Ana Sayfa Blog Sayfa 3012

Doğu Karadeniz’de doğa katliamı: Yeşil Yol’da mahkeme daha yeni ‘keşif’ yapabildi

Doğu Karadeniz’de sekiz ilin yaylalarını ‘turizmi geliştirme’ gerekçesiyle bağlamayı amaçlayan ‘Yeşil Yol’un güzergahlarından biriyle ilgili üç yıldır süren davada keşif ancak yapılabildi. Keşifte, yolun yarısının tamamlandığı görüldü.

Yukarı Kavron ile Samistal yaylaları arasında ‘Yeşil Yol’ projesi kapsamında yapımı süren 8 kilometrelik bağlantı yoluyla Ausor ile Huser yaylaları arasındaki yol güzergahında 16 dönüm alanda ağaç kesimi için verilen izinin yürütmesinin durdurulması ve iptali istemiyle 2014 yılında Rize İdare Mahkemesi’ne üç ayrı dava açılmıştı.

 

(Diken)

‘Büyükada’ iddianamesi hazır: 10 aktiviste 10, birine 15 yıla kadar hapis talebi

Temmuz 2017’de Büyükada’da düzenledikleri eğitim toplantısı sırasında gözaltına alınıp tutuklanan 10 insan hakları savunucusuyla ilgili iddianame İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı Terör ve Örgütlü Suçlar Bürosu Savcısı Can Tuncay tarafından hazırlandı. 10 insan hakları savunucusuna 10, birine 15 yıla kadar hapis talep edilen iddianameye göre şüpheliler hem PKK, hem DHKP-C hem FETÖ’yle ilişkilendirildi. 10 isim, CHP’nin ‘Adalet Yürüyüşü’nü kaosa çevirip Gezi benzeri hareketlenmeler yaratmaya çalışmakla suçlandı.

Soldan sağa üst sıra: İlknur Üstün, İdil Eser, Özlem Dalkıran

Soldan sağa alt sıra: Nejat Taştan, Nalan Erkem, Günal Kurşun

Tutuklular arasında Alman vatandaşı Hivos üyesi Peter Staudtner ve Eşit Haklar İçin İzleme Derneği’nden İsveç vatandaşı Ali Gharavi de bulunuyor. Diğer tutuklu kişiler ise şöyle:

Helsinki Yurttaşlık Derneği: Nalan Erkem

Kadın Koalisyonu: İlknur Üstün

Uluslararası Af Örgütü Türkiye Direktörü İdil Eser

Helsinki Yurttaşlar Derneği: Özlem Dalkıran

İnsan Hakları Gündemi Derneği: Günal Kurşun ve Veli Acu

Tutuksuz yargılanan isimler ise şöyle:

Eşit Haklar İzleme Derneği: Nejat Taştan

Hak İnisiyatifi:  Şeyhmus Özbekli

 

(Diken)

 

Nate alarmı: Petrol ve doğalgaz üretim platformlarının yüzde 40’ından fazlasına tahliye kararı

İklim değişikliği nedeniyle ısınan okyanus suları nedeniyle sıklığı, büyüklüğü ve etkisi artan Atlantik okyanusu kasırgaları etkili olmaya devam ediyor.

ABD İçişleri Bakanlığına bağlı Güvenlik ve Çevre Uygulama İdaresi (BSEE), Nate kasırgası nedeniyle Meksika Körfezi’ndeki petrol ve doğalgaz üretim platformlarının yüzde 40’ından fazlasının tahliye edildiğini açıkladı.

Nate kasırgası, ABD’nin enerji üretimine daha büyük darbe vuracak

İdare, bölgedeki günlük bir milyon 615 bin varillik petrol üretiminin yüzde 92 oranında ve 70 milyon 220 bin metreküplük doğalgaz üretiminin de yüzde 77 oranında durdurulduğunu bildirdi.

Kasırga nedeniyle ayrıca, ABD Sahil Güvenliğinin emriyle Louisiana’dan Florida’ya kadar olan bölgedeki tüm limanlar güvenlik nedeniyle kapatılacak.

Ulusal Kasırga Merkezinden yapılan açıklamada da Nate kasırgasının ABD kıyılarına vardığında “ikinci kategori” şiddetine ulaşacağı belirtilerek, kasırganın saatte 154-177 kilometrelik yıkıcı rüzgarlara yol açabileceği uyarısında bulunuldu.

Bunlar dikkate alındığında, Nate kasırgası, ülkenin enerji üretimini Meksika Körfezi’nde etkili olan Harvey kasırgasından en az 3 kat daha fazla sekteye uğratmış olacak.

(Enerji Enstitüsü)

Vize yasağı ve ABD’nin sopası… – Foti Benlisoy

Bu yazı baslangicdergi.org/ dan alınmıştır

Theodore Roosevelt, ABD’nin denizaşırı bir emperyal güç haline gelmeye başladığı 20. yüzyılın ilk yıllarında başkan olmuştu. ABD tarihinin “kovboyvari” ve en maço başkanlarından olan Theodore Roosevelt’in dış siyaset perspektifi, onun sıkça kullandığı “yumuşak konuş ve büyük bir sopa taşı” ifadesiyle hatırlanır. Roosevelt, müstakbel bir küresel hegemon güç olarak ABD’nin diplomasiyle askeri güç tehdidini (ya da kendisini) aynı anda seferber etmesi gereğini vurguluyordu bu sözleriyle. Bu vurguya o yıllarda “büyük sopa diplomasisi” denilecek ve sopalı Roosevelt popüler bir karikatür konusu haline gelecekti.

Mizaç olarak “Teddy” Roosevelt’i hayli andıran Trump da yumuşak konuşup (daha birkaç hafta Erdoğan’a iltifatlar edip ona “hiç olmadığı kadar yakınız” dememiş miydi) Türkiye’ye vize yasağıyla sopasını göstererek selefinin izinde olduğunu mu göstermeye çalıştı bilinmez. Mesele elbette Trump’ın niyet ve mizacıyla ilgili değil. ABD müesses nizamında Erdoğan yönetimine karşı daha sert bir tutum alınması gerektiği yönünde bir konsensüsün (hatta kısmen Trump’a rağmen) yerleşmeye başladığı yorumunda bulunanlar çok.

Sert tutum demişken… ABD açısından Türkiye’yi İran, Libya, Suriye, Yemen, Kamboçya ve Belarus ligine sokan vize yasağının ABD vatandaşlarının, özellikle de konsolosluk çalışanlarının tutuklanmasına karşı sıradan bir “misilleme” olduğunu söylemek mümkün değil. İki ülkenin diplomatik tarihinde bilebildiğim kadarıyla eşi olmayan bu hamleyle ABD çıtayı bir hayli yükseltmiş oluyor. Türkiye fiilen izole edilen bir ülke haline geliyor. Amaçlanan, sopayı sallayarak Erdoğan’ı geri adım atmaya zorlamak.

Siyasal iktidarın bu tutum karşısında nasıl pozisyon alacağıysa henüz meçhul. Bu satırlar yazılırken dışişleri kaynakları konu hakkında bir açıklama hazırladıkları açıklamasında bulunuyorlardı (şaka değil). Ancak Erdoğan’ın bu kez de kamuoyu önünde milli hisleri bol keseden okşayan bir Batı karşıtı demagojiye başvururken kapalı kapılar ardında ABD yönetimiyle bir uzlaşı aramayı deneyeceği tahmin edilebilir. Fakat bunun artık tutabilecek bir yöntem olmadığının belki kendisi de farkındadır. Koşullar onu “ileriye doğru kaçmaya”, yani reste restle karşı koymaya iter mi göreceğiz.

Ancak bir noktada tereddüde mahal olmamalı: ABD’nin (ya da elbet Almanya’nın) Türkiye yönetimiyle önce örtük, şimdiyse giderek açıktan yürüyen bu ihtilafının ardında, (eskilerin deyimiyle) Düvel-i Muazzama’nın demokratik değerlere olan bağının ilgisi yok. Batı Bloku’nun lider ülkelerinin Türkiye’deki oluşum halindeki şefçi (Bonapartist) rejimle ihtilafı, işin aktüel boyutları bir yana, esas olarak iki ana başlık dolayısıyladır:

  • Uluslararası sistemdeki hegemonya bunalımının neticesi olan istikrarsızlık, Türkiye’deki siyasal iktidarın manevra kabiliyetini artıran bir işlev gördü. Ancak AKP hükümetleri bu alanı, Türkiye devletinin iktisadi-siyasal-diplomatik kapasitesini zorlayacak ve onu Batı Bloku’nun kimi öncelikleriyle açıkça ters düşecek bir heves ve iddiayla kullanmaya kalktı. Siyasal iktidar, uluslararası sistemdeki “özerk hareket alanını genişletme” arayışında geçmişteki muadillerine göre çok daha ısrarcı, “ideolojik” bir liderlik görüntüsü vermeye başladı. Türkiye, dış siyasette daha fazla “özerklik” arayışı dolayısıyla “büyük güçler” nezdinde giderek öngörülemez-güvenilemez bir uluslararası aktör halini aldı (sadece S-400 örneğini ya da Astana’yı hatırlatmak yeter). Bu durum, mevcut iktidar açısından çok ciddi sorunlara yol açabilecek bir risk faktörüdür. Daha şimdiden uluslararası planda tecrit anlamına gelen, hatta “korsan-serseri devlet” muamelesini akla getiren bir manzara hâkim olmaya başladı.
  • Yabancı sermaye ulusal iktidar bloklarına otonom bir toplumsal güç olarak doğrudan katılmaz. Bunun yerine onun iktidar bloku ve devlet içindeki varlığı, ulusal ölçekteki sermayenin şu ya da bu yabancı sermayeye bağlı fraksiyonlarınca dolayımlanır. Şefçi yeni rejimin devletin birlik ve bütünlüğünü onu Erdoğan’a teslim ederek sağlamaya girişmesi, bu dolayımı riske sokan bir gelişmedir. Erdoğan’ın sermaye sınıfını (toplumsal ve ekonomik olarak değil ama) “siyaseten mülksüzleştirmeye” girişmesi, yani özellikle Batı Bloku’yla tarihsel bağları olan sermaye kesimlerinin siyasal etki ve müdahale kapasitesini akamete uğratması, bu Blokun önderlerini rahatsız eden bir girişimdir. Yani ABD ya da Almanya’yı Erdoğan yönetimine karşı ajite eden şey, genel bir demokratik duyarlılık değil, belli sermaye kesimlerinin siyasal kapasitesine darbe vurulmasına ilişkin bir reaksiyondur.

Yani meselenin bizim anladığımız demokrasiyle ilgisi yoktur ve yukarıda kabaca anılan bu iki alanda bir uzlaşı, daha doğrusu güç dengelerini hesaba katan bir yeni denge oluşmadıkça Türkiye’nin uluslararası ilişkilerinde bir normalleşme pek mümkün görünmemektedir. Neticede işimiz müneccimlik olmadığından bizler açısından esas sorun, ABD öncülüğündeki emperyalist kampa da ona bir rakip olarak temayüz etmekte olan, “formasyon halindeki” emperyalist kampa karşı da ikircimsiz karşı olan, kelimenin gerçek anlamıyla antiemperyalist bir tutumu nasıl yaygınlaştırabileceğimiz meselesidir. Çünkü bunu yapamadığımız takdirde, önümüzdeki dönemde “büyük güçler” karşıtlığını muktedirleri aklama-meşrulaştırma aracı kılan, demagojik mahiyeti açık, antisemitizme bulanmış şu “aptalların antiemperyalizminden” çok çekeceğiz gibi görünüyor…

 

Bu yazı baslangicdergi.org/ dan alınmıştır

 

Foti Benlisoy

‘Devlet’ her zaman haklıydı… – Murat Sevinç

Bu yazı diken.com.tr sitesinden alındı

Devlet, 1924 Anayasası ile 1921 Anayasası’nın muhtariyet (yerel özerklikler) sistemini çöpe atar ve katı üniter yapıyı benimserken, haklıydı. Doğrusu oydu. Karşı çıkanlar, haindi.

Devlet İstiklal Mahkemeleri kurduğunda haklıydı, yargılamalar adalet duygusu gözetilerek, adil yapıldı. Karşı çıkanlar, haindi.

Devletin Sünni-Türk temelli kuruluşu, asimilasyon ve sindirme siyaseti doğruydu. Karşı çıkanlar, haindi.

Devlet 1930’da kendi kurdurduğu partinin kapanmasını isterken haklıydı. Karşı çıkanlar, haindi.

Devletin Şark Islahat Planı doğruydu, kusursuz ve gerekli bir plandı. ‘Tedil ve tenkip’ yöntemini/siyasetini benimsemek doğruydu ve gerekliydi. Karşı çıkanlar, haindi.

Devletin Güneş Dil Teorisi ve muadili projeleri doğru adımlardı. Karşı çıkanlar, haindi.

Devletin Tunceli Kanunu, doğru bir adımdı, gerekliydi. Karşı çıkanlar, haindi.

Devletin 1938 Dersim Harekâtı doğru ve gerekliydi. Karşı çıkanlar, haindi.

Devletin 1930’larda ve 1940’larda uyguladığı laiklik siyaseti, yorumu son derece doğruydu, gerekliydi. Karşı çıkanlar, dinci ve haindi.

Devletin 1940 tarihli Milli Korunma Kanunu doğruydu, gerekliydi. Karşı çıkanlar milli menfaatlere aykırı davranan, hainlerdi.

Devletin 1942 tarihli Varlık Vergisi Kanunu ve ‘sermayenin milli unsurlara transferi’ doğruydu, gerekliydi. Gayrimüslümlerin Aşkale’ye sürgün edilmesi doğru ve gerekliydi. Karşı çıkanlar, milli menfaatlere aykırı davranan, hainlerdi.

Nazım Hikmet’in, diğerlerinin, cezaevinde tutulması, mahkûmiyetleri, sürgünleri doğruydu. Yargı bağımsızdı. Âli menfaatler söz konusuydu. Karşı çıkanlar, komünist hainlerdi.

Devletin Dünya Savaşı sonrası tercihleri doğruydu, ABD’nin kuyruğuna takılmak bir mecburiyetti. Karşı çıkanlar, milli menfaatlere aykırı davranan komünist hainlerdi.

Devletin 1945 sonrası, iktidar-muhalefet ortaklığıyla Türkiye solunu, parti ve örgütlerini tasfiye etmesi doğru ve gerekliydi. Karşı çıkanlar, milli menfaatlere aykırı davranan, komünist hainlerdi.

Devleti 1950’lerde doğru siyaset yürüttü. Kore’ye asker göndermek son derece yerindeydi. Anti-demokratik yasalar gerekliydi. Petrol Kanunu elzemdi. Köy Enstitüleri’nin kapatılması doğruydu. 1957 seçimlerinde Kırşehir’in ilçe yapılması, Malatya’nın ikiye bölünmesi bir gereklilikti. Bölükbaşı dâhil milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılıp yargılanması gerekiyordu, yargılandılar. Nisan 1960’ta Tahkikat Komisyonu son derece gerekliydi. Karşı çıkanlar, ‘mili irade’ye baş kaldıran, memleket menfaatlerine karşı çalışan bozgunculardı, hainlerdi.

Devletin 27 Mayıs Darbesi’ni ‘Hürriyet ve Anayasa Bayramı’ ilan etmesi bir gereklilikti, doğruydu. Karşı çıkan gericiler, hainlik ediyordu.

Devletin üç siyasetçiyi idamı gerekliydi, doğruydu. O yargılamalar adildi. Asılmaları gerekiyordu. Asıldılar. Karşı çıkanlar, milli menfaatlerden habersizdi.

Devletin 12 Mart müdahalesi, hükümetin istifası, anayasa değişiklikleri, yargılamalar, işkenceler doğruydu, gerekliydi. Karşı çıkanlar, doğru menfaatin ne olduğunu bilmeyen hainlerdi.

Devlet 12 Mart sonrası üç genç devrimciyi idam ederken haklıydı. Doğru karardı. Demirel ve muadilleri, TBMM’de idama el kaldırmakta haklıydı. Karşı çıkanlar, komünist hainlerdi.

12 Mart ardından SBF Dekanı Mümtaz Soysal’ın cezaevine gönderilmesi doğruydu. Tuvalet temizlettirilmesi gerekliydi. Soysal komünistlik etmişti. Milli menfaatlerle bağdaşmayan satırların yazarıydı. Diğer onlarca hoca ve yazar gibi. Yargılanmalı, cezaevinde tutulmalıydı. Karşı çıkanlar, ‘Sovyet uşağı’ hainlerdi.

Devlet Milli Nizam Partisi ve Türkiye İşçi Partisi’ni kapatmalıydı. Bölücülük, dincilik ve komünistlik yapıyorlardı. Partilerin kapatılması, doğruydu. Milli menfaatler bunu gerektiriyordu. Yargı, her zaman olduğu gibi bağımsızdı ve tabii ki kararları Yüce Türk Millet adına veriyordu. Karşı çıkanlar, dinci ve komünist hainlerdi.

Devlet 1970’lerde grevlerin üzerine gitmeliydi. Olacak iş değildi. Anayasal özgürlükler fazla boldu, Türkiye’ye çoktu, elbise daraltılmalıydı. Sermaye korunmalıydı. Sermayedarın dediği olmalıydı. Karşı çıkanlar, milli menfaatlerden habersiz yabancı unsurlardı, hainlerdi.

Devlet 1980’de gereğini yaptı. Siyasetçiler yönetmeyi beceremiyordu, paşalar geldi. Üç yıl boyunca çıkarılan tüm yasalar gerekliydi. Karşı çıkanlar haindi.

Devlet 1982 Anayasasını yapmalı, sermaye ve devletin menfaatlerini yurttaştan ve işçiden korumalıydı. Doğrusu buydu. Yapım sürecinde anayasayı eleştirmek dahi yasaktı, haklıydılar. Eleştirenler, haindi.

Devlet 1980’lerde çok sayıda gazeteciyi cezaevine gönderdi. Gâvur Avrupa’dan bir soru yöneltildiğinde, Kenan Evren ve çevresinde pervane olan siyaset/basın erbabı, “Onlar gazeteci değil, terörist” diyordu. Haklıydılar. Hepsi teröristti. Kenan Evren doğru söylüyordu. Karşı çıkanlar, bölücü hainlerdi.

Devlet Anayasa ile siyasetçilere siyaset yasağı getirmekte haklıydı. 1987’deki halkoylamasında ‘Dönmesinler, dönerlerse ülke kan gölüne döner’ propagandası yapan ‘demokrat’ Turgut Özal haklıydı. Doğru bir tavırdı. Evren’in yasakladığı siyasetçiler, bir süre daha dönmemeliydi. Karşı çıkanlar, ülke menfaatlerini umursamayan hainlerdi.

Devlet Diyarbakır Cezaevi’nde doğru işle yapıyordu. Yapmalıydı. Akıl almaz işkenceler gerekliydi. Karşı çıkanlar, bölücü hainlerdi.

Devlet solu ezip geçerken haklıydı. Dinciler palazlandırmalıydı. Yeşil kuşağa gereksinim vardı. Karşı çıkanlar, milli menfaatler aleyhine çalışanlardı, haindi.

Devlet neo-liberalizmi benimsemekte haklıydı. Serbest piyasa tek seçenekti. Canımız, sermayenin varlığına armağan olsundu. Karşı çıkanlar, örümcek kafalı solcu ve hainlerdi.

Devletin 1990’lardaki Kürt siyaseti doğruydu. Çiller ve Ağar doğrusunu yaptı. Asker haklıydı. Hepsi haklıydı. Karşı çıkanlar bölücüydü, haindi.

Devlet Ahmet Kaya’ya o davaları açarken haklıydı. Gazeteler ‘Vay şerefsiz’ manşetlerini atarken haklıydı, en doğrusu buydu. Ahmet Kaya elbette linç edilmeliydi. Haklıydılar ve evet, ‘Herkes oradaydı.’ Karşı çıkanlar, vatan haini bölücülerdi.

Devlet partileri kapatırken haklıydı. Tüm İslamcı ve Kürt partileri, komünist partiler kapatılmalıydı. Siyasal sorunlar mahkemede çözülürdü çünkü! Elbette haklıydı, devletin menfaatleri doğrultusunda o kapatma kararlarını verenler. Karşı çıkanlar, kendini bilmez hainlerdi.

Devletin mahkemeleri üniversitede türbanı yasaklayan kararları verirken haklıydı. Kararlar doğru ve gerekliydi. Karşı çıkanlar, liberal ya da dinci hainlerdi.

Devletin AYM’si 367 kararını verirken haklıydı. Karar doğruydu. Mahkeme kural uyduracak değildi ya. Haklıydı AYM. Yargı bağımsızdı, yansızdı nihayetinde. Karşı çıkanlar, ya liberal ya da dinci hainlerdi.

Devlet İstanbul Belediye Başkanını, okuduğu şiir nedeniyle hapse atarken haklıydı. Karar doğruydu. Muhtar bile yapmamak gerekiyordu. Ayrıca şiir nedeniyle değil yahu, ‘halkı kin ve nefret…’ gibi tumturaklı bir gerekçeyle ceza almıştı. Yargı tarafsızdı. İddianame doğruydu. Karar doğruydu. Karşı çıkanlar, hiç kukusuz hainlik ediyordu.

Devlet 2010’da yargıyı ‘kankasına’ teslim ederken haklıydı. HSYK’deki seçim doğruydu. Yüce Allah verdikçe veriyordu! Ergenekon, Balyoz, şu bu… Hepsi kusursuz ve adil yargılamalardı. Devlet bağırsaklarını temizliyordu. TV’ye çıkan ‘devlet adamları’, devlet kadrolarının Cemaat’e peşkeş çekildiği iddialarına ‘kargaların dahi güleceğini’ buyuruyordu, yılışık yüz ifadeleriyle. Olup bitene karşı çıkanlar, ‘darbe sever’ hainlerdi.

Devlet hep haklıydı. Yurttaş çoğunluğu hep alkışladı. Merkez basın her zaman devletinin yanındaydı. ‘Sadece soruyorum’ tipi yazalar hiç eksik olmadı. Alkışlamayanlar, haindi.

Vesaire, vesaire, vesaire, vesaire…

Devlet bugün de tüm eylem ve işlemlerinde haklı kuşkusuz. Köprü, yol ihalelerinde en doğrusunu yapıyor. Her uygulaması şahane. Mesela TEOG’un iyi bir sistem olduğuna karar verirken de, berbat bir sistem olduğuna karar verirken de, haklı. Karşı çıkanlar bozguncu ve hain.

AKP’nin ve Devlet’in başı “AKP kaybederse Türkiye kaybeder” derken çok haklı. Doğru bir yorum bu. Muhalefet partileri kendilerini feshetmeli ve memleket menfaatini düşünen her yurttaş AKP için çalışmalı. Karşı çıkanlar, kuşkusuz bozguncu hainler.

Devlet “İçeridekiler gazeteci değil, terörist” derken haklı. Doğru değerlendirme. Katılıyorum. Katılmayanlar, hainler ve teröristler.

Devlet kimi siyasetçilerin cezaevinde olması gerektiğine karar verdi. Haklı. Ayrıca kararı veren yargı organları, bağımsız. Hatta hiç bu kadar bağımsız olmamıştı. Haklı ve doğru kararlar bunlar. Karşı çıkanlar, vatan haini.

Devlet şimdi de, imzacı akademisyenleri yargılayacak. Çok doğru, yerinde bir karar. Okuyabildiğimden anladığım, şahane bir iddianame. İddiayı destekleyecek delil yok! Olsun, delil dediğin fuzuli iş. Peki, AİHM ve AYM kararları? Ne kararı ulan, ne hukuku ulan, ne yasası ulan! Özür dilerim, aklım bir an hukuka gidiverdi. Nefis ve kesinlikle doğru bir karar. Yargılanmalılar. Bedel ödemeliler. Kanlarında banyo yapmak isteyenler, ödüllendirilmeli. Doğrusu bu. İddianameyi yazanı ve söz konusu kararlılığı takdirle karşılıyorum. Karşı çıkanlar vatan hainleri, kuşkusuz.

Devlet haklıdır. Yargı bağımsızdır. Sorgulamak, karşı çıkmak, ihanettir.

Allah akıl fikir versin. Ama verecek olsa herhalde yüz yılda verirdi.

Vermeyecek belli ki…

Bir teşekkür: Oyuncu Meltem Cumbul’u ‘yerinde eylemi’ nedeniyle kutlarım. Herkesle tokalaşmamakta ve selam vermemekte büyük yarar var. Ah tabii, eleştirenler kesinlikle haklı ve Cumbul bozgunculuk ediyor. Yine haklılar, hiç kuşkusuz!!!

Murat Sevinç – Diken

ABD Türkiye’den vize başvuru kabulünü durdurdu

ABD Büyükelçiliği bu gece yaptığı açıklamayla Türkiye’de ABD’ye yönelik vize başvurularının durdurulduğunu açıkladı. Büyükelçiliğin twitter hesabında yapılan açıklama şöyle:

“Son zamanlarda yaşanan olaylar ABD hükümetini, Türkiye Cumhuriyeti’nin ABD misyonunun tesisleri ve personelinin güvenliğine ilişkin taahhütlerini yeniden değerlendirmek zorunda bırakmıştır. Söz konusu değerlendirme sürecinde, Büyükelçiliğimiz ve Konsolosluklarımıza gelen ziyaretçi sayısını en aza indirmek amacıyla, şu andan itibaren geçerli olmak üzere, Türkiye’deki tüm ABD diplomatik misyonlarındaki göçmen olmayan vize hizmetleri askıya alınmıştır.”

ABD Büyükelçiliği’nin Türkiye’ye vizeleri askıya aldıklarını duyurmasının ardından, Türkiye’nin Washington Büyükelçiliği benzer bir açıklama yaptı ve Türkiye’nin ABD vatandaşlarına uyguladığı vize ve e-vize uygulamalarının askıya alındığını duyurdu.

 

(Yeşil Gazete)

ICAN, you can, we can! Evet Yapabiliriz!

2017 Nobel Ödülü, Nükleer Silahların Yasaklanması Anlaşması’nın hayata geçirilmesi için Dünya çapında büyük çaba harcayan bir kampanyaya verildi. Ödülün sahibi, ICAN, 7 Temmuz günü nükleer silahsızlanmanın 122 ülke tarafından kabul edilmesine liderlik ederek yıllardır olduğu gibi dünyaya bir alternatif daha sunmaya çalışmıştı.

ICAN’e verilen ödül nükleer silahsızlanma çabalarını onurlandıran ilk ödül de değil. Nobel Barış Ödülü,   10 Aralık 1985 tarihinde soğuk savaş döneminde deneyimlenen nükleeer savaşın yaşamsal maliyetlerine karşı mücadele yürüten  Nükleer Savaşa Karşı Hekimler(IPPNW)’e de verilmişti.   Esasen uzun yıllardan beri IPPNW Dünya Yönetim Kurulu üyesi olan Bill Williams ve Tilman Ruff   IPPNW Avustralya seksiyonunun önde gelen üyeleri olarak nükleer silahsızlanma yolunda kampanyalar yürütüyor, IPPNW Dünya Başkanı Malezyalı Hekim Ron MacCoy’un da katkısı ile kampanya şekilleniyor. Sonuç olarak IPPNW Dünya Yönetimi böyle bir  kampanyayı başlatma kararını alıyor ve bu harekete  yıllardır nükleer silahların ortadan kaldırılması  için mücadele eden diğer tanınmış örgütlerin de iştirak etmesiyle  IPPNW ile diğer “uzman ” kuruluşların bilgi tecrübe ve kaynakları  seferber  ediliyor. Nihayet, güçlü bir örgütlenme olan IPPNW Avustralya seksiyonu tarafından  ICAN  kurularak nükleer silahsızlanma yolunda verilen mücadeleye 2007 yılında  uluslararası form kazandırılıyor. Bugün de Dünya genelinde barış yolunda yapılan işlere verilen ödülün böyle bir süreçten geçen  çabayı onurlandırması aslında konunun ne kadar gündemimizde olduğuna da dikkat çekmesi açısından önemli. Zira  daha bir ay önce Kuzey Kore, Japonya açıklarına Hidrojen bombası atarak nükleer silahlanma konusundaki ilerlemesini gözler önüne sermedi mi?

Her ne kadar Kuzey Kore’nin bu hamlesi ABD’nin kendisine uyguladığı yaptırımları kaldırması için  şimdilik gövde gösterisinden ibaretse de yarın, bu tür eylemlerin nükleer savaşı başlatmayacağının garantisi yok. Açıkçası ancak  nükleer silahlanma  ile güç dengesinin sağlanacağını, dünya barışının bu şekilde mümkün olacağını sananlar  büyük bir yanılgı içinde.

“Her şehrin kendi bombası vardır…”

Nobel Barış Ödülü’nün bu sene edebiyat dalındaki sahibi Kazuo Ishiguro ise Hiroşima gibi Atom bombasının mağduru olan Nagasaki şehrinde 1954 yılında dünyaya gelmiştir. Ishiguro kendisiyle yapılan bir mülakatta 6 yaşında ailesiyle ülkeyi terk ettiğini, uzunca bir süre her şehrin kendi bombası olduğunu sandığından bahseder. Annesi de bir hibakuşa* olan Ishiguro  için bomba  hayatın bir parçası olacak kadar sıradan gelmiştir,  sonra ansiklopedilerden araştırarak Nagasaki’nin acı bir tarihe tanıklık ettiğini anladığından bahseder.

Esasen doğru olan Ishiguro’nun  ilk sanısıdır, her şehrin kendi bombası vardır. Zira  ABD Başkanı tarafından sunularak 1953 yılında “yıkıcı olan atom enerjisinin yapıcı amaçla kullanılmasını vadeden Barış için Atom Girişimi”nin  akabinde  dünya genelinde bir nükleer silahlanma  yarışı da  başlar. IPPNW tarafından yürütülen araştırmalara göre dünya genelinde özellikle yerli halkların yaşadığı adalarda  2000 nükleer test gerçekleştirilmiştir ve  bu testlerde Hiroşima’ya atılan nükleer bomba gücünde 29 bin nükleer bomba (uranyum, plutonyum, hidrojen bombaları)  kullanılmıştır.  Nagasaki gibi bir çok şehrin  bombası olmuştur hatta Kazakistan’daki Semipalatinsk’in,  Fransız Polinezyası’nın, Kritibati Adaları’nın onlara, yüzlerce bombası olmuştur.  Öyle ki, 1960’lardan itibaren yapılan nükleer testlerin neticesinde oluşan radyoaktif kirliliğin başta okyanus adalarında yaşayan yerli halkın olmak üzere 20 milyondan  fazla insanın hayatına mal olduğuna ilişkin bir öngörü bulunuyor. Nükleer silahsızlanmanın gerekliliği konusunda atılan adımlar, 1963 yılında  yer altı ve atmosferik testlerin yasaklanmasını sağlamış, deniz altında devam eden testler de nihayet 1968 yılında yasaklanmıştır. Şüphesiz anlaşmalar yapılsa da ihlallere karşı her hangi bir kontol ve yaptırım gücü bulunmadıkça mücadeleye devam etmek gerekmiştir.

1982 yılında New York’ta nükleer enerjiye karşı ve nükleer silahsızlanma için toplanan 1 milyon kişi

Nitekim 1982 yılında Birleşmiş Milletlerin  Nükleer Silahsızlanma konusundaki  girişimlere New York’taki Central Park’ta  toplanan 1 milyon kişi destek verir.  Bu eylem de  savaş karşıtı en büyük eylem olarak tarihe geçer.  1996 yılında ise en geniş kapsamlı  Nükleer Testlerin Yasaklanması Anlaşması, Birleşmiş Milletler tarafından imzaya açılır ve ilk kez nükleer silahları olduğu bilinen Çin, Fransa, İngiltere, Rusya anlaşmayı imzalar, yalnızca Hindistan  imzalamaktan imtina eder. Türkiye ise 1981’ de Nükleer Silahsızlanma Anlaşmasını imzalamışsa da bir NATO üyesi olarak 1990’dan beri ABD’ye ait nükleer başlıklı füzeleri toprakları içinde tutan bir ülkedir.

Nükleer zincir çözülmedikçe nükleer silahlanmadan kurtulmak hayal…

Bu noktada  nükler silahların en ufak bir ulusal tehdit karşısında başvurulması muhtemel bir araç olarak el altında tutulmasına devam edildiğini anlıyoruz. Hele ki nükleer gücün ticari kullanımı, nükleer silahların ham maddesi olan uranyumun yer altından çıkarılması dünya genelinde kabul görürken, kalkınma aracı olarak değerlendirilirken  nükleer silahlardan yasaklarla kurtulmak bana pek mümkün görünmüyor. “Hibakuşalar Olmasın!” Sergisi ve sunumuyla da anlatmaya gayret ettiğimiz gibi nükleer silahlanma uranyum madenciliğinden, nükleer santrallere, nükleer santrallerin atıklarına kadar uzanan bir zincirin içinde vücut buluyor. Nükleer silahlanma ve nüklerin ticari kullanımının eninde sonunda yolları kesişiyor. Nükleer silahlanma karşısında mücadele verenler, nükleer santrallerin kurulmasının , dahası uranyum madeninin sağlık sektörü haricinde kullanımının da önüne geçecek aksiyonlar almalıdır.

Savaş karşıtı bir eylemden

Bu bağlamda Nükleer silahlanmanın tümden önlenebilmesi için Uluslararası Nükleer Silahları Yok Etme Kampanyası (International Campaign to Abolish Nuclear Weapons – ICAN) ICANYapabilirim!”şeklinde okuyarak aldığım ilhamla “Yapabiliriz!”demek istiyorum.

Nobel Ödülü’nü alan barış girişimi ICAN bize sesleniyor “Ben yapabildim!” Öyleyse “Yapabilirsiniz, dahası birlikte yapabiliriz!” Nükleer santralleri tarihe gömerek, ona ham madde sağlayan uranyumu yerin altında bırakarak , atıkların yeniden işlenmesini  önleyerek ki bunların her biri bize hibakuşa olmaktan başka bir şey vadetmiyor; hayatımızdan tüm üyle çıkarabilirsek eğer, işte o Nobel Barış Ödülü’nü Dünya kardeşliği alır!

[*] Hibakuşa : Atom bombası atıldıktan sonra Japonyada Radyasyon mağduru insanlara verilen  ad.

Pınar Demircan 

(Yeşil Gazete) 

Nagazakili Ishiguro’dan nükleer karşıtı kampanyaya – Pelin Cengiz

Bu yazı artigercek.com sitesinden alındı

Bu yıl verilen Nobel ödüllerinde ilginç bir tesadüf vardı. Nobel Edebiyat Ödülü’nü yazar ve senarist Kazuo Ishiguro kazandı. 1954’te Japonya’nın Nagasaki kentinde dünyaya gelen Ishiguro, daha sonra ailesiyle birlikte İngiltere’ye göç etmiş.

Malum, bundan tam 72 yıl önce ABD Hava Kuvvetleri, Nagasaki kentine atom bombası atmış, en az 70 bin kişinin ölümüne sebep olmuş, geride büyük bir felaket bırakmıştı.

Ishiguro’nun doğumundan bir yıl sonra 1955 yılında Nobel Barış Ödülü almış 18 bilim insanı nükleer silahlara karşı bir deklarasyon (Mainau Deklarasyonu) yayınladı, bu 18 kişiye daha sonra 34 bilim insanı daha katıldı.

Ne tesadüf ki, bu yıl Nobel Barış Ödülü’ne de, Nükleer Silahların Ortadan Kaldırılması İçin Uluslararası Kampanya (International Campaign to Abolish Nuclear Weapons – ICAN) layık görüldü.

Dünyanın gündeminde Kuzey Kore’nin altıncı nükleer denemesinden sonra Washington ile Pyongyang arasında tırmanan gerginlik ve ABD Başkanı Donald Trump’ın ağır bir dille eleştirdiği İran nükleer anlaşmasının geleceği konusundaki belirsizlikler var.

Nükleer savaş ihtimallerinin konuşulduğu ve nükleer silahların karşılıklı tehdit unsuru olarak kullanıldığı günlerde, Nagasaki doğumlu bir yazar Nobel Edebiyat Ödülü için seçilirken, Nobel Barış Ödülü’nün de nükleer silah karşıtı kampanyaya verilmiş olması tesadüfün yanı sıra son derece isabetli de oldu. Doğru bir zamanda, doğru bir karar olarak nitelendirilebilir.

Çok yakın bir zamanda Times Higher Education tarafından yapılan çalışmada, Nobel ödülü sahibi 50 kişiye insanlık için en büyük tehditlerin neler olduğu sorulmuş. Yüzde 34 ile birinci sırada çevresel bozulma en büyük tehdit olarak görülürken, ikinci sırada ise yüzde 23 ile nükleer savaş yer almış. Nobel ödülüne bugüne kadar hak kazanmış kişilerin de nükleer tehdide dikkat çekiyor olması önemli.

Aslında nükleer meselesi daha önce de Nobel’in gündemine girmişti. 1985 yılında Nobel Barış Ödülü, Nükleer Savaşın Önlenmesi için Uluslararası Hekimler Birliği’ne (International Physicians for the Prevention of Nuclear War – IPPNW) verilmişti.

Ödülün verilmesinin üzerinden bir yıl bile geçmeden insanlık tarihinin en büyük nükleer felaketlerinden biri olan Çernobil’in meydana gelmiş olması da epey manidar. Bu haliyle nükleerin tüm dünyanın başına açtığı ve muhtemelen açacağı tehditlerin zamanlar üstü bir gerçekliği var.

Bu ödül şüphesiz, dünyanın neresinde olursa olsun nükleer karşıtı aktivizm için de çok önemli bir kilometre taşı olarak görülmeli. Gerek nükleer silahlar ve gerekse nükleer santraller, içinde bulundukları devletlerin sorumluluğundan çok daha fazlasını, bütün bir gezegende yaşayanları ilgilendiriyor. O sebeple, nerede olursa olsun, hangi ülkede yapılırsa yapılsın, nükleerin yıkıcı olumsuzluklarından tüm dünya etkileneceği için, insanlığın nükleere karşı direnişi çok temel bir yaşam hakkıdır.

Zaten Nobel Komitesi Başkanı Berit Reiss-Andersen de, ödülün ICAN’e verilmesiyle ilgili olarak, “ICAN, nükleer silah kullanımının feci insancıl sonuçlarına dikkat çekmek için yaptığı işler ve bu silahların yasaklanmasını temel alan anlaşmanın başarıya ulaşması için sarf ettiği çabalardan ötürü Nobel Barış Ödülü’ne layık görüldü. Nükleer silahların kullanılma riskinin uzun bir zamandır hiç olmadığı kadar yüksek olduğu bir dünyada yaşıyoruz” dedi.

ICAN’ın yönetici Beatrice Fihn’in, “Güvenlik nedeniyle nükleer silah bulundurmaya devam ederek kabul edilemez bir davranış sergileyen bu ülkeler için bir mesaj olduğunu düşünüyorum. Son zamanlardaki nükleer savaş tehditlerine bakın, kendinizi güvende hissediyor musunuz?” sorusu da aslında herkesi bu konuda düşünmeye sevk etmeli.

Peki ICAN tam olarak ne yapıyor, biraz ondan bahsedelim. 2005’te nükleer silahların yasaklanması için uluslararası kampanya yürütülmesi düşüncesiyle iki doktorun attığı adımlar 2007’de faaliyete dönüştü. Bill Williams ve Tilman Ruff tarafından Melbourne’de kuruldu. ICAN, 10 yılda 101 farklı ülkede 468 partner kuruluşla birlikte çalışan bir uluslararası organizasyona dönüştü. Hiçbir karşılık beklemeden dünya çapında nükleer silahların ortadan kaldırılması için çalışan ICAN, geniş bir uluslararası aktivist ittifakına sahip.

Özellikle ICAN aktivistlerinin uyguladığı baskı sayesinde temmuz ayında BM’de 122 ülkenin onayladığı Nükleer Silahların Yasaklanması Antlaşması kabul edildi. Burada ICAN’in katkısı büyük oldu. Anlaşma, 20 Eylül’de imzaya açıldı, ancak aralarında ABD, Almanya ve Rusya’nın da bulunduğu dokuz nükleer güç anlaşmaya karşı çıkıyor. İmzalamayanlar arasında Türkiye’nin de olduğunu, hatta oylamaya bile katılmadığını hatırlatalım.

Antlaşmada, nükleer silahların tüm dünyada kaldırılması hedef olarak gösterilse de, taraflara karşı herhangi bir yaptırım uygulanması öngörülmüyor. Ancak, nükleer silah karşıtı ülkeler ve ICAN gib kuruluşlar, antlaşmayı bu silahların tamamen imhasına gidecek yolda önemli bir adım olarak nitelendiriyor.

ICAN’ın sitesinde yer alan bilgilere göre, dünyada 15 bin civarında nükleer silah var, bunların pek çoğunun tahrip gücü Japonya’ya atılan bombaların kat kat üstünde. Listeye göre, bunların 7 bini Rusya’da, 6 bin 800’ü ABD’de bulunuyor.

Geçmişte, Hiroşima ve Nagazaki’de yaşananlar bu silahların nelere mal olabileceğini bize gösterdi, tek yapılması gereken şey tüm dünyanın bundan bir an önce ders alıp, silahları imha etmesi. Yoksa kıyamet tehdidi yer an yanı başımızda olmaya devam edecek.

Pelin Cengiz – Artı Gerçek

Nükleer karşıtlarına giden Nobel Barış ödülünü Arife Köse ve Dr. Angelika Claussen’e sorduk

Nobel Barış Ödülü’ne bu sene Uluslararası Nükleer Silahları Yok Etme Kampanyası (International Campaign to Abolish Nuclear Weapons – ICAN) layık görüldü.

Nobel Barış Ödülü’nü aldıklarını öğrendikten sonra ICAN direktörü Beatrice Fihn, “Bunun bir şaka olduğunu düşündük. Bu hem güzel bir sürpriz hem de büyük bir onur” şeklinde konuştu.

Nükleer karşıtı aktivizm için de çok önemli bir kilometre taşı olduğu kuşku götürmez bu ödüle dair görüşlerini almak için nükleer karşıtı aktivizme ömürlerini adamış iki kadına, “ICAN’in Nobel Barış ödülü alması kapsamında düşüncelerinizi, mücadelenin dünden bugüne ve elbette yarına seyrini de kapsayacak şekilde bizimle paylaşabilir misiniz?” dedik.

ICAN kampanyasının eski Türkiye Direktörü Arife Köse ve geçen yıl Yeni İnsan Yayınevi tarafından Türkçe edisyonu da çıkan Nükleer Felaketlerle Yaşamak: Çernobil ve Fukuşima’nın Sağlık Üzerine Etkilerikitabının iki yazarından biri Dr. Angelika Claussen‘ın ödüle dair düşündüklerini tüm Yeşil Gazete okurları ile paylaşıyoruz.

Dünyanın, nükleer tehdidin uzak bir anı olacağı günlere bir an önce ulaşması temennisi ile…

Arife Köse: ‘Nükleer Silahların Yasaklanması Anlaşması’nı Türkiye de en yakın zamanda imzalamalı

ICAN Türkiye eski koordinatgörü Arife Köse

“Bu ödül ICAN’e Nükleer Silahların Yasaklanması Anlaşması’nın (Treaty on the Prohobition of Nuclear Weapons) yürürlüğe girmesi konusunda sergilediği üstün çaba nedeniyle verildi.

7 Temmuz 2017’de kabul edilen ve şimdiye kadar 122 devletin imzaladığı bu anlaşma bölgesel ve küresel gerginliklerin giderek arttığı, savaş tehditlerinin kolaylıkla savrulduğu günümüzde dünya barışı için önemli bir çabayı temsil ediyor. Tüm dünyadaki binlerce nükleer karşıtı ile birlikte bu çabanın bir parçası olmak öncelikle gerçekten gurur ve mutluluk verici.

Bu ödülün haklı gururunu ve mutluluğunu yaşamakla birlikte artık omuzlarımızdaki yük daha fazla. Şimdi Nobel Barış Ödülü’nü almanın da verdiği motivasyon ve güç ile nükleer silahların herkes tarafından konuşulmasını, tartışılmasını sağlamak için daha çok çalışmalıyız.

Arife Köse’nin ödülün açıklanmasının ardından sosyal medya hesabından, “Üç yıl önce Viyana’da nükleer silahların yasaklanması konferansında” notu ile paylaştığı fotoğraf

Barış ödülünü almak çok güzel, o zaman haydi şimdi bu silahların neden hala var olduğunu hep beraber konuşalım. Türkiye’nin ve başta NATO ülkeleri olmak üzere bir dizi devletin neden Nükleer Silahların Yasaklanması Anlaşması’nı hala imzalamadığını konuşalım. İncirlik Üssü’nde bulunan nükleer bombaları konuşalım. Gezegen ve insanlık açısından geri dönülemez yıkıcı sonuçlarını bildikleri halde devletlerin neden hala birbirlerini nükleer silahlar ile tehdit ettiklerini konuşalım.

Artık bu soruların yanıtı sadece “güvenlik” olamaz, artık buna kimse inanmıyor. Nükleer silahlar bırakın güvenliğimizi sağlamayı, güvenliğimize yönelik en büyük tehdidi oluşturan, çok yıkıcı kitle imha silahlarıdır. Yasaklanmalı ve yok edilmelidir. İşte Nobel Barış Ödülü ile birlikte konuşmamız gerekenler bunlardır ve bunları konuşmadan geçersek eksik ve yanlış yapmış oluruz.

ICAN Türkiye’nin uluslararası katılımla Ankara’da gerçekleştirdiği bir toplantı

ICAN, dünyada 100’den fazla ülkede faaliyet gösteren ve amacı hem dünya hem de insanlık için varoluşsal bir tehdit oluşturan nükleer silahların tamamen ortadan kaldırılmasını sağlamak olan bir kampanya. ICAN, bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da bu amaç doğrultusunda çalışmaya devam edecek. Bu doğrultuda önümüzde atılması gereken ilk adım Nükleer Silahların Yasaklanması Anlaşması’nı imzalamayan her ülkenin en kısa zamanda bu anlaşmayı imzalamasını sağlamaktır. Ne yazık ki bu ülkeler arasında Türkiye de buluyor. Türkiye devletinin bir an önce bu anlaşmayı imzalamasını sağlamak hepimizin öncelikli görevidir.

Son olarak şunu söylemek istiyorum; bu ödül, başta Hiroşima ve Nagazaki’deki atom bombası patlamalarından sağ kurtulan ancak tüm hayatları bu patlamaların sonuçlarının etkisinde geçen Hibakusha’lar başta olmak üzere tüm dünyadaki binlerce nükleer silah karşıtına ve onların mücadelelerine adanmıştır.”

Angelika Claussen: Dünyada her biri Hiroşima’dakinin katbekat üstünde tahrip gücüne sahip 15 bin civarı nükleer silah bulunuyor

“Nükleer Felaketlerle Yaşamak: Çernobil ve Fukuşima’nın Sağlık Üzerine Etkileri” kitabının da iki yazarından biri olan Angelika Claussen

“Bu yılki Nobel Barış Ödülü’nün sahibi Uluslararası Nükleer Silahları Yok Etme Kampanyası (International Campaign to Abolish Nuclear Weapons – ICAN) oldu.

2005 yılında IPPNW başkanı Malezyalı hekim Ron Mccoy ve Avustralya IPPNW Seksiyonu üyesi Bill Williams‘ın geliştirdiği bu düşünce, nükleer silahların yasaklanması için uluslararası kampanya yürütülmesini öngörüyordu.

Kampanya (ICAN) 2007 yılında faaliyete başladı. Bugün ICAN’de 486 sivil toplum örgütü yer alıyor. Daha sonra BM üyesi devletlerin çağrıldığı üç (Meksika, Oslo ve Viyana) uluslararası konferans düzenlendi. Bu konferanslarda IPPNW öncülüğünde ve iklim araştırmacılarının katılımı ile hazırlanan ve sınırlı bir nükleer savaşın dahi insanlık için nasıl bir felakete yol açacağını gösteren yeni bilimsel araştırmalar masaya yatırıldı. Bu çalışmalar özellikle çok sınırlı da olsa bir nükleer savaşın yol açacağı iklim felaketinin kitlesel ölümlerle sonuçlanacağını gösteriyordu.

 

Örnek olarak çalışmalardan birisi Hindistan -Pakistan arasında her biri sadece Hiroşima’ya atılan atom bombası büyüklüğünde toplam 100 bombanın kullanılması halinde ortaya çıkan milyonlarca ton külün atmosferi kaplayarak dünya ikliminin alt üst olacağını gösteriyor. Ortalama sıcaklığın 1 ila 1,5 derece düşmesi ile tarımda ürün elde edilemeyerek kıtlıklar ve açlık ortaya çıkacak.

Bu konferanslar ve bilimsel çalışmalar nükleer silahı olmayan ülkeleri bu silahların yasaklanmasının gerçekten gerekli olduğuna ikna etti.

7 Temmuz’da BM Genel Kurulunda 122 ülke bu silahların yasaklanması için anlaşma yapılmasının önünü açtı. 20 Eylül’den bu yana imzaya sunulan bu anlaşmayı şimdiye dek 53 ülke imzaladı.

Angelika Claussen, kendisi de bir nükleer karşıtı aktivist olan ve gazetemize “Güneş Gönülüsü” rumuzu ile yazılar yazan eşi Dr. Alper Öktem ile birlikte

Bu uluslararası gelişmenin motorunun Avusturya olduğunu ve genç dışişleri bakanı Kurz’un çok çaba sarfettiğini belirtetim.

Meraklısı için not: Dünyada 15 bin civarı nükleer silah var ve bunların herhalde çoğunun tahrip gücü Hiroşima’ya atılan bombanın kat kat üstünde. “

 

Haber: Alper Tolga Akkuş

(Yeşil Gazete)

 

[Çocuklar İçin Yeşil Kitaplar] Ben Bir Gürgen Dalıyım

Amerikalı doğabilimci John Burroughs, “Sevgi olmadan bilgi kalıcı olmaz. Fakat sevgi önce gelirse bilgi kesinlikle arkasından gelecektir,” diyor. Çocuklarımızı üzerinde yaşadığımız gezegene saygı duyan bireyler olarak yetiştirebilmek için biz ebeveynlerin öncelikli görevi, erken dönemde doğa sevgisi verebilmek. Onların minik omuzlarına taşıyabileceklerinden fazla yük ve korku bindirmeden, doğayla oyun arkadaşı olmalarını sağlamak, bu yolda atacağımız ilk adım. İkinci adım ise doğayla ve yaşadığımız çevreyle uyumlu, sürdürülebilir yaşam tarzı benimsemeleri için doğru rol modelleri sunan çocuk kitapları seçmek.

Yeşil Gazete, “Çocuklar için Yeşil Kitaplar” yazı dizisi illüstrasyonu için Gonca Mine Çelik’e teşekkür ederiz

Bu amaçla biz [Çocuklar İçin Yeşil Kitaplar] adını verdiğimiz bir diziye başladık. Çocuklara çevre bilinci aşılayan, farklılıklarımızla bir arada yaşamanın mümkün olduğunu gösteren kitapları derlemeye karar verdik. Bildiğimiz kitapları anımsamaya, bilmediklerimizle tanışmaya, tanıtmaya niyet ettik.

***

BEN BİR GÜRGEN DALIYIM

ÖYLEYSE YAN GÜRGEN

Hümanist, doğadan, yeşilden, canlılardan yana savaş karşıtı bir kitap

Ben Bir Gürgen Dalıyım.

Kısa cümlelerine ve basit anlatımına rağmen

anlattıkları itibariyle ağır bir metin.

İlk kez 1997’de yayımlanan, 2016 yılı içinde Everest Yayınları tarafından farklı bir edisyonla okurun beğenisine sunulan bir Hasan Ali Toptaş kitabı, Ben Bir Gürgen Dalıyım. Kitabın boyutundan kâğıt seçimine, sayfa dizaynından kulaklı kapak tasarımına varıncaya değin özel bir çalışma olduğu ortada. Oğuz Demir’in ağaca can veren illüstrasyonlarıysa yalın ve sert çizgileriyle çocuklardan ziyade gençlere yönelik bir kitap olduğu konusunda sayfaları karıştıran ebeveynleri uyarıyor. Uzun hikâye formunda yazılmış olan Ben Bir Gürgen Dalıyım özellikle ikinci yarısı ve sonu itibariyle 14 yaş üzeri genç okurlara yönelik bir kitap.

Hasan Ali Toptaş

“Ege toprağında gencecik bir gürgendim ben. Beşparmak Dağları’nın ardında, küçük bir düzlükte yaşardım.” sözleriyle açılan hikâyeyi gürgenin ağzından dinliyoruz.

“Bir çiçek kokusundan nasıl taşar, diyeceksiniz belki. Taşmaz olur mu, taşıyordu işte; görüp kokladığımız çiçeğin ötesinde düşsel bir çiçek daha gördünüz mü, taşıyordu… Hep birlikte aşka gelip şarkı söylerken, biz yalnızca bir çiçek değil, binlerce, milyonlarca çiçek görürdük o düzlükte. Bulundukları yerde nazlı nazlı sallanan dağsümbüllerinin, lalelerde yankılandığını görürdük sözgelimi; işlerini güçlerini bırakıp lalelerin kayakekiklerine, kayakekiklerinin çiğdemlere, çiğdemlerin de sağda solda çınlayan börtü böcek sesleriyle birlikte, gelinciklere doğru aktığını görürdük. Bu yüzden, hangi kokunun kimden yayıldığını bilemezdik bir an.”

Ama Beşparmak Dağları’nın ardındaki düzlükte hayat hep böyle neşeli geçmez. Büyük korkuları, ağaçları acımadan kesen cellat yüzlü baltalı adamlardır. Genç gürgen bu katillerden öyle çok korkar ki, ne gecesi ne de gündüzü kalır; rüyalarında bile huzursuzdur. Rüyalarında kendini kuş olarak görür, dallarını çırparak uçar ve öyle kaçar baltacıların elinden. “Herhalde beni tuhaf bir kuşa benzetmişlerdi. Belki de onların gözünde, masallardan çıkıp gelmiştim ben, ne yapacağımı kestiremeden, köyün üstünde öylece, kendi hızımın içinde kaybolmuşçasına uçup duruyordum. Ola ki başka bir masala gidecektim ama, henüz o masal yaratılmamıştı. Bu yüzden, oralarda oyalanıp vakit geçiriyordum. Hiç kuşkusuz, beni anlatacak olan masal söylenir söylenmez uçup gidecektim.” Fakat rüyalarında da çocuklar sapanlarıyla avlarlar gürgeni.

Gürgen, kuş olsa bile insanın cana kıyıcılığından kaçamayacak olmasının derin endişesiyle kendi kendini yerken komşusu köknardan, ağaçlar kesildikten sonra yapıldıkları eşyalarda yaşamaya devam ettikleri duyunca hayata tutunur. Bundan sonra gürgenin tek bir yaşama ve direnme amacı vardır: Gökyüzüne dimdik uzanan çok güzel bir ağaç olmak. Ama ona bu aklı veren köknar ne yazık ki, onun kadar şanslı değildir. Çünkü kamburdur ve eğri büğrü ağaçların odun olup yanıp yok olmaktan başka seçenekleri neredeyse yoktur.

Gerçi insan ne yapacağı belli olmayan bir varlıktır: “Çünkü, insanların büyük bölümü, birçok güzelliği göremezdi. Büyük bölümü, birçok güzelliğe dokunamazdı. Onlar, birer uyurgezer gibi, geçip giderlerdi güzelliklerin yanından. Ya da, kafalarına taktıkları başka bir güzelliğin peşinden koşarken, onun uğruna, birçok güzelliği de ayaklarının altına alıp hiç farkına varmadan acımasızca ezerlerdi.” Buna rağmen gürgen direnişini sürdürür.

Buna rağmen gürgen direnişini sürdürür

Gün gelir, köknarı keserler. Uzun zaman sonra rüzgâr vasıtasıyla sesini arkadaşlarına ulaştırır. Yaşıyordur ama çok üzgündür. Keşke odun olup yanıp yok olsaydım diyecek kadar mutsuzdur. Maalesef bir mahpushanenin kapısı olmuştur.

Baharın yüzünü göstermeye başladığı bir gün eli baltalı adamlar gelirler ve güzelim gürgeni hiç acımadan keserler. Adamlar açtır ve hasta çocuklarını doktora götüremeyecek kadar yoksuldurlar. Ormancılara yakalanırlarsa hapis ve yüksek para cezasına çarptırılmayı göze alarak güzelliklere kıyarlar. Yani bir bakıma eli baltalı adam olmak seçim değil mecburiyettir. (Gerçi yazar buna ilişkin tek kelime etmez ama bunu sadece sezdirir.)

Gürgen, kesilen diğer arkadaşlarıyla birlikte marangoza satılır. Ağaçlar burada kapı ama özelikle de gökyüzüne bakan bir pencere olmanın hayaliyle geleceklerinin şekillenmesini beklerler. Ancak marangozun askerde olan oğlu çatışmada ölür, büyük kaybının ardından ihtiyar adam kendini bir türlü toparlayamaz ve yüreği duruverir. Marangozun alacaklıları kapıya dayanınca önce iş malzemeleri yok fiyatına satılır sonra da ağaçlar.

Gürgenin ve diğer ağaçların nereye gittiğini, sonunda gürgene ne olduğunu söylemek bütün büyüyü kaçıracağından, meraklı okurları kitaba buyur ediyorum.

Hümanist, doğadan, yeşilden, canlılardan yana savaş karşıtı bir kitap Ben Bir Gürgen Dalıyım. Kısa cümlelerine ve basit anlatımına rağmen anlattıkları itibariyle ağır bir metin.

Not: Ortak bir kitap için telif sözleşmesi beklerken kargonun içinden çıkan bu güzel kitapla sürpriz yapan sevgili Hande Kuşuluoğlu’na çok teşekkür ederim.

 

Ben Bir Gürgen Dalıyım

Yazan: Hasan Ali Toptaş

İllüstrasyonlar: Oğuz Demir

Yaş Grubu: 14+             

Everest Yayınları

111 sayfa karton kapak

 

Mehmet Fırat Pürselim