1990’lı yıllarda Bergama-Ovacık’ta başlayan siyanür liçi işletme yöntemiyle altın madenciliği, Türkiye ekolojisine ciddi tehdit haline geldi. Bu tehdide karşı Bergama Köylü Hareketi ile başlayan ekoloji hareketleri ile sağlıklı çevrede yaşama hakkını koruyan yargı kararları üzerine maden kanunu ve ilgili mevzuat en çok değişikliğe uğrayan düzenlemeler oldu. Yasalardaki değişiklikler kadar bunu sağlayan lobiler de dikkat çekiciydi. Örneğin 2004 yılı 5 Haziran günü, yani Dünya Çevre Günü’nde yürürlüğe giren “5177 Sayılı, Maden Kanunu ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanun”, o dönemde altın madenciliği için Türkiye’ye gelen Newmont gibi Eldorado Gold gibi uluslararası altın şirketlerinin talepleri doğrultusunda çıkartıldı.[1]
Madencilik mevzuatında yapılan değişiklikler ve yeni düzenlemeler ile maden ruhsatları kutsal belgeler halini aldı, madencilik de her türlü sınırlamadan bağışık, dokunulmaz faaliyet halini aldı. Bu süreçte yargı kararlarına, yerel halkın direnişine rağmen Bergama, Kazdağları, İzmir-Efemçukuru, Uşak-Kışladağ, Erzincan- İliç, Kayseri-Himmetdede, Gümüşhane-Mastra ve adını sayamayacağım pek çok yerde altın madenleri işletmeye alındı, Artvin- Cerattepe, Fatsa, Yozgat-Boğazlıyan-Eglence ve daha pek çok yerde yeni işletmeler yolda. 2000’li yıllarda madenciliklere sağlanan bu ayrıcalıklar bu ülkenin başına epey çoraplar ördü. Sadece çevreye, doğaya verilen zararlardan bahsetmiyorum, Bergama – Ovacık Altın Madenini işleten Koza Altın İşletmelerine FETÖ/PYD soruşturması kapsamında el konulduğunu, patronu Hamdi Akın İpek’in arananlar listesinde olduğunu hatırlatmam yeter sanırım.
Anlaşılan yaşananlardan hiç ders çıkartılmamış, yeni ayrıcalıklar için Maden Kanununda yeni değişiklikler gündemde. Meclis Başkanlığına 27 Eylül’de sunulan “Bazı Vergi Kanunları ile Kanun ve kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı”ndan söz ediyorum. Kanun tasarısı başlığından sadece Vergi kanunlarında değişiklik yapılacağı anlaşılsa da tam bir torba tasarı ile karşı karşıyayız, neler neler yok ki, bunlardan bir tanesi de 3213 Sayılı Maden Kanunu, 5 madde ile önemli değişiklikler yapılıyor. En önemlilerini sizinle paylaşmak istiyorum. Tasarının 54.maddesi ile “Madencilik Faaliyetlerinde İzinler” başlıklı 7. maddenin on birinci fıkrasının, birinci cümlesi değiştiriliyor, buna göre çevreye ilişkin Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) ve diğer izin süreçleri 3 ay içinde bitirilmezse izin verilmiş sayılacak. Tasarının 55. maddesi ile “Maden Teşvik Tedbirleri” başlıklı 9. maddesine yeni bir fıkra ekleniyor, orman alanlarında yapılacak madencilik faaliyetleri için ilk 10 yıl için herhangi bir bedel alınmayacağı düzenlemesi getiriliyor. Tasarının 56. maddesi ile Maden Kanunun “Arama Faaliyetleri” başlıklı 17. maddesinde yapılan değişiklik ve ekleme ile altın gümüşi nikel gibi IV. grup madenlere ilişkin ek arama süresi tanınıyor, ayrıca “jeolojik haritalama, jeofizik etüd, sismik, karot, kırıntı ve numune almaya yönelik faaliyetler için ÇED kararı aranmayacağı” öngörülüyor.
Çevresel Etki Değerlendirme izin süreçleri 3 ay içinde bitirilmezse izin verilmiş sayılması madenciliğin ÇED’den muaf tutulması sonucunu doğuracaktır. Oysa madencilik çevreye en çok zarar veren faaliyetlerin başında gelir, kısaca özetlemek gerekirse, maden cevherinin çıkartılması topografyanın bozulmasına, orman ve bitki örtüsünün zarar görmesine yol açıyor, diğer yandan madenin ayrıştırılması sırasında kullanılan siyanür ve diğer kimyasallar, doğada zararsız halde bulunan ağır metalleri, aktif hale getirmekte, toprakta, suda, havada kalıcı kirlenmelere neden olmaktadır.
Yürüklükteki Maden Kanunu’na göre; orman, muhafaza ormanı ve ağaçlandırma alanlarında yapılan maden arama ve işletme faaliyetleri ile bu faaliyetler için zorunlu ve ruhsat süresine bağlı olarak yapılan altyapı tesisi ve tesislerine izin verilebiliyor. Değişiklikle ilk on yıl ağaç bedeli dahi alınmayacak, insaf yahu…
Torbaya konan Maden Kanunu değişiklikleri ile dağlar, ovalar, meralar, ormanlar, su havzaları, yerleşim alanları, ülkenin tamamı, hiçbir çevresel önlem alınmadan, hiçbir denetime tabi tutulmadan açılacak maden ocaklarına ve işletmelerine terk ediliyor. Tasarı kanunlaşırsa ülke yaşanmaz hale gelecek, şimdiye kadar yaşananları aratacak, yeni suçlara hazır olun.
Doğal Hayatı Koruma Vakfı (WWF Türkiye) çevre haberciliğine yeni başlayan ve halen sürdürmekte olan çevreci gazeteciler için önemli bir boşluğu doldurdu. Basın mensuplarına yönelik ilk kez düzenlenen“Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) Okuryazarlığı” atölyesinde İstanbul ve çevre illerden gazeteciler, medya kuruluşu temsilcileriyle beraberdik. İstanbul Şişli Radisson Blue Otel’de Cuma günü gerçekleşen ve tüm gün süren etkinliğe Türkiye Erozyonla Mücadele Ağaçlandırma ve Doğal Varlıkları Koruma Vakfı (TEMA) üyesi Avukat Ömer Aykul, Kazdağı Doğal ve Kültürel Varlıkları Koruma Derneği Başkanı Süheyla Doğan, Birgün Gazetesi’nden gazeteci Özgür Gürbüz, WWF Türkiye ekibinden Proje Koordinatörü Aslı Gemici konuşmacı olarak katıldı.
“Çevre ile ilgili davalarda bilirkişi ücretleri 20 bin TL’ye yükseldi”
Atölye Türkiye’de Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) ve Stratejik Çevresel Değerlendirme’nin (SÇD) hukuki temelleri, uygulamaları, sorunları ve çözüm önerileri başlığı altında başladı. Türkiye’de mahkemelerin kararlarına uyuluyor olsa da yönetmeliğin değişebileceğini söyleyen Avukat Ömer Aykul, çevre ile ilgili davalarda bilirkişi ücretlerinin 20 bin TL çıktığını, bakanlık ya da valilikler tarafından hazırlanan muafiyet yazılarının hiçbir zaman avukatlara ulaşmadığını söyledi. Aykul, gazetecilerin 1993 yılında hayatımıza giren ÇED raporunu okurken projenin tanımına, amacına ve teknik olmayan özetine dikkat etmeleri gerektiğine dikkat çekti.
“ÇED ticari faaliyetinin”, ekosistem aleyhine olduğunun, bölge kültürünün korumadığının ve ÇED’in havza esaslı yapılmamasının ÇED hukukunun önemli temel sorunları arasında bulunduğunu anlatan Ömer Aykul, ÇED’deki en kritik noktalardan olan; zamansal kümülatiflik, mekansal kümülatiflik ve etkisel kümülatifliğin önemine atıfta bulundu. Aykul,
*ÇED çalışmasında bölge üniversitelerindeki akademisyenler görüş alınması ve sürece akademik bir gözlem için üniversiteden bir gözetmen dahil edilmesi,
*Parçacıl ÇED çalışmasına izin verilmemesi,
*Sağlık, sosyal, kültürel etki değerlendirilmeleri yapılması, yönetmelik metnine eklenmesi,
*ÇED raporunun şirketler yerine şahıs firmalarına yaptırılarak eksik bir bilgi halinde yasaklama yapılabilmesi,
*Sürdürülebilir kalkınma değil sürdürülebilir yaşam destekli olması gerektiği hususuna işaret etti.
“Çevre hukukunu bilmeyen bazı hakim ve savcılar eğitilmeli”
Atölye konuşmacılarından ikinci isim ise Kazdağı Doğal ve Kültürel Varlıkları Koruma Derneği Başkanı Süheyla Doğan’dı. Derneğin Bahçedere Altın Maden Projesi’ne karşı yürütülen mücadeleyle başlayan serüveninden günümüze kadar takip ettiği projeler ve mücadeleler hakkında sunum yapan Doğan, Kazdağı ve yöresinde STK’ların savunuculuk kapasitelerinin geliştirilmesi kapsamında projeler yürüttüklerini ifade etti.
Valiliklerin “ÇED gerekli değildir” kararlarına yönelik düzenlenmelere karşı davalar açıldığını aktaran Doğan, avukatlık ücretleri çok yüksek olduğu için savunuculuk hakkının süren davalarda kullanılamadığını söyledi. Doğan, sahada karşılaştıkları sorunları ve dikkat edilmesi gereken noktaları ise şu şekilde sıraladı:
*Halkın katılımı toplantılarında video ve ses kaydı yapılamadığı için toplantı sonunda hazırlanan tutanakların kamuoyuna açık olması, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın web sayfasında yayınlanması
*Herhangi bir sebeple yapılmayan Halkın Katılım Toplantıları ÇED raporunda yapılmış gibi gösterilmesi (Örnek olarak Kısacık Altın Madeni projesi incelenebilir)
*Anayasamızdaki 36. maddeye göre halkın bilgi edinme hakkı çerçevesinde tutanaklar istendiğinde kesinlikle paylaşılması
*Başta olumsuz olan kurum görüşleri ileride olumlu dönüş olarak değişebiliyor. Bu kırılma noktasının yakalanması
*İnceleme Değerlendirme Toplantısı (İDK) öncesi BİMER’den yapılabilen itirazların yaygınlaşması
*Bazı hakim ve savcıların çevre hukukunu bilmedikleri için mutlaka eğitilmesi
Basına “olayın magazin boyutu öne çıkarılıyor” eleştirisi
Medyanın bilimsel olarak ÇED ile ilgilenmediğini ancak Halkın Katılım Toplantıları’nda jandarmanın da araya girmesiyle çıkan olayların gündeme geldiğini aktaran Doğan, çevre ile ilgili haberlerin okunması için olayların popülerleştirerek magazin boyutuyla öne çıkarıldığı eleştirisinde bulundu ve bundan duyduğu rahatsızlığı dile getirdi.
Doğan’ın eleştirisi medya mensupları ve STK’lar arasındaki görüş farkını da bu sayede ortaya koydu. İnternet haberciliği, yazılı basın (gazete/dergi) ve televizyon haberciliği arasındaki farklılıklar tartışıldı.
Basın mensupları Türkiye’deki haber okuma alışkanlıkları göz önünde bulundurulduğunda okuyucunun dikkatini çekmenin yolunun haberin o mecranın kendine özgü dinamikleri içinde (internet, televizyon ya da gazete) verilmesi gerektiği görüşünü savundu. İçinde bulunduğumuz bilgi çağında ve yoğun haber bombardımanı altındayken ana akım medyada çevre haberlerinin çok yer almamasının dezavantajını yaşarken, okuyucunun dikkatini habere çekmenin birincil öncelik olduğu konusunda fikir birliği oluştu.
“ÇED raporları 30 günlük süre dolmadan kamu erişiminden kaldırılıyor”
Atölyenin ikinci bölümünde “Basında ÇED süreçleri”, “Sivil Toplum ve Medya İlişkileri” konusu gündemdeydi. Birgün gazetesinden Özgür Gürbüz, çevre suçlarını “görünür (ağaçların kesilmesi, HES’ler) ve görünür olmayan (kava kirliliği, radyasyon) ” olarak ikiye ayırarak sunumuna başladı. Termik santral emisyonlarının gizlendiğini ve şeffaf bir süreç işlemediğini anlatan Gürbüz, tüm illerdeki ÇED raporlarına Çevre ve Şehircilik Bakanlığı Çevresel Etki Değerlendirmesi İzin ve Denetim sitesindeki ÇED duyurularından ulaşılabildiğini ancak ÇED firmalarının bakanlıklara yaptıkları baskılar nedeniyle normalde 30 gün sonra raporların kaldırılması gerekirken 30 günü tamamlamadan önce raporların siteden kaldırıldığını söyledi.
Gürbüz, eğer bir ÇED raporuna mutlaka ulaşmamız gerekiyorsa, bakanlığa yazılı başvuruda bulunulmasının sonuç vermediğini, basın müşavirlikleri üzerinden rapora ulaşılmasının denenebileceğini aktardı.
Gazeteci Gürbüz, ÇED raporuyla ilgili haber üretirken değerlendirilebilecek püf noktalarını ise şöyle sıraladı:
*Her gün Çevre ve Şehircilik Bakanlığı web sitesinden paylaşılan dosyaları arşivlenmesi
*Belediye meclislerinin takip edilmesi
*Ziraat, Jeofizik, Çevre Mühendisleri Odası’ndan ÇED raporlarıyla ilgili görüş alınması
*Yerel üniversitelerde teknik bilgisi olan akademisyenlerden destek alınması
*TEMA, Doğal Hayatı Koruma Vakfı ya da Doğa Derneği gibi uzmanlıkları olan yerlerle iletişime geçilmesi
Atölyede son sunumu ise WWF Türkiye ekibinden Proje Koordinatörü Aslı Gemici gerçekleştirdi. CO-SEED projesini anlatan Gemici, dünyanın farklı ülkelerinde halkın katılımının çevresel karar alma süreçlerini nasıl etkilediği ile ilgili bizlere bilgi verdi.
Atölye çalışması Türkiye medyasından çıkan çevre haberleriyle ilgili örneklerin değerlendirilmesiyle son buldu. Basın mensupları iki çevre vakasını haberleştirmek için nasıl bir yol haritası çizdiklerini iki gruba ayrılarak uygulamalı olarak aktardı.
Bu atölye çalışmasında ne öğrendik?
İlk olarak projelere ve ÇED raporlarına nereden ulaşabileceğimizi, ulaşamazsak hangi alternatif yolları deneyebileceğimizi,
Haberci olarak ÇED raporlarını okurken hangi açıklamalara dikkat etmemiz gerektiğini ve içinden ne gibi sorular çıkarabileceğimizi,
Çevre haberi yaparken kimlerden, hangi kurum ve kuruluşlardan görüş/bilgi alabileceğimizi, bilgileri nerelerden teyit ettirebileceğimizi,
STK’ların kendi hazırlayacakları basın bültenleri ile basın mensuplarını konuyla ilgili daha doğru bilgilendirebilmeleri, habercilerle ilişkilerini güçlendirmeleri ve düzenli iletişime geçmeleri gerektiğini,
Yerel basının haber yaparken araştırma konusunda eksik kaldığını, olay yerine gitmeden haber yapıldığını dolayısıyla bu haberlerin eksik bilgiler içerebildiğini,
Çevre haberleri üreten basın mensuplarının birbirleriyle olan iletişimine katkıda bulunacak, belli aralıklarla kendilerini bu tür bilgilendirme toplantılarıyla yeni gelişmeler ve süreçlerle ilgili güncel bilgi paylaşımı sağlanmasına ihtiyaç olduğunu,
STK’lar için bir savunuculuk okulunun açılmasının faydalı olacağını.
Bir farenin, yaşadıkları kölelik düzeninin farkında olmayan hamsterlara özgürlüğü tarif ettiği, hatta bizzat deneyimlettiği masallı piyes “Bi’Şey Anlatıcam – Bir Özgürlük Masalı” Türkiye turuna 5 Ekim 2017 Perşembe günü Adana’dan başladı.
Peşpeşe 4 oyunu sırası ile 6 Ekim’de Tarsus – 7 Ekim’de Mersin ve 8 Ekim’de de Silifke’de sahneledikten sonra sıradaki şehir İzmir’in hazırlığı içerisinde Bi’Şey Anlatıcam ekibi.
Mersin’de Eğitim-Sen’in adı her zaman bana ilham olmuş Özgür Çocuk Parkı’nın hemen bitişiğindeki binada bulunan Mersin şubesinde izledim ben de oyunu. Üstelik bu benim ikinci izleyişim. Adana’da bir ilk özelliği taşıyan ve Akustik Kültür’de 17 Mayıs Çarşamba akşamı gerçekleşen “Masal Gecesi” sırasında oyunun muhtemelen dünya prömiyerini de izleme imkanı bulmuştum. 17 Mayıs’tan 7 Ekim’e geçen süreçte iyice oturmuş ve kendini bulmuş oyun.
Tam bu noktada oyunu sahneleyen Duygu Şahlar’ın yola çıkış öyküsünden de kısaca söz etmem gerekiyor. 29 Ekim 2016 tarihli 475 sayılı KHK (Kanun Hükmünde Kararname) ile işinden edilen onbinlerce eğitim emekçisinden biri Şahlar. Antakya’da görev yaptığı okul öncesi eğitim kurumu ile ilişiği o gün kesilmiş. Ardından memleketi Adana’da, Akustik Kültür’deki sanatsal üretime dahil olup Nisa Ayyıldız ile birlikte meydana getirdikleri Moyo Masal ile çocuklara masal anlatmaya başlamış. 17 Mayıs Akustik Kültür Masal Gecesi hazırlığı sırasında da “Bi’Şey Anlatıcam” fikri ortaya çıkmış. Antakya’da bu projeye gönül veren diğer arkadaşları ile birkaç güne yayılan yoğun çalışma temposunun ardından da ilk temsil 17 Mayıs’ta gerçekleşmiş.
“Bi’Şey Anlatıcam” masallı piyesinin yaşadığımız şu günlere ayna tutan denkliği başka bir fikri ateşlemiş Duygu ve arkadaşlarında. “Biz neden bu oyunu tüm Türkiye’ye taşımıyoruz ki? Eğitim-Sen’in olduğu her yerde bu oyunu sahneleyebilir, hatta ziyaret ettiğimiz yerlerden de khk mağduru tüm eğitim emekçilerinin yaşadıklarını daha geniş bir perspektifte paylaşabiliriz.”
“Peki sen bütün bunları nereden biliyorsun?” diyen iç sesinizi duyar gibi oldum şimdi. Hemmen açıklayayım!
Efendim, 7 Ekim Cumartesi, Mersin Eğitim-Sen temsilinin ardından tüm ekip ile Kültürhane’ye geçtik Yeşil Gazete röportajı için.
Bi’Şey Anlatıcam projesinin Mersin ayağı sonrasında soldan sağa Dilge, Melissa, Duygu ve İlyas ile görüştüm. Kırmızı montlu ise bendeniz oluyor. Röportaj mekanımız ise Kültürhane oldu
O gün tanıştığım ekipten Duygu (anlatıcı, hamsterli köyün masalcısı, khk muhatabı öğretmen), İlyas (müzisyen, oyunun farklı yerlerindeki hamsterlardan herhangi biri), Melissa (oyunun video günlük sorumlusu ve olursa Türkiye turunun belgeselinin yönetmeni), Dilge (oyunun dış gözlemcisi, her oyunda notlar tutarak geri bildirimde bulunanı) ve Yücel (oyunun kadrolu izleyicisi) ile enine boyuna oyunu, Türkiye turunu, ekibi, planları ve hayalleri konuştuk.
O, onu dedi, bu da bunu söyledi gibi yansıtmayacağım röportajı. Söyleşi boyunca arkadaşların üzerinde ısrarla durdukları konu şuydu, “İsimler önemli değil. Bu bir ekip işi. Biz şu an burada bulunanlarız ama Almanya’dan İzmir’e, Antakya’dan Ankara’ya çok geniş bir ağ üzerinden yürüyor Bi’Şey Anlatıcam projesi”.
Söyleşiyi Kültürhane’nin bahçe kısmında gerçekleştirdik
Aklımda ve defterimde kalanları paylaşayım. Sürç-ü lisan edersem affola…
Umudu yaymak ve çaresiz olmadığımızı göstermek istedik
14. oldu sanırım Mersin ile Bi’şey Anlatıcam’ı sahnelediğimiz yer sayısı. İlki, senin de katıldığın Masal Gecesi’nde idi. Sonra Antakya’da Pinhan’da oynadık. Peşine İzmir’e gittik ve orda 10 kadar yerde oynadık. Kamplarda daha çok. İşte Kampüs Cadıları’nın kampında, Kaldıraç’ın kampında. Sosyalist kampta, Halkevcilerin kampında gibi. Kamplarda oynamak, ortamın da samimi havasının etkisi ile daha bir iyi geliyor sanki bize.
KKH ile atılmış bir öğretmen bunu nasıl yapar, Eğitim-Sen ile yapar dedik. Eğitim-Sen’in tüm yurda yayılmış ağı da önemli idi bizim için. Umudu yaymak istedik. Çaresiz olmadığımızı göstermek. Bu hikayeyi paylaşmak istedik. Birileri ile, bizim gibi süreçler yaşamış birileri ile hikayeyi paylaştığımızda hepimize iyi gelebileceğini hissettik ve şimdiye kadar bu düşüncemizin ne kadar doğru olduğunu görüyoruz.
KHK konusu geçmişken belirtelim. Ekipte sadece Duygu var khk ile işinden ihraç edilen. Diğer tüm arkadaşlar masal, tiyatro, müzik, destek gibi gerekçeler ile bu projeye dahil oldu.
Bir yol hikayesi
Bi’Şey Anlatıcam sadece masallı piyesten de ibaret değil. KHK sürecini yaşayan tüm eğitim emekçilerinin sesi olabilmek, onların umudunu arttırabilmek gibi gayelerimiz de var.
Hamsterlı köyün khk’lı masalcısı Duygu Şahlar ile
Her gittiğimiz yerde sahnelemenin hemen peşine Eğitim-Sen’li arkadaşlarımız ile yaşadıklarımızı paylaşıyoruz. Sen de Mersin’deki buluşmaya şahit oldun. Herkes kendi tecrübesini aktardı ama güzel olan şu ki herkesin umudunu da bizzat görebiliyoruz. Bunda örgütlü olmanın, Eğitim-Senli olmanın, Eğitim-Sen gibi bir imkanımızın olmasının da payı çok büyük.
Bir yol hikayesi aslen bu. 45 şehir diye çıkmıştık yola. Ama işte her şehirde olabilecek son dakika etkinlikleri, organizasyon sorunları ya da başka nedenlerle iptaller de yaşadık. Bu nedenle de Silifke sonrası İzmir’e geçiyoruz. Aydın, Antalya, Alanya, Bodrum, Konya gösterimlerimiz iptal oldu. Bazı şehirlere başka tarihler uygun olabiliyor. Aydın mesela Kasım ayında gelin dedi bize ama Kasım’da Diyarbakır’da olacağımız için bu pek mümkün görünmüyor.
Video Günlük de tutuyoruz yol boyunca. Sen de bugün Melissa’nın çekimlerini görmüşsündür. Hatta şu an yaptığımız röportajı bile belgeliyor Melissa. Hem oyunu, hem Eğitim-Sen’li arkadaşlarımız ile paylaşımları hem de yolda yaşadıklarımızı video günlük üzerinden paylaşma niyetimiz var. Belgesel çok iddialı geliyor şu an için. Çünkü onun çok başka dinamikleri var ama olabilirse de hayır demeyiz elbette.
Ekip çok kalabalık, çok
Sadece Duygu Şahlar olarak benden ibaret değil bu proje. Hatta bugün burada tanıştığın arkadaşlardan da ibaret değil.
Oyunu Duygu sahneliyor şu anki süreçte ama Duygu dahil herkesin yeri zaman zaman değişebilir. Başka biri gelip kendisi sahneleyebilir. Ya da halihazırda şu an müzik sorumluluğunu üstelenen İlyas’ın yerini bir başkası alabilir.
Mersin’deki oyundan bir enstantane
Zaten müzik konusunda projenin diğer tüm aşamalarında olduğu gibi isim değil ekip üzerinden yürütüyoruz. Adana’dan Akustik Kültür, İzmir’den ise Praksis Müzik Kolektifi projenin farklı aşamalarında görev yapacak. Bunlar da kesin, böyle olacak tarzında durumlar değil asla. Mesela bizi birisi arar, “Oyunda ben müzik yapmak istiyorum” der, ona da kapımız açık. Tam bir imece usülü yürütme niyetimiz var.
Sosyal Medya ayağımızı Almanya’dan bir arkadaşımız, Dilan idare ediyor. Afişimizi Antakya’dan Aykut kotardı. Yol haritamızı, ki facebook ve instagram sayfalarımızdan görebilirsiniz, İzmir Dikili’den Ceylan gerçekleştirdi. Hatta Ceylan’ın story map sayfasını da paylaşalım seninle. Buradan erişim sağlayabilir okurlar.
Video Günlük için şu an bulunduğumuz Kültürhane ekibinden destek aldık. Deniz Hoca bize fikirler verdi. Ulaş Hoca aynı şekilde çok destekledi projeyi.
Oyunun daha hazırlık aşamasında iken İzmir Duvara Karşı Tiyatro’dan Vedat dramaturjiye dair fikirlerini bizimle paylaştı. Aynı şekilde ilk halini ODTÜ Oyuncularından arkadaşlar izledi ve bize kendi düşüncelerini aktardılar.
Oyunda müzikler, ritmler, jest, mimik, metin vsr hepsi de aynı kalacak diye bir şartımız yok. Mesela Praksis’den Serdar oyunu sahnelerken gidip Ameno’yu çalmış İzmir’de. Evet ya, oyun öncesi bir baktım Serdar, googledan Ameno’nun sözlerini arıyor (Gülüşmeler)
Bütçemiz yok, gerek de yok
Eğitim-Sen ile birlikte çıktık yola. Sendikanın olduğu yerlerde sahneliyoruz oyunu. Sahneyi, organizasyonu hep ilgili yerelin Eğitim-Sen şubesi ayarlıyor. Maddi bir destek çağrımız proje adına yok ama isteyen Eğitim-Sen’in khk ile ihraç edilmiş emekçi arkadaşlarımıza sağladığı fon hesabına destek verebilir elbette.
Ortak bir umudun hikayesi “Bi’Şey Anlatıcam” ile Kültürhane’nin müştereklere ait ürünleri paylaştığı bölüm çok denk geldi bizce birbirine
Biz aslında büyük salonları tercih etmiyoruz. Küçük ve bizbize salonlarda hem seyirci tepkisi hem de bizim işimiz daha bir samimi geliyor bize. Samsun mesela, Kazım Koyuncu Kültür Merkezi’ni ayarlamış arkadaşlar. Siz hiç düşünmeyin biz orayı doldururuz diyorlar. Biz bir evin bahçesinde de oynayabiliriz oyunu. O konuda hiçbir tereddütümüz yok. Bu paylaşımı yapabilmeyi önemsiyoruz aslen.
Bütçemiz de yok buna gerek de yok. Alet edavat, ses sistemi vsr eksiğimiz elbette var ama buna takılmıyoruz fazla. Mesela Tarsus’ta mikrofonsuz oynadık, salon da buna izin veren bir yerdi.
Yeşil Gazete üzerinden çağrı yapalım diyorsun öyle mi? Tamam abi, ben birkaç şey söyleyeyim. Çekim mikrofonu veren olursa hayır demeyiz, tripod olabilir. 15 watt taşınabilir amfi olur. Dur ama 15 watt deme, şimdi arkadaşın 30 watt amfisi olur filan, o da olur tabi. (Gülüşmeler)
Bunları da bize versinler anlamında söylemiyoruz. Tur sırasında ya da belli zaman aralığında kullanıp sonrasında iade edebiliriz. Bunlar şu an bizde yok ama yoldayız. Bu araçlar işleri biraz daha kolaylaştırma adına bize yardımcı olacak.
Beklersen beklersin
Duygu’ya, İlyas’ın da telkini ile, “Tüm bu araç gereç ve hazırlık süreci tamamlanana kadar bekleyip, atıyorum, 3,5 – 4 ay sonra başlasaydınız ya!” diyorum. Bakışı değişiyor o anda. Bu muhabbetin hayli eski olduğu belli. Gözü İlyas’a kayıyor ve harika bir yanıt veriyor.
“Beklersen beklersin Alperciim. Onun sonu yok. Biz eksiklerin olduğunu bilerek çıktık yola. Yüzde yüz tamamdır herşey hissi ile çıkmadık. Buna ihtiyaç da duymadık aslında.
Lenin’in de dediği gibi, “”Dün erkendi, yarın geç, zaman tamam bugün.”
Evrim teorisini ortaya atan Charles Darwin’in torunu Chris Darwin kendini türü tükenme tehlikesi altında olan canlılara adadı. Darwin bunun için beslenme alışkanlıklarımızı sorgulamamız ve bir seçim yapmamız gerektiğini söylüyor.
“Gezegeni daha çok seviyorum”
Dünyada ilk defa İngiltere’de ilk defa et tüketimi hakkında kapsamlı bir konferans düzenlendi. Tükeniş ve Hayvancılık başlıklı konferansın 50’den fazla katılımcısı ve 500’den fazla delegesi arasında Chris Darwin de vardı. İngiliz Independent gazetesine de konuk olan Chris Darwin, ” Evet protein ve düzenli almamız gereken 25 aminoasit var. Gelin görün ki bu aminoasitler bitkilerde de var. Evet, güneşli bir günde güzel bir biftek ve patatesin yanında bir Avustralya pubında şarap içmeyi ben de çok severim ama gezegeni daha çok seviyorum” diyor.
Chris Darwin, insanları daha az et yemeye teşvik etmek için “Darwin’in Meydan Okuması (Darwin Challenge)” adıyla bir hareket başlattı. Darwin Cahallenge’ı bir mobil uygulamaya da dönüştüren Darwin, kampanyaya katılanları haftada bir gün daha az et yemeye davet ediyor. Darwin Challenge projesinin sitesinde hayvanlara kötü muamelenin ve ormansızlaşmanın durdurulabileceği, insan sağlığının düzelebileceği, sera gazı salımının düşebileceği ve insan haklarında kazanımlar elde edilebileceği söyleniyor.
Science’da Jacquelyn Turner imzası ile yayınlanan haberi Yeşil Gazete gönüllü çevirmeni Cem Sabuncu‘nun çevirisi ile paylaşıyoruz
***
Sadece otlayarak beslenen hayvan ürünlerini tüketerek iklim değişikliğine yol açan sera gazlarının salınımına katkıda bulunmadığınızı düşünüyorsanız bir daha düşünün. Gıda İklim Araştırmaları Ağı (Food Climate Research Network) öncülüğünde yürütülen, Oxford Üniversitesi merkezli uluslararası bir grup araştırmacının yeni çıkan raporuna göre, bazı çevreciler ve mera-tabanlı hayvancılık savunucularının (ing: pro-pastoralist) iddia ettiğinin aksine, otlayarak beslenen hayvanların (sığır, koyun, ve keçi gibi) tahılla beslenen hayvanlara nazaran düşük karbon ayak izi olduğunu konusunda yeterli kanıt olmadığı sonucuna vardı.
Raporun yazarlarından biri olan, Birleşik Krallık’taki Aberdeen Üniversite’nden Pete Smith: “Et ve süt üretiminin sadece otlayarak beslenen hayvanlarla yapılması iklim meselesini çözmez. Tek çare hayvansal ürün tüketiminin azaltılmasıdır.” dedi.
Hayvancılık faaliyetleri küresel sera gazı emisyonlarının %14,5’ini oluşturuyor.
Araştırmacıların tahminlerine göre hayvancılık faaliyetleri küresel sera gazı emisyonlarının %14,5’ini oluşturuyor. Bu hayvanlar, atmosferin kimyasını önemli ölçüde değiştiren azot oksit (N2O), karbondioksit (CO2), ve metan (CH4) gazı salımına neden oluyor. Durum iyiye de gitmiyor. Dünya genelinde yoksulluktan kurtulan insanların düzenli et tüketmeye gücü yetmesiyle birlikte hayvansal ürünlere olan küresel talep artıyor. Şu anda kişi başına günde 14 gram hayvansal gıda tüketiminin 2050 yılına kadar ikiye katlanacağı tahmin ediliyor.
Büyükbaş hayvancılık günümüzde besi üniteleri (feedlot) de denilen topraksız sistemlerde yapılıyor. Hayvanlar dar bir alanda, meraya erişimleri olmadan, tahıl ağırlıklı besleniyor. Bu tür sistemlerin savunucuları, besi ünitelerinin et üretiminin verimli bir yolu olduğunu, ve ormanlık alanlar ve diğer ekosistemlerin meralara dönüşmesini önlediğini iddia ediyorlar. Ancak bu sistemlerin hidrojen sülfit gazı emisyonuna neden olduğu ve hayvan atıkları, amonyak, patojenler ve antibiyotiklerle su yollarını kirlettiği biliniyor. Buna ek olarak, bazı uzmanlar geviş getiren hayvanların midelerinin ot yemek üzere evrimleştiğini, ve soya ve mısırla beslendiği taktirde daha fazla sera gazı emisyonuna yol açacaklarını söylüyorlar.
Geviş getiren hayvanların otlatılmasının daha iyi bir sistem olduğunu düşünenler de var. Bitkiler öldükleri zaman yaprakları aracılığıyla aldıkları karbondioksidin bir kısmını köklerinde tutuyorlar. Bu karbon başka yaşam biçimlerine dönüştürülüyor, böylece toprak devasa bir karbon yutağı (carbon sink) haline geliyor. Ancak ormansızlaşma ve toprağın sürülmesi gibi insani faaliyetler bu zamana kadar toprakta depolanmış karbonun büyük bir kısmını atmosfere geri iade etmiş durumda. Mera-tabanlı hayvancılık savunucuları, hayvan otlatılarak meraların ve toprağın rehabilite edilebileceğini ve böylece, büyük miktar karbondioksidin tutulacağını dile getiriyorlar. İneklerin dışkısı azot ve fosfor gibi mineralleri toprağa kazandırarak yeni otların büyümesini sağlar. Bunun sonucunda daha da fazla karbon toprağa gömülmüş olur.
Ancak, 2 Ekim’de yayınlanan 127 sayfalık FCRN (Gıda İklim Araştırmaları Ağı) raporu, Grazed and Confused (Otlamış ve Kafası Karışmış) büyükbaş hayvanların otlatılmasının bir fark yarattığı konusunda herhangi bir kanıt olmadığını belirtiyor. 100’den fazla akademik makaleyi inceleyen uluslararası araştırmacı grubu, otlatılan sığırların ancak ideal koşullar altında karbondioksit tutulmasına (CO2 sequestration) katkı yaptığı sonucuna vardı. Bir merada fazla sayıda hayvanın dolaşması durumunda otların ve toprağın ezilmesi sonucu karbon depolanma süreci engelleniyor. Bu durum toprağın çok ıslak olduğu zamanlarda da geçerli. Rapora göre, en iyi koşullar sağlansa dahi hayvanların sebep olduğu emisyon toprakta depolanan karbona nazaran daha yüksek miktarda.
Rapor, mera-tabanlı hayvancılık savunucularının fikrini değiştirmeye yeterli olmadı. Birleşik Krallık, Bristol’deki Sürdürülebilir Gıda Vakfı’ndan (Sustainable Food Trust) Richard Young, raporun bazı bölgelerde otlatmanın önemini hiçe saydığını söylüyor. “Birleşik Krallık ve İrlanda gibi ülkelerde, ve yıllık yağışın zirai üretim için güvenilmez olduğu otlak alanlarda, geviş getiren hayvanların otlatılmasına devam edilmeli ve teşvik edilmelidir. Yoğun otlatma yasalarla önlenebilir.” diyor.
Meralar: Tarih, Biyoloji, Siyaset ve Amerikan Çayırlarının Vaat Ettikleri adlı kitabın yazarı Richard Manning: “Tarımsal faaliyetler ancak bir ekosistem gibi çalışırsa sürdürülebilir olabilir. Doğayı taklit edersek bu işi başarırız. Hayvanları dahil etmemiz gerekir, çünkü hayvanlar doğanın bir parçasıdır.” diyor. Manning ayrıca raporda meraların sel sularını emmesi ve yüzeyden akan suları filtre etmesi gibi diğer hizmetlerin de görmezden gelindiğini söylüyor. Ayrıca Manning, raporda da bahsedildiği üzere, konvansiyonel sığır çiftliklerinin tahıl talebini arttırarak tarımsal alanların genişlemesine yol açmak gibi birçok çevresel soruna yol açtığını da belirtiyor.
Birleşik Krallık’taki Leeds Üniversitesi’nde sürdürülebilir agro-ekolojik sistemler üzerinde çalışan Tim Benton: “Eninde sonunda, asıl çözüm küresel et tüketiminin azaltılmasıdır. Giderek artan et talebimiz, gezegeni sürdürülebilir olmayan bir yöne sürüklüyor. Hiçbir tarımsal sistem bunu düzeltemez” diyor.
İnsanlık ailesinin en güzel üyelerinden birkaçıyla birkaç gün
“Longo Maï” ismini ilk duyduğumda, 68 kuşağı olduklarını da bildiğim için, “uzun Mayıs” anlamına geldiğini düşünmüştüm. Oysa, 68li bir grup gencin kurduğu bu komün, kurulduğu yörenin yerel dilinde (Provençal) “Uzun ömürlü olsun” anlamına gelen bir isim seçmiş kendine ve 1973’ten bugüne de yaşatmayı başarmışlar, belki de isminin etkisiyle. İsimler bize yön verir çünkü, hele ki seçtiklerimiz…
Deniz Pelek ile ortak ilgi alanımız olan “tarımda göçmen emeği”ne dair güzel çalışmalar yaptığını bildiğimiz bir araştırmacı/aktivist ekiple tanışmak için Aix-Marseille Üniversitesi’ne doğru gitmeye karar verdiğimizde bu seyahatin birkaç günlük bir Longo Maï ziyaretini de kapsayacağını hayal bile etmemiştik. Fakat sevgili Abdullah Aysu sağolsun, nicedir merak ettiğimiz bu komüne gitme şansı da bulduk, kendisine minnettarım. Pek az seyahat insanı bu denli zenginleştirebilir.
Aslında, seyahatimiz boyunca akşamları okuduğum Ursula LeGuin öykülerinin etkisiyle olsa gerek, kendimizi başka bir dünyaya gitmiş Arzlı elçiler gibi hissetmedim değil. Bize o tanıdık ama bir o kadar da farklı hayaldünyasının her köşesini adım adım tanıtan Longo’lu dostlar da öykülerdeki evsahipleri gibiydi: gururla, aşkla ve özenle anlattılar ütopyalarını. Longo Maï’ye dair anlatacak çok şey var, fakat üç günlük bir ziyaretle bunların hepsini anlatmayı düşünmek hadsizlik olur. Bir elçinin hayranlık dolu izlenimleri olarak okumanızı dilerim.
İtaat Etmeyenlerin Ütopyası Longo Maï: Simgesi elbette Keçi, bereketli memeleri ve sivri boynuzlarıyla, muzip bakışı ve tepelere dimdik tırmandığı toynakları, tırmığı-yabasıyla, üretken-oyuncu-inatçı-sözdinlemez bir Keçi.
Eko mu köy?!?!
Longo Maï neymiş acaba diye Google’da bir arama yaparsanız, karşınıza ilk çıkan yazılardan biri, oldukça matrak ama öfkeli bir dille yazılmış “Orası Longo Maï Eko-Köyü mü?!” yazısı olacak[1]. Longo’nun (kısaca böyle anılıyor) 45 yıllık bir kooperatif/komün deneyimi olduğu ve ideal köy arayışındaki “orta sınıf beyaz kentlilerin kendilerini keşfediş serüvenlerinde” bir uğrak olmadığı anlatılıyor. Bu kooperatiflerde 68’den bu yana “maaşsız, güvencesiz, mülksüz, hiyerarşisiz bir dünyayı kurma” hayalini taşıyan insanların yaşadığı söyleniyor ve “Bu yazıyı bol bol alıntılarsanız gelecekte bize bu soruyla gelen insanların sayısının azalmasına katkınız olur” cümlesiyle de yazı bitiyor. Longo’nun ne olduğuna dair onca şey okudum, fakat ne olmadığını anlatan bu ufak metin buranın pek çok benzer girişimden ya da çiftlikten ne denli farklı olduğunu çok daha net anlamamı sağladı.
Kooperatif-Komün-Ütopya
Longo Maï, Akdeniz kıyısından Kuzeye Alplere doğru çıkarken Marsilya’ya 120, Forcalquier kasabasına 20 ve idari anlamda bir parçası olduğu Limans köyüne ise 9 km uzaklıkta konumlanmış durumda.
1960’ların sonlarındaki isyan hareketlerinde yer almış olan iki radikal sol grubun (Avusturya’dan Spartakus ve İsviçre’den Hydra) 30 kadar üyesi aşta olmak üzere 10 farklı ülkeden gençler 1972 yılında İsviçre’nin Bâle kentinte toplanarak, kendi ifadeleriyle (Graf, s.22), “şiddete yönelmek ve yıkıcı olmak yerine kendi dünyalarını kurma ve işsizlikle, geleceksizlikle karşı karşıya kalmış olan Avrupa gençliğine farklı bir perspektif sunma isteğiyle” harekete geçmeye karar vermişler. Toplantının sonuç bildirgesinde “dayanışmacı, barışçıl ve demokratik bir Avrupa kurmak için gençlerin öncülüğünde tarımda, zanaat ve sanayide özyeterliliği hedef edinen kooperatif tipi yapılanmaların oluşturulması” kararı yer alıyor (Graf, s. 26). Bu karar doğrultusunda hemen çeşitli ülkelerde toprak arayışına başlanmış ve içlerinden birinin önerisiyle Provence öne çıkan bölge olmuş. O dönemde kente göç nedeniyle ağır bir nüfus kaybı yaşayan, tarımsal üretimin hemen hemen durduğu ve arazi fiyatlarının da çok düşük olduğu bu bölgede bir arazi satın almışlar ve böylece burası ilk “Avrupa Öncü Köyü” olmuş (Longo Maï Kooperatifi’nin eski adı). Bunu sağlayan da grubun İsviçreli üyelerinden iki kardeşin Bâle’de sahip oldukları evi satmalarından edindikleri para (uzun uzun sermaye, mülkiyet, anarşizm tartışmaları yapılmış elbette, ancak bulundukları ülkelerde daha fazla siyasi faaliyet yürütmelerine imkan tanınmayacağını görerek bu radikal kararı almışlar). Toprağın alınması üzerine hazırladıkları afişte şunlar yazıyor:
“Longo Mai’nin öncülere ihtiyacı var:
Bu toprak Avrupa gençliğine aittir. Ortak bir çabayla onu kuraklığın pençesine düşmekten kurtardık. Kendimizden başka kimseye verecek hesabımız yok. Burası ayaklarımızın altındaki ilk ortak toprağımız. Longo Maï’nin öncülere ihtiyacı var. Gündelik hayatın içine sıkışıp kalmamış, yeni dünyalara açılmaya hazır, ve bunun altından kalkabilecek kadar dayanıklı öncülere.”
Alınan toprak, terk edilmiş durumda bir çiftlik (Grange Neuve) ve bir güvercin kulesi (Pigeonnier) içeren, çalılık ve kayalık alanların bolca bulunduğu, tarıma elverişli kısmının ise oldukça az olduğu büyük ölçüde kurak bir arazi niteliğinde. Aradan geçen yıllarda bu iki alandaki yapılar onarılmış, yenileri inşa edilmiş ve bir üçüncü yerleşim yeri (Saint Hippolyte) daha katılmış. Bu üç bölge arasında da tarlalar, ahırlar, korular ve kayalık-çalılık alanlar bulunuyor, bazı (yüksek) yerlerde ise en başından beri devam eden bir ağaçlandırma faaliyeti sürüyor. Birbirine en uzak konumdaki iki konutun arası yürüyerek en fazla 20 dakika, ancak tüm araziyi yürüyerek dolaşmak saatler alır. Halen bu komünde sayısı sürekli değişse de yaklaşık 100 kişilik bir nüfus yaşamakta.
Pigeonnier: Burası ilk konutların olduğu bölge, şu an da çoğu konut burada yer alıyor; küçük odalar da var, geniş koğuşlar da. İlkesel olarak herkes kahvaltısını kendi konut bölgesinde yapıyor ancak öğle ve akşam yemekleri ortak hazırlanıp ortak yeniyor. Resimde görülen yer bu bölgedeki ortak mutfak ve teras. (Sağdaki resim ise 1973’ten. Kaynak: https://www.prolongomai.ch/die-kooperativen/frankreich/le-pigeonnier)
Grange Neuve: Burası eski bir ahır ve komünün kalbi konumunda. Koca bir mutfak ve çok sayıda yemek masası (açık ve kapalı alanlarda) ile toplanma salonu burada bulunuyor. Yemekler esnasında ve yemeklerden sonra burada bir araya geliniyor, sohbet ediliyor, müzik yapılıyor…
Pazar günleri o esnada komünde bulunan herkesin katılması gereken toplantıda bir sonraki haftanın detaylı işbölümü yapılıyor (mutfak, inşaat, tarım, çocukların okula bırakılması/okuldan alınması, tamiratlar vs.) Biz gittiğimiz sırada buradaki kapalı yemek ve toplantı bölümü büyütülüyordu ve hummalı bir inşaat faaliyeti sürmekteydi. Resimde görülen tüm ahşap malzeme ormancılık yapan bir başka Longo Maï üyesi kooperatiften.
Saint Hippolyte: En son eklenen bu yerleşim yerinde konutlar, değirmen ve fırın, aromatik bitki odası ve çeşitli atölyeler bulunuyor; burada da diğer yerlerde de harap haldeki yapıların yenilenmesi ve işlevlendirilmesi faaliyeti devam ediyor. (Sağdaki resim buranın yukarıdan görünümü, bahar aylarında bademler çiçek açmışken. Kaynak: https://www.prolongomai.ch/die-kooperativen/frankreich/le-pigeonnier)
Tarımsal üretim
Longo Maï’nin can damarı şüphesiz tarımsal faaliyet. Avrupa’ya yayılmış 5’i Fransa’da olmak üzere toplam 10 kooperatifte birbirinden farklı üretimler yapılıyor, ancak bu kooperatiflerin hepsi birbiriyle ilişki halinde. En büyükleri (yüzölçümü, üretim hacmi ve yaşayan insan sayısı açısından) Limans’taki komün. Buranın buğdayından elde edilen un diğerlerine de gönderiliyor; buradaki ahududular ve sebzeler daha güneydeki küçük bir kooperatifte (Mas Granier) reçel yahut konserve haline getirildikten sonra satıştan elde edilen gelir tüm komünlerce kullanılıyor; Limans’ta yapımı devam eden yemekhanenin inşasında kullanılan odunlar ormanlık bölgede kurulmuş bir başka kooperatiften elde ediliyor; et, peynir ve yün üretimi pek çok yerde yapılıyor vb. Kısaca söylemek gerekirse, tüm yapının kendine yeterli oılması, bunu yaparken de geleneksel üretim tekniklerini canlı tutması, otlara-yemişlere-zanaatlere-ağaca-hayvancılığa dair kadim bilgiyi yaşatması amaçlanıyor.
Tohum odası: Longo Maï’de komünün üretim ve tüketimi için gereken türlerin yanı sıra koruma amacıyla da çok sayıda tohum çoğaltılıp saklanıyor.
Üstteki resmi çekerkenki hislerimi anlatmak zor. Bir yanda birbirini ve canlı-cansız herşeyi yok etmeye yeminli bir insanlık, diğer yanda da yaşamı her şeyiyle kucaklayan, canlı tutmaya çabalayan bir insanlık… Longo Maï’de Kokopelli Derneği ile işbirliği halinde Suriye’ye özgü bazı bitki türlerinin savaş nedeniyle tamamen yokolmasını engellemek için saklama/çoğaltma yapılıyor; burada görülen de Halep’e özgü bir bezelye türü.
Martina, Limans kooperativinin önemli bir gelir kaynağı olan ahududuları gösteriyor; mevsiminde belirli günlerde toplanarak depolanan meyveler daha sonra (biraz daha Güneydeki daha küçük olan kooperatifte) reçel haline getiriliyor ve satışa sunuluyor. Reçellerin bir kısmı abonelere gönderilirken, bir kısmı da kışın çeşitli Avrupa kentlerinin Noel pazarlarında kurulan Longo Maï tezgâhlarında satılıyor.
Komünün buğdaycısı, uncusu, fırıncısı Jacques; Longo Maï’nin idari anlamda bağlı olduğu 7 km ötedeki Limans köyü 40-50 yıl öncesinden itibaren giderek ıssızlaşırken kapanan en son değirmenden aldığı bu çuvalı ihtimamla kendi değirmeninin üstüne örtüyor. Sanki tüm kadim ekmek bilgeliği o çuvala sinmiş ve onun tılsımıyla üretilen un daha bereketli olacakmışcasına, 73’ten beri bu komün tarafından korunup aktarılan tüm bilgelikleri simgeliyormuşcasına, gururla örtüyor çuvalı, elleriyle okşuyor…
Burası tüm komünler içindeki en büyük buğday tarlası. Martina bize Jacques’ın buraya üç farklı tahıl türü ektiğini ve bu türlerin bir özelliğinin de saplarının daha sonra geliştirilen endüstriyel türlere göre çok daha uzun olduğunu ve böylece hayvan yemi olarak kullanılacak daha yüksek miktarda sap elde edebildiklerini anlattı.
Martina’nın tohumluk/fidelik serası.
Aromatik bitkiler atölyesi: Koca bir odanın tüm duvarlarında bu kutular var, içlerinde de çeşit çeşit otlar. Bölge bu tür otlar açısından çok zengin. Longo’da tıbbi amaçlı yağ çıkarmaktan bitki çayı olarak kurutmaya, sabunlar esanslar üretmeye kadar çeşitli amaçlarla kullanılıyorlar. Halen iki genç komün üyesi aromatik tıp eğitimi almak için komün dışına çıkmış, tatillerde gelerek burada uygulamalar yapıyorlar.
Komünde 200 kadar koyun da varmış ancak biz görmedik zira mevsim itibarıyla dağlara otlamaya götürülmüşlerdi. Onlardan elde edilen yün Longo Maï’nin en fazla önem verdiği üretim kalemlerinden biri: yün kırkmadan iplik ve kumaşın üretilmesine kadar tüm aşamalarda artık sanayi tipi üretim nedeniyle tamamen bırakılmış teknikler kullanılıyor ve bu alanda hatrı sayılır bir nam elde etmişler, kendi müşteri ağlarını oluşturmuşlar. Bunun anlamı, koyunu güdenlerle yünü, ipliği ve kumaşı, daha sonra da giysileri üretenlerin aynı yapı içinde yer alması ve zincirin tüm halkalarının birbirine bağlı olması. Bu şekilde, farklı ülkelerdeki küçük üreticilerin de bu zincire bağlanmaları ve büyük ölçekli yün sanayi karşısında yok olmamaları sağlanmış.
Bu iki resim Longo Maï-Chantemerle iplikhanesine ait: su gücüyle çalışan dokuma tezgahlarının yöredeki geçmişi 15. yüzyıla dayanıyor. 1969’dan itibaren terk edilmiş olan bu üretimhane 1976’da Longo Maï tarafından satın alınmış ve yeniden üretim yapar hale getirilmiş. Atölyenin gereksinim duyduğu elektrik enerjisi hala nehirden elde ediliyor. Solda atölyenin dışarıdan görünüşü sağda ise Longo Maï’nin alametifarika işlerinden koyun kırkma görülüyor (Kaynak: http://www.filature-longomai.com/filature-chantemerle-histoire)
Yukarıdaki resimde bu zincirin son halkasını, muazzam kumaşlarla üretilmiş muazzam elbiseleri görüyorsunuz. Limans komünündeki dokuma/terzi atölyesi burası; elbiseler ya internet üzerinden ya da pazarlarda satışa sunulacak.
Politika hayatın tam ortasında
Longo Maï’yi pek çok diğer benzer özerk tarımsal üretim komününden ayıran temel unsur burada siyasi bir söz ve eylem ortaya koymanın da temel yaşamsal bir unsur olarak görülmesi. 45 yıllık geçmişi boyunca Longo pek çok siyasi meselede tavır almış, kampanyalar düzenlemiş veya katkıda bulunmuş, siyasi mültecileri barındırmış, başka ülkelerdeki kimi kampanyalara maddi destekte bulunmuş, Fransa’daki göçmen/mülteci hakları için davalara müdahil olmuş, kısacası siyasi alanda her daim varolmuş. Özerklik zira, sadece besin ve barınma anlamında kendine yetmek değil, bunun yanı sıra hatta bunun ötesinde, varolan sistemin dayatmalarına ve baskılarına karşı koyabilmek ve bağımsız bir duruş içerisinde, alternatif bir yaşam tarzı ortaya koyabilmek. Bu tarz komün sınırları içerisinde kaldığında aslında varolmuyor demek; o nedenle yaşam tarzını siyasi tavırla, içeriyi dışarıyla sürekli olarak bağlamak gerekiyor.
Kuruluşundan beri Longo Maï kendi kooperatiflerinde geleneksel yöntemlerle ve kendine yeterli bir özerklik içerisinde tarımsal üretim yapmanın yanısıra aile çiftçiliğine dayalı tarımının yokolmaması için de aktif bir özne olarak çalışmış, ülkelerin ve AB’nin tarım politikalarına dair tutum almış, bilinçlendirme çalışmaları yapmış. Bundan başka ise çok sayıda gerek Avrupa içi gerekse Avrupa dışı siyasi konuda bir pozisyon almış. Bunları sadece sıralamak bile siyaseten ne kadar aktif olduklarını göstermeye yeter: 70lerde Şili’den Fransa’ya gelen siyasi mültecilere evsahipliği yapma; 76’da Avrupa’da yaşanan büyük kuraklıkta zarara uğrayan köylülerle dayanışma; 78’de Nikaragua’dan kaçarak Kosta Rika’ya sığınan Sandinistlere bu yeni ülkelerinde benzer bir komün kurmalarına destek sağlama (Finca Sonador komünü); 1980 darbesi sonrasında Türkiye’den Avrupa’ya kaçan siyasi mültecilere barınma sağlama; Kürtlerle dayanışma kampanyaları; Avrupa’da mülteci haklarının savunulmasında öncü rol üstlenme, hukuk alanında aktif mücadele; diktatörlüğün olduğu tüm ülkelere dair mobilizasyon; 90’da Doğu ve Batı Avrupa arasında diyaloğun kurulmasında rol almak üzere Avrupa Sivil Forumu’nun kurulması ve ilk kongrenin Limans’ta yapılması; Almanya’da ve Yugoslavya’da toplantılar, etkinlikler düzenlenmesi… (Graf, s.67-90)
(Bu denli aktif bir yapı elbette idari makamların dikkatini de çekmiş ve çeşitli sorunlar da yaşanmış, ancak buraya girmeyeceğim.)
Bir direniş ve dayanışma aracı olarak radyo
Radio Zinzine komünün kendi içindeki politik tartışmaları canlı tutmak ve yerel bir müzik istasyonu olmak amacıyla başlamış, ancak şu an tüm Güney Fransa’da geniş bir bölgede dinleyici ağı bulunuyor. İnternetten de dinlenebiliyor elbette. http://www.zinzine.domainepublic.net/ (Az önce web sitesini doğru yazabilmek için açtığımda, Paris Komünü Günlükleri okunuyor, aralarda da Komün şarkıları çalınıyordu.)
Radyo, Longo’nun ikamet yerlerine hakim tepenin yüksek noktalarından birinde orman içinde terk edilmiş bir yapının içine kurulmuş, zamanla tüm diğer Longo yapıları gibi ufak ufak yenilenmiş, geliştirilmiş bu bina. Komünden arabayla 15-20 dakikada çıkılıyor.
(Ha, araba demişken: Longo’da sayısını tam olarak söyleyemeyeceğim kadar çok sayıda binek arabası bulunuyor, bir kısmı da minibüs. Bunlar genellikle tam merkezde yer alan yemekhane/ortak alan yanındaki alanda duruyor, haftalık listelerle kimin arabaya ne zaman ihtiyacı olduğunun çetelesi tutuluyor. Genellikle Forcalquier merkeze gitmek ve çocukları okuldan almak için kullanılıyor araçlar; fakat araçların ciddi bir kısmı çok eski ve komün dışındaki yollarda sürülmeleri yasak. Onlar komün içi ulaşıma ayrılmış. Ayrıca çok sayıda iş makinası da bulunuyor, bunlar da diğerleri gibi bağış yoluyla edinilmiş. Tarımda daha çok atlar kullanılmasına rağmen (Limans’ta da diğer kooperatiflerde de böyle bu), inşaat/tadilat işlerinde veya büyük ölçekli tarımsal işlerde makinalardan da yararlanılıyor.)
Hayvanlar ve makinalar
Longocular Türkiye’de olup bitenlerle her zaman çok ilgilenmiş, bugüne kadar da pek çok defa Türkiye’ye dair kampanyalar yürütmüş, Radio Zinzine’de de çok sayıda yayınlar yapmışlar. Komünün en eskilerinden Sissel ve radyonun omurgası konumundaki Nick, Deniz (resimde en sağda) ve benimle de çalışma konularımıza dair (mülteci tarım işçileri ve zorunlu Kürt göçü) bir söyleşi gerçekleştirmeyi ihmal etmedi. Güncel siyasi duruma dair pek çok detaya bizden daha hakim olduklarını belirtmek isterim. Arşivlerinde epeyce Türkçe/Kürtçe müzik bulunuyor, söyleşimize de Metin-Kemal Kahraman’dan “Göç” eşlik etti.
(Radyo programından bir gün sonra da bir bilgilenme toplantısı yaptılar bizimle; komün sakinlerinden 10 kadar kişiyle Türkiye’deki güncel mevzulara dair iki saate yakın sohbet ettik. Belirtmek isterim ki, bizim komünü ziyaret edeceğimiz bilgisini Nick bizden önceki Pazar toplantısında vermiş ve bu sohbet haftalık programın bir maddesi olarak yazılmış.)
Mülteciler
Longo’nun siyasi tavrı içerisinde bugün itibarıyla en öne çıkanı mülteci meselesi. Bunda Avrupa’nın şu anki ana gündem maddelerinden birinin mülteci “krizi” olması, yükselen yabancı düşmanlığı ve sağ ideoloji ile mücadele etme bilincinin yanı sıra Longo Maï’nin öteden beri mülteciler lehine pozisyon alan geleneği de etkili. Bir diğer etmen de –ki bu Deniz’in ve benim buraya gelmemizi sağlayan ilişkiler ağını başlattı- özellikle Güney Fransa’da tarım sektöründe yoğun olarak çalıştırılan göçmen işçiler meselesine dair Longo Maï kooperatifinin 15-20 yıldır aktif bir mücadele içinde olması. Marsilya ve Aix-en-Provence’ta görüştüğümüz araştırmacı ve aktivist kişilerin hepsi Longo Maï’nin bu mücadele içerisindeki rolünü anmadan geçmedi. İki önemli örnek verecek olursak, ilki Fransa’ya çalışma amacıyla mevsimlik olarak gelen Faslı işçilerin hak kazanımları mücadelesi, diğeri de İspanya’nın Almeria bölgesindeki tarımsal alanlarda göçmen işçilerin çalışma koşullarının Avrupa kamuoyu nezdinde teşhir edilerek bu alanda ciddi bir hareketlilik başlamasında oynadıkları öncü rol.
Ancak göçmen meselesindeki tutum alışları tarımdaki işçilerle sınırlı değil ve kayıtsız/kaçak göçmenlerin (Fransızcada “sans papiers/kağıtsız” olarak adlandırılıyorlar) mülteci haklarına erişimi için de ciddi bir aktivizm yürütüyorlar.
Biz orada olduğumuz günlerde güzel bir tesadüf oldu ve destekleyicileri arasında Longo Maï’nin de yer aldığı bir belgesel film yakındaki Forcalquier kasabasının sinemasında gösterildi, yönetmenlerin de katıldığı bir sohbet de yapıldı üstelik.
Yukarıda afişini gördüğünüz bu film, bir gün bir mülteci teknesinin İtalya’nın Calabria bölgesindeki Riace kasabasının kıyılarına vurmasıyla değişen kaderini anlatıyor. Iraklı Kürt göçmenlerle dolu tekneden çıkanlar bu kasabaya sığınıyorlar. Kasaba uzun yıllardır sadece yaşlıların kaldığı, ekonomik faaliyetlerin durma noktasında olduğu, pek çok evin metruk halde olduğu bir yer. Göçmenler deyim yerindeyse buraya cansuyu getiriyorlar: pek çok dükkan yeniden açılıyor, okul yeniden faaliyete geçiyor, sokaklar çocuk sesiyle doluyor… Bütün bunları mümkün kılan da, bölgeye has mafyanın saldığı korkuya ve giderek artan yabancı düşmanlığına rağmen mültecileri kasabaya dahil edebilmek için elinden gelen herşeyi yapan Belediye Başkanı’nın taviz vermez tutumu. Zamanla kıyıya vuran teknelerin sayısı artıyor, gelen mülteciler çeşitleniyor (Afrikalılar, Afganlar, Suriyeliler…) Yönetmenlerin sözlerinden aklımda kalanlardan biri şu: “Göçmenlere yönelik sadece kuşku ve korku yok, bir şeyler yapma isteği ve dayanışma çabası da var, bunların sıcaklığı da var.”
Longo Maï’nin 20 km uzağına kurulu olduğu Forcalquier kasabasının sineması. Bu film gecesinin bende bıraktığı izlenim şu oldu: Komün tepelerin ardında ve kendi kendine yeterli bir durumda, ancak içinde yer aldığı toplumla bağlarını hiçbir zaman koparmamış, oradaki sorunlara kendi siyasi duruşu doğrultusunda tepki veriyor, müdahale ediyor, mücadelelerde aktif yer alıyor. Komünün uzun ömürlü oluşunun bir nedeni de bu olsa gerek.
***
Şimdi düşünüyorum da, aslında ismini çok da yanlış anlamamışım, en azından hissiyat düzeyinde: Longo Maï uzun, upuzun bir Mayıs gibi tıpkı, tıpkı Mayıs kadar ılık ve davetkâr, yemyeşil, bereketli, patlamaya hazır tomurcukların ayı, 68’in isyan ruhu…
Her ne kadar Fransız devrim takviminde Germinal, tohumların yeşermesine atfen Mart-Nisan aylarına denk düşüyorsa da, Zola’nın Germinal’ini bitirirkenki cümlelerini burası için yinelemek istiyor insan. Gelecek yüzyılın insanı burada, bu gibi yerlerde filizlenmekte diye ummak istiyor; onların hayalinin ve bu hayal için verdiği emeğin önünde şükranla eğilerek:
“Şimdi nisan güneşi olanca görkemiyle dört bir yana ışık saçıyor, üretken toprağı ısıtıyordu. Her yerde tohumlar olgunlaşıyor, toprağı zenginleştiriyor, ışık ve ısıyla her yerde filizleniyor, fısıldıyan seslerin altında özsular taşıyor, tohumlar serpiliyor verimli doğanın büyük bir öpüşüyle gelişiyor, daha sonra gittikçe toprağa yaklaşıyordu. Cana can katan o nisan sabahında uçsuz bucaksız ovanın dört bir yanından derin bir uğultu yükseliyordu. İnsan bitiyordu topraktan. Gelecek yüzyılda ürün vermek üzere yavaş yavaş filizlenen pek yakında yer küreyi sarsarak baş verecek olan kapkara [yemyeşil] bir insan ordusu boy atıyordu.”
Ömrün uzun olsun Longo Maï, Mayıs’ın hiç bitmesin…
Not:
Bu kadar kalabalık ve uzun süredir devam eden bir yapıda hiç mi sorun yok dediğinizi duyar gibiyim: siyasi ayrılıklar, kuşak çatışmaları, yöntemsel farklılıklar, neler yok ki… Ancak bunları çözmeye ya da dile getirmeye ve tartışmaya dair de pek çok yöntemler geliştirilmiş. İşin bu kısmını da komünde daha uzun süre yaşayarak oraya aktif olarak katılacak arkadaşların yazmasını bekleyeceğiz mecburen.
Kaynak:
Bu yazıda, biraz bize rehberlik edenlerin anlattıkları, biraz izlenimlerim, biraz da eski bir Longo sakininin yazdığı tez-kitaptan yararlanarak bir anlatı yapmaya çalıştım. Özellikle siyasi faaliyetlere dair tüm bilgiler aşağıdaki kitaptan alınmıştır:
Beatriz Graf (2006) Longo maï. Révolte et utopie après 68, Thesis Verlag.
68 Sonrası İsyan ve Ütopya-Avrupa Kooperatiflerinde Yaşam ve Özyönetim adını taşıyan bu kitabın kapağında komünde yapılan üretimin tanıtımı ve fon toplamak amacıyla Avrupa kentlerinde yapılan gösteri yürüyüşlerinden birinin resmi yer alıyor.
Avrupa’daki toplam 10 Longo Maï kooperatifi hakkında detaylı ve güncel bilgi için şu sitelere bakılabilir:
Ayrıca, Longocuların çıkardığı iki de periyodik yayın bulunuyor:
Farklı coğrafyalardaki kooperatiflerin birbiriyle olan bağını anıştırmak amacıyla Takımada anlamındaki Archipel adını taşıyan ve komündeki en yaygın iki dil konumundaki Almanca ve Fransızca dillerinde basılan bu yayın güncel siyasi gelişmeler ve kooperatiflere dair bilgileri içeriyor. Aşağıda resmi bulunan Nisan 2017 sayısının kapak yazısı işini kaybeden Barış Akademisyenlerine ayrılmış, ki bu konu da radyo programında ele aldığımız meselelerden biriydi.
Diğer süreli yayın ise kooperatiflerden haberleri derleyip toplayan Nouvelles de Longo Maï (L.M. Haberleri); yalnızca Fransızca basılıyor, abonelere dağıtılıyor.
Bonus:
Bu da Longo’nun tuvaletinden (sevgili Deniz yakalamış)
Japonya’nın “Yeşil Gazete”si yayıncılık anlayışını çevresel hassasiyetle birleştirmeyi başaran bir projeye imza atmış.
Ülkenin günlük gazetelerinden “The Mainichi Shimbunsha” Japonya’nın popüler reklam ajanslarından Dentsu Inc ile bir araya gelerek okuduktan sonra bitkiye dönüşebilen bir gazete üretti.
“Yeşil Gazete” geri dönüşüm konusunda da yaratıcı örnek çalışmalardan biri olarak görülüyor.
Gazete okunduktan sonra toprağa gömülüyor. Gazetenin ana maddesi bitkiler toprakla birleşmesinden sonra yavaş yavaş yeşermeye başlıyor.
Kuzey Ormanları’nda bulunan Sarıyer’e bağlı Uskumruköy, İBB’nin yol genişletme çalışmaları için Kilyos Caddesi üzerinde yer alan Uskumruköy Kavşağı’nda iki sene önce çocukların diktiği barış fidanlarının sökülmesi ve ağaçların kesilmesiyle gündemde.
Yaşam savunucuları bugün bir kez daha Kuzey Ormanları Savunması ve Sarıyer Kent Dayanışması’nın çağrısıyla bir araya geliyor. Bölgede gerçekleşen ağaç kesimlerini protesto etmek için 14.00’da İBB önünde toplanılacak.
“Kuzey düşerse İstanbul düşer”
Yaşam savunucuları dün bir kez daha Uskumruköy Kavşağı’ndaydı. “Kesme yaşat ormanı koru” ve “Kuzey düşerse İstanbul düşer” sloganları atan yaşam savunucuları adına basın açıklamasını bölge sakinlerinden Bedriye Kotiloğlu yaptı. Kuzey Ormanları’nın binlerce yılda oluşmuş hassas ekosisteminin inşaat ve emlak projeleriyle, maden ve enerji projeleriyle ve mega yıkım projeleriyle tehdit altında olduğunun altını çizen Kotiloğlu, “Köklerinden söktüğünüz, paravanlar çekerek kesimlerini saklamaya çalıştığınız her ağaçla sadece cinayet işlemiyorsunuz aynı zamanda İstanbul’u da can damarlarından koparıyorsunuz, kadim kenti geleceği olmayan bir karanlığa mahkum ediyorsunuz.” dedi. Kotiloğlu başlayan yol genişletme çalışmalarının Kuzey’e kurulmak istenen “Yeni İstanbul”un hazırlık çalışmaları olduğunu vurguladı. Kesimlerin başladığı yerin kuzeyinden İBB’nin ‘Dolmabahçe-Levazım-Baltalimanı-Ayazağa tünelleri’ projesinin geçtiğini, hızlı tren projesinin de bölgenin kuzeyine gelmesinin söz konusu olduğunu hatırlatan Kotiloğlu, ayrıca 11 Mayıs 2011’de dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Uskumruköy’den Yalıköy’e kadar uzanacak yeni kent kurulması isteğini dile getirdiğini hatırlattı.
Açıklamanın sonunda İBB’ye seslenen Kotiloğlu sözlerini şöyle tamamladı:
“Kamuoyundan gizlenen bölge üzerindeki tüm proje planlarını şeffaf bir şekilde açıklayın ve bölgedeki kentleşme baskısını arttıracak tüm projelerinizi derhal durdurun! Zira Kuzey düşerse, İstanbul düşer. Tam da bu sebeple Uskumruköy’ü, Kuzey Ormanları’nı gözü ranttan başka bir şey görmeyenlere karşı savunmak kentin ve koca ekosistemin yaşamını savunmak demektir. Uskumruköy’deki bir ağaç Maçka Parkı’nın da Kuzey Ormanları’nın da, İstanbul’un da geçmişi, şu anı ve geleceğidir. Kuzey Ormanları’nı savunalım, yaşamı savunalım!”
Basın açıklaması ardından eyleme katılanlar yanlarında getirdikleri ve dileklerini yazdıkları çaputları bölgede kesilmek için işaretlenmiş ağaçlara bağladı.
Hindistanlı madencilik şirketi Adani’nin, Avustralya’nın, yıllardır çevresel ve finansal sebeplerle ertelenen, en büyük madeni olacak Carmichael kömür madeni işletmesine talip olması ülke genelinde protestolara sebep oldu.
Yaşam savunucusu gruplar, Queensland eyaletindeki madenin hem küresel ısınmayı artıracağı hem de Büyük Bariyer Resifi’ne zarar vereceğini söylerken, ülke genelinde ‘Adani’yi Durdur’ sloganıyla 45 ayrı protesto gösterisi gerçekleştirildi.
Yerel haber kaynaklarında Avustralya vatandaşlarının yarısından fazlasının madene karşı olduğu belirtiliyor.
Analistler, Adani’nin, başlangıç maliyeti dört milyar dolar olan madeni işletecek mali kaynağı olup olmadığını tartışırken, küresel bir trend olan fosil yakıt yatırımlarının azalması akıllardaki soruları artırıyor.
Adani tarafından yapılan açıklamada, projenin milyarlarca dolarlık bir geri dönüşü olacağı, yeni iş fırsatları doğuracağı ve kömürün Hindistan’a ihracıyla ülkenin Hindistan’ın elektrik olmayan bölgelerine elektrik verilmesinin planlandığı iddia edildi.
Adani’nin Kuzey Avustralya Altyapı Tesisleri’nden (NAIF) maden için döşenecek raylı sistem için alacağı 704 milyon ABD dolarına güvendiği söylentileri üzerine Adani CEO’su jeyakumar Janakaraj, “Eğer banklar borcu yüklenmeyi taahhüt ederse NAIF’ten ödeme almamıza gerek olmaz” dedi.
Avustralya Muhafaza Kurumu Başkanı Geoff Cousins Adani’nin NAIF’ten ödeme almadan iş yapmasının zor olduğunu belirterek, “Güvenli bir kaynak yaratmak için çok uğraştılar ancak hiçbir banka onlara bu imkanı sunmaz.” dedi.
‘Adani’yi Durdur’ sloganlı kampanyanın amacı dünyanın en büyük kömür madeninin Paris Anlaşması’nı imzalayan bir ülke olan Avustralya’da açılmasını engellemek olarak duyuruldu.
Eskişehir’ 25 km kuş uçuşu mesafede yer alacak alan, Alpu ilçesinde yapılması planlanan termik santral projesi hakkında CHP Eskişehir Milletvekili Gaye Usluer, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ve Enerji Bakanlığı’na soru önergesi verdi.
“Termik santralin olduğu bir bölgede kim tarım yapacak?”
Eskişehir’in en verimli ovasının Alpu Ovası olduğunu ifade eden Usluer, “Bölgedeki vatandaşın çığlığını kimse duymuyor mu? Hem tarımın hem hayvancılığın yapıldığı böyle verimli bir araziye termik santral yapmak o bölge halkını bitirmekle eş anlamlıdır. Termik santralin olduğu bir bölgede kim tarım yapacak? Termik santrallerden çıkan gazlar tarım ürünleri, hayvanlar, su kaynakları ve ormanlar üzerinde tahribat oluşturuyor. Kükürtdioksit, azotoksit ve partikül gibi maddeleri içerdiğinden dolayı insanların sinir sistemlerini olumsuz etkiliyor. Bacalardan çıkan küller, bölgede yaşayan insanlarda kanser riskini arttırıyor” dedi.
Yaklaşık 900 işçi 4 aydır maaşlarını alamıyorlar
Eskişehir’in bir başka ilçesi olan Mihallıççık’ta hali hazırda bir termik santral olduğunu hatırlatan Usluer, “Termik santralin sahipleri ‘FETÖ’den tutuklu. Şirket TMSF’ye devredildi. Burada çalışan işçileri düşünen yok elbette! Yaklaşık 900 işçi 4 aydır maaşlarını alamıyorlar. İşçilerin maaşlarının da derhal verilmesini istiyoruz” dedi.