Ana Sayfa Blog Sayfa 327

Akkuyu’da iş cinayeti: Atanamayan öğretmen yüksekten düşüp öldü

Mersin‘in Gülnar ilçesinde yapımı devam eden Akkuyu Nükleer Güç Santrali‘nde çalıştığı sırada dengesini kaybederek düşen ve geçirdiği beyin kanamasından ötürü hastaneye kaldırılan atanmayan öğretmen İlyas Bul öldü.

Yeşil Sol Parti Mersin Milletvekili Ali Bozan, “Gencecik bir öğretmenin Akkuyu cehenneminde yaşamını yitirmesinin sorumlusu AKP iktidarıdır” dedi.

Sözcü‘den Ali Ekber Şen‘in aktardığına göre, atanmadığı için Akkuyu Nükleer Santrali’nde bir süre önce işçi olarak çalışmaya başlayan 26 yaşındaki İngilizce Öğretmeni İlyas Bul, iş sahasında düşmesi sonrasında geçirdiği beyin kanaması nedeniyle hastaneye kaldırılmıştı ve tedavisi üç gündür sürüyordu. İlyas Bul, bugün sabah saatlerinde yaşam mücadelesini kaybetti.

Bozan: Bir bir cinayet, vebali AKP iktidarının

İlyas öğretmenin ölümünü kaza değil, AKP iktidarının gençlerin geleceği ile oynaması olarak yorumlayan Bozan, şunları söyledi:  “Akkuyu, ilk günden beri skandalların santrali oldu. Birçok işçinin kölelik şartlarında çalıştırıldığı Akkuyu’da daha önümüzdeki günlerde tüm kamuoyuna yansıyan bir zehirlenme vakası yaşandı. İnsanların canını ucuz gören bu siyasi iktidar, halka bu zulmü reva görüyor. Sonuç ne oldu? Hiçbir şey. Çünkü denetim yok, tedbir yok.”

Akkuyu’da yaklaşık 1500 işçi zehirlenmişti: Bakanlık yemeklere ‘temiz’ demiş
Akkuyu NGS inşaatında yaklaşık 1500 işçi zehirlendi
Akkuyu Nükleer Santrali işçilerini taşıyan otobüs kaza yaptı, 40 işçi yaralı
Akkuyu Nükleer Güç Santrali’ne işçi taşıyan iki otobüs çarpıştı

‘Akkuyu cehennemi’ne derhal el atılmalı’

Bozan, İlyas Bul’un  iş sahasında düşerek beyin kanaması geçirdikten sonra yoğun bakımda verdiği yaşam mücadelesini kaybettiğini dile getirdi:

“Bu kardeşimiz atanmadığı için çareyi Akkuyu’da çalışmakta bulmuş. Bu, ülkedeki gençlerin yaşadığı gerçekliğin resmidir. Gençler geleceksizleştirildi. Bakın atanmayan öğretmen diyoruz.

Okulda öğrencilerle birlikte olması gereken bir öğretmenin, Akkuyu Santrali cehenneminde son bulan yaşam mücadelesini konuşuyoruz. Gencecik bir öğretmenin Akkuyu cehenneminde yaşamını yitirmesinin sorumlusu AKP iktidarıdır.

Bu gencimizin ve geleceksizleştirilmiş daha milyonlarca gencimizin yaşadıklarının vebali AKP iktidarının boynunadır. Derhal skandallar ve acı olaylarla gündemden düşmeyen Akkuyu cehennemine el atılmalıdır.”

Özgürlük Yürüyüşü 19. gününde gündem vergi adaletsizliği

Türkiye İşçi Partisi (TİP), tutuklu Hatay Milletvekili Can Atalay‘ın da aralarında bulunduğu Gezi Davası tutuklularının cezalarının onanmasına karşı Hatay’dan Ankara‘ya başlattığı “Özgürlük Yürüyüşü”nün 19’uncu gününde TİP Genel Başkanı Erkan Baş, yoksulluk ve vergi adaletsizliği konularına dikkat çekti.

Özgürlük Yürüyüşü’nün 19. günü Aksaray’da devam etti. Erkan Baş’a bugünkü yürüyüşünde Vergi Uzmanı Ozan Bingöl de eşlik etti. Baş, şunları aktardı:

“Topladıkları trilyonlarca lira vergi patronlardan, vergi kaçakçılarından değil, yalnızca alın teriyle geçinen halktan alındığı için bugün vergi adaletsizliği diye bir kavramla karşı karşıyayız ve yürüyüşümüzde onu gündeme taşıyoruz. Eğer Cengiz‘in, Limak’ın, Kalyon‘un milyonlarca lira vergisi affedilebiliyorsa bunu yaptığı için emekçilerin yoksulluğu her geçen gün derinleşiyorsa burada bir tercihten bilinçli olarak yaratılmış bir bölüşüm krizi var demektir. Ülkemizdeki yoksulluğun da vergi adaletsizliğin de çözümü patronların değil, emekçilerin safında durmaktır. Biz her zaman şunu söyledik: Zenginin daha zengin, yoksulun daha yoksul olduğu bu düzeni yıkmak zorundayız. Bütün bu krizin eşitsizliğin çözümü, emeğin ve eşitliğin Türkiye’sini kurmaktır. Hepimizi sömürerek, bizim sırtımıza basarak yükselen patronların sefa sürdüğü bir Türkiye’ye değil, emeğin Türkiye’sini istiyoruz. Ve kuracağız, mutlaka kuracağız.”

[Yeşil Gazete Tv] Yeşil Eğitim’de çocuk hakları ve koruma politikaları konuşuldu

Yeşil Gazete TV’nin yeni yayın döneminde, 4 Ekim Çarşamba günü 21’de eğitim politikaları uzmanı Burcu Meltem Arık‘ın hazırladığı ve sunduğu “Yeşil Eğitim” programı da yeniden başladı.

Gündemdeki eğitim politikaları, iklim/çevre/doğa/sürdürülebilirlik eğitimi ile ilgili gelişmeleri ekolojik adalet ve insan hakları çerçevesinden değerlendiren program ayda bir çarşamba günleri yayınlanacak.

İkinci sezonun ilk bölümünde; feminist çocuk hakları uzmanı Sinem Sefa Akay ile eğitimde çocuk hakları ve çocuk koruma politikaları üzerine konuşuldu. Bir sonraki programda iklim politikaları ve iklim eğitimi alanından üç uzmanla 28. Taraflar Konferansı’na doğru beklenenler ele alınacak.

Yeşil Eğitim, yeni bölümüyle 1 Kasım 2023’te sizlerle birlikte olacak!

Savaşta kullanılan beyaz fosfor yıllar boyu su ve toprakta yıkıcı etkiye neden oluyor

İsrail‘in 7 Ekim’den bu yana saldırılarını sürdürdüğü Gazze‘de, uluslararası hukuka göre yoğun sivil nüfusun bulunduğu bölgelerde kullanımı yasak olan beyaz fosfor bombası kullanması, can kayıplarının yanı sıra olası bir sağlık ve çevre felaketini de gündeme taşıyor.

İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) Kimya Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Muhammet Übeydullah Kahveci, beyaz fosforun çevrede bıraktığı tahribata dikkati çekerek, fosfor elementinin üç formundan biri olan beyaz fosforun sarımsağa benzer bir kokuya ve balmumu kıvamında açık sarı-beyaz renkli bir yapıya sahip olduğunu, endüstride kullanılmak üzere dünyada her yıl yaklaşık 900 bin ton beyaz fosfor üretildiğini belirtti.

Beyaz fosforun havadaki oksijenle anında yanma tepkimesine girdiğini, önce beyaz bir duman daha sonra ise alev oluşturarak yüksek miktarda ısı ortaya çıkardığını belirten Kahveci, “Sıcaklık, bazı metalleri dahi eritebilecek bir yüksekliğe, 800-815 santigrat dereceye yükseliyor ve en sonunda da zararsız fosfat bileşenine dönüşüyor. İşte bu yüksek sıcaklığa çıkması nedeniyle de uluslararası hukuka göre normalde yasaklanmasına rağmen ne yazık ki savaşlarda mühimmat olarak kullanılıyor” dedi.

Kamuoyunda beyaz fosforun bu nedenle ‘fosfor bombası’ ismiyle de anıldığını ifade eden Doç. Dr. Kahveci, “Bu bomba yerden yaklaşık 80-100 metrede infilak ettirilir, havadaki oksijenle yanmaya başlar. Yaklaşık 5 ila 30 dönümlük alanı etkileyecek kapasiteye sahiptir” dedi.

AA‘nın aktardığına göre Kahveci, ortamda hava bulunduğu müddetçe yanmaya devam eden ve söndürülmesi zor olan beyaz fosforun, diğer yanıcı maddelere kıyasla tahrip edici ve öldürücü etkisinin daha yüksek olduğunu vurguladı.

Fotoğraf: Al Jazeera

‘Tehlikeli olduğu için çevre üzerindeki etkisini araştıramıyoruz’

Her ne kadar saflığı çağrıştıran “beyaz” kelimesiyle anılsa da beyaz fosforun “karanlık” bir malzeme olduğundan, özellikle patladığı anda insanlar, hayvanlar ve diğer canlılar üzerindeki olduğu kadar çevreye de büyük hasarlar verdiğinden bahseden Kahveci, şöyle konuştu:

“Çevreye olan etkisiyle ilgili deneyler yapamıyoruz çünkü tehlikeli bir malzeme. Daha çok savaş sonrası patlatılmışsa, askeri faaliyetler sonrası özellikle tatbikatlarda kullanılmışsa ya da endüstrideki kazalarda vaka analiziyle bilgiler alabiliyoruz. Yanmamış haldeki fosfor havada düşerken yanmaya devam ediyor ama bu şekilde toprağa ve suya bulaştığı zaman suyun içerisinde yanması duruyor. Fakat halen beyaz fosfor olarak reaktif bir şekilde kalıyor. Eğer yağmur suları ile toprağın derinliklerine inerse saatler, aylar, hatta onlarca yıl orada saklı kalabilir. Sularla birlikte su havzalarına taşınabilir, yine havaya ve toprağa karışabilir. Dolayısıyla çevreye olan etkisinden oldukça uzun vadede bahsedebiliyoruz.”

ABD‘nin 1980’li yıllarda Alaska‘da yaptığı askeri faaliyetler sırasında bölgedeki su kuşlarının ölmeye başladığını, bu ölümlerin, askeri faaliyetlerin sonlandırılması sonrasında 15 yıl boyunca da devam ettiğini hatırlatan Kahveci, beyaz fosfor kullanımının en çarpıcı örneklerinden birinin bu olay olduğunu vurguladı.

‘Su canlılarına ulaşıp zehirleyici etkilere neden olabilir’

Kahveci, beyaz fosforun sudaki oksijen azlığı nedeniyle sulak noktalarda daha yavaş yandığını fakat bu esnada daha toksik bileşikler oluşturarak su canlılarına ulaşıp zehirleyici etkilere neden olabileceğini bildirdi.

Doç. Dr. Kahveci, şunları ekledi:

“Aynı zamanda fosfor pentoksit dediğimiz bir malzemeye dönüşüyor. Yine bu da suyla birlikte şiddetli reaksiyon veriyor ve canlılarda tahribata sebep oluyor. Yanmanın tamamlanmasıyla oluşan fosfat bizim deterjanlarda kullandığımız en zararsız hali. Fakat bu bile toprakta veya suda yüksek miktarda bulunursa alglerin ve yosunların aşırı miktarda artması dediğimiz ötrofikasyona sebep oluyor.”

Beyaz fosforun kısa vadede temas ettiği bitkileri öldüreceğine, uzun vadede ise tarımda gübre etkisi meydana getirerek aşırı miktarda gübreleme sonucu çok miktarda bitki, yosun ve alg çoğalmasına sebep olacağına dikkati çeken Kahveci, özellikle deniz kenarlarındaki bitkilerin artmasıyla sudaki yaşamın olumsuz etkilenebileceğini bildirdi.

Beyaz fosfor yüklü mühimmatın ilk patladığı anda acı verici ölümlere sebep olduğunu ifade eden Kahveci, uzun vadede ise toprak ve suya karışmasıyla insan vücuduna deri, göz, ağız ve solunum yoluyla girerek öncelikle akciğer ve bronş tahribatı, nefes darlığı, bulantı, kusma, ishal, deride kızarma gibi reaksiyonlara ve ardından metabolizmaya karışıp kalp, karaciğer ve böbrek yetmezliğine neden olduğunun altını çizdi.

Kahveci, beyaz fosfora maruz kalan kişiye yapılacak ilk müdahaleye ilişkin şunları söyledi:

“Ağrılar çok acı verici oluyor. Bireyi o bölgeden uzaklaştırmak gerekiyor. Daha sonra üzerindeki giysilerde yanma devam diyorsa onları çıkarmak, sonrasında baş bölgesinden ayaklara doğru soğuk hatta buzlu su ile bireyi baştan aşağı sabun ve fırça ile temizlemek gerekiyor. Halen fosfor kalıntıları varsa ıslak bir battaniye ile üzerini sarıp oksijenle temasını kesmek gerekiyor, ta ki ciddi bir yardım alıncaya kadar. Göze geldiği düşünülüyorsa soğuk tazyikli su ile yıkamak lazım. Yutulduysa, kişinin kesinlikle kusturulmaması gerekiyor. Bazik denilen alkali içecekler verilebilir. Nabzı, tansiyonu, hayati göstergeleri takip edilir ama bunlar tabii ilk yardım.”

‘Tıbbı müdahale yetersiz kalıyor’

Kahveci, fosfor zehirlenmesine karşı herhangi bir antidot bulunmadığı, maruz kalan kişinin, tıbbi yardım alsa dahi ikinci ve üçüncü aşamaya ilerleyerek önce iç kanama, ardından ciğerlerin ve son olarak da kalbin iflas etmesiyle dört ila sekiz gün içinde hayatını kaybettiğini belirtti.

Beyaz fosforun çevreye verdiği tahribatı azaltmak için dekontaminasyon işlemi yapılması gerektiğini fakat bu durumun hem zor hem de maliyetli olduğunu anlatan Kahveci, şu ifadeleri kullandı:

“Belki iş araçları ile toprağı havalandırma işlemi yapılabilir veya asidik topraklar varsa oraya alkali, kostik ya da kireçli toprak takviyesi yapılabilir. Fosforun yanma sürecini hızlandırmak için bazen ozon basılabiliyor. Suda veya yüzey toprağında ise infrared lambalar var, ısınmak için kullanılan, bunlarla ısıtmalar yapılıp fosforun yüzeye çıkıp yanması sağlanabilir. Bunlar yapılmıyorsa insanların ve hayvanların oraya ulaşmaması için fiziksel bariyerler oluşturulabilir. Bunların uygulanması çok zor ve maliyetli işler. Burada en önemli şey bu tür mühimmatın kullanılmaması ve uluslararası kamuoyunda buna karşı yönde baskı oluşturulması.”

Ulusal Tematik Sosyal Forum’da gündem toplumsal cinsiyet ve iklim adaleti

Endonezya’nın Semarang şehrinde gerçekleştirilen Maden ve Sömürü Madenciliği Ekonomisi konulu Tematik Sosyal Forum 2023’ün ikinci günü (18 Ekim) “Filistine Özgürlük” mesajının ardından atölyelerle başladı.

Forum katılımcıları “İklim Adaleti, Adil Dönüşüm ve Dönüşüm Mineralleri”, “Çevre ve İnsan Hakları Savunucularını Savun”, “Denizlerde Madencilik”, “Dönüşüm mineralleri İle İlgili Uluslararası Kampanya”, “Küresel Ticaret ve Tedarik Mekanizmaları”, “Madenlerdeki İşçi Sınıfı ile Toplum Arasındaki Gerilim ile Baş etmek” başlıklı çalışma gruplarına dağıldı.

Türkiye’den tek temsilci olan Kazdağı Doğal ve Kültürel Varlıkları Koruma Derneği de “Çevre ve İnsan Hakları Savunucularını Savun” başlıklı atölyeye katıldı. Farklı kıtalardaki duruma örnek veren dört çerçeve sunumun ardından madenciliğin yapıldığı ülkelerde yaşam savunucularının karşılaştıkları baskı, şiddet, terörize edilme, kriminalize edilme, gözaltı, hapis ve para cezaları, tehdit, katledilme gibi örnekler konuşuldu. Latin Amerika, Filipinler, Myanmar vb ülkelerde çok sayıda yaşam savunucusunun katledildiği bilgisi paylaşıldı. Hak ihlallaerinin kayıt altına alınması, belgelenmesi, yasal hakların sonuna kadar kullanılması ve tehdit altındaki yaşam savunucularına destek mekanizmaları da ayrıca masaya yatırıldı. Tüm atölyelerin tamamlanmasından sonra atölye sonuçları ortak oturumda kolaylaştırıcılar tarafından sunuldu.

Günün ikinci ortak oturumunun konusu “Hayır Deme Hakkı” ve “Farklı Direniş Yöntemleri” oldu. Sekiz farklı ülkeden konuşmacılar ülkelerinde neden madenciliğe hayır dediklerini ve geliştirdikleri mücadele yöntemlerini paylaştı. Bu oturumda öne çıkan paylaşım “Direnmezsek Ölürüz” oldu. Salondan katkı veren konuşmacılar arasında yaşam alanlarını kaybeden ve destek isteyen yerli halklardan kadınların çığlıkları salonda yankılandı.

‘Güç halka!’

Üçüncü bölümde ise “Doğanın Hakları”, “Ekofeminizm ve Madencilik”, “Birleşmiş Milletlerin Mekanizmaları”, “Geleneksel Liderlik ve Madencilik”, “Kamu Yararı mı, Ulusal Yarar mı? Kimin Yararı?” başlıklı atölyeler gerçekleştirildi. Bu bölümde “Ekofeminizm ve Madencilik” atölyesine katılan Kazdağı Doğal ve Kültürel Varlıkları Koruma Derneği üyeleri, çok sayıda ekofeminist kadınla bir araya geldi. Atölyede doğayı ve kadınları sömüren sistemin patriyarkal kapitalist sistem olduğu vurgulanarak, toplumsal cinsiyet eşitliği sağlanmadan eşitlik ve adaletten bahsedilemeyeceği konusunda fikir birliğine varıldı, dayanışmanın önemine vurgu yapıldı. İnsan merkezli değil, doğa merkezli bakışın ve tüm mücadelede toplumsal cinsiyet eşitliğinin gözetilmesi vurgulandı.

Salondan defalarca ‘Amanda/Power to people/Güç halka‘ sloganları yükseldi. Forumda ayrıca film gösterimleri içerisinde Eren Aybars Arpacık’ın yönetmenliğini yaptığı İkizköy Belgeseli de yer aldı. Forum, bugün (19 Ekim) yeni oturumlarla devam edecek.

İklim krizi: Kuraklık nedeniyle barajlarda düşen doluluk oranları su krizi endişesine yol açıyor

Bu yıl insan kaynaklı iklim krizi nedeniyle hava sıcaklıklarının normal değerlerin üzerinde seyretmesi ve yağışların yetersiz olması sonucu yaşanan kuraklık nedeniyle bazı kentlere su sağlayan barajların doluluk oranları endişe verici seviyelere geriledi.

İzmir‘in su ihtiyacı Tahtalı, Balçova, Ürkmez, Güzelhisar, Gördes ve Alaçatı Kutlu Aktaş barajlarının yanı sıra yer altı kaynaklarından karşılanıyor. Ancak yağışların yetersizliği nedeniyle su seviyeleri alarm veriyor.

İzmir Büyükşehir Belediyesi Su ve Kanalizasyon İdaresi (İZSU) Genel Müdürlüğü verilerine göre; özellikle İzmir’in ana içme suyu kaynağı olan, kentin yüzde 44’lük su ihtiyacının karşılandığı Tahtalı Barajı’nda geçen yıl 44,19 olan su doluluk oranı, bu yıl aynı dönemde 29,90’a geriledi. Doluluk oranları Balçova Barajı’nda yüzde 25,83’ten 15,07’e, Gördes Barajı’nda yüzde 4,06’dan 3,09’a, Ürkmez Barajı’nda yüzde 52,58’ten 16,18’e, Güzelhisar Barajı’nda yüzde 65,05’ten 59,60’a ve Alaçatı Kutlu Aktaş Barajı’nda ise yüzde 49,64’ten 22,51’e düştü.

Fotoğraf: DHA

‘Kurak dönemde çok acısını çekeriz’

DHA‘nın aktardığına göre, Dokuz Eylül Üniversitesi Deniz Bilimleri ve Teknolojisi Enstitüsü öğretim üyesi İklim Bilimci Prof. Dr. Doğan Yaşar, “İzmir’deki barajlarımızda su seviyesi, son 14 yılın en düşük seviyesine geldi. En son İzmir’in ana barajı Tahtalı’da su seviyesi, 2008’de yüzde 2’ye düşmüştü. 2009’da ise çok iyi yağışlar gerçekleşti” dedi.

1971 yılından sonra en yağışlı dönemin yaşandığını kaydeden yaşar, sonrasında Tahtalı Barajındaki doluluk oranının genellikle yüzde 75 ila 76 civarında olduğunu belirtti. Bu sene ise doluluk oranının yüzde 29 civarına düştüğünü açıklayan Prof. Yaşar, bunun son 14 yılda kaydedilen en düşük seviye olduğunu ifade etti.

Yaşar, diğer barajlarda da doluluk oranının düştüğünü kaydederek “Şu anki aşamada bir sıkıntı olmasa da ‘tehlikenin başlangıcı’ diyebiliriz. Bir sonraki kurak dönemde çok acısını çekeriz. Ekim ayının serin geçiyor olması, yağış olmaması anlamını taşıyor. Bu nedenle barajdaki doluluk oranı, yüzde 25’lere kadar düşebilir. Eğer bu oran yüzde 20’lere düşerse, su kirli gelmeye başlar. Suyun tabandan çekilmesi, buna etkili olur” diye konuştu.

Fotoğraf: DHA

‘Barajlar tam dolu da olsa su dikkatli kullanılmalı’

Kasım ayından sonra yağış beklediklerini kaydeden Prof. Dr. Yaşar, şunları ekledi:

“Buna karşın bizim öncelikle yapmamız gereken barajlarımız yüzde 100 dolu bile olsa suyu tasarruflu kullanmak. Bugün, ‘Kuraklık var’ diye panik yapıyoruz. Bu kuraklık, bizim beklediğimiz bir kuraklıktı. Hazırlıklı olmamız gerekir. Gelişmiş ülkeler kuraklığa karşı her zaman hazırlıklıdır.”

Fotoğraf: DHA

Bursa’daki barajda hayvanlar otluyor

Bursa‘daki Ballıkaya Deresi üzerinde 1977-1983 yılları arasında bölgedeki tarım arazilerini sulamak için kurulan Demirtaş Barajı, küresel ısınma ve buharlaşma nedeniyle kuruma noktasına geldi.

Yaklaşık 2 bin 160 hektar tarım arazisinin su ihtiyacını karşılayan barajdaki çekilme, endişe yarattı. Kuruyan noktalarında derin çatlakların oluştuğu, koyun ve keçilerin otladığı baraj, drone ile havadan görüntülendi.

Uludağ Üniversitesi Mühendislik Fakültesi Çevre Mühendisliği Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Efsun Dindar, barajdaki çekilmenin en büyük nedeninin küresel ısınmanın yanı sıra bilinçsiz tüketim olduğunu belirtti.

Fotoğraf: DHA

‘Bilinçsiz tüketim çekilen su miktarını artırıyor’

Bursa’daki su tüketiminin yüzde 72’sinin tarımsal sulamada kullanıldığını belirten Doç. Dr. Dindar, “Küresel iklim değişikliği ile küresel ısınmanın etkilerini gündelik hayatımızda görmeye başladık. Bir tarafta aşırı seller, yağışlar olurken; bir tarafta da aşırı sıcaklar kuraklık boyutuna ulaşarak önümüzdeki dönemlerde de su stresi ve su kıtlığı çekmemize sebebiyet verecek bir boyuta ulaşmış durumda” diye konuştu.

Durumun etkilerinin dönemsel olarak daha fazla hissedildiğini kaydeden Dindar, “Bir yanda yağmur yağıyor seviniyoruz ama sıcaklıklar mevsim normallerinin üzerinde seyrediyor ki maalesef buharlaşma ile hem barajlarımızda hem de topraklarda ciddi bir kuraklık baş gösteriyor” dedi.

Su kullanım oranlarına dikkati çeken Doç. Dr. Dindar, yüzde 72 gibi büyük bir su oranının tarımsal alanda kullanıldığını aktardı:

“Çiftçimizin de sulamayı yeni teknolojilerle değil de daha eski teknolojilerle ve bilinçsizce kullanması durumunda da sulama barajlarımızdan, göletlerimizden, nehir ve akarsularımızdan çekilen su miktarı arttıkça, oranın da ekosistemi ve dengesi bozulmuş oluyor.”

Fotoğraf: DHA

‘Günde kişi başı 140 litre su tüketiliyor’

Yağışların azalmasına bağlı olarak Bursa genelinde, özellikle sulama barajlarının seviyelerinin düştüğünü belirten Doç. Dr. Dindar, “Kurak bir yaz dönemi geçirdik. Nüfusa bağlı olarak tüketimimiz sürekli devam ediyor. Bursa özelinde bir kişinin bir günde tükettiği su miktarı, 140 litre civarı. Nüfusumuzu da düşünecek olursak, bu çok ciddi bir miktara tekabül ediyor. Yağışlar olmadığı durumlarda, barajlarımızın su seviyeleri bu tüketime bağlı olarak çok hızlı azalıyor. Sulama amaçlı barajlara baktığımızda, örneğin Demirtaş Barajı’na baktığımızda, maalesef ciddi miktarda suyun azaldığını, orada beslenen hayvanlar olduğunu bile görmek mümkün” ifadelerini kullandı.

Akbelen Ormanında maden izni iptal davaları ‘kamu yararı’ olduğu gerekçesiyle reddedildi

Muğla‘nın Milas ilçesinde İkizköy mevkiindeki Akbelen Ormanında Limak Holding ve IC Holding‘in ortak iştiraki YK Enerji‘ye verilen maden işletme izni ile ruhsata ilişkin iki dava karara bağlandı.

Davalarının reddine karar veren Muğla 1’inci İdare Mahkemesi, ormana maden ocağı kurulmasında “kamu yararı” olduğunu savundu.

YK Enerji, Akbelen Ormanında açık maden işletme iznini 28 Kasım 2020’de Tarım ve Orman Bakanlığı‘ndan aldı. Milas Orman İşletme Müdürlüğü de şirket için 21 Nisan 2021’de benzer bir karar verdi. Ardından YK Enerji’ye ait iki termik santrale yakıt sağlamak amacıyla kurulumu planlanan açık maden ocağı için tüm itirazlara rağmen binlerce ağaç kesildi.

Aralarında Muğla Barosu ve Milas Belediye Başkanlığının da bulunduğu tüzel kişilikler ile bölge sakinleri, söz konusu işlemin Anayasa‘ya aykırı olduğunu belirterek, kararı yargıya taşıdı. Orman Genel Müdürlüğü (OGM) ile Tarım ve Orman Bakanlığı aleyhine açılan davaya, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı da müdahil oldu.

Akbelen Ormanı ve yanıbaşındaki kömür madeni. Fotoğraf: Dilan Ela Pamuk
‣ Akbelen davaları görüldü: Hakim, kitlesel katılan İkizköylüler karşısında kararı açıklamadı

YK Enerji’den savunma: Önlem aldık

Davalı OGM, dosya kapsamında yaptığı savunmada, YK Enerji’ye verilen maden izninde “kamu yararının” gözetildiğini ve hukuka aykırı bir durum olmadığını öne sürdü. Tarım ve Orman Bakanlığı da “ruhsat sahasına verilen orman izninin bulunduğunu” kaydederek, davanın reddedilmesini talep etti.

Bakanlıkların yanında dosyaya müdahil olan YK Enerji, proje kapsamında çevre ve halk sağlığı açısından gerekli önlemlerin alındığını iddia etti. Ayrıca şirket, kamu kurumlarınca verilen “açık işletme izni”ninde hukuka aykırı bir durum bulunmadığını öne sürdü. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı da “haksız ve hukuki dayanaktan yoksun davanın reddi gerektiğini” beyan etti.

Davaya müdahil olan kitle örgütleri ile davacı yurttaşlar, şirkete “dur” denilmezse, Akbelen Ormanında geri dönüşü mümkün olmayan bir ekolojik yıkım yaşanacağını vurguladı. Şirkete verilen iznin de iptal edilmesi gerektiği dile getirildi.

‣ Akbelen Ormanı’nda ekokırım: Jandarma barikatının ötesinde binlerce ağaç katledildi

Karar yeni açıklandı

Akbelen Ormanı’nda maden işletme izninin iptaline yönelik dava, 11 Ekim’de görüldü. Karar 12 Ekim’de alındı, avukatlara ise yeni tebliğ edildi.

Muğla 1’inci İdare Mahkemesi, verdiği kararda, davanın reddine hükmetti. Oybirliğiyle alınan kararda, YK Enerji’nin maden projesinin “kamu yararına aykırı olmadığı” sonucuna varıldı. Ormanlık alan için verilen izinde, mevzuata aykırı bir husus bulunmadığı kaydedilen kararda, “Uyuşmazlık konusu orman alanının mevcut durumda Milas Orman İşletme Müdürlüğü tarafından endüstriyel odun üretimi amaçlı olarak işletildiği, (…) kızılçam ağaçlarından kurulu, üretim amaçlı alanlardan olduğu, Orman Kanunu‘nun 16. Maddesi’nde özel olarak belirtilen istisnai orman alanları arasında yer almadığı, ayrıca bu sahanın farklı özel yasalara istinaden özel koruma sahaları kapsamında yer aldığına dair bir bilgi-belge bulunmadığı, yine mevcut orman florası bakımından da orman izni verilmesine mani bir durumun tespit edilmediği…” belirtildi.

Mahkeme, hazırlanan bilirkişi raporu doğrultusunda, maden ocağı açılmak istenen alanın yakınlarında zeytin ağaçlarının bulunduğunu ancak ocaktan çıkacak tozun zeytinliklerin gelişimini etki edecek düzeyde olmayacağı kanaatine vardı. Kararda, bu durumun tarım arazilerini de etkilemeyeceği aktarılarak, “Tarım arazilerine olası zararın madenin işletilmesi sürecinde kazı, patlatma, çıkarılan madenin taşınması gibi süreçlerde oluşan toz etkisi ile sınırlı olacağı (…) sulama gibi diğer teknikler kullanılarak yasal sınırlarda kalabileceğinin anlaşıldığı, işletmenin, yüzey sularına ve çevredeki ana akifere zarar vermeyeceği, bu yönüyle de uyuşmazlık konusu orman izninin verilmesine mani teşkil eden bir durumun bulunmadığı hususlarının tespit edildiği…” ifade edildi.

‣ Akbelen Ormanı’ndaki kesim nedeniyle Vali görevi kötüye kullanmaktan şikayet edildi

Rehabilitasyon projesinde eksik unsur tespit edilmedi

İdare mahkemesi, söz konusu alan için YK Enerji’ye verilen ruhsatın 2041’e kadar geçerli olduğu ve açık ocak kömür madencilik faaliyetinin Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) Yönetmeliği’nin kapsamının dışında olduğunu da kaydetti. ÇED süreci, bir projenin doğa üzerinde yaratacağı etkilerin masaya yatırılması anlamına geliyor.

Muğla 1’inci İdare Mahkemesi, Akbelen Ormanı’nda kömür çıkarımı sonrasında YK Enerji’nin gerekli rehabilitasyonunu yapmasının mecburi olduğunu, bu kapsamda şirketin hazırladığı rehabilitasyon projesinde de eksik unsur tespit etmediğini bildirdi. Kararda “Dava konusu açık işletme (orman) izni verilmesine dair işlemde mevzuata ve kamu yararına aykırı bir durum bulunmadığı sonucuna varılmıştır” ifadeleri kullandı.

Ruhsat davasında da ret

Öte yandan 37 başvurucunun, Maden ve Petrol İşleri Genel Müdürlüğünün YK Enerji için verdiği maden işletme ruhsatına ilişkin dava da aynı gün karara bağlandı. Muğla 1’inci İdare Mahkemesi, aynı gün, yine oybirliğiyle aldığı kararda, “hukuka aykırılık bulunmadığı” sonucuna vardı. Mahkeme, bu gerekçeyle davanın reddine hükmetti. Bölge sakinlerinin aleyhine verilen kararlara ilişkin ise İstinaf yolu açık.

‣ Akbelen için geç değil, ağaç kesilse de orman yaşıyor

Avukatlar İstinaf’a gidiyor

Deutsche Welle’den Uğur Şahin’in aktardığına göre, İkizköylülerin avukatlarından İsmail Hakkı Atal, İstinaf’a başvuracaklarını söyledi. “Bu davada kanunlar ve Anayasa görmezden gelindi” diyen Avukat Atal, sözlerini şöyle sürdürdü:

Davanın bu şekilde sonuçlandırılacağını tahmin ediyordum, çünkü bağımlı yargıdan artık bir şey bekleyemiyoruz. Bu karara bir gerekçe bulunamadığı için ‘kamu yararı var’ dediler. Oysa burada kamu yararı söz konusu değil. Bu karar bir akıl tutulması niteliğindedir.”

‣ Akbelen Ormanı Yaşıyor: Mücadele edip duruz

Ne olmuştu?

İkizköylüler ile çevre aktiviteleri, dört yıldır Akbelen’i korumak için mücadele ediyor. Ancak tüm tepkilere ve eylemlere rağmen 24 Temmuz’dan itibaren ormanda kesim, jandarma ekipleri ile TOMA’lar eşliğinde yapılmıştı.

Buna karşı çıkmak isteyen çevreciler ve bölge sakinleri, defalarca gözaltına alınmıştı. Ağaç kesimin önünü, Tarım ve Orman Bakanlığı’nın 28 Kasım 2020’de verdiği izin açmıştı.

Ormanın 740 dönümlük kısmını açık maden ocağına dahil eden iznin gerekçesi ise Yeniköy Kemerköy Termik Santrali’ne yakıt kaynağı sağlamak olarak gösterilmişti.

Ağaç kesimi, ülke çapında tepkilere neden olmuştu. TBMM Genel Kurulu‘nda muhalefetin bölgedeki ağaç kesiminin durdurulması için verdiği genel görüşme önergesi de AKP ve MHP milletvekillerinin oyları ile reddedilmişti.

Akbelen’de mücadelenin sürdürüldüğü konteyner ve çadırlar ise 12 Eylül’de yetkili kurumlarca kaldırılmıştı.

[İklim Masası] Petrol devleri aleyhine açılan iklim davaları hızla artıyor

İklim değişikliğiyle ilgili güvenilir bilgileri yaygınlaştırmayı hedefleyen İklim Masası‘yla olan işbirliğimiz çerçevesinde,  Annamaria Lehoczky tarafından kaleme alınan iklim davalarına ilişkin makaleyi yayımlıyoruz. Yazının orijinali, bilimsel temelli iklim haberleri yapan Macaristan merkezli masfelfok.hu‘da yayınlanarak, İklim Masası tarafından kısaltılarak Türkçe’ye çevrildi.

*

Carbon Tracker tarafından Eylül ayında yayınlanan bir rapora göre, dünyanın en büyük 25 petrol ve doğalgaz şirketinden 24’ünün iklimi koruma konusunda inandırıcı hedefleri yok. Ancak toplum, iklimi yok eden büyük şirketler karşısında (artık) güçsüz değil: Bugüne kadar, küresel sera gazı emisyonlarının yüzde 70’inden fazlasından sorumlu olan 100 şirkete karşı dünya çapında yaklaşık 60 iklim davası açıldı.

Davacılar, iklim hedeflerinin artırılmasını, tazminat ödenmesini ve insan haklarına dair yükümlülüklerin yerine getirilmesini talep ediyor. Bunun yanı sıra, dezenformasyon (kasten üretilen yanlış veya yanıltıcı bilgi) ve yeşil aklama (bir şirket, ürün veya hizmetin çevresel etkileri konusunda yanlış veya yanıltıcı bilgi verilmesi) konularında, şirketlerin sorumlu tutulmasını istiyor.

Özellikle yeşil aklamayı konu alan davalar, 2015’ten bu yana hızla artıyor: Bugüne kadar 80’in üzerinde yasal süreç başlatıldı; üstelik şirket yöneticilerinin bireysel sorumlulukları da gündemde. Örneğin Şubat ayında Shell’e karşı açılan dava, yöneticilerin bireysel olarak da sorumlu tutulabileceklerini gösterir nitelikte.

Artan davaların ve alınan başarılı sonuçların gösterdiği üzere, iklim davaları, şirketlerin iklim krizi konusunda hesap verebilirliğini sağlama konusunda giderek daha etkili bir araç haline geliyor. Daha sıkı düzenlemeler ve sertifikasyonlar, yeşil yıkamayı engelleyebilir ve iklim davalarının aldığı desteği daha da artırabilir.

İklim davalarının sayısı 2 bin 300’ü aştı

2015 Paris İklim Anlaşması’ndan bu yana, dünyanın her yanındaki iklim davalarının sayısı iki kat arttı: Bugün hükümetler veya şirketler aleyhine açılmış 2 bin 300’ün üzerinde dava var. İklim davaları, sera gazı salımlarındaki sorumluluğu büyük olan şirketleri, emisyonlarını düşürmek, sebep oldukları zararları tazmin etmek veya daha sıkı regülasyonlara riayet etmek konusunda yasal olarak zorlamak için giderek daha fazla başvurulan bir araç haline geliyor.

2000’lerin başında, iklim davalarının yeni başladığı dönemde, petrol ve doğalgaz şirketlerinin iklimi değiştirdiği, topluluklara ve bireylere zarar verdiği netleşmişti. Ancak Amerika Birleşik Devletleri’ndeki ilk davalar olumsuz sonuçlandı ve bu, 10 yıllık bir sessizlik dönemine sebep oldu.

Fakat 2017 ‘de yayınlanan önemli bir çalışma, işin rengini değiştirdi. Bu araştırmaya göre, 1988’den itibaren salınan sera gazlarının yüzde 70’inden fazlasının kaynağında, fosil yakıt üreten 100 şirket vardı. Bunun sonucunda, ‘Kirli 100’ olarak tabir edilen fosil yakıt şirketleri aleyhinde dünyanın farklı yerlerinde yaklaşık 60 dava açıldı.

Geçtiğimiz yıllarda, bir yandan bu şirketlere karşı açılan davaların sayısı artarken bir yandan da davaların içeriği çok daha karmaşık ve sofistike bir hal aldı.

Tarihi sorumluluklarla orantılı tazminat talep ediliyor

İklim davalarında talep edilenler, çeşitlilik gösteriyor. Bazı davalarda, dava edilen şirketlerin, sera gazı emisyonlarındaki tarihi sorumluluklarıyla orantılı olarak, iklim değişikliğinin yarattığı zararlar için tazminat ödemeleri talep ediliyor. Bazense amaç, davaya konu şirketi, üretimini Paris İklim Anlaşması’nın yükümlülükleriyle ve insan haklarıyla uyumlu hale getirmeye ikna etmek olabiliyor.

Örneğin 2021’de Hollanda’da görülen ve Shell aleyhine sonuçlanan davada mahkeme, şirketin karbondioksit emisyonlarını yüzde 45 oranında azaltmasına karar verdi. Ardından, 2023 yılında, ENI ve iki büyük hissedarı – İtalyan Ekonomi ve Finans Bakanlığı ile İtalyan kamu kalkınma bankası CDP – şirketin karbonsuzlaşma stratejisinin Paris İklim Anlaşması hedefleriyle uyumlu olmadığı, sağlık riskleri doğurduğu ve İtalyan Anayasası’ndan korunan insan haklarını ihlal ettiği gerekçesiyle dava edildi. Davacılar, hem şirketin iklimi korumaya yönelik hedeflerinin artırılmasını hem de geçmiş ve gelecek hasar ve kayıplardan sorumlu tutulmasını talep ediyor.

Bu taleplere iyi bir dayanak oluşturan yeni bir çalışmaya göre, dünyanın önde gelen 21 fosil yakıt şirketinin, iklim değişikliği kaynaklı hasar ve kayıpları tazmin etmek için yılda en az 209 milyar dolar ödemesi gerekiyor.

Bu doğrultuda Puerto Rico’da yerel yönetimler, ‘kirleten öder’ ilkesine dayanarak, ExxonMobil’e dava açtılar. İklim değişikliği nedeniyle daha yıkıcı hale gelen kasırgaların, yerel toplulukların maruz kaldığı kayıpları artırdığını öne sürüyorlar.

Şirket yöneticileri sorumlu tutulmak isteniyor

Son dönemde açılan davalar, yeşil dönüşüm çağında makul bir yatırım stratejisinin neye benzediği sorusuna da odaklanmaya başladı. Bu davalar, şirketlerin, hissedarlarını ve hak sahiplerini korumaya yönelik kurumsal ve mali yasal yükümlülüklere dayandırılıyorlar.

2023 yılı Şubat ayında Shell yönetim kurulunu dava eden Client Earth, fosil yakıt projelerine yatırım yapmaya devam etmenin uzun vadede şirket için maddi kayıp yaratacağını ve dolayısıyla, yönetim kurulunun, şirketin üstün yararını gözetmediğini iddia ediyor.

Bu konuda açılan ilk dava, Birleşik Krallık’taki mahkeme tarafından düşürülmüş olsa da, gezegenin geleceğini belirlemede karar vericilerin rolüne dair önemli sorular doğuruyor. Bu dava her halükarda 2023 yılının en önemli davaları arasında, çünkü şirket yöneticilerinin bireysel düzeyde de sorumlu tutulabileceklerini gösteriyor.

Gençlik örgütlerinin Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne yönelttikleri bir talep de, BP yöneticilerinin, şirketin iklime zarar veren faaliyetlerini bilerek sürdürmedeki sorumluluklarının araştırılması. Davacılara göre yöneticilerin kararları, insanlığa karşı suç olarak değerlendirilebilir.

2023 yılında dikkat çeken bir diğer dava ise Fransa merkezli çok uluslu banka BNP Paribas’a karşı açıldı. Davada, fosil yakıt yatırımlarını finanse etmeye devam eden bankanın, Fransa’da yatırımların sosyal ve çevresel etkilerini değerlendirmeye, yayınlamaya ve hafifletmeye yönelik Teyakkuz Görevi Kanunu kapsamındaki yükümlülüklerini yerine getirmediği iddia ediliyor.

Bunların yanı sıra, davacıların, devletlerin yeni fosil yakıt projelerini onaylamasına veya fosil yakıt arama izni vermesine karşı açtığı davalar da var. Burada amaçlanan, petrol ve doğalgaz endüstrisine akan parayı, kaynağından kesmek. Ancak bunun için hem hükümetlerin hem de finansal kurumların işbirliğine ihtiyaç var ve çoğunlukla bu işbirliği, yalnızca davalar aracılığıyla sağlanabiliyor.

Dezenformasyon, davalara konu oluyor

Bunlara ilaveten, şirketler tarafından yapılan dezenformasyon da giderek daha fazla davaya konu ediliyor. ExxonMobil’in yanıltıcı kampanyaları, daha önce de gün yüzüne çıkarıldı. Ancak kısa zaman önce Science dergisinde yayınlanan bir araştırma, Exxon’un iklim bilimiyle ilgili yaptığı basın açıklamalarının, kendi ürettiği bilimsel veriyle de ciddi biçimde çeliştiğini ortaya koyuyor.

Puerto Rico yerel yönetimleri, ExxonMobil’i, gerçeğe aykırı beyanatlara devam etmekle de itham ediyor – ki bunun, ABD hukuk sisteminde organize suç olarak sınıflandırılabileceği düşünülüyor. Tam olarak bu nedenle davalarını, benzer taktikler kullanan tütün endüstrisine karşı kullanılan federal yasa üzerine inşa etti.

Görüldüğü üzere, yanlış veya yanıltıcı bilgilendirmeye dair davalar kesinlikle yeni değil. Ancak son birkaç yılda, sanıkların yeşil aklama taktiklerine başvurduğu iddiasıyla, mahkemelere ve tüketiciyi koruma kurumlarına sunulan davaların sayısında patlama yaşandı. (İklim değişikliğiyle ilgili konularda yapılan yeşil aklamaya, artık iklim yıkama/climate washing de deniyor.) 2015’ten bu yana, iklim yıkama ithamıyla, şirketler aleyhine 80’in üzerinde dava açıldı. Ancak bu davaların üçte ikisi, geçtiğimiz iki sene içerisinde açıldı.

 

Bu artışın kısmen, bu talepleri iletmenin artık nispeten daha kolay olmasından kaynaklandığı söylenebilir. Diğer yandan bu süreçte, şirketler iklim hedefleri konusunda oldukça dikkat çekici duyurular yapmaya başladılar ve – Carbon Tracker analizinin de doğruladığı üzere – bu duyuruların güvenilirliği konusunda ciddi endişeler var.

Şu ana kadarki davalar, çeşitli yanlış bilgi türlerini vurgular nitelikte:

  • İklim hedeflerinin güvenilirliği: Örneğin Avustralyalı madencilik devi Glencore’a açılan davada, şirketin taş kömürü ocaklarını giderek genişletmesinin, net sıfır hedefleriyle uyumlu olmadığı öne sürülüyor.
  • Bir ürünün ‘iklim nötr’ veya ‘karbon nötr’ olduğuna dair iddiaları inceleyen çok sayıda dava oldu. Bahse konu ürünler, muzdan çöp poşetine kadar geniş bir yelpazeye yayılıyor. İncelenenler arasında, Avustralya’daki Toyota araçlar da var.
  • İklim-dostu yatırımlar yaptığını duyurmak, giderek daha fazla şirketin başını derde sokuyor. Örneğin BP, yenilenebilir enerjiye, gerçekte olduğundan çok daha fazla yatırım yaptığı algısını yaratan reklam kampanyası nedeniyle dava edildi. Shell ise aynı yöntemle yatırımcıları yanıltmakla suçlandı.
  • Pek çok şirket ve finans kurumu ise iklim risklerini örtbas etmekle itham ediliyor; suçlananlar arasında Avustralya merkezli çok uluslu CommBank da var.

‘Kirli 12’, yeşil aklamayı benimsiyor

Greenpeace de petrol endüstrisinden uzmanlarla birlikte hazırladığı ‘Kirli 12’ raporunda, çoğu şirketin gerçek emisyon azaltımları yapmak yerine yeşil aklama taktikleri benimsediğine dikkat çekiyor. Rapora göre, dünya çapında faaliyet gösteren 12 petrol ve doğal gaz şirketinin 2022 yılındaki toplam enerji üretiminin yalnızca yüzde 0,3’ü yenilenebilir enerjiden geldi. Aynı şirketler, yatırımlarının yalnızca yüzde 7,3’ünü (6,57 milyar Euro) yeşil enerjiye aktardılar; geri kalanı, fosil yakıtlara ayrıldı.

‘Devlet destekli yeşil yıkama’ konusu da son aylarda büyük ses getirdi. Avustralya’da, hükümet destekli emisyon azaltım sertifikasyon sisteminin etkinliği sorgulandı. Avrupa Birliği’nde ise, yatırımcıların sürdürülebilir, iklim dostu yatırımları ayırt edebilmesine yardımcı olmayı planlayan Taksonomi’ye doğal gazın geçiş yakıtı olarak dahil edilmesi sorgulandı.

Yeşil yıkama, daha sıkı düzenlemeler ve sertifikasyon sistemleriyle engellenebilir. Buna yönelik adımlar zaten mevcut, örneğin, AB Komisyonu Mart 2023’te, şirketlerin çevresel iddialarını nasıl kanıtlamaları gerektiğine ilişkin net kriterler belirleyen ve sertifikasyon sistemlerine daha katı koşullar getiren Yeşil İddialar Direktifi’ni kabul etti.

Bu sorunu çözmeye yönelik bir diğer önemli girişim, BM Genel Sekreteri tarafından bir araya getirilen üst düzey uzman grubu oldu. Bu grup, iklim nötr hedeflerinin güvenilirliğini değerlendirerek, şirketler, şehirler veya finansal kuruluşlar tarafından yeşil aklama amacıyla kullanılmalarının önüne geçme hedefiyle kuruldu. Grubun geliştirdiği kriterler, hem geliştirilecek sertifikasyon sistemleri hem de gelecek davalar açısından önemli olabilir.

Fosil yakıt devlerinin net sıfır hedefleri inandırıcı değil

Carbon Tracker’ın kısa zaman önce yayınladığı bir analize göre, dünyanın en büyük 25 petrol ve doğalgaz şirketinden 24’ünün, yeterli ve inandırıcı iklim hedefleri bulunmuyor. Bu da demek oluyor ki, şirketlerin aksi yöndeki iddialarına rağmen, sera gazı emisyonu azaltım planları eksik veya yanıltıcı; yani ‘net sıfır’ hedeflerini ciddiye almak mümkün değil.

Yalnızca bir şirket, İtalya merkezli çok uluslu Eni, iyi yapılandırılmış iklim hedeflerine sahip ve TotalEnergies, Repsol ve BP gibi diğer Avrupa merkezli şirketlerden daha çok yol katetmiş görünüyor.

Öte yandan, güvenilirliğin önemli bir boyutu da uygulama aşaması. Bunun için de şirketin üretim ve yatırım planlarını da değerlendirmek gerekiyor. Birçok şirket, ‘yaratıcı muhasebe’ yöntemlerine başvurarak, yani karbon dengeleme kredilerine veya karbon yakalama teknolojilerine akıl almaz ölçüde bel bağlayarak, kamuoyunu aldatmaya çalışıyor.

İklim davaları, şirket (ve hükümetlerin) iklim konusunda hesap verebilirliğini sağlamak için giderek daha etkili bir araç haline geliyor. Davaların doğrudan bir sonucu olarak, şirketlerin iklim hedeflerini artırdıklarına tanık olduk. Aynı zamanda iklim davaları sonucunda büyük kirleticilerin hisse fiyatlarının da düşebildiği gözlemlendi; yani bu davalar, aynı zamanda ciddi bir mali risk de teşkil ediyorlar. Dünyanın en büyük enerji, kamu hizmetleri ve malzeme şirketlerinin borsa değerlerinde, davaların açılmasından sonraki günlerde ortalama yüzde 0,57, olumsuz kararların ardından ise yüzde 1,5 düşüş yaşandığı gözlendi. İlk başlarda arzulanan başarıya ulaşamadılarsa da iklim davaları, iklim kriziyle mücadelenin aciliyetine dikkat çekiyor ve insanları harekete geçirmede önemli rol oynuyorlar.

Adalılar imar planının iptali için dava açıyor: Bu rant değil, koruma planı olmalıydı

Adalar‘da yaşayan yurttaşlar, Adalar İmar Planı’nın iptali için ‘çevreye, ekosisteme zarar verileceği, deprem riskinin dikkate alınmaması, kamunun değil özel kişilerin çıkarını korumaya öncelik verilmesi ve iklim krizinin dikkate alınmaması’ gerekçeleriyle dava açıyor.

Adalılar Çevre, Şehircilik ve İklim değişikliği Bakanlığı’nın hazırladığı İstanbul Adaları Koruma Amaçlı İmar Planı’nın iptali için yarın (20 Ekim Cuma günü), İstanbul Bölge İdare Mahkemesi’nde toplu olarak dava açacaklarını duyurdu.

‘Bu rant değil, koruma planı olmalı’

“Adalar’ın ormanları hepimizin nefes alma alanıdır” diyen Adalılar dava önce şu açıklamada bulundu:

“Adalar hepimizindir, bu dava hepimizindir. Bu plan bir rant planı değil koruma planı olmalıdır. Bu dava, sadece Adalıların değil, İstanbul’un, Türkiye’nin davasıdır.”

Dava dilekçelerini idare mahkemesine vermek üzere mahkemenin Mahmutbey’deki yerleşkesine saat 11.00’de bir araya gelecek Adalılar, daha önce de Bakanlığa itiraz dilekçesi vermiş fakat yanıt alamamıştı.

‣Adalılar, Nazım İmar Planı ile ilgili bilgi istiyor: Adalar ranta, yağmaya daha da açılmak üzere
‣Yurttaş Adalar’ı ‘Koruma Amaçlı İmar Planı’ndan korumaya çalışıyor
‣Necdet Kutlucan’dan Adaların imara açılmasına sanatla direniş: Adalar ve Renkler sergisi açılıyor 

‘Kıyılar plan dışı, Bakanlığın keyfi tasarrufuna bırakıldı’

“Son İstanbul’u kaybetmek istemiyoruz” diyen yurttaşların imar planına itiraz gerekçeleri ise şöyle:

  • Adalar İmar Planlarında; dört tarafı denizle çevrili Adalar’da kıyılar plan dışı bırakılmış, buraları Bakanlığın keyfi tasarruflarına terkedilmiştir,
  • İmar planlarıyla birlikte mimari açıdan değer taşıyan yüzlerce modern mimari yapı, henüz tescil edilmediği için yıkım tehdidi altındadır,
  • Plan, İBB‘nin ODTÜ‘ye yaptırdığı Tsunami Analizi ve BÜ Kandilli Rasathanesi‘ne yaptırdığı Bina Hasarı ve Can Kaybı Analizi raporlarının Adalar ile ilgili bölümleri dikkate alınmadan hazırlanmıştır. Bu raporlarda riskli görülen alanlara yapılaşma izni verilmektedir ve bu haliyle uygulanırsa, Adalar’da can ve mal kaybının artmasına neden olacaktır,
  • İhtiyaç olmadığı halde öngörülen “sosyal donatı alanları”, yeni inşaatları ve nüfus yoğunluğu artışını beraberinde getirecektir,
  • Üzerinde hiç yapı bulunmayan yüz elliye yakın parsel yapılaşmaya açılmaktadır. Ayrıca üzerinde yapı bulunan büyük parsellerde ikinci/üçüncü yapılara izin verilmektedir. Bunların çoğu arsa bile olmayan, bağ bahçe ve tarladır,
  • Orman alanlarımızın önemli bir bölümü, içinde konaklamalı turizm tesisleri de bulunmak üzere yapılaşmaya açılmaktadır,
  • İmara açılacak olan vakıf arazileri üzerinde yaşayan, Adaların doğal, ticari ve kültürel ortamına canlılık katan halkın sürgün edilmesine, yaşam alanlarından koparılmasına neden olmaktadır,
  • Kültür ve Turizm Bakanlığı’na başvuru dosyası teslim edilmiş olmasına rağmen Adalar’ın UNESCO dünya mirası listesi adaylığının gerektirdiği özellikler, planlarda yer almamıştır,
  • Planlarda adaların kültürel zenginliği göz ardı edilmiş, inançlara ve kültürlere saygı gösterilmemiştir. Burgazada’da Aya Yani Karipi Kilisesi Külliyesi bitişiğindeki parsel konaklamalı turistik tesis olarak planlanırken, Cem Evi’nin bulunduğu alan ‘sosyal tesis alanı’ olarak belirlenmiştir; 1/5000 planda ise ibadethanelerin tümü cami olarak görüntülenmiştir,
  • Planlar kamu yararı değil, özel kişilerin çıkarları gözetilerek yapılmış olup, koruma ilke ve politikaları ile bağdaşmamaktadır, tüm bu nedenlerle Adalılar, Plan’ın iptali ve yeni bir planın hazırlanmasını istemektedirler.
Yangından son dakikada mal kaçırma: Adalar imar planı askıya çıkıyor

Polat atın sindirim sisteminde ip ve poşet bulundu: Müdahalede geç kalındı

Heybeliada‘dan İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin (İBB) Büyükada’daki İspark At Ahırları’na getirildikten sonra sevk edildiği hastanede hayatını kaybeden Polat atın ölüm nedeniyle ilgili açıklama yapıldı. Adaların Atları Platformu tarafından yapılan açıklamada İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Veterinerlik Fakültesi’ne sevk edildikten sonra ölen Polat’ın sindirim sisteminde ip ve poşet gibi maddeler bulunduğu bildirildi.

Nekropsisi yapılan Polat’ın vücudundaki yaraların, sindirim sistemindeki sancı nedeniyle kendini ahır duvarına vurmasıyla olduğu düşünülüyor. Adaların Atları tarafından yapıldığı açıklamada şu ifadelere yer verildi:

“Polat yıkılan ahırların yerine yenisi yapılmadığı için, barınaksız kaldığı ve kontrolsüz beslendiği için, sindirim sorunu nedeniyle hayatını kaybetti. Çektiği acıya müdahalede geç kalındı.”

Yine Heybeliada’da Bal atın da bu yaz aynı sebeple hayatını kaybettiğinin belirtildiği açıklamada, “Heybeliada’dan 10 Ekim’de Büyükada İBB Ahırı’na götürülen diğer atlar da aylardır Polat’la aynı koşullarda yaşıyordu, onların başına da aynı şey gelmeden ciddi muayene edilmeli, gerekiyorsa müdahale edilmeli. Bir can daha kaybetmeden, daha da fazla gecikmeden” denildi.

‘İhmalin ötesine geçen bir hak ihlali’

İBB Ahırı’nda yaklaşık dört yıldır tutulan diğer atlar içinde de bakımsız ve sağlıksız görünen, iyi durumda olmayan atlar bulunuyor. Atlarla ilgili 14 Ekim’de şiddet gördükleriyle ilgili görüşler paylaşılmış, 16 Ekim’de İBB’ninn görevlileri tarafından görülmesine izin verilmeyen Polat hariç diğer atlar yerinde görülmüştü. Adaların Atları platformu konuya ilişkin şu açıklamada bulundu:

“Polat’ın İBB Ahırı’nda dayak yediği izlenimine, ziyaretçilerin bu yaraları görmesi sebep olmuş olabilir. Hayvan kendini yaralayacak kadar sancı çekiyorken, onun sağlığından sorumlu görevlilerin bunu fark etmemesi, müdahalede gecikilmesi de, ihmalin ötesine geçen bir hak ihlalidir. İBB’nin Heybeliada’dan atları alırken tepeden tırnağa sağlık muayenelerini yapmış olması gerekirdi. Bu yapılsaydı İBB zan altında kalmayacak, çok daha önemlisi, Polat yaşıyor olacaktı.

Kaynak: Adaların Atları- Çetin Erdem ve atları. Sarıldığı at, 1 yaşındaki tay Polat. 9 Temmuz 2020, Heybeliada.

Adalar ilçesinde 2020 yılında 1200’den fazla atı satın almış olan İBB onlara hak ettikleri bakımı, sağlık hizmetini, yaşam alanını sağlamak zorundadır. İBB’nin atlara gereken müdahaleyi yapabilecek donanımı, atları tanıyan uzman veterinerleri olmalı, sağlık hizmeti ‘pazartesiyi’ beklemeden sağlanabilmeli. Atlara bakan seyis kadrosuna da, atçılık konusunda uzman profesyoneller tarafından düzenli olarak eğitim verilmeli.”

Denetimdeki yetkisi hatırlatılan Adalar İlçe Tarım Müdürlüğü’nün veterinerlerinin her adada, bütün atların sağlık kontrollerini ayrıca, düzenli olarak yapması, yaşam alanlarını denetlemesi ve gerektiği gibi bakılmalarını sağlamasının gerektiği de ayrıca ifade edildi. Ayrıca atların ayrıca muayenesinin yapılması istendi:

“Vakit kaybetmeden, tüm atların gerçek at veterinerleri tarafından muayene ve müdahalesi yapılmalı. Hayvanların hapsedilmesine son verilmeli. Bütün adalarda atlara uygun, ziyarete açık, uzman gözetiminde yaşam alanları olmalı. Bu yaşam şartlarını atlara sağlayamadığımız için kaybettiğimiz Polat, Bal ve bütün atlar için hepimiz çok üzgünüz.”

‘Atların ölümlerinden İBB, İlçe Tarım ve Valilik sorumlu’

Platform üyeleri ölümlerin sorumlularına da işaret etti:

“Aralık 2019’da atlar ahıra kapatıldığından beri hayatını kaybeden yüzlerce atın ölümünden İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve Adalar İlçe Tarım Müdürlüğü, Aralık 2019-Haziran 2020 karantinasıyla onları ahıra hapseden İstanbul Valiliği sorumludur.”

Polat at hakkında

Adaların Atları platformu Polat’ın Heybeliada’da başlayıp Büyükada’da son bulan yaşamını ve ölümüne giden süreci hazırlayan koşulları şöyle anlattı:

“Polat At… 2019’da Heybeliada’da doğmuştu.

Yaşadığı ahır 2021’de İBB tarafından yıkıldı.

Heybeliadalılar ve Adaların Atları Platformu üyeleri ona ve adanın diğer atlarına özel arazide ahır yaptı ama arazinin satışıyla Polat yine açıkta kaldı.

İBB, yenisini yapacağına dair söz verdiği ahırları yapmadı. Polat ve Heybeliada’nın diğer at sakinleri Bal, Elif, Tombik ve Şımarık, hatta 2023 doğumlu taylar Ateş ve Korkut (Polat’ın oğulları), adada buldukları şeyleri yediler…

10 Ekim’de İBB Büyükada Ahırı’na götürülen Polat, 14 Ekim’de bedeni yaralar içinde yatarken görüldü ziyaretçiler tarafından. 16 Ekim’de İ.Ü. Veterinerlik Fakültesi’ne götürülen Polat, 17 Ekim 2023’te hayatını kaybetti.”