi projelerinin daha sıkı denetimden geçmeye başlaması gösteriliyor. Özellikle REDD+ (Ormansızlaşma ve Orman Bozulmasından Kaynaklanan Emisyonların Azaltılması) programı altındaki projelere duyulan güven eksikliği öne çıkıyor. Daha önce de bahsettiğimiz gibi, bu projelere dair incelemeler, olumlu etkilerinin oldukça abartılı hesaplandığını ortaya koyuyor.  Sebep olarak ise metodolojilerinin tam da bu sonucu doğuracak şekilde tasarlanması gösteriliyor.

Benzer şekilde, doğa temelli projelerin karbon kredisi metodolojilerinin doğruluğuna ilişkin tartışmalar uzun süredir devam ediyor. Bu güvensizlik de fiyatların düşüşünde beklenmedik şekilde etkili oldu. Karbon kredisi projelerinin katkısallığı (yani bir proje kapsamında sağlanan emisyon azaltımının, ancak o proje faaliyetlerinin karbon kredisinin satışından sağlanan gelirle mümkün olabilecek olması) ve yönetişimi konusunda sorunlar var. Ayrıca potansiyel kurumsal alıcıların yeşil badana (greenwashing) yaptıklarına dair eleştiriler de alıcıların yatırımlarını geri çekmesine neden oluyor.

Her ne kadar gönüllü karbon kredileri için yayınlanmış ‘temel karbon ilkeleri’ bulunsa da, net sıfır hedefine ulaşmak için karbon denkleştirmenin nasıl kullanılabileceğine dair SBTi’ın sağladığı rehberliğin yetersiz olduğu görülüyor. Bu durum, kredilerin yeterli talep görmesini engelliyor. Ayrıca gönüllü karbon piyasası genişledikçe, piyasadaki aktör sayısı, nitelikleri ve beklentileri de farklılaşıyor. Bu durum da karbon kredilerinin fiyatını ve hacmini aşağı yönlü baskılayan bir diğer unsur.

Sistemde önemli iyileştirmelere ihtiyaç var

Gönüllü karbon piyasalarında sistematik olarak gözlenen fazla kredi verme veya arz fazlası oluşturma sorunu; net sıfır emisyon hedefi belirleyen bunca ülke, şirket ve kurumsal yapı varken ortaya çıkmaması gereken bir durumdu.

Paris Anlaşması’nın karbon kredilerine ilişkin 6. Maddesi ile uyumlu olmak, çevresel bütünlüğü korumak ve çifte sayımdan (bu, tek bir karbon kredisinin birden fazla kuruluş tarafından sahiplenilmesi sonucu ortaya çıkan muhasebe hatası ve eksikliği olarak özetlenebilir) kaçınmak, gönüllü karbon piyasalarının etkili ve güvenilir olması için büyük önem taşıyor. Bunu sağlayabilmek için ise daha sıkı ve herkes tarafından anlaşılabilir yönergeler oluşturulması gerekiyor. Sistemin etkin bir şekilde çalışabilmesi için hesap verebilirlik ve yönetişimde önemli iyileştirmelere ihtiyaç var.

Tüm eleştirilere karşın gönüllü karbon piyasaları, özellikle gelişmekte olan ülkelerde, önemli iklim eylemlerini teşvik etme potansiyeli taşıyor. Tamamlayıcı proje türleri ve metodolojiler sunarak kritik bir rol oynayabilir ve net sıfır hedeflerine ulaşmak için herkesi sürece dahil edebilir. Böylelikle, devletlerin iklim eylemlerini tamamlayıcı bir rol üstlenebilir. Ancak bu zorlukların üstesinden gelmek ve potansiyelini değerlendirmek için küresel ölçekte sağlam politika desteğine ve yenilikçi çözümlere acil olarak ihtiyacı var.

Aksi halde, gönüllülük esasına dayanan gönüllü karbon piyasaları ve kurumsal karbon dengeleme sertifikaları, varoluşsal bir mücadeleyle karşı karşıya kalabilir. Bu durum, bu piyasaların geleceği ve etkisi konusunda ciddi sorgulamalara neden olabilir.

Yurttaşlar, sokakta yaşayan hayvanlar için 1 Eylül’de Yenikapı’da mitingde!

AKP’nin sokakta yaşayan hayvanlarla ilgili hazırladığı ve hayvanların öldürülmesini de içeren ‘katliam yasasına’ karşı çıkan yaşam hakkı savunucuları, 1 Eylül Pazar günü İstanbul, Yenikapı’da miting düzenleyecek.

Miting, sokakta yaşayan hayvanların yaşam hakkı için, 1 Eylül 17:00’da Yenikapı Etkinlik Alanı’nda gerçekleştirilecek. “Katliam Yasasına Hayır Mitingi” için şu çağrıda bulunuldu:

“Toplumun vicdanı, ahlaki değerleri ve inanç kodları ile çelişen bu yasa değişikliğine tepki göstermek için her yaştan bireyler ve hak savunucuları olarak Yenikapı’da olacak, sokakları paylaştığımız hayvanların toplanılmalarını, esaret altında tutulmalarını ve öldürülmelerini kabul etmediğimizi bir kez daha hep birlikte haykıracağız.”

Hayvan hakları aktivistleri yasanın tasarı olarak gündeme gelmesinden bu yana protestolarını sürdürüyor. Kamuoyunun tepkilerine rağmen AKP’li vekillerin imzalarıyla komisyona sunulan ve ardından da Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurulu‘na getirilen tasarı, AKP ve MHP‘li vekillerin oylarıyla yasalaştı. Bu oylamada yer almayan muhalif partilerin vekilleri ise oy çokluğuyla geçen bu tasarının yasalaşmasına karşı oy vermedikleri için yasanın geçirilmesinde katkıları olduğu dolayısıyla eleştirildi.

TBMM’de hangi partiden hangi vekilin oylamaya katılıp katılmadığını, ne oy verdiğini buradan görebilirsiniz.

Tasarının yasalaşmasının ardından önce Niğde Belediyesi‘nin, sonrasında Ankara, Altındağ Belediyesi‘nin ve Edirne, Uzunköprü Belediyesi‘nin atık ve toplu mezar alanlarında onlarca hayvanın ölü bedenleri olduğu ortaya çıktı.

Olayların ardından kamuoyunda tepkiler arttı. Yasanın geri çekilmesi için protestolar gerçekleştirildi ve gerçekleştirilmeye devam ediyor. Yasanın geri çekilmesi için hükümete çağrılar yapılıyor.

Yeşil NoktaUzunköprü’de köpek katliamı: Belediye Başkanı ve Haytap suç duyurusunda bulundu
Yeşil NoktaNiğde Belediyesi’nden toplu köpek mezarıyla ilgili açıklama: Kanuna ve vicdana uygun
Yeşil NoktaAltındağ’daki hayvan katliamına ilişkin soruşturma başlatıldı
Yeşil Noktaİzmir’de beş köpek ve altı kedi zehirlenerek öldürüldü

Shell, petrol ve gaz arama- geliştirme iş gücünü yüzde 20 azaltıyor

Birleşik Krallık merkezli petrol ve gaz devi Shell, “petrol ve gaz arama ve geliştirme iş gücünü” yüzde 20 oranında azaltmayı planlandığı belirtildi.

Shell’in arama ve kuyu geliştirme birimlerini içeren ve upstream olarak bilinen petrol ve gaz üretim bölümü, şirketin 2023’teki 28,25 milyar dolarlık düzeltilmiş kazancının üçte birinden fazlasını oluşturuyordu.

İşten çıkarılacak kişilerin şirkette çalışan jeologlar, jeofizikçiler ve petrol ve gaz kuyusu tasarımcılarından oluşacağı kaydediliyor.

Reuters‘a bilgi veren kaynaklar, arama, kuyu geliştirme ve yeraltı ünitelerindeki yeniden yapılanma kapsamında dünya çapında yüzlerce kişinin işten çıkarılacağını, özellikle Houston, Lahey ve daha az oranda da İngiltere’deki ofislerde bu durumun hissedileceğini belirtti.

Şirketin İcra  Kurulu Başkanı Wael Sawan‘ın “maliyeti düşürme” hamlesi, 2023’ten bu yana yenilenebilir enerji işletmeleri de dahil olmak üzere Shell genelinde işten çıkarmalara yol açıyor.

Shell, yeni petrol yatakları aramaya da devam ediyor

Öte yandan Enerji Bakanı Ed Miliband‘ın kampanyacıların açtığı iki davada şirketlere verdiği hükümet desteğini çekmesinin ardından, Shell’in Jackdaw ve Rosebank sahalarında yürüttüğü, ülkenin en tartışmalı petrol ve gaz projelerinden ikisinin geleceği de şüpheli duruma düştü.

Shell’den yapılan açıklamada, işletme genelinde performansa, disipline ve basitleştirmeye odaklanarak daha az emisyonla daha fazla değer yaratmayı hedefledikleri söylendi. Buna, 2025 yılı sonuna kadar 2-3 milyar dolarlık yapısal işletme maliyeti azaltımı sağlamak da dahil. Ancak şirket yeni petrol ve gaz keşiflerini yapmayı da sürdürüyor. Son yıllarda Namibya‘da önemli petrol yatakları keşfeden Shell, şu sıralarda potansiyel geliştirme çalışmaları yürütüyor.

 

Shanshan tayfunu Japonya’yı vurdu: Milyonlarca kişiye tahliye çağrısı

Japonya, on yıllardır gördüğü en güçlü tayfunlardan biriyle karşı karşıya. Shanshan Tayfunı nedeniyle beş milyondan fazla kişiye en üst düzeyde alarm verdi.

Tayfın ülkenin güneybatısına ulaştıktan sonra en az dört kişi yaşamını yitirdi ve 90’dan fazla kişi yaralandı. Yüz binlerce kişi elektriksiz kaldı.

Güneydeki Kyushu adasının bazı bölgelerinde verilen beşinci seviye emriyle, bölge sakinlere daha güvenli bir yere taşınarak veya evlerinde daha yüksek bir sığınak aramaları öğütleniyor.  Diğer bölgelerde ise insanlara yerlerinden ayrılmaları tavsiye edildi.

Karaya ulaştıktan sonra zayıflayan tayfun, şiddetli bir tropikal fırtınaya dönüştü ve kuzeydoğuya doğru yol alarak şiddetli yağmurlara ve ulaşım hizmetlerinde ciddi aksaklıklara neden oldu.

Japonya Meteoroloji Ajansı (JMA), Shan Shan’ın Perşembe günü yerel saatle 08:00 civarında (Çarşamba 23:00 GMT) güneydeki Kyushu adasına bağlı Kagoshima vilayetine ulaştığını bildirdi. Fırtına, arkasında büyük bir yıkım izi bıraktı; birçok bina hasar gördü, uçan enkaz parçaları camları kırdı, ağaçlar kökünden söküldü ve arabalar devrildi.

Salı günü geç saatlerde, aynı aileden üç kişi – 70’li yaşlarda bir çift ve 30’lu yaşlarda bir erkek – tayfunun gelmesinden hemen önce ülkenin merkezinde meydana gelen bir heyelan sonucu hayatını kaybetti. Gamagori’deki evleri sular altında kalırken, iki kadın kurtarıldı.

Polis, perşembe günü de tayfın nedeniyle dördüncü bir kişinin öldüğünü doğruladı. Japonya’nın ulusal yayın kuruluşu NHK‘ya göre, Tokushima vilayetinde yaşayan 80 yaşındaki bir erkek, çatısı çöken evde mahsur kaldı. İtfaiyenin olaydan yaklaşık 50 dakika sonra kurtardığı adam, hastanede hayatını kaybetti.

JMA olay sırasında bölgede 110 mm yağış kaydetti. Kyushu’da ise saatte 252 kilometreye varan (157mph) varan yüksek rüzgarlar bildirildi.

Ajans, en şiddetli fırtınalar için nadir görülen ve heyelan, su baskını ve büyük ölçekli hasar uyarısını kapsayan “özel uyarısını” yayınladı, heyelan, su baskını ve büyük ölçekli hasar uyarısı.

Tahliye emirlerinin büyük kısmı güneydeki ada için geçerli olmakla birlikte, Japonya’nın orta kesimleri için de bazı tahliye emirleri çıkarıldı.

İnternetteki videolarda, adaya vuran şiddetli yağmurlar sırasında büyük ağaçların sallandığı, evlerden kiremitlerin uçtuğu ve molozların havaya fırlatıldığı görülüyor.

Toyota ve Nissan gibi büyük otomobil üreticileri, çalışanların güvenliği ve fırtına nedeniyle oluşabilecek parça sıkıntısı nedeniyle fabrikalarını kapattı.

Güney Japonya’ya yüzlerce uçuş iptal edilirken, bazı yüksek hızlı tren seferleri de durduruldu.

JMA, fırtınanın hafta sonu Japonya’nın orta kesimlerine doğru hareket etmesini ve ardından başkent Tokyo‘ya ulaşmasını bekliyor.

Olağanüstü güçlü fırtınalar için ‘özel uyarı’

Shanshan için verilen uyarıya benzer özel tayfun uyarıları, Japonya’da olağanüstü güçlü fırtınalar durumunda ilan ediliyor. Aynı uyarı, Eylül 2022’de Nanmadol Tayfunu, Kyushu’ya yaklaşırken yapılmıştı. Bu, Okinawa dışındaki bir bölge için ilan edilen ilk uyarıydı.

Shanshan, bu ayın başlarında meydana gelen ve sadece küçük çaplı yaralanmalara ve hasara yol açan ancak yüzlerce uçuş ve trenin seferini aksatan Ampil Tayfunu‘nun ardından geldi. Daha önce Japonya’nın kuzey kesimlerinde Tropikal Fırtına Maria’nın Honshu adasını vurmasıyla rekor yağışlar yaşanmıştı.

Araştırmalara göre, iklim değişikliği nedeniyle bölgedeki tayfunlar kıyı şeritlerine daha yakın yerlerde oluşuyor, karada daha hızlı yoğunlaşıyor ve daha uzun sürüyor.

Bloomberg‘de yer alan yeni bir araştırmaya göre, iklim değişikliği Shansan sırasında yaşanan maksimum rüzgarları yaklaşık yüzde 7,5 daha şiddetli hale getirdi. Çalışmanın yazarları, bu tür olayların gelecekte çok da sıra dışı olmayabileceği, sanayi öncesi dünyada beşten az olmasına karşın on yılda muhtemelen yaklaşık altı kez meydana geleceği konusunda uyardı.

İzmir’de beş köpek ve altı kedi zehirlenerek öldürüldü

İzmir‘in Seferihisar ilçesinde, beş köpek ve altı kedi zehirlenerek öldürüldü. İki köpek tedaviye alınırken; ANDA Arama Kurtarma ile Hayvan Arama Kurtarma Derneği (HAK-TİM) üyeleri, bölgede zehirlenen başka hayvan olup olmadığını araştırıyor.

Sığacık Mahallesi 139/3 Sokak civarında dün saat 17.00 sıralarında bölge sakinleri, acı çeken ve ölen hayvanları olduğunu görüp, yetkililere durumu bildirdi.

Seferihisar İlçe Emniyet Müdürlüğü Olay Yeri İnceleme ekipleri, Seferihisar İlçe Tarım Müdürlüğü, Seferihisar Belediyesi ve İzmir Büyükşehir Belediyesi barınak ekipleri bölgeye gelerek inceleme başlattı.

Ekipler, beş köpek ve altı kedinin zehirlenerek öldürüldüğünü tespit ederken, iki köpek ise tedaviye aldı. ANDA Arama Kurtarma ile Hayvan Arama Kurtarma Derneği ekipleri de bölgeye geldi. Saat 23.30 itibarıyla alan taramasına başlayan ekipler, bölgede zehirlenen başka hayvan olup olmadığını araştırıyor.

Yasanın çıkmasının ardından hayvanlara saldırı ve uygunsuz toplatmalar arttı

Hayvanları Koruma Kanunu‘nda, sokakta yaşayan hayvanların toplatılması ve öldürülmesine ilişkin yapılan değişikliğin ardından Türkiye’nin dört bir yanından kanuna aykırı toplama, eziyet, öldürme ve hayvanlara yönelik şiddet haberleri geliyor.
Aktivistler, yasanın hayvana şiddeti özendirdiğini ve barınağı olmayan ya da yetersiz olan belediyelerin bile henüz yönetmelik dahi çıkmamışken sokakta yaşayan hayvanları, çoğu kez eziyet ederek topladığına yönelik bilgileri paylaşıyor. Sokaktan alınan bu hayvanlara ne olduğu ise çoğu kez bilinmiyor.

Söğütlü’de suyun yönünü çeviren iş makinelerinin ücreti, suyunu savunan köylülere kesildi

MUĞLA- Fethiye‘ye bağlı Söğütlü mahallesinde, köylerinin tek su varlığı olan Bozluca kaynağını, Fethiye Sulama Birliği ile tahsis dolayısıyla Akfen Holding’e ait Sekiyaka 2 Hidro Elektrik Santrali’ne (HES) aktarılması için suyun yönünü değiştiren iş makinelerinin faturası, bu karara karşı çıkan köylülere kesildi.

Köylüler, Söğütlü’de uzun bir zamandır suyun HES’e ve HES’ten geçen suyun Seydikemer ilçesindeki köylere ulaştırılmasına karşı mücadele veriyor.

Gündem Fethiye’den Hülya Çetinkaya’nın aktardığına göre; köylüler, Söğütlü’deki bin 596 dönüm olması gereken ekim alanlarının 300 dönüm gösterilmesine karşı çıkmış, kendilerine verilen suyun 300 dönüm üzerinden hesaplanarak azaltılmasına karşı ve bölünen suyun HES’e verilmesine engel olmak için nöbete başlamış, 9 Ağustos’ta ise jandarma ekipleri köylülere müdahale etmişti.

Darbedildiler, gözaltına alındılar, iş makinelerin faturası da onlara kesildi

Sekiz köylü darbedilerek ve ters kelepçe ile gözaltına alınmış, bu sırada iş makineleri suyun yönünü değiştirmişti.

Bu sırada kullanılan araçların masrafları için Söğütlü Köyü Muhtarı Süleyman Ölmez ve dört azası Süleyman Erat, Bayram Ölmez, Tahsin Doğan ve Şemsi Durukan’a, Fethiye Sulama Birliği tarafından 98 bin 178 liralık ödeme emri gönderildiği ortaya çıktı.

Ödemenin 23 saat kullanılan kazıcı yükleyici için 29 bin 900 TL, traktör için 19 bin 550 TL, ekskavatör kiralama için 41 bin 400 TL ve iki adet nakliye ücreti için 7 bin 200 TL olduğu belirtildi.

Tutar işlenmiş faizlere 98 bin 178 lira 94 kuruş TL’ye çıktı. Faizin ise işlemeye devam ettiği belirtildi.

Köylülerin, avukatlar aracılığıyla ödemeye itiraz edecekleri öğrenildi.

Fotoğraf Gündem Fethiye / Hülya Çetinkaya (9 Ağustos Jandarma müdahalesi öncesi)
Söğütlü’de su nöbetinde gözaltına alınan köylüler anlatıyor: ‘Gelsinler köyü de yerinden kaldırsınlar’