Birkaç gün önce İstanbul Modern’de Olafur Eliasson’nun “Senin Beklenmedik Karşılaşman” adlı sergisini gezdim. Olağanüstü sıcak bir günün tüm bunaltısını, sonsuz bir genişlik, aydınlık ve serinlik duygusuyla ters yüz eden çok güçlü bir çalışmaydı bu. Dayanamayıp whatsapp’ta arkadaşlarımla paylaştım izlenimlerimi. Akşama doğru sergiyi görmüş olan dostlarımdan biri, “Ben kavramsal sanattan pek de anlamam ama o sergi insana bir şekilde dokunuyor. Çok içten!” diye yazdı.
Biraz duraladım, “Kavramsal sanattan pek de anlamam” kısmına takılmıştı aklım. Bunu yazan kişi amatör olarak resim yapıyor, arkadaşlarının sanat çalışmalarına destek veriyor ve bu alanda çocuklara yönelik etkinlikler düzenliyordu. Sanatla böylesine içli dışlı biri olarak “anlamam” sözcüğünü kullanmasını yadırgamıştım. Sonra birden “Ben kavramsal sanattan anlıyor muyum?” diye sordum kendime. 1997 yılına gitti aklım, o yıl ilk defa İstanbul Bianeli’nde birkaç sergi mekânını gezmiştim. İçim karmakarışık duygularla dolmuştu. O günlere döndüm bir süreliğine.
O yıl sonbaharda Ömerli Barajı’na yakın bir fabrikada çalışmaya başlamıştım. Her zamanki gibi hayat zor, sanat güzeldi. Bienal’i görmeyi çok istiyordum. Bir gün işten biraz erken çıktım. Güç belâ Üsküdar’a varıp, koşa koşa Eminönü vapuruna atladım. Soğuktu, yorgundum ama heyecanlıydım. Vapurdan indiğimde hava kararmıştı, ince ince kar atıştırıyordu. Sergi mekanlarından biri olan Sirkeci Garı’na vardığımda bayağı üşümüş, kaskatı kesilmiştim. Suskun trenler peronlarda yolcularını bekliyor, hareket memurları işini bilen insanların rahatlığıyla etrafta dolanıyordu. Sonra o bez duvarlardan kurulmuş küçük odayı gördüm. Ürkek ürkek girdim içeriye: O anda bir sanat eseriyle mi karşılaşmıştım yoksa büyülü bir aleme geçiş mi yapmıştım halâ düşünürüm. Bu gizemli odanın duvarlarında, Galata Köprüsü’ne ve civardaki belli noktalara yerleştirilmiş kameralardan gelen anlık görüntüler akıyordu. İnsanlar, tekneler, başı boş köpekler, köprü, minareler, Galata Kulesi ve İstanbul … Telaş, koşuşturma, o hiç bitmeyen devinim. O anı büyülü kılan aynı zamanda bez duvarlardan Orhan Pamuk’un Kara Kitap romanından kimi bölümlerin de akıyor olmasıydı. Derinlerden gelen bir erkek sesi metni yavaş yavaş okuyor ve ben zamanın ve mekânın ötesinde metafizik bir deneyim yaşıyordum. O ruhsal yükselişin ortasında kendime “Ben bu işi anlıyor muyum?” diye sormak bir an bile geçmemişti aklımdan.
‘Sanattan anlamanın’ anlamı
Gelin görün ki o yıl ve daha sonra gezdiğim sergilerde gördüğüm işlerin pek çoğunu anımsamıyordum. Metal ya da ahşap konstrüksiyonlar, videolar, kağıtlar, taşlar, aynalar, aydınlatmalar, biblolar, kablolar, eski mobilyalar, gül yaprakları, kumaşlar bazen bizzat binalar, sesler … Her şey ama her şey kavramsal sanat için malzeme olabiliyordu. Çoğunlukla baktığım işleri anlamadığımı düşünürdüm. Yalnız; üstü yeşil ve jölemsi bir maddeyle kaplanmış büyük bir masa kalmış aklımda. Masanın üzerinde “Bana dokun” yazıyordu. Dokundum. Parmak izim bir anlığına belirip yok oldu. Bu neden sanattı acaba?
Aslında bu soruyu ilk defa 1996 yılında kısa bir süreliğine Londra’ya gittiğimde sormuştum. Çocukluğumdan beri resim sanatına düşkün olduğum için vakit kaybetmeden müze ve galerileri gezmeye başladım orada. Figür ve kompozisyonu kolayca kavrayabildiğim resimlerle gayet mutluydum, derken bir gün Tate Galeri’ye düştü yolum. Resimleri sırayla incelerken, o yıllarda çok iyi tanımadığım Matisse’in dev bir kolajının önünde dikilmeye başladım. Resim, dikdörtgeni andıran büyük ve renkli karton parçalarının, beyaz bir zemine yapıştırılmasından oluşuyordu. Kartonlar bana gelişigüzel yerleştirilmiş gibi gelmişti, hatta resmin adının “Salyangoz” olduğunu öğrendikten sonra bile figürü tam göremedim. “Salyangoz mu?” diye düşündüğümü hatırlıyorum. Bir süre sonra resmin önünde yere bağdaş kurmuş bir grup çocuğu fark ettim. Öğretmenleri de tatlı tatlı bu resmi anlatıyordu. Çocuklar keyifliydi. Sanıyorum utanmıştım: Ben bu resmi anlamıyordum, hele hele neden önemli olabileceğini hiç anlamıyordum! Figürü kavrayamıyordum. Zaman ve mekân belirsizdi. Bir hikâye kurmak imkansızdı. Üstelik bu resimde zanaat yoktu, alabildiğine basit ve çocuksuydu. Peki ama bu kes-yapıştır resim dünyanın en önemli galerilerinden birinde sergilenmiyor muydu? Demek ki sorun bendeydi. Sanattan an-la-mı-yor-dum!
Sanatın matematiği, matematiğin sanatı
Yıllar içinde sergilere gide gele asıl meselenin bizzat sanatın ne olduğunu kavramakla ilgili olduğunu anladım. Tate Galeri’de gördüğüm öğretmen ve minik öğrencilerini hiç unutmadım. Bir süre sonra gördüm ki, sanat bir yönüyle matematik gibi. Oturup çalışmanız ve öğrenmeniz gerekiyor. Bu analojiyi açmaya çalışayım biraz.
Şu işlemi düşünün:
Bunun bir matematiksel ifade olduğu açıktır ama onu kavramak, çözmek ve bir sonuca ulaşmak için integral konusunu biliyor olmamız gerekir. Diğer taraftan doğru sonuca ulaşsak dahi bu işlemin hayattaki karşılığının ne olduğunu anlamamış olabiliriz. Eğer matematik sizi heyecanlandırıyorsa tüm bu soruların peşinden koşarsınız, onun kapalı dili size açılır. Zorlu problemlerle uğraşmak keyifli hale gelir. Zamanla o bilinmezin içindeki düzen ve estetiği kavrar ve haz almaya başlarsınız. Bu arada önemli bir değişim daha gerçekleşir: Aranızdaki ezici hiyerarşi ortadan kalkar! Çünkü genel bir matematik nosyonu edinmişsinizdir. Bilirsiniz ki bu disiplin çok geniş bir alana yayılır. Size heyecan veren, ilginizi çeken veya gerekli olan konularda uzmanlaşırsınız. Uzak kaldığınız konular ise artık sizi korkutmaz çünkü dilerseniz onları da nasıl öğreneceğinizi bilirsiniz.
Sanat tam da matematik gibi öğrenilebilir. Örneğin ben Matisse üzerine okuduktan sonra anladım ki, “Salyangoz” adlı eserin değeri sadece maddi varlığından gelmiyordu. Onu önemli kılan Matisse’in sanata adanmış ömrü, dehası ve yaratıcılığıydı. Bu büyük ressamın sanatsal arayışını, gelenekle ilişkisini ve tüm eserlerini bilmeden tek bir çalışmasını değerlendiremiyordunuz. Bir zanaatkâr olarak rüştünü ispatlamış bir sanatçı, yeni ifade olanaklarını özgürce kullanabiliyordu: Farklı malzemeler, teknikler, araştırmalar. Ayrıca salt eser üzerine çalıştığınızda, ilk bakışta göremeyeceğiniz bir matematiksel zekâ ve ustalık barındırdığını keşfediyordunuz. Basit gibi görünenin arkasında bir ömür vardı. Bu bilgiler sayesinde, genç Gülden’in beklentisine uygun bir biçimde anladım Salyangoz’u[2]. O her şeyin en doğrusunu öğrenme konusunda çok istekliydi. (Neyse ki ben en doğrunun var olmadığını anlayabilecek yaştayım.)
Peki ama bir sanat eserinden haz almak için bu okumaları yapmak zorunda mıyız? Biraz evet, biraz hayır! İki farklı disiplin olarak (birbirlerini dışlamazlar elbette) sanat ve matematiğin algılanışı arasında bir benzerlik kurdum, şimdi de temel bir ayrımdan bahsedelim: Matematiğin kapalı dili onu öğrenmemiş olanlara asla geçit vermez. Oysa sanatın dili bizi ne kadar zorlarsa zorlasın, orada duyularımızı harekete geçiren bir deneyim vardır. Her şeyden önce sanat eseri duyularımıza seslenen somut bir nesnedir. Onu oluşturan öğeler bize yabancı gelse de, hayat bilgimize dahildir. Bir resme baktığınızda anlam üretemeyebilirsiniz ama içinizde oluşan duyguları bilirsiniz. Ben “Salyangoz”a baktığım ilk anda içime çocuksu bir neşe dolmuştu. Dev zemine sıralanmış o rengarenk kartonlar, muzip bir oyun çağrısı gibi gelmişti bana. O gün bu kavrayışımı küçümsemiştim. Hissettiğimin ötesinde daha büyük bir anlamı olmalıydı resmin. Bunu, sanattan anlamadığım için göremediğimi sanmıştım. Oysa “Salyangoz”, hakkında öğrendiğim onca şeyden sonra halâ çocuksu neşedir benim için.
Sanatın kendisini ve onun hakkında okumak
Sirkeci Garı’ndaki hayal-gerçek odası bir düştür, esrikliktir, söylenemeyenin söze en çok yaklaştığı yerdir. Yeşil masaysa yıllar sonra, tam da “hatırlama-unutma-hafıza” üzerine çalıştığım bir dönemde, geçmişten gelen bir hayalet gibi dikildi karşıma: “Anlamadın mı?” dedi, “Ben zamanın ta kendisiyim. Bana dokunduğunda bir anlığına görünür/var oldun. Daha parmağını masadan çekerken kaybolmaya başlamıştı izin. Ben sonsuzum, sen ise tek bir an!” Bunlar sanat akımlarını ya da tek tek eserleri çalışarak yaşayabileceğiniz deneyimler değildir.
Diğer taraftan sanat üzerine okumak ve genel bir sanat nosyonu kazanmak sizi özgürleştirir. Öğrendikçe alanına hâkim, kendine güvenen bir matematikçi gibi hissedersiniz kendinizi. Giderek kavrayışınız genişler, daha önce göremediğiniz detaylara dikkat etmeye başlarsınız, eserden daha fazla haz alırsınız. Karşınıza çıkan farklı ve yeni eserleri, akımları, arayışları bir matematikçi serinkanlılığı içinde izleyip, “Yadırgadım ama ilginç” diyerek bilinmeyenin peşinden gidersiniz. Ve bazen de yorgunsunuzdur, cepten yersiniz. “Kendimi, bildiğim kadarıyla deneyimlerime bırakayım” dersiniz.
İtiraf etmek gerekirse, benim kavramsal sanatla ilişkim tam da böyle işte. Bu alanda herhangi bir kuramsal okuma yapmadığım gibi, kariyerini takip ettiğim özel bir sanatçı da yok. Bu konudaki tembelliğimle övünmüyorum elbette ama her şeyi en doğru biçimde öğrenmek için yeterli zamanımız yok. Yazımın başında bahsettiğim arkadaşım da muhtemelen “Ben kavramsal sanattan anlamam derken alçakgönüllülükle bunu kastediyordu.” Ben ise anlayıp anlamadığımı sorgulamamıştım. Çünkü o sergiyi gezerken zihnimde muhteşem bir senfoni yankılanıyordu; doğa, sadelik, bilgelik, genişlik, serinlik ve neler yoktu ki içinde …
Kaçırdıklarım mı? Evet hiç şüphesiz kaçırdığım çok şey var. Belki bir gün Olafur Eliasson’ın kariyerini okumaya başlarım… Kim bilir?
*
[1] The Snail / L’escargot
[2] Bu konuda hazırlanmış Türkçe video bulamadığım için bunu paylaşıyorum.