Ana Sayfa Blog Sayfa 3013

Kanal Tokat: Bir replika kardeşliği masalı

İstanbul’un Çılgın Projesi’ne “kardeş proje”[1] Tokat’tan geldi. Geçtiğimiz ay ilk etabı tamamlanan proje kentin içinden geçen Yeşilırmak nehrinin 1,5 km’lik uzunluğundaki bölümünü üzerinde gondol ve sandalların gezeceği bir gölet haline çevirmek için tasarlandı.

Tokat Belediyesi’nin web sitesinde kentin turizme kazandırılmasından Yeşilırmak Havzası’na prestij katmasına kadar bir dizi iddia ile sunulan proje gerçekten de Tokat’ın Çılgın Proje’si.  10 milyon 540 bin lira maliyeti olacak projede ırmağın gölete çevrilecek kısmında suyu tutacak Rubber-Dum (lastik savak) sisteminin yerleştirilmesi tamamlandı. Bu şişirme tekniğiyle su seviyesi aynı düzeyde tutulacak, durgunlaştırılacak ve akı debisi kontrol altına alınacak. Böylece belediye başkanının Yeşilırmak üzerinde gondolla gezinti yapma hayali gerçek olacak.

Çılgınlığın ekolojik maliyeti

Tabi bu işin öncesi de var. Geçtiğimiz aylarda nehir yatağını su geçirmez hale getirmek için betonlama, demir hasırlarla örme ve PVC ile kaplama işlemleri yapıldı. Hatta belediye başkanı kanal depreme karşı dayanıklı olsun diye 16-17 metre uzunluğunda kazıklar çakılarak suyun altına inildiğini söylüyor.

Yağmur suları ırmağın havuza çevrilen kısmına girmesin diye nehrin iki tarafına kanallar yapılıyor. “Projenin ekolojik dengeye zarar vermemesi bizim için çok önemli” diyen Eroğlu vatandaşın zekâsıyla alay ediyor. Üzerinden aktığı toprağı, yeraltı suyu sistemleri, havzasında yaşayan tüm canlıları ve iklimiyle nehir havzası bir bütündür. Bu bütüne yapılan böylesine büyük bir müdahale nehrin canına okumaktan başka bir anlama gelmez. Yani başkanın anlayacağı sadelikte söyleyelim. Siz nehir ekosistemine zarar vermekle kalmayıp, onu düpedüz katlettiniz Sayın Eroğlu…

Tokat Belediye Başkanı Eyüp Eroğlu

Balık da tutulacakmış…

Projenin bir de peyzaj düzenleme kısmı var. Kanala çevrilen nehrin kenarına 40 metre yüksekliğinde bir kule, çardaklar ve restaurantlar inşa edilecek. Bir de iki tarafta birden her 70 metrede bir iskele kurulacak ve bunlardan balık bile tutulabilecek. Dibi beton ve PVC kaplı bir gölette hangi balık nasıl yaşayacak meçhul.

Belediye başkanının yapılacak düzenlemeleri anlattığı on dakikayı aşan videoyu izlerken insanın içini fenalık basıyor. Dokunulmadık bir noktası kalmayacak güzelim Yeşilırmak teknoloji müsrifliğine mekân olacak yapay bir kanala dönüştürülüyor.

Biz yaptık mı orijinalinden güzel olur…

Ülke ölçeğine bakacak olursak İstanbul’un 3. Havalimanı inşaatı için 70 gölü kurutup içini molozlarla dolduranlar “1000 Günde 1000 Gölet” projesi kapsamında göl kurmakla övünüyor[2].

Aynı şekilde 3. Havalimanı ve Kuzey Marmara Otoyolu için İstanbul’un tek oksijen kaynağı Kuzey Ormanları’nda milyonlarca ağacı kesenler, çiçekli refüjlerden çim alanlara ve dikey bahçelere kadar ekilen veya dikilen her bitkiyi metrekaresine varıncaya kadar hesaplayarak “ama şu kadar alanı da yeşillendirdik” diyor.

Doğal bir orman olan Belgrad Ormanı “kent ormanı” adı altında rekreasyon alanına indirgenmeye kalkışılıyor[3].

İstanbul’a bir boğaz yetmez denilip, Kanal İstanbul projesi altında bir boğaz replikası yapılması için adımlar atılıyor. Böyle bir çılgınlıklar diyarında Tokat’ta bir nehrin replikası yapılmış, çok mu?

Hem bizimkiler yaptı mı orijinalinden bile güzel olmaz mı?!

Son notlar

[1] Tokat Belediyesi (21 Mayıs 2014). Kanal Tokat http://www.tokat.bel.tr/icerik.php?icerik=240&Kategori=1005

[2] TRT Haber (8 Nisan 2012). “1000 Günde 1000 Gölet projesini anlattı”. http://www.trthaber.com/haber/ekonomi/1000-gunde-1000-golet-projesini-anlatti-35916.html

[3] Bianet (20 Ağustos 2017). Kuzey Ormanları Eğlence Parkı Dekoru Değildir. https://bianet.org/bianet/ekoloji/189261-kuzey-ormanlari-eglence-parki-dekoru-degildir

 

Akgün İlhan

844 yıllık rengârenk bir Anadolu geleneği: Sudan Koyun Atlatma Festivali – Semra Canpulat

Geleneklerimiz göreneklerimiz bizleri köklerimize bağlar, geçmişimize sahip çıkmamızı sağlar. Birlik ve beraberlik duygularını güçlendirir. Denizli’nin Çal İlçesi’nin Aşağıseyit Köyü’nde 844 yıldır bir gelenek tam da bu amaçla her yıl şenliklerle yaşatılmaya çalışılıyor. Bu gelenek çobanlar ile sürülerinin sadakat ve sevgilerini sınadıkları bir yarışma. Her yıl Ağustos ayının son Pazar günü rengârenk ve çobanların eski yöntemleri devam ettirilerek yapılan yarışmalar şenlik havasında geçiyor. Bir yörük köyü olan Aşağıseyit köyünde sekiz asırdır süregelen gelenekle çobanlar sürüleriyle hünerlerini yarıştırıyorlar. Bu yarışma yıllar geçtikçe ve tanıtım yapıldıkça sadece yerel halkın ilgi gösterdiği bir yarışma olmaktan çıkıp binlerce insanın merak edip özellikle Denizli dışından pek çok ilden gelen fotoğrafçıların katıldığı bir etkinliğe dönüşmüş.

Böylesine köklü bir gelenekten fotoğrafçıların yayınladığı geçen seneki festival fotoğrafları sayesinde bilgim oldu. Ve bir sene boyunca merakla bu festivali bekledim, geleneğin başlangıcı ile ilgili bilgiler topladım. Bu gelenek neden başlamıştı ve günümüze kadar nasıl devam etmişti?  Ben bu geleneğin ne şekilde başladığına ilişkin anlatılan pek çok hikâyeden mutlu son ile bitenini sevdim. Sonu mutsuz ve hüzünle biten hikâyeyi yazmadım, ne de olsa masalların mutlu biteni güzeldir.

Rivayetlerden en çok bilineni ve benim en çok beğendiğim mutlu sonla bitenine göre gelenek şu şekilde başlıyor;

“Çoban Mehmet, yörük beyinin kızı Zeynep birbirlerine içten içe sevdalıdırlar. Her ikisi de bu sevdanın imkânsızlığını bilirler. Çobanın kavalının sesi öyle büyüleyicidir ki adeta sürüsü ile bu kaval aracılığıyla konuşup anlaşır. Çoban imkânsız olan aşkını kavalıyla sürüsüne anlatır. Bu sevdadan haberi olan kızın babası olan yörük beyi çok öfkelenir, kızını çobana layık görmez. Ancak kız ile çobanın aşkı için yörük halkının ısrarlarına dayanamaz. Kızını çobana ancak bir şartla vereceğini söyler. Çoban, koyunlarına üç gün boyunca tuz yedirip su içirmeyecek, üçüncü günün sonunda ise çoban koyunlarını Menderes Nehri’nden su içirtmeden geçirebilirse muradına erebilecekti. Yörük beyi ve yörük halkı heyecanlı bir şekilde üçüncü günü bekler, beklenen gün geldiğinde çoban kavalının büyülü sesiyle sürüsünü nehirden su içirmeden karşıya geçirir. Bey sözünde durur kızını çobana verir.”

Çoban ile yörük beyinin kızının aşklarını ölümsüzleştirmek için 844 yıldır Çal’ın Aşağıseyit köyünde yapılan geleneksel yarışmaya çevre köylerden de çobanlar sürüleriyle katılıyorlar. Aslında bu gelenek anlatılan rivayetlerin yanı sıra sürünün yıkanmasını temizlenmesini de amaçlıyor. Sudan Koyun Atlatma Festivali UNESCO’nun Somut Olmayan Kültürel Miras Listesi’ne alınmış.

2017 yılı Sudan Koyun Atlatma Festivali için bir ay önceden otobüs biletlerini alıp köyün geleneğinin tanıtımında önemli katkısı olan Aşağıseyit Köyü muhtarı ile irtibat kurdum. Köye ulaşımın kolay olduğunu, konaklama sorunu olmadığını ve şenliğin Cumartesi gününden başlayacağını öğrendim. Bir yıl boyunca beklediğim festival zamanı geldi, 26 Ağustos Cumartesi sabahı İstanbul’dan Denizli otogarına vardım, sonrasında Çal minibüsleri ile Aşağıseyit köyü yakınlarında inip otostopla festival alanına vardım. Muhtar Cengiz Ökdem Bey ile tanıştım, festival ile ilgili bilgi verdi. Festivale ilgi etkinlik bakımından zenginleştirilmeye başlanmış. Çoban köpeği yarışması ve konserler eklenmiş. Sürülere eşlik eden çoban köpeklerinin neslinin devamı ve geliştirilmesi için festivalde Çoban Köpeği Güzellik Yarışması da yapılmaya başlanmış. Bu sene ikincisi düzenlenen yarışmada pek çok güzel çoban köpeği bir arada idi. Sahiplerince hepsi özenle ve titizlikle büyütülen çoban köpekleri, süslenip festival alanına getirilmişti. Cumartesi günü gün boyunca birbirinden güzel ve cins çoban köpekleri yarıştı, sahiplerine ödüller verildi. Yörük çadırları kuruldu, Yörük Derneği’nin yörük kıyafetli üyeleri sarı dastarları ile festival alanında son derece ilginç görünüyorlardı.

Yörük çadırları kuruldu, Yörük Derneği’nin yörük kıyafetli üyeleri sarı dastarları ile festival alanında son derece ilginç görünüyorlardı.

Yarışmayı sonuna kadar izledikten sonra muhtar Cengiz Bey Çoban Cemal’in el koyunu Akkoyun’u ertesi gün yapılacak olan yarışma için Baklan’ın İcikli köyündeki evinde kırkıp boyayacağını söyledi. Orada tanıştığımız fotoğrafçı arkadaşlarla Cemal Çoban’ın evine giderek Akkoyun’un yarışma için süslendiği her anı görme şansım oldu.

Cemal Çoban kırkma ve boyama işinde çok pratik ve hünerliydi.

Üstelik bizlere ailesi ile birlikte kuruttukları ay çekirdeklerini koca bir alanda nasıl savurduklarını gösterdi.

Çekirdek çitlemeyi seven biri olarak o kadar çok çekirdeği görünce kendimi kaybettim,  keyifle bende çekirdek savurdum.

Gezimin birinci gününde beklediğimden fazla şey gördüm ve öğrendim. Günü bitirdim, Çal civarında konaklayacak yer kalmadığı için yer bulmak ümidiyle Bekilli’ye hareket ettim. Bekilli’de aynı tarihlerde yapılan festivalin kalabalığından dolayı orada da yer bulmak zor oldu. Buradaki festival benim için güzel bir sürpriz oldu. Bekilli’de yapılan Kültür ve Sanat Festivali aynı tarihlere denk geldiği için bir hafta sonunda iki festivali görmüş oldum. Sürprizler bitmemişti, İstanbul’dan Bekillili bir dostla tesadüfen Bekilli festival alanında karşılaştım. Onun sayesinde geceyi çok güzel bir bağ evinde diğer dostlarla türkülerle ve sohbetle bitirdim. Sabah erkenden kalkıp kahvaltı için sevimli Bekilli sokaklarını adımladığımda geceden yorgun düşen esnafın açtıkları stantların yanı başında uyuduklarını gördüm. Onları uyandırmamak için adeta parmak ucunda sessizce Bekilli festival alanından geçtim. Güzel bir kahvaltıdan sonra minibüsle Aşağıseyit Köyü yakınlarına varıp otostopla köye vardım.

Menderes Nehri kenarında yarışmanın başlamasını bekleyen çocuklar son derece yaratıcı oyuncaklarıyla balık yavrusu tutuyorlardı. Sorduğumda o yavruları evdeki akvaryumlarında büyüttüklerini söylediler.

Festival alanının gerisinde sürüler ve rengârenk boyanmış, boncuklar ve çanlarla süslenmiş el koyunlar (sürü başı) çitlerle çevrili yerde beklerken, yarışma için hazır bulunan kırk dokuz çoban yarışma prosedürleri için alanda sırayla işlemlerini yaptırdılar. Kimi çobanlar keçeden yapılmış kolsuz özel kıyafetleriyle yani kepenekleri ile fotoğrafçılara poz veriyorlardı.

Çoban babalarına eşlik eden kafaları dastarlı çocuklar babaları kadar heyecanlıydı.

Fotoğraf çekenler en güzel kareyi yakalama telaşında; koyunlar çobanların peşinde; izleyiciler kimin kazanacağına, ödülü kimin alacağına dair sohbette iken çobanlar biran önce marifetleri sergilemenin heyecanını duyuyorlardı.

Nihayet marifetlerin sergileneceği an geldi. Fotoğrafçılar, izleyiciler ve jüri üyeleri Menderes Nehri’nin kenarında kendileri için belirlenen alanda yerini aldı. Yarışma öncesi çobanlar ve el koyunlar tanıtılmak için tek tek uzun bir podyuma benzer bir yerden adları okundukça manken edasıyla hızlıca ve renklice geçtiler.

Ve yarışma başladı. Süslenmiş el koyunlar ve çobanlar alanda sırasını beklemeye başladı. Bu sene 49 çoban katıldığı için yarışma üstelik üç tur yapıldığı için uzun sürdü.

Yarışma tam olarak şu şekilde gerçekleşiyor; çobanlar sürünün suya gireceği noktadan 100 metre kadar bir mesafeden sürünün önünde koşuyor ve arkalarında sürünün coşmasına ve koşmasına yardım eden çobanın yakınları tozu dumana katarak geliyor.

Atlama noktasına gelindiğinde önce çoban suya atlıyor, sürü başı elkoyunun suya atlaması için göz göze geliyorlar, çoban elkoyununda suya atlaması için onu harekete geçirecek sesler çıkarıyor, ıslık çalıyor, el kol hareketleri yapıyor. Artık çoban ile el koyunun sevgi ve sadakatinin sınanma anı burada başlıyor veya bitiyor. Çünkü sevgi ve sadakat bağı kuvvetli ise koyun tereddüt etmeden zira uçar gibi atlıyor nehire. Uçar gibi atlayan koyunlar ve çobanlar çokça alkış alıyorlar. Yarışmada sürü başının atlaması yeterli görülüyor. Sürünün tamamının atlaması gerekmiyor.

Çobanın elkoyunu suya tereddütsüz atladığı anlarda duygulanmamak elde değil. Çobanın sürü başını kucaklaması, ona sarılması ve öpmesi eşsiz anlardan biri.

49 çobanın sürüsüyle atlaması her zaman mutlu sonla bitmedi. Sürü başı çobanın türlü dil dökmelerine, hünerlerine rağmen girmeyip geri döndüğü de oldu. Hatta el koyun olmayıp sürü içinden gösterişsiz bir koyun çobana bağlılığını ispatladığı anlarda oldu. Suya girişler üç tur tamamlanıyor. Yarışma kurallarına göre sürü başı koyun çobanın ardından sürüden önce en kısa sürede tereddütsüz suya atlamalı. Turlarda buna göre yüksek puan veriliyor.

Sekiz yüz kırk dördüncüsü yapılan bu yarışmanın birincisi yarışma sonucu ilan edilmeden belliydi. Çünkü Aşağıseyit köyü muhtarı Cengiz Ökdem’in mor koyunu, muhtarın arkasından adeta uçarcasına üç tur suya girdi. Ve en çok takdiri o topladı. Zaten muhtarın suya atlayışı da adeta uçar gibiydi. Çünkü bazı çobanlar suya atladıklarında boğulma tehlikesi de yaşadılar. Yarışma sonucu açıklandı sonuç tahmin ettiğim gibiydi. İlk üçe giren çobanlara ve koyunlarına ödülleri verildi.

Sıra şenliklerde ve konserdeydi. Az vaktim kalmıştı Pamukkale Travertenlerini ve Hierapolisi’i de aynı günde ziyaret etmek üzere yarışma alanından saat dörtte ayrıldım. Hızlıca otogara gittim, eşyalarımı emanetçiye bıraktım. Pamukkale Travertenleri’ne ve Hierapolis’e otogardan bir minibüsle 20 dakikada varıyorsunuz. İstanbul’a dönüş biletim gece saat 22.00’deydi ve gezecek sadece üç saatim vardı. Travertenleri çıplak ayakla adımladıktan sonra Hierapolis Antik Kenti’ni hızlıca gezdim. Geç bir saatti ve müze kapalıydı, giremedim. Gezilecek Antik Kent alanı oldukça büyük. Vakit az olduğu için Hierapolis ve Travertenleri yeterince detaylı gezip özümseyemedim. Denizli’ye tekrar gitmek için pek çok sebebim var. Seneye Ağustos ayında yeniden gidip iki festivali bir arada yakalamayı düşünüyorum. Ancak Denizli’ye Ağustos ayından önce travertenleri, Hierapolis Antik kentini tekrar görmek için gideceğim. Göreceklerim listesine Laodikya Antik Kenti, Güney Şelalesi, Karahayıt Kaplıcaları, Yeşildere Şelalesi ve Kaklık Mağarası’nı da şimdiden ekledim.

Sonuç olarak kısa da olsa bol festivalli iki gün yaşadım. Çok içten,  sofradaki azıcık aşını paylaşan yüreği kocaman güzel insanlar tanıdım, birçok güzelliği bir arada gördüm, öğrendim. Aşağıseyit Köyü’ne geleneklerine bu kadar yıl ara vermeden sahip çıktıkları, insan ile hayvan arasındaki sevgi ve sadakatin sınandığı senede bir kez kutlanan bu festivali görmek için gidin. Pişman olmayacağınızı ve üstelik sıcacık, keyifli hislerle ayrılacağınızı garanti edebilirim.

 

 

 

Semra Canpulat

Son dönemin Yeşil Kitapları

Türkiye’de ve Dünyada Su Krizi ve Su Hakkı Mücadeleleri

Suyun ve su mücadelelerinin tüm dünyadaki çevre veya ekoloji hareketleri içerisinde özel bir yeri var. Su, bütün bir yaşamın kaynağı olması dolayısıyla ekolojik sistemin en temel maddesi. Başta küresel ısınma olmak üzere çevre sorunları dediğimiz hemen her şey bir şekilde su sorununa bağlanıyor. Ancak Türkiye’de su sorunu ve su mücadeleleri dediğimizde yaygın bir apolitik tutum söz konusu. Genel olarak su meselesi sınıfsal ve sosyolojik yönleri ile değil de siyaset üstü bir çevre mücadelesi olarak görülüyor.

İnsanlık ve tüm canlı yaşamını tahminlerimizin ötesinde olumsuz etkileyebilecek ekolojik krizin bir an önce önüne geçmemiz gerekiyor. Bunun için bir yandan mücadele ederken bir yandan da insanın ve doğanın çıkarlarını nasıl savunacağımızı, hangi taleplerle doğanın hakkını savunabileceğimizi tartışmak önem taşıyor. Bu kitapta su meselesini çok yönlü irdeleyerek bu tartışmaya bir katkı sunmaya çalıştık. Umarız bu konuda çalışmak isteyen kişi ve grupların yararlanabileceği bir çalışma ortaya koymayı başarabilmişizdir (Tanıtım bülteninden).

 

Türkiye’de ve Dünyada Su Krizi ve Su Hakkı Mücadeleleri

Yazarlar: Dr. Akgün İlhan, Dr. Ayman Rabi, Efe Baysal, Ercan Ayboğa, Maude Barlow, Prof. Dr. Murat Güvenç, Dr. Özdeş Özbay, Doç. Dr. Pınar Uyan Semerci

Eylül 2017

 

Kitaba ulaşmak için: Su Hakkı.org/su hakkı mücadeleleri

***

Doğa İçin Mücadele

 

Toplum ve Hekim dergisinin “Doğa İçin Mücadele” başlıklı dosyayı içeren yeni sayısı yayımlandı. Gaye Yılmaz ve Onur Hamzaoğlu’nun dosya editörlüğünü yaptığı sayıda bulunan on bir yazıyla doğa için verilen mücadelelerin farklı başlıklarda örneklerine yer verilirken konu özel mülkiyet ve sınıf mücadeleleri açısından da irdeleniyor. “Doğa için verilen mücadelelerin dünya ve Türkiye haritasını çıkarmayı” amaçladıklarını belirten dosya editörleri, dosya kapsamında yer alan yazılarla “uluslararası ölçekteki ekoloji mücadelelerinden esinlenen üç alan” ortaya konduğunu belirtiyorlar: termik, nükleer ve suyun metalaştırılmasına karşı yürütülen mücadeleler.

Dosyada:

  • Özel Mülkiyet: Doğanın ve İnsanlığın Yok Edilişi
  • Dünyada ve Türkiye’de Kömürlü Termik Santrallere Karşı Mücadelelerden Örnekler
  • Nükleer Karşıtı Mücadelenin Kısa Tarihi
  • Bir Müşterek Olarak Suyu Savunmak: Direnişe Kuşbakışı Bir Bakış
  • Derenin Derdi: HES Karşıtı Mücadelenin İmkân ve Sınırları Nasıl Yapmalı?
  • Geçim Araçlarına Ulaşma İyi Yaşama ve Kent Hakkı
  • Dünyada ve Türkiye’de Orman İçin Mücadele
  • Dünyada ve Türkiye’de Rüzgâr Enerji Santrallerine Karşı Mücadele
  • Dünyada ve Türkiye’de Temiz Hava İçin Mücadele
  • Tohumlar Canlıdır Yaşarlar
  • Özdeşlikler Farklılıklar Ve Özgünlükler: Sınıf Mücadeleleri vs. Çevre Mücadeleleri

başlıklı yazılar yer alıyor.

Yazıların özetlerine, abonelik bilgilerine ve eski sayılara Toplum ve Hekim web sayfasından ulaşılabilir.

 

Doğa İçin Mücadele

Toplum ve Hekim Dergisi

Mayıs-Haziran 2017 Cilt 32

*** 

Marksizm ve Ekoloji

 

Marksizm ve Ekolojinin Diyalektiği- John Bellamy Foster&Brett Clark

Eko-Devrimci Taşma Noktası- Paul Burkett

Kapitalizmin Üçlü Krizi ve Krizden Çıkış Yolları: Yeşil Ekonomi- Evren Hoşgör

Marx’ın Ekoloji Defterleri- Kohei Saito

Neoliberal Talanın Gözde Uygulaması- Acele Kamulaştırma

Doğa, Emek ve Kapitalizmin Doğuşu- Martin Empson

İklim, Tarım ve Ekoloji- Adnan Çobanoğlu

Sosyalizmin Ötesi- Ekososyalizm olabilir mi? 

Marksizm ve Ekoloji

Monthly Review Türkiye

Ağustos 2017

 

 

Derleyen: Barış Gençer Baykan

 

[Babil’den Sonra] İyi şair, iyi müzisyen, hümanist bir yalnız adam: Tom Waits

Çocukluk düşlerimi işgal eden USA cilalı Holywood filmleri ve melankolik Yeşilçam sineması dışında öteki sinemayı aradığım günlerde ilk kez tanıdım Tom Waits’i.

O günlerde nev-i şahsına münhasır Amerikalı bir yönetmenden bahsetmişti bir arkadaşım: Jim Jarmush. Hani şu sanki arkadaşlarıyla salaş bir barda bira içip, muhabbet edip, sigara tellendirirken aniden ucuz kamerasını eline alıp “Hadi öteki Amerika’nın filmini çekelim!”  tadında, ucuz bütçeli, muhteşem filmler yapan, görüntü ustası-sinema şairi, Amerikan yeraltı sinemasının usta yönetmeni olan Jim Jarmush.

Önce internetten filmlerini izledim. Sonra Türkçe alt yazılı filmlerini buldum:  Permanent Vacation, Down by Law, Mystery Train, Night of Earth, Dead Man,  Ghost Dog The Way of the Samurai, Coffee and Cigarettes, Broken Flowers, The Limits of Control ve Sadece Âşıklar Hayatta Kalır… Henüz edinemediğim birkaç filmi daha var.

Jim Jarmush – Tom Waits benim için, ötekilerin yazarı-şairi-müzisyeni Jack London, John Steinbeck, Walt Whitman, (Beat kuşağı yazarları) Alan Ginsberg- William S Burroughs-Jack Kerouac, Charles Bukowski, Leonard Cohen, Nick Cave vs. gibilerin ait olduğu aileden gibiydiler. Birilerinin bıraktığı yerden söze-sese-görüntü şairliğine bugün onlar devam ediyorlardı sanki.

Tıpkı Rebetiko’nun babası Marcos Vamvakaris’in genizden gelen buğulu sesini uzun yıllar içtiği haşhaşlı nargileye borçlu olması gibi; Tom Waits’in dinleyenlerle adeta muhabbet eden bir masalcı-anlatıcı tadında söylediği şarkılarında duyulan, derin bir kuyudan geliyormuşçasına puslu sesini, on bir yaşında içmeye başladığı sigaraya ve sonraki yıllarda tükettiği tonlarca burbona yoranlar var. Doğuştan veya sonradan, her ne olmuşsa olmuş ve tanrı yeryüzüne böyle bir sesi armağan etmiş. Çok da iyi etmiş. Onun sesi, her zaman ne dediğini pek anlayamasam da, çoğu zaman şarkılarının Türkçe çevirilerini arayıp-bulmaya çalışsam da yıllarca bıkıp-usanmadan dinleyeceğim seslerin başında geliyor.

İlk kez Jim Jarmush’un Down by Law filminde onun sesiyle ve cismiyle karşılaştım. Başka yönetmenlerle de birçok filmde oynamış. Çok sayıda filmlere müzikler de yapmış.  Sadece sesini duymuş olsaydım ilk anda karizmatik-siyahi bir Blues şarkıcısının görüntüsü kafamda oluşurdu belki. Kesinlikle karizmatik biri ama sesiyle görüntüsü pek de çakışmıyor.

Jarmush’un filmi Waits’in sesiyle başlıyor: Edna Million kefen giymişti/Çingene pembesine boyanmış bir tren/İki dolarlık ateş etmez bir tabanca/Yağmur yağarken köşeye saklandım/Ölü adamın tabutunda 16 kişi/Kırık kupadan içki içerdim/İki pantolon, tiftik bir yelek/Çok burbon içtim, kaybettim kendimi/Hey, küçük kuş eve doğru uç/Evin yanıyor ve çocukların yalnız/… Şarkı sürerken Jarmush’un kamerası New Orleans’ın köhne binalarla yüklü, ıssız-karanlık arka sokaklarında dolaşıyor. Sağda solda yere saçılmış çöpler; köşedeki lambanın altında müşterisini bekleyen harbi kadınlar; rüzgâr… Schiffer, Morgan’ın kafasında şişe kırdı/Ben de şeytanın kuyruğuna bastım/ Dolunayın yüzündeki çatlaklardan geçtim/ Kendimi Küba Hapishanesi’nin parmaklıkları arasında buldum/… Hey, küçük kuş eve doğru uç/Evin yanıyor ve çocukların yalnız… diye devam ediyor şarkı. Sonra kendisini New Orleans Paris Hapishanesi’nde buluyor. Jarmush’un birçok filminde oynayan, filmde İngilizceyi çat-pat konuşan İtalyan bir göçmeni canlandıran Roberto Benighni ve yine Jarmush’un arkadaşı ve vaz geçilmezi John Lurie sahneye çıkıyor. Üçü de işlemedikleri bir suçtan dolayı aynı koğuşta bir araya geliyorlar. Muhabbet, İtalyan’ın “Walt Whitman’ı sever misiniz?” sorusuyla başlıyor. Tom Waits’in şarkıları ve üç usta oyuncunun performanslarıyla, Jarmush’un şiirsel siyah-beyaz görüntüleriyle film devam ediyor. Tom Waits’i bu filmiyle tanıdım ve bütün şarkılarını bugün de severek dinliyorum.

Tom Waits, soyadındaki fiile pek kulak asmamış ve hiç beklememiş. Babası sigara dumanı ve alkol kokusuyla tütsülenmiş bir gece kulübünün kapıcısıymış ve küçük Tom birçok müzisyeni tanıma şansını orada yakalamış. Onları tanıyıp, dinledikçe kendi müzikal tarzını da oluşturmaya başlamış. Sigara içmeye 11 yaşında başlamış. Piyano çalmayı komşusunun piyanosuyla öğrenmiş, ilk gitarını sattığı gazetelerin parasıyla satın almış. Çocuk yaşlarda ait olduğu bu yer altı dünyasından ilk gözlemlerini ve şiirlerini de o günlerde defterlere yazmaya başlamış. Sonraki yıllarda şarkılarını nasıl yazdığını şöyle anlatıyordu: “bir taksi tutarsın ve onu istediği yere gitmesi için serbest bırakırsın. Sonra gördüklerini not etmeye başlarsın: kuru temizleyiciler, terziler, elektrik tesisatçıları,  simsarlar, satıcılar, emlakçılar… Sadece gördüklerinin listesini yaparsın. Ve bu sana kendine ait bir yön verir. Şöyle dersin; ‘bir şarkı yazacağım ve bu şarkının içinde tüm bu kelimeleri kullanacağım.

Kulübe gidip gelen müzisyenlerden birisi de Bob Dylan’mış. Onu çokça dinlemiş. Barlarda çalıp-söylediği günlerde Frank Zappa’nın menajerinin dikkatini çekmiş. Onunla ilk imzayı attığında henüz 21 yaşındaymış.

Bugün Açık Radyo’da ilk albümünün yayımlandığı, 1973 yılında onunla yapılan müzikli bir radyo söyleşini dinleteceğim. Radyo KPFK, Birleşik Devletlerin batısında, California’da Pacifica Foundation ağındaki beş istasyonun ikincisi olarak 1959’da yayın hayatına başlayan ve bugün de internet üzerinden dünyanın her yerinden ulaşılabilen bir radyo kanalı. Tıpkı Açık Radyo gibi ticari amaç gütmeyen ve dinleyici desteğiyle bugüne kadar ayakta kalabilen bir radyo.

Programda Tom Waits piyanosu ve gitarıyla daha sonra çok ünlenecek olan San Diego Serenade, Semi Suite, Famblin’with the Blues, Rosie, Depot depot, Ice cream man, Big Joe and phantom 309 şarkılarının da yer aldığı birçok şarkısını seslendiriyor ve söyleşiyor.

İlk albümü Closing Time 1973’de yayımlandı. Sonra albüm sayısı yirmiyi aştı. Albümleri daha çok ABD dışında satılan Tom Waits birçok ülkede konserler verdi. Tom Waits’e göre eğer bir konsere binlerce kişi gidiyorsa, orada kaliteli müzik yoktur, çünkü asla o kadar kaliteli dinleyiciyi bir araya getiremezsiniz diyordu. Bir ara İKSV onu getirmeye çalıştı. Festivallere gelmem, bir tiyatro salonunda çalmak istiyorum, seyirci sayısı 2 bini geçmemeli vs. gibi isteklerine rağmen her türlü çabayı gösterdiklerini biliyorum ama henüz Türkiyeli hayranları onu canlı izleme şansına nail olamadılar. Belki bir gün olur… O günü beklemeden hemen bugün albümlerini dinleme ve filmlerini izleme olanağımız var elbette.

Tom Waits multi enstrümantalist bir müzisyen. Piyano ve gitar dışında birçok çalgıyı da çalabiliyor. Elleriniz köpekler gibidir, daha önce oldukları yerlere geri dönüp dururlar. Bir çalgıyı çalarken aklınız devreden çıkıp parmaklarınız konuşmaya başladığında dikkatli olmalısınız. Onları alışkanlıklarından vazgeçirmelisiniz, yoksa yeni şeyler keşfedemezsiniz; güvenli ve alışılmış olanı çalmaya devam edersiniz. Ben fagot gibi hakkında en ufak bir şey bile bilmediğim çalgıları çalarak bu alışkanlıklarımı kırmaya çalışıyorum diyordu bir söyleşisinde. Radyo söyleşisinde piyanosunu ve gitarını dinleyecek, henüz yirmili yaşlarda, nota dahi bilmeden bu iki çalgıya ne kadar hâkim olduğuna şahit olacaksınız.

Sword Fish Trombones ve daha sonraki albümlerinde enstrümantasyon ve orkestrasyon daha da sıra dışı. Waits’in kendi deyişiyle bu “Hurdalık Orkestrası”; hışırtılı orglar, tangırdayan vurmalı çalgılar, belli belirsiz bakır üflemeli ezgileri, neredeyse akortsuz bir gitar ve demode çalgıları içeriyor.

Gary Graff onun sesi için bir fıçı burbonda ıslatıldıktan sonra beş ay tütsülenmiş ve ardından da bir arabanın altında çiğnenmiş gibidir diye tanımlıyordu. Onun kendine özgü hırıltılı sesi, deneyselliğe olan meyli; blues, caz ve vodvil gibi rock öncesi türlere sevgisi ile Tom Waits, müzik adına sıra dışı bir kişilik. Şiirleriyle, müziğiyle ulaşılması zor bir yalnız adam.

Bugün Açık Radyo’da onunla1973 yılında yapılan müzikli bir radyo söyleşini dinleteceğim.

Programda dinleteceğim şarkılarından Rosie’nin sözleriyle bitireyim. Bu şarkıda sözü geçen Tom Cat, ünlü çizgi karakterler Tom ve Jery’deki Tom’dur ve Waits bu kediyle kendisini özdeşleştirmekten de çok büyük keyif alır: Güzel, bir pencere kenarında oturuyorum, borumu üflüyorum/Ortalarda kimse yok ay ve ben hariç/Ve yaşlı tembel Kedi Tom bir gece yarısı âleminde/Senin bana tüm bıraktığın bir melodi/Rosie, neden başından savıyorsun? Rosie, seni nasıl ikna edebilirim? Rosie/ Ve ay tam tepede, tam ve kocaman, şeftali devrilir bir çivit gökyüzünde/Ve seni seviyorum Rosie, doğduğum günden beri/Ve seni seveceğim Rosie, öldüğüm güne kadar./Rosie, neden başından savıyorsun? Rosie, seni nasıl ikna edebilirim? Rosie/ Güzel, bir pencere kenarında oturuyorum, borumu üflüyorum/Ortalarda kimse yok ay ve ben hariç/Ve yaşlı tembel Kedi Tom bir gece yarısı âleminde/Senin bana tüm bıraktığın bir melodi/Rosie, neden başından savıyorsun? Rosie, seni nasıl ikna edebilirim? Rosie…

 

Ercüment Gürçay

[Oğuz Gidiyor] Yol arkadaşım bisiklet 200 yaşında (8): Pist yarışları – Oğuz Tan

Bir önceki yazımda yol yarışlarından söz etmiştim. Bugün pist yarışlarıyla yazı dizisine devam etmek istiyorum.

Pist yarışları

Pist yarışları, özel inşaa edilmiş eğimli pist ve velodromlarda koşulan bir bisiklet disiplinidir. 1870’ten beri koşulan pist yarışlarında pist bisikletleri kullanılır. Eski pist ve velodromlardaki yükselti ve eğimler, yeni nesil pistlere kıyasla çok daha alçaktır. Bisiklete binmenin yeni yaygınlaştığı dönemlerde, kapalı alanlarda modern velodromları andıran ahşap pistler inşaa ediliyordu. Bu pistlerde yer alan iki düzlüğü birbirine bağlayan dönüşler hafif olarak yükseltiliyordu. Kapalı alan pist yarışlarının bir cazibesi de, seyircilerin kontrol edilebilmesi, böylelikle bilet kesilebilmesi ve sporun kazançlı bir hal almasıydı. İlk zamanlarında pist yarışlarını izlemeye 2000 kadar kişi geliyordu. Kapalı pistlerle birlikte bisiklet sporu ilk defa 4 mevsim yapılabilir oldu.

Birleşik Krallık ’taki erken dönem kapalı pistler Birmingham, Sheffield, Liverpool, Manchester ve Londra’da inşaa edildi. Pist yarışlarıyla geçen 100 yılı aşkın sürede, gelişmelerin çoğu pistlerde değil bisikletlerde görüldü. Daha fazla mühendislikle daha hafif ve daha aerodinamik bisikletler üretilmeye başlandı. Bu da çok daha hızlı derecelerin yapılmasını mümkün kıldı.

1912 Olimpiyatları hariç tutulursa, bisiklet pist yarışları modern Olimpiyat Oyunları’nın tamamında yer aldı. Kadınlar pist yarışları modern Olimpiyat Oyunları’nda ilk defa 1988’de yer aldı. Pist bisiklet yarışları daha ziyade Avrupa’da, özellikle de Belçika, Fransa, Almanya ve Birleşik Krallık ’ta popülerdi. Bunun başlıca sebebi, yol yarışçılarının sezon dışında pistlerde antrenman yapmalarıydı. Bu disiplin Japonya ve Avustralya’da da gelişti.

ABD’de pist yarışları en fazla rağbeti gördüğü 1930’larda New York Madison Square Garden’da 6 gün süren yarışlar düzenleniyordu. Günümüzde de 6 günlük pist yarışları için ‘Madison’ kelimesi kullanılır. ABD’deki bir grup velodromun birleşmesiyle American Track Racing Association (ATRA) – Amerika Pist Yarışları Birliği kuruldu. Günümüzde ABD’de yer alan velodromların yarısından fazlası bu birliğe üyedir.

Giordana Velodromu, Rock Hill, South Carolina, ABD

Yarış formatları

Pist bisiklet disiplini, sprint ve mukavemet yarışları olmak üzere kendi içinde iki alt disipline ayrılır. Bisikletçiler bu iki alt disiplinden sadece birinde müsabakalara katılırlar. Junior kademesinde yarışan ve her iki alt disiplinde de yetkin olan genç sporcular, senior kademesine yükselirken yalnız birini seçmek ve ona odaklanmak zorundadırlar.

Sprint

Genellikle 8 veya 10 tur koşulan sprint yarışlarında, sporcular rakiplerini yenmek için ham sprint kuvvetlerine odaklanırlar. Birkaç turda ise yarış taktikleri uygulayabilirler. Sprint yarışçılarının antrenmanları, sürekli olarak bu mesafede kendilerini geliştirmek üzerinedir. Daha uzun olan mukavemet yarışlarında mücadele vermezler.

Mukavemet (Endürans)

Çok daha uzun olan mukavemet yarışları asıl olarak sporcuların dayanaklıklarını ölçse de; Madison, puan ve çizgi yarışlarında etkili biçimde sprint atabilmek de gerekir. Mukavemet yarışları bireysel ve takım takip müsabakaları için 12-16 tur olacağı gibi, Olimpiyat Oyunları veya Dünya Şampiyonası’nda koşulan tam uzunluktaki Madison yarışları 120 turu bulabilmektedir.

2014-2015 UCI Pist Yarışları Dünya Kupası’nda erkekler takım takip yarışı koşan Kanada Takımı, Guadalajara, Meksika
Fransız sporcu Gregory Bauge, Erkekler Sprint Pist Yarışları elemeleri, 2012 Londra Olimpiyat Oyunları, Lee Valley VeloPark.

Önemli yarışlar

Olimpik Oyunlar

Her 4 yılda bir Yaz Olimpiyatları’nda koşulur. Olimpiyatlarda şu an 10 tür yarış koşulur.

Dünya Şampiyonaları

UCI Pist Yarışları Dünya Şampiyonaları her yıl, genellikle Mart veya Nisan ayında, kış pist sezonu sonunda koşulur. Dünya Şampiyonaları’nda günümüzde 19 tür yarış koşulur.

Dünya Kupası

UCI Pist Yarışları Dünya Kupası serisi için takımlar 4 veya 5 kez bir araya gelirler. Pist yarışları kış sezonu boyunca dünyanın farklı ülkelerinde koşulur. Bu toplanmalarda, Dünya Şampiyonaları’ndaki 19 yarış türünden 17’si koşulur. Koşulmayan ikisi erkekler omniumu ve kadınlar omniumudur.

Ulusal Seriler

Forest City Veledromu –  London, Ontario, Kanada

Pek çok ülkede ulusal düzeyde yarış serileri koşulmaktadır.. 

Velodrom

Velodrom, pist yarışları için inşaa edilen arenaya verilen isimdir. Modern velodromlarda, eskilerine kıyasla daha fazla yükseltiye ve eğime sahip oval pistler bulunur. 2 Düzlüğü 180 derecelik iki dönüş birbirine bağlar. Düzlükler dönüşlere birleştirme eğrisiyle bağlanırlar. Birleştirme eğrisi, düz ilerlemekte olan bir yolun dönüş formunu alacağı durumlar için matematiksel olarak hesaplanan eğridir. Yaygın olarak otoyol ve demiryolları için hesaplanır. Araçların yanal yani merkezcil ivmelerinde oluşacak ani değişiklikleri engellemek, yani merkezkaç kuvveti etkisiyle aracın savrularak yoldan çıkmasını engellemek amacıyla hesaplanır. Kuşbakışı planda düz yolun eğimle birleştiği noktada yarıçap sonsuz uzunluğa sahiptir. Birleşimin tamamlandığı noktada ise eğim ile virajın yarıçapları eşitlenmiş olur. Bu durum çok geniş bir spiral formu yaratır. İstenilen eğimde yükselti oluşana kadar, dönüşün yapıldığı yüzeyin dış tarafı dikeyde yükseltilir. Hesaplanmış bir eğri virajda uygulanmaz ise, düz yolun eğim ile birleştiği tanjant(teğet) noktasında aracın yanal ivmesi sert şekilde değişir ve oldukça yıkıcı sonuçlar doğurur. İlk veledromlar 19.yyılın ikinci yarısında inşaa edildi. Bunlardan bazıları sadece bisiklet yarışları için, bazılarıysa diğer spor dallarına ilaveten bisiklet yarışları da düzenlemek amacıyla inşaa edildi. Genellikle atletizm pistlerinin veya diğer alanların etrafında dönen bu pistlerin yükseltileri alçak kalıyordu. O yıllarda henüz uluslararası standartlar olmadığından, boyutları değiştiği gibi inşaa edilen veledromların hepsi oval de olmuyordu. Örneğin Birleşik Krallık ’ın 1877’de Brighton’da inşaa edilen en eski veledromu 579m uzunluğundaydı ve yükseltili virajlarla birbirlerine bağlanan 4 düzlüğü vardı. Portsmouth’daki 536m uzunluğundaki velodromda ise çok büyük bir eğri ile tekrar kendine bağlanan tek bir düzlük vardı. Eski veledromların zemin kaplamasında cüruf ve kil taşı gibi maddeler kullanılıyordu. Zaman içinde beton ve asfalt popüler oldu. Kapalı veledromlar 19.yyıl sonları ve 20.yyıl başlarında oldukça yaygındı. Örneğin 1909’da Paris’te inşaa edilen Vélodrome d’hiver’in 250m uzunluğundaki pistinde zemin kaplaması ahşaptı. Olimpiyat Oyunları gibi uluslararası müsabakalar nedeniyle zaman içinde spora daha fazla standart getirildi. Yeni normlara göre pistler iki düzlük içermek ve oval olmak zorundaydı. Pist uzunlukları da zaman içinde kademeli olarak azaldı. 1896 ve 1924 Olimpiyat Oyunları’nda kullanılan Vélodrome de Vincennes’ta pist uzunluğu 500 metreydi. 1920 Oyunlarında kullanılan Antwerp’s Vélodrome d’Anvers Zuremborg ve 1952 oyunlarında kullanılan Helsinki velodromlarının pist uzunlukları 400 metreydi. 1960’lara gelindiğinde uluslararası müsabakalarda ve olimpiyatlarda kullanılan pist uzunlukları yaygın olarak 333,333 metreydi. 1990’dan günümüze yaygın pist uzunluğu 250 metre kabul edilir. Londra 2012 Olimpik Veledromu ve Türkmenistan’ın başkenti Aşkabat’ta inşaa edilen veledromlar 250 m pist uzunluğuna ve 6000 koltuklu seyirci kapasitesine sahipler.

Dunc Gray Velodromu – Bankstown, Sydney, Avustralya

Pist Özellikleri

Dönüşlerde yer alan, süper-yükselti adı verilen yükseklik sayesinde yarışçılar yüksek hızlarda ve nispeten zemine dik ilerlerler. Yarışlarda bisikletler 85 km/saatin üstünde hıza çıkabildiklerinden ve merkezkaç kuvvetinin etkisiyle dışarıya doğru kaydıklarından, özellikle dönüşlerde, zeminin görevi bisikletlerin uyguladığı kuvveti dik bir şekilde karşılamak ve tutunma sağlayarak hem hızlı hem de güvenli ilerlemelerini sağlamaktır. Bisiklet ideal hızda ilerlerken oluşan vektörel kuvvetler, net merkezkaç kuvveti(dışarıya) ve yerçekimi kuvvetidir(aşağıya). Bu kuvvetler belli bir açıda birleşir ve düşey olarak zemine uygulanır. Pistteki yükseltiler genellikle fizik hesaplarıyla elde edilen sonuçlardan 10-15 derece eksik inşaa edilir. Düzlüklerdeki yükseklikler ise fizik tahminlerinden 10-15 derece fazla inşaa edilir. Böylelikle pist, belli bir hız aralığının bütününde sürülebilir olur. Düzlüklerde pistin eğrisi kademeli olarak artar ve dönüşle birleşir. Yarıçapın kademeli olarak küçüldüğü bu eğriye birleştirme eğrisi denir. Bu sayede bisikletler dönüşün köşesine geldiklerinde radyal pozisyonlarını yani dönüş çemberinin merkeziyle olan mesafelerini koruyarak yüksek süratte dönüş yapabilirler. Böylelikle sporcular dikkat ve enerjilerini manevraya değil taktik uygulamaya kanalize edebilirler.

Velodromlar kapalı(indoor) veya açık(outdoor) olabilir. Veledrom yarışlarında altın çağın yaşandığı 1890-1920 yılları arasında kapalı veledromlar yaygındı. 6 Günlük yarışlar düzenlendiğinde kapalı veledromlar, eğlence düşkünlerinin ve kentteki entelektüellerin kasabadaki barların kapanış saatinden sonra toplandıkları popüler birer mekân oluyordu. Kapalı veledromlar hava koşullarından etkilenmediği gibi, izleyiciler için de oldukça konforlu. Kapalı pistler hem daha pürüzsüz hem de daha uzun ömürlü oluyor. Kapalı pistlerin pek çok avantajı olsa da, çok daha az gereksinimle inşaa edilen açık pistler(özellikle yeni inşaa edilmiş, eskimemiş olanlar) daha yaygın. Çünkü bir binaya ihtiyaç duymadığı gibi açık pistin maliyeti de daha düşüktür. Günümüzün klasik kapalı pistlerinin çoğu binalardan çıkartılmış ve yerlerine daha popüler spor müsabakaları için yeni alanlar inşaa edilmiştir. Nadiren de olsa günümüzde yeni kapalı veledromlar inşaa edilmekte. Fakat her şeyden önce, bisiklet sporuna adanmış bir binanın kendi masraflarını karşılayabilmek için dahi yeterli kazanç vaat etmesi gerekiyor.

Pist ve Bisikletlerin Tasarımı

Modern veledromlar uzman tasarımcılar tarafından inşaa edilirler. Almanya’daki Schuermann mimarları dünya çapında 125’ten fazla velodrom inşaa etmişlerdir. Schuermann’ların dış mekân(outdoor) pistlerinin çoğunda, binaların çatı inşaatlarında yaygın olan ahşap makaslar kullanılmıştır. Bu pistlerin yüzeyleri ise kerestesi nadir bulunan bir yağmur-ormanı ağacı Afzelia şeritleri ile kaplanmıştır. Kapalı alan velodromlarında zemin çok daha düşük maliyetli olan çam ağacıyla kaplanmıştır. Pist uzunluğu, eğimli pistin el alçak noktasının 20cm dışında çekilen bir şeritle ölçülür. Olimpik ve Dünya Şampiyonaları’nda kullanılacak velodrom pistleri 250 m uzunlukta olmalıdır.  UCI’nin uluslararası takviminde yer alan diğer yarışlar için pistlerin 133 ila 500 m arasında, yarım veya tam tur uzunlukları toplamının tam 1 km edecek uzunlukta olması gerekir. Birleşik Krallık’ta Calshot, Hampshire’da yer alan velodrom sadece 142 m uzunluğunda ve dönüş yükseltileri oldukça dik. Çünkü bir uçak hangarının içine inşaa edilmiş. Kanada’da Londra, Ontario’daki Forest City Veledromu 138 m uzunluğuyla dünyanın en kısa veledromu. Bir hokey arenası içine inşaa edildiğinden burada da dönüş yükseltileri oldukça dik. Pist ne kadar küçük olursa yükseltiler de o kadar dik oluyor. Örneğin 250 metrelik bir pistteki yükselti 45 derece iken 333,33 metrelik bir pistin yükseltileri 32 derece civarında oluyor. Eski veledromların bazılarında kullanılan standartlar metrik değil İngiliz ölçü birimlerindeydi. ABD’de East Point, Georgia’daki Dick Lane Veledromu 0,2 mil yani 321,9 m uzunluğunda. Veledromlarda ahşap, sentetikler ve beton gibi farklı yüzey malzemeleri kullanılabilir. Kısa, yeni ve Olimpik kalitedeki pistlerde genellikle ahşap veya sentetikler kullanılır. Eski, uzun ve düşük maliyetlerde üretilen veledromlarda ise beton, şose veya cüruf yaygındır.

Velodromlar inşaa edilmeden önce hesaplanan birleştirme eğrisi ve süper yükseltiye teknik bir bakış.

İnşaat aşamasında kapalı bir velodrom

                                                                                                                            

Barra Olimpik Parkı’nda 2016 Rio Olimpiyatları’nda kullanılan velodromda, 2017 Temmuz’unda gökyüzüne bırakılan ve çatısına düşen bir dilek feneri nedeniyle yangın çıktı. Yangın söndürülse de velodromun çatısı ve pisti ciddi hasar gördü. 45 Milyon dolara mal olan velodromun ahşap pistinde özel bir tür Sibirya ağacı kullanılmıştı. Dilek tutup ateşlediğimiz ve sonrasını düşünmeden gökyüzüne bıraktığımız fenerlerin ‘haber değeri taşımayan’ çevresel etkileri de hafife alınacak cinsten değil.

Veledrom bisikletlerinde fren yoktur. Yazı serimin 4. bölümünde serbest dönüş yapan(freewheel) ve günümüz bisikletlerinin neredeyse tamamında kullanılan tekerleklerin(freewheel) icadını anlatmıştım. Veledrom bisikletlerinde free-wheel yoktur. Tek dişlisi ve tek vitesi olan fixed-gear kullanımıyla hem ağırlık azaltılır hem de hız maksimize edilir. Yarışçılar bu bisikletlerde fren de yapamazlar.

Pist yarışlarında kullanılan bisikletlere bir örnek
Kanada Takımı, Kadınlar Takım Takip yarışları elemeleri, UCI Pist Yarışları Dünya Şampiyonaları – Ulusal Veledrom, Paris, Fransa, 2015.

Yazı dizisi devam edecek.

 

Oğuz Tan

Bisiklet Gezgini

Bir acayip Papa – Seran Vreskala

4 yıldır Vatikan’ın ve Katolik dünyasının liderliğini sürdüren Papa Francis, göreve geldiği andan itibaren reform denecek o kadar çok şey yaptı ki, Katolik dünyasını yerle bir etti. Kendisi kelimenin tam anlamıyla bir ezberbozan; biraz aykırı, biraz marjinal, biraz da anarşist… Yaptıklarıyla Katolik dünyasını alt üst eden Papa, bir nevi modern çağın Mevlana’sı…

Halkın arasında

Dünya çapında 1,2 milyar üyesi bulunan Katolik Kilisesi’nin ruhani lideri Papa Francis’in papa olmadan önceki adı, Jorge Mario Bergoglio imiş. Yani 266’ıncı papa olarak seçilen İtalyan kökenli Arjantin doğumlu Papa Francis, Güney Yarıküreden gelen ilk papa olma özelliğini taşıyor.

Engelilerle

13 Mart 2013’te Sistin Şapeli ‘nin bacasından beyaz dumanın tütmesi ve ‘Başdiyakon Kardinal’in yeni Papa’nın adını ilan etmesiyle unvanını alan yeni Papa, espriler katarak yaptığı mütevazı balkon konuşmasıyla anında halkın hayranlığını kazandı. Espri yapması bile onu bugüne kadar görev yapmış tüm papalardan ayırıyordu. 115 kardinal arasından seçilen Papa Francis, son derece katı olan Katolik dünyasını sarsarak pek çok ilke imza attı.

Kehaneti yıkan ilklerin papası

Öncelikle Aziz Malaki’nin yaptığı meşhur ‘Papa Kehanetleri’ne göre seçilecek papanın siyahi biri olması beklenirken, göreve 1200 yıl sonra Avrupa dışından seçilen ilk Latin Amerikalı Papa Francis’in getirilmesi öngörüyü yerle bir etti.

Esprili

Bu, Katolik dünyasında peş peşe gerçekleşecek depremlerin sadece başlangıcıydı. Bunun yanı sıra Cizvit tarikatından (Hıristiyanlıkta 16’ıncı yüzyılda ortaya çıkmış, ‘İsa’nın Askerleri’ de denilen bir tarikat) gelen ilk papa olması da kayda değer bir özellik. Papalık unvanını aldığı zaman kendisi için seçtiği Francis ismi de papalıkta ilk kez kullanılan bir isim… Yoksulluğu, mütevazılığı ve ruhbanlığı simgeleyen isim, İncil’de İsa’nın Aziz Francis’ten kilisesini onarmasını istediği için Katolikler tarafından ‘İtalya’nın koruyucusu’ kabul edilen Assizili Aziz Francis’den geliyor.

Şefkatli

İsmin ilginç bir hikayesi daha var; her ne kadar Aziz Malaki’nin papalar için ön gördüğü son kehanet gerçekleşmemiş olsa da diğer kâhin Nostradamus kehanetlerinde gelecek olan ‘Fransız bir papadan’ bahsediyor. İtalyan kökenli bir Arjantinli olmasına rağmen Papa Francis’in seçmiş olduğu isim, Nostradamus’un bahsettiği Fransız papa ile benzerlik gösteriyor.

İşçi çocuğu iken…

Çok iyi bir eğitim aldığı, 8 dil bildiği ve çok kitap okuduğu için papa seçilmeden evvel arkadaşları tarafından ‘sessiz aydın’ ve ‘Tanrı’nın sofu adamı’ olarak bahsedilen Francis, aslında demiryollarında çalışan dört çocuklu bir işçinin oğlu…

Vatikan’da

İş için İtalya’dan Arjantin’e göç etmek zorunda kalan ailesinin yoksulluğu ve mütevazılığı, Papa Francis’in karakterinin şekillenmesinde yol gösterici olmuş. Kardinal olduğunda bile en sade kıyafetleri giyen, ayakkabısını eskiyene kadar değiştirmeyen, gerektiğinde toplu taşımayı kullanan biri olarak kilise üyelerinin yaşadığı aşırı lüks hayatı hep eleştirdi.

Ruhban sınıfa dahil olduğu andan itibaren siyaset, sosyal adalet ve çevre konularında son derece aktif roller aldı ve halen bu konular üzerinde çalışmaya devam ediyor.

Time Dergisi tarafından ‘Yılın Kişisi’ seçildi

Daha göreve geleli birkaç ay olmuşken, 2013’ün Aralık ayında Time dergisi tarafından ‘Yılın Kişisi’ seçildi. Vatikan’da değişim rüzgarları estiren ve diğer papalara göre fazlasıyla marjinal olan bu adam, Katolikler tarafından bir umut olarak görüldü.

Mahkumların ayağını öperken

Dergideki makaleye göre Papa Francis’in yılın kişisi seçilmesine neden olan faktör, Katolik Kilisesi’nden ümidini kesmiş binlerce insanın bu konudaki fikirlerini değiştirmesiydi. Bugüne kadar hiçbir papanın yapamadığını yaparak, Katolik Kilisesi’ni katılığını yumuşatıp daha sevimli bir hale getirdi ve bu anlamda küresel bir hayranlık kazandı.

Müslüman bir kadınla selamlaşırken

Yaşadığı mütevazı hayat ve yoksullara yaptığı cömert yardımlar sebebiyle, daha görevine atanır atanmaz hakkında alçakgönüllülüğünü ön plana çıkaran hikayeler yayımlandı. Bu hikayeler genelde faturasını ödemek için asistanını göndermek yerine kendisinin gittiğinden, Vatikan Sarayı yerine iki odalı basit bir apartman dairesinde yaşamayı seçtiğinden ya da geceleri korumasız olarak yoksul mahallere giderek insanlarla ekmeklerini paylaştığından bahsediyordu.

Yağmur Ormanlarını desteklerken

Bunlardan dolayı Papa Francis, 2014’te Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterildi. Her ne kadar ödülü kendi almasa da Papa Francis dünyadaki en hayırsever insanlardan biri olarak görülüyor. Bu bile kendisini sevmek için yeterli bir sebep!

Reform sayılan yenilikleri

  • Daha göreve gelir gelmez ilk yaptığı, yeni papa seçildiğinde Vatikan çalışanlarına bonus olarak verilen maaşları hayır kurumlarına bağışlamak oldu.
  • Dünyanın en zengin kurumu olan Katolik Kilisesi’nin bankası Vatikan Bankası’na yönelik soruşturmalar başlattı. İşten çıkarmalar ve cezai suçlamalarla Vatikan’ı yolsuzluklardan temizlemeye devam ediyor.
  • Dünyadaki tüm papaz, piskopos ve kardinallerin yaptığı harcamalara kısıtlamalar getirdi. Örneğin Alman piskopos Franz-Peter Tebartz-Van Elst’in 41 milyon dolar harcadığı şatosu yüzünden piskoposluk unvanını geri aldı. Ceza olarak da bir manastıra göndererek, her gün yoksullara yemek servisi yapmaya mahkum etti.
  • Katolik dünyasında asla kabul edilmeyen ve aforozla sonuçlanan boşanmış ailelere, kilisesinin kapılarını açtı ve bu konu hakkında şunları söyledi: ‘’ Geçmişte kilise ahlaksız ya da günahkâr olanlara karşı çok sert davrandı. Artık yargılamıyoruz. Kilisemiz heteroseksüeller, homoseksüeller, kürtaj karşıtları ve kürtaj yanlıları için yeterince büyük. Muhafazakârlara, liberallere hatta komünistlere bile kapımız açık.’’
  • Kilisenin gey ve lezbiyenlere artık karışmaması gerektiğine inandığını belirtti. Bu konuda yaptığı “inançlı ve iyi niyetli ama gey, ben kimim ki onu yargılayayım?” yorumu, Katolik dünyasında büyük yankılara sebep oldu.
  • Kilisenin kürtaj ve doğum kontrolü konusunda fazla saplantılı olduğunu ve dünyada bunlardan daha önemli konular olduğunu ve onların üzerinde durulması gerektiğini söyledi. Kilisenin kürtaj yaptırmak isteyen kadınların yanında olması gerektiğini savundu.
  • Kilise tarafından ateistlerin şeytan olduğunun kabul edilmesi algısının yanlış olduğunu söyleyerek büyük bir geleneği bozdu; “Ateistler de iyi insan oldukları için cennete gidebilir” dedi.
  • Katolik Kilisesi’nin artık İtalyan Mafyasından destek almayacağını açıkladı. Mafya üyelerinin hepsini aforoz etti ve cemaat dışı bıraktı. Bu yüzden aldığı ölüm tehditlerini bile umursamadı. Bugüne kadar hiçbir papa bu cesareti gösterememişti.
  • Hıristiyan ve Müslümanların bir araya gelmesi için özel çaba gösterdi. Herkesin inancının kendine özel olduğunu ve herkesin istediğine inanmakta serbest olduğunu söyleyerek bütün tabuları yıktı. Adem ile Havva’nın bir masal olduğunu ve cehennemin olmadığını söylemesi de kilise için şok edici bir adımdı.
  • Finansal sistemi, sınıf ayrımını ve insanların tüketim makinesine dönüşümünü kınadı. Paranın yönetmek için değil sadece hizmet amacıyla kullanılması gerektiğini belirtti. Küresel kapitalizme “Nasıl oluyor da yaşlı bir evsizin sokak ortasında ölmesi haber olmuyor da borsanın iki puan düşmesi haber oluyor?” sözleriyle meydan okudu.
  • Son yıllarda özellikle kilise hakkında yazılan çocuk istismarları ilgili konularla ilgilendi ve çocuk tacizlerine karşı savaş açtı. Çocuk mağdurlardan ve ailelerinden kişisel olarak özür diledi. Bu konuya çok katı ve sert yaklaşan Papa, bu tip davaları takip etmek için bir komite kurdu ve bu fiillerin suç kabul edilmesi için kanunu değiştirdi. Pedofili rahipleri adalete teslim etti ve onları koruyanları tehdit etti.
  • Vatikan üyelerine hasta, yaşlı ve yoksullara daha fazla yardım etmelerini buyurdu.
  • Kendinden önceki papalar özel yapım, korumalı arabalara binerken, kendisi makam aracı olarak Ford Focus kullanıyor.
  • Bir cezaevinde yaptığı ayinde 12 suçlu gencin ayaklarını öptü, Müslümanların ve kadınların ayaklarını yıkadı. Yanlış okumadınız, gerçekten de mahkumların tek tek ayaklarını öptü ve diğerlerininkini yıkadı. O gün ayaklarını öptüğü çocukların tekrar tanrıya inanmaya başladığı söyleniyor.
  • Bugüne kadar kilisenin çevresel konularla ilgilendiği hiç görülmemişken, Papa Francis Amazon yağmur ormanlarının en büyük koruyucusu…
  • Ona mektup yazan tecavüze uğramış 44 yaşındaki bir kadını arayarak teselli etti. Tecavüz mağdurları eskiden kiliseye kabul edilmezdi.
  • Geceleri gerçekten de Vatikan’dan ayrılıp yoksul mahallelere gidiyor ve insanlarla yemeklerini paylaşıyor.
  • Sık sık halkın arasına karışıyor ve kendisiyle özçekim yapmak isteyen herkesle fotoğraf çektiriyor.

 

Seran Vreskala

Nate fırtınası vurdu, Orta Amerika’yı sel götürdü: En az 22 ölü

Önceki gün Meksika körfezinin güneyinde oluşan ve kuzeye doğru büyüyerek ilerleyen yeni bir tropikal fırtına Orta Amerika’da aşırı yağışlara ve sellere neden oluyor.

Nate adı verilen yeni tropikal fırtına henüz saatte 80 kilometre hızla estiği ve kasırga adını almadığı halde dün Orta Amerika ülkeleri Kosta Rika, Nikaragua, Honduras ve Belize ile Meksika’nın Yukatan yarımadasında aşırı yağış bırakarak sellere neden oldu. Bu ülkelerde çok sayıda kişinin öldüğü ve yüz binlerce kişinin sellerden etkilendiği bildiriliyor.

Nate tropikal fırtınası saatte 80 kilometre Orta Amerika’nın Atlantik kıyılarında

Nate’in kuzeye doğru ilerlerken Yukatan yarımadasını geçtikten sonra tekrar deniz üzerine çıkarak kasırgaya dönüşmesi ve hafta sonu ABD’nin güney kıyılarını vurması bekleniyor. ABD’nin Lousiana, Atlanta ve Misissipi eyaletleri Nate kasırgasından etkilenebilir. 2005 yılında Katrina kasırgasından ağır biçimde etkilenen New Orleans kenti de olası hedefler arasında.

Nate’in kasırgaya dönüşerek hafta sonu ABD’yi vurması bekleniyor.

Haberlere göre Nate fırtınasının neden olduğu aşırı yağışların bilançosu şimdilik şöyle:

Kosta Rika’da en az 8 kişi öldü, 17 kişi kayıp. 400 bin kişi içme suyundan yoksun kaldı. Kızılhaç yekilileri 7000 kişinin tahliye edildiğini bildirirken, Ulusal Acil Durum Komisyonu ülke çapında 1168 sel ve 231 toprak kayması olayı kaydedildiğini açıkladı. Nate nedeniyle en yoğun yağmur alan Guanacaste bölgesinde 5 Ekim günü 278 milimetre yağış kaydedildi.

Nikaragua’da 11 kişi öldü, yüzlerce ev sel sularının altında kaldı ve 10 bin kişi aşırı yağışlardan etkilendi. Altyapının da büyük zarar gördüğü bildiriliyor.

Honduras’ta 3 kişinin öldüğü, birkaç kişinin kayıp olduğu açıklandı.

Belize’de 6 Ekim için aşırı yağış uyarısı yapıldı.

İklim değişikliği nedeniyle ısınan okyanus suları nedeniyle sıklığı, büyüklüğü ve etkisi artan Atlantik okyanusu kasırgaları etkili olmaya devam ediyor. Bu yıl Harvey, Irma ve Maria kasırgaları ABD ve Karayiplerde büyük hasara ve can kaybına neden oldu.

Nate’in de kasırgaya dönüşerek ABD kıyılarını vurması halinde bu yıl bir kasırga sezonuda üçüncü kez ABD kasırgalar tarafından ağır hasara uğramış olacak.

(Floodlist, The Guardian, Yeşil Gazete)

Faşizme faşizm demek – Cengiz Aktar

Bu yazı artigercek.com sitesinden alındı

“…iktidarda oldukları sürece totaliter rejimlerin ve hayatta oldukları sürece totaliter liderlerin sonuna kadar kitle desteğine dayandıklarını ve bu destekle hükmettiklerini unutmak çok daha ciddî bir hata olacaktır. Hitler’in iktidara gelişi salt çoğunluk ilkesi bakımından meşrudur ve ne Hitler ne Stalin kitlelerin güvenine sahip olmasalardı, geniş yığınların liderliğini sürdürebilir, içteki ve dıştaki birçok krizden sağ salim çıkabilir ve şiddetli parti içi mücadelelerin sayısız tehlikelerine göğüs gerebilirlerdi. Eğer kitleler Stalin ve Hitler’i desteklemeselerdi, ne Moskova mahkemeleri ne de Röhm hizbinin tasfiyesi mümkün olurdu.” Hannah Arendt, Totalitarizmin Kaynakları-3, İletişim Yayınları, 2017, s.36

Arendt, totalitarizmin mütekâmil örnekleri Nazizm ve Stalinizmi incelediği temel eserinin “Kitleler“ bölümünde yukarıdaki gözlemi yapar. Türkiye’deki rejimin ne olduğu tartışmasına temel metinlere dönerek katkıda bulunmak sanırım en sağlıklısı. (Arendt ve aşağıda atıfta bulunduğum Reich’e ilâveten Elias Canetti, Primo Levi, George Orwell, Giorgio Agamben, Erich Fromm, Theodor Adorno yeniden okunmalı).

Erdoğan fenomenini ve kurmakla haşır neşir olduğu rejimi anlamlandırmak için kendisi, partisi, yakın çevresi, iş ilişkileri, Türkiye’nin siyasî tarihi, sabık seçkinlerin yaptıkları hatalar, kitabî sınıflandırma ve çözümlemelere ilâveten O’nu ve rejimini destekleyen kitleyi en az bu veriler kadar dikkate almak gerekiyor.

Zira Erdoğan ve rejiminin belli başlı payandası, “çoğunluk”, “millî irade”, “aziz millet” olarak adlandırılan kitle. Ve bu kitle liderle birlikte okunduğunda bariz faşizan özellikler barındırıyor. Kendi içinde uyumlu “lider-kitle-faşizm” üçlüsünün neredeyse bütün özelliklerini gösteren Türkiye’yi sadece rejimin siyasî icraatları üzerinden, kendine atfettiği adla veya bildik faşizm şablonlarına uygunluk ölçütüyle tanımlamak rejimle mücadelenin sınırlarını daraltma tehlikesi taşıyor.

Kitlenin analiz dışı bırakılmasının ana nedeni faydacı, hesapçı, paragöz kitlenin çeşme, kaynak kuruduğunda lideri terk edeceği ve rejimin çökeceği varsayımı. Bugün var ama yarın yok! Bunlar sosyal güvenlik sistemi müptelâsı haline getirilen ve 15-16 milyon mertebesinde olduğu farz edilenbir âtıl nüfus.

Buna, ihale bağımlısı haline getirilen irili ufaklı yandaş iş insanını, rejimden nemalanan hatırı sayılır propagandist güruhunu ve tüketim toplumunun nimetlerinden fütursuzca faydalanan herkesi ilâve etmek gerekiyor.

Sözkonusu çark, toplumun ezici çoğunluğunu kapsıyor.

Yapılan ekonomik analiz ve öngörüler sürekli bu inaye/ihale/tüketim çarkının sürdürülemez olduğuna işaret ediyor. Doğru da! Türkiye’nin hukukdışı ortamı, çarpık eğitim sistemi, üretmeden tüketen yapısı, ölü yatırım olan inşaat saplantısı, kifayetsiz araştırma geliştirme kapasitesi ve aşırı merkeziyetçi idarî yapısı yıllardır süren saadet zincirinin eninde sonunda kopması demek. Bunun da rejimin çökmesine yol açacağı, akabinde bugünkü kâbustan uyanılacağı ve her şeyin “normale” döneceği varsayılıyor.

Hesaba katılmayan, bu muazzam nüfusun hatırı sayılır bir bölümünün, rejim çöktüğünde kaybedeceği, irili ufaklı ama toplamda devasa boyuttaki çıkarının rejimi “kanının son damlasına kadar” savunmaya mahkûm etmesi. Kanın son damlası derken ülkedeki silahın ezici çoğunluğunun rejimin tekelinde olduğunu hatırdan çıkarmayalım. Askeriye, emniyet teşkilâtı, SADAT benzeri milisler, korucular, kefenliler ve mafya. Ne ki bağımlı ve işbirlikçi kitlenin hayatta kalma içgüdüsü dahî yetersiz bir çözümleme.

Esas, faydacı analizin ardında kitlenin derdinin ekonomi olduğu ve parayla satın alınabileceği varsayımı var. “Türkiye’de kitle paraya tamah ettiği için rejim destekçisi” imâsı. Bu ne kadar geçerli? Bir kere Türkiye’de faşizmin bilinen örneklerinden ayrışması dahî faydacı tahlile başlı başına bir soru niteliğinde. Türkiye’de totalitarizm, 20. yüzyıl başında Almanya, İtalya ve Rusya’da olduğu gibi toplumları altüst eden bir kriz neticesinde değil dünyanın gözbebeği olmaya aday, ekonomisi gelecek vaad eden Avrupa Birliği adayı model ülkeden neşet etti.

Tamahkârlık yine de kitlenin bir kısmı için doğru olabilir. Kitlenin rejime verdiği destek ekonomik çıkarlar veya bilgi eksikliği ya da beyinlerin yıkanmış olmasının berisinde bir yerlerden gelmiyor mu? Totaliter rejimin dinî aidiyet üzerinden tanımladığı ve kitlenin beklentileriyle birebir örtüşen bir total tahayyülü meşrulaştırmasından kaynaklanmıyor mu?

Türkiye’de bu tahayyülün tam ne olduğu, özünde neler yattığı, ruhunun ve şuurunun nerelerden beslendiği üzerine kapsamlı tahliller daha yok; faşizm derinleşip ortalığı iyice kuşattığında ihtimalen yapılacaktır.

Birkaç ipucu vermeye çalışalım.

Bir kere bu köklü bir tahayyül; hesabı verilmemiş korkunç bir vatandaş kıyımına, 1915-16’daki Ermeni Soykırımına dayanıyor. Katliam ve gasp edimlerinin cezasız kaldığı, cezasızlık üzerine bina edilen her yeni melâneti sindirmeye hazır, çürümüş bir bünyeden ürüyor.

Artçı tezahürleri saymakla bitmez: 1915’ten sonra yaşanan kitlesel katliam ve pogromlar, buna mukabil müzminbir mağduriyet ve hınç alma güdüsü, bu kadar sorumsuzluk ve cezasızlık sonucunda genlere işlemiş bir hukukdışılık, her farklı olana düşman Selefî tınılı mütecaviz ve küstah erillik… Çürük bünye daima tükettikçe var olabilen, hatta kendini dahî yok etme pahasına tüketen, yiyip bitiren bir bünye.

Bir başka totalitarizm gözlemcisi Wilhelm Reich’ın dediği gibi, ne marksist yaklaşımın sosyal sınıflara dayanan ekonomici izahı, ne Hitler ve Stalin’de vücud bulan kişi kültü, ne saf kitlelerin kötü niyetli politikacılar tarafından aldatıldıkları iddiası, ne olan bitenden bihaber oldukları safsatası faşizmi anlamak için yeterli.

Reich’a göre, faşizm arzulanır. Kitle, tarihin bir evresinde koşullar elverdiğinde arzuladığı faşizmi yaşama imkânı bulur.

İşte rejim bu kitlesel tahayyüle, bu marazî faşizm arzusuna uçsuz bucaksız bir alan açıyor. Bir nevî Dar-ül harb!

Türkiye’nin Erdoğan meselesi nüfusunun yarısına dönüştü.

Bu, temenniyle, tevekkülle altından kalkılabilecek bir heyula değildir.

Cengiz Aktar – Artı Gerçek  

İspanya, referandum sırasında yaşanan polis şiddeti nedeniyle Katalonya’dan özür diledi

İspanya hükümetinin Katalonya’daki temsilcisi olan Vali Enric Millo, İspanya Anayasa Mahkemesi tarafından yasa dışı ilan edilmesine rağmen geçen pazar günü yapılan referandum sırasında yaşanan polis şiddeti nedeniyle özür diledi.

TV3 televizyonuna konuşan Millo, “Görüntüleri gördüğümde ve bazı insanların itildiğini ya da onlara vurulduğunu öğrendiğimde, ki bunlardan biri hâlâ hastanede, sadece bundan pişmanlık duyabilirim ve müdahale eden polisler adına özür dileyebilirim” dedi.

1 Ekim’de yapılan referandumda Madrid’in Katalonya’ya gönderdiği İspanya polisi ve jandarması, oy verme noktalarına giden Katalanlara sert müdahalede bulunmuş, olaylarda 900’e yakın kişi yaralanmıştı. Katalonya halkı, referandumda yüzde 90’la bağımsızlığa ‘Evet’ demişti.

 

(T24)

Nobel Barış Ödülü’nün bu yılki kazananı nükleer silah karşıtları

Bu yılki Nobel Barış Ödülü’nün sahibi Uluslararası Nükleer Silahları Yok Etme Kampanyası (International Campaign to Abolish Nuclear Weapons – ICAN) oldu. ICAN, 9 milyon İsveç kuronu (1.1 milyon dolar) para ödülüne de hak kazandı.

Kazananın ICAN olduğunu duyuran Nobel Komitesi Başkanı Berit Reiss-Andersen, yapıyı bu konuda ‘öncü’ olarak tanımladı.

Reiss-Andersen, ödüle dair şunları söyledi: “ICAN, bu ödülü nükleer silahların yol açabileceği insani felaketlere dikkat çekmek için yürüttüğü çalışmalar dolayısıyla alıyor. Nükleer silahlanma hiçbir zaman gündemden düşmeyen bir konu. Tüm dünya gezegenin daha tehlikeli bir yer haline geldiğini düşünüyor.”

Türkiye’de de kampanya yürütüyor

ICAN, nükleer silahların tüm ülkelere yasaklanması hedefiyle anlaşma imzalanması için kampanya yürütüyor. Nükleer silah anlaşmasıyla, nükleer silahların üretilmesi, sahip olunması, kullanılması ve yok edilmesi amaçlanıyor.

ICAN, ilk olarak 2007’de çalışmalarına başladı. Şimdiye dekse 60’dan fazla ülkede 200’ün üzerinde organizasyondan destek gördü.

ICAN, Türkiye’de de çalışmalarını yürütüyor.

Nobel Barış Ödülüne Cumhuriyet gazetesi ve gazeteci Can Dündar da aday gösterilmişti.

 

(Diken)