Ana Sayfa Blog Sayfa 2853

Yeşil duvarlar: Tanımı, faydaları, tasarımı ve yeşillendirme – Bora Kurum

Yeşil duvarlar (bitki duvarları, canlı duvarlar veya dikey bahçeler olarak da bilinir), son yıllarda yükselen yeni inşa ortamları haline gelmiştir. Yaşayan doğayı kent ortamlarına dahil etmek, sadece daha fazla çekici görünmekle kalmaz, aynı zamanda bir dizi başka fayda ve amaç da içerir.

İster içeride ister dışarıda, bağımsız veya duvara monte edilmiş olsun, hemen hemen her koşul için uygun bir yeşil duvar vardır. Fakat yeşil duvarlar tam olarak nasıl yapılır ve çeşitli farklı türler arasındaki ayrım nasıl yapılır?

Yeşil duvarlar nedir?

Yeşil duvarlar, farklı bitki türlerine veya onlara bağlı diğer yeşilliklere sahip dikey yapılardır. Yeşillik genellikle toprak, taş veya sudan oluşan bir büyüme ortamında ekilir. Duvarların içinde yaşayan bitkiler bulunduğundan, genellikle yerleşik sulama sistemlerine sahiptirler.

Yeşil duvarlar, binaların dış duvarlarına tırmanan ve yapısal destek olarak kullanılan cephelerden farklıdır. Dahası, cephelerin yeşili, tüm duvarı kaplayacak kadar büyümek için uzun zaman alabilir, yeşil duvarlar ise önceden yetiştirilebilir.

Akıllı ve aktif yeşil duvarlar genellikle geleneksel yeşil duvarlara benzer, ancak yapay zeka ve teknolojinin kullanımı nedeniyle daha fazla amaca hizmet eder. Akıllı bir yaşam duvarının özellikleri otomatikleştirilip izlenebilir ve efektler geliştirilebilir.

Tüm yeşil duvarların görsel ve biyofili yararlarına ek olarak, akıllı ve aktif yeşil duvarlar, geliştirilmiş hava sirkülasyonu, özelleşmiş büyüme ortamı ve teknoloji kombinasyonu sayesinde doğal hava temizleme ve nemlendirme özelliklerine sahip olabilir.

Fonksiyonlar ve faydalar nelerdir?

Yeşil duvarlara yer açmanın birçok avantajı vardır. Her şeyden önce, yaşayan duvarın görsel faydaları göz ardı edilemez. Göz alıcı parçalar, betondan ve tuğladan yapılmış bir kentsel ortamın dekorasyonunu büyük ölçüde etkileyebilir, böylece kentsel tarım, bahçe ve iç mekan dekorları için alternatifler sunar.

İnsanlar için faydaları

Yaşayan duvarlar, doğanın etrafındaki doğal ihtiyacımıza hitap ettikleri için bizi daha mutlu ve daha üretken hale getirebilir. Doğal unsurları genellikle görülemeyecekleri yerlere getirmek, ruh halimizi yükselterek bizi daha fazla uyanık ve iyimser yapıyor. Bu kavram biyofili olarak da bilinir.

Çalışmalar ayrıca, doğanın saldırganlık ve endişe gibi olumsuz davranışları azaltabileceğini göstermiştir. Dahası, doğayla bağlantı kurmak stresi azaltmak ve zihinsel yorgunluğu gidermektedir. Bu, vücudumuzun doğal elementleri görmeye ve etrafta olmaya karşı otomatik tepkisinden kaynaklanır.

Kirlilik ve hava kalitesi ile ilgili sorunlar daha iyi anlaşıldıkça, bitkilerin hava kalitesi üzerindeki etkileri de aynı şekilde daha fazla ilgi topladı. Bitkilerin hava temizleme etkisi, besin olarak kimyasal madde kullanabilen bitki köklerinin mikropları ile sağlanır. Doğrudan sağlık etkilerinin yanı sıra, gelişmiş hava kalitesinin insanların uyanıklığı ve bilişsel yeteneklerini geliştirdiği kanıtlanmıştır.

Bununla birlikte, düzenli pasif yeşil duvarlar (veya tek başına bitkiler) havayı belirgin bir farklılık için yeterince etkili bir şekilde arındırmaz ve doğallaştırmaz. Aktif hava sirkülasyonu olan akıllı ve aktif yeşil duvarlar bunu başarır, çünkü duvar, bitkiler ve destekleyici teknoloji tüm amaçlar için tasarlanmıştır.

Yapı dostu özellikleri

Yeşil duvarlar ve cepheler, bitkilerin güneşe maruz kaldıklarında binaların genel sıcaklıklarını azalttığı için enerji maliyetinde etkili olduğu bulunmuştur. Ayrıca, kış aylarında kaçan ısı miktarını da azaltırlar.

Buna ek olarak, bitkilerin transpirasyon süreci iç mekandaki sıcaklıkları hafifçe azaltabilir, böylece enerji açısından uygun maliyetli bir çözüm olarak da çalışabilir. Yeterli miktarda bitki maddesi de gürültü seviyelerinin azaltılmasına yardımcı olur.

Kapalı ve dış mekanlar

Açık ve kapalı yeşil duvarlar farklı amaçlarla ve çeşitli ortamlarda kullanılır. Her alan için en uygun çözüme bağlı olarak bir dizi malzeme ve bitkiden yapılabilir.

Açık alan yeşil duvarlar öncelikle görsel unsurlardır. Ayrıca, genel sıcaklıkları azalttıkları, yağmur suyunu ya da binaları yalıttıkları için düşük maliyetli olmalarına rağmen, çoğunlukla yeşillikleri kentsel alanlara taşımak için kullanılırlar. Bu canlı duvarların inşası, iklim koşulları açısından kısıtlamalara sahiptir, çünkü çevredeki koşullara katlanmak zorunda kalmaktadırlar, bu da bazen duvarın yapısı ve bitkilerine zarar verebilir.

Bununla birlikte, kapalı alan yeşil duvarlar, bulundukları boşluğa uymaları gerektiğinden, boyutlarına göre daha fazla sınırlamaya sahiptirler. Söz konusu sınırlamalardan dolayı, bunların bakımı genellikle daha kolaydır.

Akıllı ve aktif yeşil duvarlar sadece iç mekanlarda kullanılır, çünkü hava arıtma verimi dış mekan alanlarını etkileyecek kadar güçlü olmaz. Dahası, bu yeşil duvarlarda kullanılan bitkiler tropiktir ve doğal yaşam alanlarından çıkarıldıklarında dış dünyadaki çoğu durumda hayatta kalamazlar.

Boyut ve tasarım

Metal veya plastik modülden inşa edilen canlı duvarlar, yuvarlak şekiller üretmek daha zor olduğundan genellikle dikdörtgen şeklindedir. Aktif olmayan yeşil duvarlar, hava sirkülasyonu özellikleri önceliklidir, bu nedenle çoğu tasarım sınırları katı modüllerle sınırlanır. Çoğu kapalı alan yeşil duvar, duvara monte edilir, ancak bağımsız ve çift taraflı modeller de nadir değildir. Ticari yeşil duvarlar açısından, çoğu ısmarlama çözümledir.

Yeşil duvarlara sahip olun

Yeşil duvarlar yukarıda sıralanan tüm özellik ve avantajlarına bakıldığı zaman, özellikle metropollerde yaşayan insanlar için en azından temiz havanın iç mekanda ofis ortamında ve dış mekanda görsel anlamda sahip olabileceği yegane yeşillik çözümüdür. Hem çevre hem insan hem de yapı dostu olan yeşil duvarlar Türkiye’de yeni yeni rağbet görmeye başlamıştır. Dahası, çok kısa zamanda yeşil dostu ürünler ile yeşil duvarlar oluşturmak mümkündür.

 

 

 

Bora Kurum

[Hayvan Deneyleri] ‘En yakın akrabalarımız’ laboratuvarlarda

İnsanlık tarihi boyunca, insan menfaatine küçük ya da büyük her bilimsel gelişme için mutlaka bir bedel ödenmesi gerekti. Peki bu bedeli kim ödeyecek? [Hayvan Deneyleri] yazı dizisinde bu sorunun cevabını hep birlikte bulmaya çalışacağız

***

Günümüzde halen popüler bir laboratuvar hayvanı olan insan dışı primatlar, tarih boyunca insanlar tarafından farklı amaçlar için kullanıldılar; Mezopotamyalılarda ilaç yapımı, Mısırlılarda incir toplama, Fransa monarşisinde moda objesi, çeşitli Asya ülkelerinde hırsızlık-dilencilik-tarım işçiliği, Osmanlı donanmasında gözcülük… Zogby International’ın 2001’de yaptığı ankete göre, Amerikalıların %54’ü insan yararı için şempanzelere acı çektirmenin kabul edilemez olduğunu, %65’i araştırmalar için öldürülmelerinin kabul edilemez olduğunu düşünüyor.

Darwin’in evrim teorisi ve insanla arasında var olduğunu öne sürdüğü yakınlık, 19. Yüzyıldan itibaren insan dışı primatların deneylerde daha sık kullanılmasına sebep olmuştu. 1950’li yıllarda, her yıl Endonezya, Hindistan, Afganistan gibi ülkelerden ABD’ye yüzbinlerce doğadan koparılmış primat gönderiliyordu. Bu da yakalama esnasında dahi bu türlerinin sayılarının hayli azalması demekti çünkü yerel kaynaklara göre dört hayvandan biri ölüyordu. Sayıları ciddi oranda azalınca, 1973 yılında Hindistan yıllık ithal kotasını 30 binden 20 bine indirdi. Hemen ardından, her yıl ABD’ye on bin civarı uzun kuyruklu makak ithal eden Malezya da ihracatla ilgili ciddi kısıtlamalara başladı. Ve ardından Bangladeş de benzer uygulamaya geçti.

1920’lerden itibaren ABD’deki laboratuvarların en gözde türü haline gelen insan-dışı primatlar üzerinde yapılan çalışmaların “altın standart” olarak nitelendirilmesinin sebebi aramızdaki benzerliklerdi ve araştırmacılar sürekli olarak aramızdaki genetik benzerliğe vurgu yapıyorlardı. İnsan dışı primatların laboratuvarlarda en çok tercih edilen türü olan şempanzelerin genomunun insanla uyuşmasına dair oranlar yıllar içinde pek çok kez değişmekle birlikte, 2005 yılında %98,77 olarak tespit edilirken, Wildman ve arkadaşları ise insan ve şempanze arasında %99,4 uyum tespit etti ve %4-5 oranında fark olabileceği sonraki çalışmalarda da kabul edildi. İnsan dışı primatların; sıtma, Hepatit, HIV gibi enfeksiyöz hastalıklar ve solunum virüsleri dışında kullanıldıkları diğer alanlar ise bilişsel ve davranışsal çalışmalar, gen terapisi, ilaç-aşı testleri ve bağımlılık yaratan maddelerle ilgili araştırmalardı.

İnsanlarda yapılan kokain araştırmalarında daha önce bu maddeyi kullanmış ya da hala kullanan kişiler seçilirken, insan dışı primatların (özellikle de rhesus maymunları) kullanıldığı kokain araştırmalarında ise öncellikle hayvanlar bağımlı hale getiriliyor ve eğitiliyordu. “Öz-idare” yönteminin kullanıldığı bu deneylerde hayvan kokain ihtiyacı olduğunda daha önceden bunun için eğitildiği düğmeye basıyor ve damar yolu açılarak yerleştirilmiş kateterden kokain alımı başlıyordu. Gerald Deneau’nun yönetimindeki Downstate Tıp Merkezi’nde yapılan bu deneylerde kullanılan bağımlı hayvanlar hiç uyumadan, zayıflayarak öldüler.

1926 yılında Rus biyolog Ilya Ivanov, uzman olduğu yapay dölleme ve hibrid hayvanlar konusunda çalışmalar yapmak için Batı Afrika’ya gitti. Öncesinde Paris’e uğrayarak Pasteur Enstitüsü’nde yapmak istediği yeni çalışmayı anlatarak Gine’de yeni kurulan araştırma merkezindeki primatları kullanmak için izin almıştı. 1927’de 3 dişi şempanzeyi insan spermiyle yapay olarak döllemeyi denediyse de hamilelik oluşmamıştı. Bunun üzerine, tam tersini deneyerek bir insan-maymun hibridi yaratma fikri belirdi ve 1929’da Materyalist Biyologlar Derneği’nin desteğiyle 5 gönüllü kadında denemeyi planladıysa da Kazakistan’a sürüldü ve bu gerçekleşmedi. Ertesi yıl serbest bırakıldığında da hayatını kaybetti.

1950’lerden itibaren ABD Hava Kuvvetleri, Alamogordo’daki Holloman Hava Kuvvetleri Üssü’nde Afrika’dan getirilen 65 genç ve yavru şempanze ile havacılık ve uzay araştırmaları yapmak için kendi kolonisini oluşturmaya başladı. 1970 yılında araştırmalarını sonlandırınca, şempanzeleri biyomedikal araştırmalar yapan laboratuvarlara kiralamaya başladı ve özellikle kozmetik ve böcek ilacı üzerine çalışmalar yapan toksikolog Frederick Coulston ile sözleşme yaptılar. Coulston 1981 yılında Alamogordo’da kendi laboratuvarını açınca (The White Sands Araştırma Merkezi) Holloman Primat Araştırma Merkezi’nin  yönetimi New Mexico Eyalet Üniversitesi’ne geçti. 1993’te merkez ve şempanzeler yeniden Coulston’ın yönetimindeydi ve Coulston Vakfı (TCF) da kurulmuştu. Holloman’dan alınan 140 şempanzeyle birlikte toplam sayı 650 olmuştu, yani dünyadaki en büyük koloni buradaydı. 1993 Ekim ayında, Robert, James ve Raymond adlı 3 şempanze ısıtma sisteminin bozulup sıcaklığın 60c’ye çıkmasından dolayı öldüler. 1994 Aralık ayında çalışanlardan biri 4 şempanzeyi can çekişirken buldu ve otopside, en az 3 gündür yemek ve sudan mahrum oldukları anlaşıldı.

Mayıs 1995’te Kongre, konuyla ilgili uzmanlarla görüşmesinin ardından -bu uzmanlar arasından Jane Goodall da vardı- Holloman’ın 140 şempanzeyi TCF’ye verme girişimini ve $10,5 milyonluk fonu durdurdu. Aynı yıl, New York Üniversitesi Laboratory for Experimental Medicine and Surgery in Primates (LEMSIP) laboratuvarındaki 200 şempanzeyi TCF’ye verme niyetini açıklasa da anlaşma bozuldu. Ancak anlaşmanın feshinden önce 99 şempanze çoktan gönderilmişti. Onca şikâyet ve denetimlerin ardından kesilen cezalara rağmen TCF işine halen hızla devam ediyordu fakat hiç operasyon tecrübesi olmayan veteriner hekimi çalıştırmak, uygun büyüklükte kafesler sağlamamak gibi sebeplerden ötürü kötü şöhreti yayılmaya başlamıştı. 1997’de, LEMSIP’ten transfer edilen 11 yaşındaki şempanze Jello ameliyat esnasında öldü ve otopside ameliyat öncesi yemek yedirildiği ve anestezi sonrasında kusarak baygınken boğulduğu anlaşıldı ve haberi, iki hafta sonra New York Times’ın baş sayfasındaydı. Onlarca şempanze ölümü, denetim ve cezanın sonucunda bir şey çıkmadı ama 2002’de Coulston iflas etti ve tesis, Save the Chimps, Arcus Foundation ve NEAVS gibi örgütlerin ortak çabasıyla içindeki 266 hayvanla birlikte satın alındı.

1986’da kendilerini ‘True Friends’ olarak tanıtan bir grup, HIV araştırmaları yapan SEMA Inc. adlı şirketin Maryland’deki laboratuvarına girerek çekim yaptılar ve çekimler, PeTA, basın kuruluşlarının yanı sıra Jane Goodall’a da gönderilmişti. Goodall, yakın arkadaşı Roger Fouts’tan birlikte SEMA’ya giderek inceleme yapmalarını rica etti. Goodall, Fouts ve Ulusal Sağlık Enstitüsü’nden üst düzey bir yönetici Maryland’e gittiler. Kafesteki şempanzelere Goodall’dan çok daha fazla alışkın olan Fouts dahi gördüğü manzaradan dolayı şaşkındı; hayvanlar kafalarını çevirip bakmıyorlardı bile, etrafa boş gözlerle bakıyorlardı ve sanki orada değillerdi. Fakat laboratuvar, NIH standartlarına uygun bulunmuştu.

1975’te yaban hayattan yakalanan (‘wild-caught’) şempanzenlerin ithalatının yasaklanmasıyla birlikte ABD’de yurt içindeki üretim devlet destekli fonların da sayesinde 1980’lerde muazzam seviyeye ulaşmıştı, artık ABD Halk Sağlığı Dairesi şempanzelerin kullanıldığı AIDS araştırmalarına 25 yıla kadar uzayan ödenekler sağlıyordu, ABD Ulusal Sağlık Enstitüsü araştırmalardaki ihtiyacı karşılamak amacıyla 1986’de yetiştirme programına başlamıştı  ve zaten şempanzelerde davranış çalışmalarına en çok fon sağlayan ülke olan ABD, laboratuvardaki şempanze nüfusunda da dünyada birinci sıraya yükseldi. 1980 yılında şempanzelerin kullanıldığı ve devletin fon sağladığı proje sayısı 3 iken, bu sayı 1984’te 5, 1988’de 17, 1992’de 18 ve 2000’de 23 olmuştu. Her bir proje, onlarca-hatta yüzlerce hayvan demekti. Bazı çalışmalar da “yerinde” yapılmaya başlanmıştı; Doğu ve Batı Afrika’daki şempanzelerin kan örnekleri üzerinde incelemeler yapıldı.

1992’de Washington Üniversitesi Primat Araştırma Merkezi, HIV araştırmaları içim şempanzeye bir alternatif olduğunu duyurdu ve merkezde yapılan ön testler neticesinde kısa kuyruklu makakların enfekte olabileceği görülmüştü. Aynı yıl, ABD’ye ithal edilen makak sayısı 1198’e çıksa da kısa süre sonra test sonuçlarının yanlış olduğu anlaşıldı.

Humane Society of United States (HSUS)’in Haziran 1993’te yaptığı görüşmelere göre biyomedikal araştırmalar için Avrupa’da sadece iki laboratuvarda 165 şempanze, ABD’de ise 11 laboratuvarda 1800 şempanze bulunmaktaydı ve davranış-bilişsel çalışmalar için laboratuvarlardaki şempanze ve bonobo sayısı ise 18 idi.

Birleşik Krallık 1997’de büyük insansı maymunlar üzerinde yapılan araştırmaların lisanslarını yenilemeyeceğini açıkladı. 2000 yılında Yeni Zelanda bu hayvanların kullanımına kısıtlamalar getirirken, ABD de araştırmalarda ihtiyaç duyulmayan şempanzelerin ulusal bakım sistemine gönderilmesine karar verdi. 2002’den itibaren de Hollanda, İsveç ve Japonya büyük insansı maymunların biyomedikal araştırmalarda kullanılmasını yasakladı.

2002’de, Viyana yakınındaki Baxter Healthcare Corporation’ın araştırma merkezinde yıllar boyunca hepatit-B, hepatit-C ve HIV için aşı geliştirmek üzere kullanılan 40 şempanze ve 80 maymun, ülkedeki bir parka gönderildi. Aynı yıl Hollanda ve 2007’de Japonya’da da benzer çalışmalar yapıldı.

17 Nisan 2008’de ABD’de, partilerden karışık bir grup, The Great Ape Protection Act’i kongreye sundu. Tasarının konusu, bazıları 40 yılı aşkın süredir laboratuvarlarda kullanılan büyük insansı maymunların girişimsel araştırmalardaki durumuna son vermek ve bu hayvanları kalan hayatlarını geçireceği bakımevlerine göndermekti. Tasarıyı sunanlardan biri olan ABD Kongre Üyesi Roscoe Bartlett, araştırmalarda şempanzeler üzerinde çalışmış bir bilim adamı olarak artık alternatif yöntemlerin kullanılıp buna bir son verilmesi gerektiğini savunuyordu.

Çoğu ülke, büyük insansı maymunların deneylerde kullanımını yasakladı ya da sadece non-invaziv davranış çalışmalarına izin vererek zaman içinde birtakım kısıtlamalar getirdi: Almanya 1992’de, Birleşik Krallık 1997’de, Avustralya ve Yeni Zelanda 1999’da, Belçika 2002’de, İsveç 2003’te, Hollanda 2004’te, Avusturya Japonya 2006’da. Avrupa’nın 5 mikrodevletinden biri olan San Marino Cumhuriyeti ise, “zalimlik içermeyen ülke” hedefiyle, 2007’de insan ve insandışı hayvanlar üzerinde yapılan her türlü deneyi yasakladı.

2007 sonunda 433 Avrupa Parlamentosu üyesinin imzasının bulunduğu 40/2007 sayılı Deklarasyon, büyük insansı maymunlar ve yaban hayattan yakalanan hayvanlar üzerinde deneyin yasaklanmasını öngörüyordu ve bu Deklarasyon, hayvan koruma konusunda en yüksek imzaya sahip yazılı Deklarasyon oldu. Aynı yıl ABD’de kabul edilen “Chimp Haven Is Home Act” yasası da şempanzelerin non-invaziv davranış araştırmaları dışında yeni deneylerde kullanılmasını yasaklıyor ve emekli edilen hayvanların bakımevlerine gönderilmelerini düzenliyordu.

 

KAYNAKLAR:

  1. Conlee & S.T. Boysen: Chimpanzees in Research: Past, Present and Future, 2005
  2. Knight: The Beginning of the End for Chimpanzee Experiment?, 2008

R.H. Bettauer: Use of Non-Human Primates in Cocaine Research, 2016

  1. Bettauer: Systematic Review of Chimpanzee Use in Monoclonal Antibody Research and Drug Development: 1981-2010, 2011
  2. Singer: Hayvan Özgürleşmesi, 2005

Harriet Roller, The Lethal Kinship: A report on the chimpanzees of The Coulston Foundation

  1. Blum, The Monkey Wars, 1994

 

 

Yağmur Özgür Güven

İstanbul bahara barokla merhaba diyor: St. Antuan Kilisesi’nde bahar konseri!

İstanbul bahara Barok dönemin sevilen bestecilerinden Pergolesi’nin ezgileriyle girecek. 7 Nisan Cumartesi günü, saat 20.00’de Beyoğlu, İstiklal Caddesi’ndeki St. Antuan Kilisesi’nde sunulacak olan bahar konserinde Pergolesi’nin Paskalya için yazdığı Stabat Mater barok sever dinleyicisiyle buluşacak.

Nilgün Yüksel’in konzertmeister’liğinde 10 genç ve çalgılarında ustalaşmış müzisyeni Istanbul Baroque Soloists adı altında bir araya getiren projede orkestraya daha önce de birçok yurt içi ve yurt dışı konserde seyircisiyle buluşan European Voices Istanbul korosu eşlik ediyor. Arya ve düetlerde ise Ceren Akyıldız ve Senem Demircioğlu bizlere unutulmaz bir akşam yaşatacaklar.

St. Antuan’nın büyülü atmosferinde Pergolesi’nin Stabat Mater adlı eserinden solo aryalar, düetler ve korolarından, İklim Tamkan’ın kilise orguyla seslendireceği barok ezgilere, İtalyan Barok döneminin altın çağı seyircisine unutulmaz bir Barok bahar hediyesi olacak.

Proje direktörlüğünü de üstlenen şef Berktay T. Akyıldız yönetiminde, Istanbul Baroque Soloists ve European Voices Istanbul’un 7 Nisan Cumartesi günü, saat 20.00’de Beyoğlu, İstiklal Caddesi’ndeki St. Antuan Kilisesi’nde vereceği konsere giriş ücretsizdir.

Gelecek proje Bach eseri olacak.

Istanbul Baroque Soloists ve European Voices Istanbul önümüzdeki dönem St. Antuan Kilisesi’nde Türkiye’de ilk defa J. S. BACH’ın en büyük sahne eseri olan BWV 244 eser sayılı Matthäus- Passion oratoryosunu oluşturulması planlanan çocuk korosuyla beraber seyirciyle buluşturmayı hedefliyor. Bunun yanında, Barok dönemin seçkin orkestral ve koral eserlerinden oluşan projelerle ve 2018 Aralık ayında BACH’ın bu sefer BWV 248 eser sayılı Weihnachts-Oratorium Yeni yıl Oratoryosu’yla sizleri daha önce yaşamadığınız bir barok atmosfere davet ediyorlar.

 

Haber: Ercüment Gürçay

(Yeşil Gazete)

[Yaşadım Diyebilmek] Karanlık odadaki ayin ve Rembrandt Işığı – Şahin Tekgündüz

Fotoğraf merakım ilkokul yıllarında başladı. Babam, gözü gibi koruduğu Zeiss Ikon marka kutu fotoğraf makinesini köşe bucak sakladığı için ben, karton kutulardan fotoğraf makinesi yapmaya kalkışmıştım.

 

O yıllarda ilkokullarda fizik dersi yoktu ama, kapalı bir kutunun önünde açılan toplu iğnenin başı büyüklüğündeki bir deliğin görüntüyü kutunun arka duvarına ters olarak yansıttığını, fotoğraf makinesinin de bu fizik kuralından yararlanılarak geliştirildiğini biliyordum. Kasabanın, bir barakada çalışan tek fotoğrafçısından yalvar yakar alarak gazoz şişelerine koydurduğum fotoğraf ilaçları ve dışı siyah kâğıtlara sarılı 9×12 cm fotoğraf kartlarıyla kız kardeşimin fotoğraflarını çekmeye çalıştım. Başarılı da oldum. Babam, o bulanık fotoğrafları alıp arkadaşlarına göstererek benimle öğünmüştü de ne ilgisi varsa hem bu nedenle hem de kafamın büyüklüğünden adım Sokrat’a çıkmıştı o yıllarda.

Zeiss Ikon benim oldu

Zeiss Ikon

İlkokul bitinceye kadar, başöğretmenin yeğeni Yılmaz’ın Kodak marka körüklü makinesiyle fotoğraf çekerek avundum. İlkokulu bitirip Nevşehir’de ortaokula başlayınca da o efsane Zeiss Ikon makine benim oldu. Film, kart ve ilaç paralarını babamdan isteyebilecek durumda olmadığım için, okuldaki arkadaşlarımın fotoğraflarını çekiyor ve onlardan para alıyordum.

Çektiğim fotoğrafları karta basabilmek için Rüstem Esensoy adındaki sınıf arkadaşımla, tahtadan bir kutu yapmış ve içine de 40 vatlık Osram marka bir ampul yerleştirmiştik. Adını Osman koyduğumuz tahta kutunun üzerinde, cam takılmış bir delik vardı. Camın üzerine o zaman arap dediğimiz negatif filmi, onun üzerine de fotoğraf kartını koyuyor ve Osram ampulü belli bir süre yakarak filmdeki görüntüyü karta geçiriyorduk. İşin en çok zevk aldığımız yanı da kimyasal eriyik içinde tuttuğumuz kartta görüntülerin yavaş yavaş belirmesini izlemekti. Ne yazık ki o günlerle ilgili hiçbir görüntü yok elimde. Oysa öğretmenlerim dahil kimlerin fotoğraflarını çekmemiştim ki…

Niğde’deki yatılı lise yıllarım fotoğraftan çok resimle dolu geçti. Hemen bütün hocalarımın gönlünü resim yaparak fethettim. Meraklı olmamla birlikte edebiyattan, ünlü yazarların kara kalem portrelerini yapıp sınıf duvarlarını süsleyerek, beden eğitiminden 19 Mayıs hareketlerinin anatomik resimlerini çizerek, cebir geometriden hocam Tahsin Çizenel’in yazdığı ders kitabının şekillerini çizerek, Fransızcadan hocam Ahmet Mâruf Buzcugil’in sahneye koyduğu tiyatro klasiklerinin dekorlarını yaparak sınıf geçtim desem yalan olmaz.

Fotoğraf bir tutkudur

Ricohflex

Yıllar sonra Ankara’da gazetecilik dönemim beni yeniden fotoğrafla buluşturdu. TRT Haber Merkezi’nde çalışırken fotoğraf aşkım depreşti ve dönemin ünlü gazetecilerinden Selahattin Sonat’ın Kore savaşlarında kullandığı, âhı gitmiş vâhı kalmış Ricohflex marka makinesini satın aldım. İşe, bir yaşındaki kızımın fotoğraflarını çekerek başladım. Bu fotoğraflar çevrede çok sükse yapınca tanıdıklar ve aile dostları çocuklarının fotoğrafını çektirmeye başladılar. Derken, karımın bütün itirazlarına rağmen evin bir odası karanlık odaya dönüşüverdi.

O oda, kısa sürede bana bir mâbet gibi gelmeye başladı. İçeri girip kapıyı kapattığımda başka bir dünyada buluyordum kendimi. Fotoğrafın bir tutku, insanı baştan çıkaran bir duygu seli olduğunu o odada keşfettim. Karanlık odanın kimilerine hiç de hoş gelmeyen ve geniz yakan o gizemli kokusu daha kapıyı açar açmaz beni içine alır, dış dünyadan koparır ve kırmızı yağlı kâğıtla sarılmış ampulden sızan kırmızı karanlığın yarattığı iç gıcıklayıcı ortamla birlikte, biraz sonra başlayacak tutkulu sevişmeyi müjdelerdi sanki… Aslında, daha negatif filmi kutusundan çıkarırken genzimi yakmaya ve başımı döndürmeye başlardı bromürün ve gümüş nitratın yanık kokusu. Ânında güçlü bir fotoğraf duygusuna dönüşen o kokuyu, yalnız benim duyduğumu düşünürdüm ve haklıydım.

Makineyi yeni bir poz için kurarken, filmin sarılı olduğu makaranın çıkardığı ses fotoğraf serüveninin başladığını haber verir, deklanşörün mekanik sesi ise, hiçbir müzisyenin beceremeyeceği o ilâhî müziği yaratırdı kulaklarımda. Karanlık odada yeniden yaratılıp vücut bulacak olan varlık, fotoğraf makinesinin minik karanlık odasında özüne indirgenmiş ve bromürle gümüş nitratın moleküllerine sığınmıştır.

Karanlık odadaki ayin…

Serüven, karanlık odanın kırmızı karanlığında devam eder. Hemen hepsinin adı Fransızcadan gelen karanlık oda avadanlığı ve işleri sırayla devreye girerdi.

Filmi önce küvette ya da tankta banyo eder, fönle kurutur, agrandizörün şasesine takar, negatif görüntüyü marjöre yerleştirdiğiniz fotoğraf kartına yansıtırsınız. Bu defa kartın yüzeyindeki bromür ve gümüş nitrat molekülleri emer görüntüyü; birazdan, küvette sâkin sâkin duran metol, sodyum sülfit, hidrokinon, sodyum karbonat ve potasyum bromür gibi kimyasalların oluşturduğu kirli sarı renkteki eriyikte sırrını açıklamak için… Fotoğrafın, o eşsiz duyguyu doruğa çıkaran sessiz âyini başlamıştır.

Küvetteki yüzeyinde kırmızı ampulün görüntüsü dalgalanan birinci banyoya, agrandizörde negatif görüntüyü emmiş olan fotoğraf kartını bambu maşayla dikkatle tutar, hafif hafif dalgalandırmaya başlarsınız. Âyinin en keyifli ve en heyecanlı aşamasıdır. Bir genç kız portresidir örneğin fotoğraf kartına yansıyan görüntü. Önce göz bebekleri, kaşlar ve saçlar belirlemeye başlar. O, gözlerinizin içine bakarak gittikçe koyulaşan göz bebeklerini dudaklar ve yüzün bir yanına düşmüş Rembrandt gölgesi tamamlar. Daha sonra dudakların uçlarındaki küçük kıvrımlar, gözleri derinleştiren hafif gölgeler ve yüzü çerçeveleyen çizgiler oluşur. Fotoğraf doğmuştur.

Profesyonellik ve portre fotoğrafçılığı

Kısa sürede işi büyütmüş, portre çekmeye başlamıştım. Konservatuvar öğrencileri baş müşterilerimdi. Genellikle cumartesi ya da pazar günü randevuyla gelirlerdi evime. Onları salondaki beyaz duvarın önüne alır, yüzlerini bir yandan pencereden gelen gün ışığı bir yandan da karımın tuttuğu içi aynalı 500 vatlık ampullerle aydınlatır, yüzlerdeki gölgeleri iyice yumuşatır ve kontrastı azaltırdım.

Sonra da bu yumuşak tonlu negatifleri 30×40 ya da 50×60 cm boyutunda, resim kâğıdına benzeyen hafif tonlu ve grenli Agfa marka fotoğraf kartlarına basarken bir işlem daha yapar, portrenin çevresindeki arka planı maskeleyerek eritirdim. Sonuçta fotoğraf âdetâ kara kalemle yapılmış resimden farksız hâle gelirdi. Çoğu kimseyi, bunların fotoğraf olduğuna inandırmakta zorlanırdım. O dönem konservatuvar öğrencisi olan Cihan Ünal, Rüştü Asyalı, Atilla Olgaç, Ayşegül Atik anımsadıklarımdan birkaçı.

Daha sonra, fuayelerde kullanılmak üzere fotoğraf çektirmek isteyen, Devlet Tiyatrosu, Meydan Sahnesi ve AST’ın ünlü sanatçılarından da portre müşterilerim arasına katılanlar oldu. Sema ve Nihat Aybars, Mediha ve Çetin Köroğlu, Turgut Sarıgöl, İlyas Avcı yine anımsadıklarım arasında… Ama ne yazık ki elimde onlarla ilgili bir tek fotoğraf bile yok.

Rembrandt Işığı

Gel zaman git zaman 69 başında TRT’den ayrılıp Kor Kocalak’la Odak Reklam’ı kurunca gönlümce fotoğraf çekmeye başladım. Altı ay kadar sonra bize katılan Oğuz Tığlı da fotoğraf konusunda en önemli desteğim oldu. İşi tiyatro sahnelerinden fotoğraf çekimine kadar geliştirmiştik.

Fikret Otyam

O günlerde Cumhuriyet Gazetesi’nin Ankara bürosunda çalışan Fikret Otyam’ın fotoğraflarına hayrandım. Bir gün onu Odak Reklam’a davet ettim. Beni kırmadı ve geldi. Duvarlarda asılı portreleri dikkatle inceledi. Kara kalem tarzındaki fotoğrafları eliyle yoklayıp gerçekten fotoğraf olup olmadıklarını kontrol etti ve çok şaşırdığını söyledi. Sonra da hiç unutmuyorum, Ayşegül Atik’in portresinin önünde durup uzun uzun baktıktan sonra,

“Ulan puşt, bu Rembrandt ışığını nereden öğrendin sen?” dedi. O “puşt” sözcüğü onun dilinde müthiş bir iltifattı. Fotoğrafları çektiğimiz makinelere baktı,

“Oğlum siz bu işi bitirmişsiniz; bu makinelerle bu foturafları (o, fotoğraf demezdi) nasıl çektiniz lan? Gel benimle, sana hârika bir makine vereyim de, daha iyi foturaflar çek” dedi.

Rolleicord

Birlikte Cumhuriyet bürosuna gittik. O gün kendi kullandığı, Rolleicord marka özel üretim fotoğraf makinesini, bana bir ödül verircesine, 150 liraya sattı. Makine, Zeiss tarafından özel olarak üretilen 100 objektiften birini taşıyordu ve Otyam’a armağan edilmişti. Onunla, daha yumuşak tonlu, daha derinlikli ve daha güzel portreler çekmeye başladım. İlginçtir, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’la Nurhak Dağları’nda katledilen Sinan Cemgil’in, portrelerini de o makineyle çekmiştim.

Otyam sonradan makineyi bana sattığına pişman olmuş, daha yüksek fiyata geri almak istemiş, uzun süre de ısrar etmişti ama, vermemiştim. Sonraki yıllarda karşılaştıkça bu anımı anlatır gülüşürdük. Hey gidi günler hey…

 

 

Şahin Tekgündüz

[email protected]

[Gözlem] Çocukluğum – Selim Altınok

Hemen her insan için hayatın en tatlı evresi değil midir çocukluk? İyi geçmişse, özellikle mutlu bir aile ortamınız varsa tadına doyum olmaz. Zor koşullarda, aileden uzakta, hatta onların yokluğunda geçen bir çocukluk elbette pürüzsüz anılar bırakmayabilir. Yine de, öyle bir dönemdir ki, her şeyi ilk defa yapmaktasınızdır. Şeker yemek, ilk defa bir manzara seyretmek, ilk müziği dinlemek, bir topa vurmak, koşmak, eylenmek, her şey enteresandır, her şey güzeldir. Soru sorarsınız, cevap aldıkça öğrenirsiniz, daha çok sorarsınız. Her fırsatta oyun oynarsınız. Oyuncağınız olmasa bile kendiniz bir şeyleri oyuncak eder, gerekirse oyun icat eder yine oynarsınız. Televizyonda savaş görüntüleri yayınlanırken, onları şaşkınlıkla, ürkerek izlerken, mermilerin düştüğü bir sahilde oynayan çocukları görürüz bazen. Evet, onlar her şeye rağmen oynamaktadır. Bir şarapnel parçası kollarına, bacaklarına, hatta hayatlarına kastetse bile oynamaktadır.

Bir yerde okumuştum; oyun evrenselmiş. Doğru sanırım, sadece insan evladı değil, hayvanlar da oynuyor. Bunu yakınımızdaki kedi ve köpeklerde her zaman gözlemliyoruz. Canlılar için vazgeçilmez bir ihtiyaç belki de oynamak.

Stefan Zweig’in “Satranç” adlı öyküsünde, demir parmaklıkların arkasına düşen bir kimsenin, tesadüfen eline geçirdiği bir kitaptan satranç oynamayı öğrenişi anlatılır. Mahkûm, öğününden artırdığı ekmekten satranç taşları yapar. Bir yere satranç tahtası çizer ve ekmekten şahı, kaleyi, veziri yerleştirir. Kendi kendine öğrendiği satrancı, kendi kendine oynar. Böylece dayanır içinde bulunduğu zor koşullara. Zweig’in kahramanını kendi yaptığı satranç taşlarıyla baş başa bırakalım. O düşüne dursun, biz gerçeğe dönelim.

Kardeşim Kerim ile çocukluğumuzun Bakırköy’ünde.

Kıymetli okurlarım, ben bu yazımda size kendi gerçeğimi anlatacağım. Sizi kendi çocukluğuma götüreceğim. Umarım “bize ne şimdi senin çocukluğundan” demiyorsunuzdur içinizden. Her çocuğunki gibi benimki de ilginç anılar barındırıyor ve okuyunca eminim kendi çocukluğunuzdan izler bulacaksınız.

1963 yılının soğuk bir aralık gecesi, Yılbaşına sadece sekiz gün var. Doğuyorum, daha doğrusu doğuyoruz. Çünkü tek değilim, ikizim de benden bir dakika sonra geliveriyor dünyaya. Ben iki buçuk kiloyum, Kerim iki kilo iki yüz elli gram. Tek yumurta ikiziyiz ya, her tarafımız benziyor. Bir dakika farkla da olsa ağabey olmanın avantajlarını ve dezavantajlarını yaşıyorum sonraları.

Avantajlıyım çünkü gram farkıyla daha gösterişliyim ve misafirliğe birimiz götürülecekse o hep ben oluyorum. Orada gelsin şekerler, çikolatalar, pastalar. Arayı açıyorum zamanla, kilo farkı yapıyorum. Buna karşılık birkaç yaş büyüyüp de dışarıda oynamaya başladığımızda kardeşimi koruma görevini ben üsleniyorum. Bir çocuk Kerim’in kovasını mı kaptı elinden, ne yapıp ediyorum, çocuğu tepeleyip geri aldığım kovayı ağlamakta olan biraderin önüne koyuveriyorum.

Oturduğumuz konak

Evimiz dört katlı o zamanlar. Konak denmeyi hak ediyor. Ahşap, sobalı, renkli camları da var. Kapısı kocaman. Girişinde birkaç basamak. Oradaki ilk anım şöyle: Bir gün, akşam saatleri, babamız muhtemelen işten yorgun argın eve giriyor, işte o basamakların önünde, yerde de biz oynuyoruz. Kerim’in küçük bir arabası var. Babam yorgunluktan olacak, dikkat etmiyor herhalde ve basıveriyor arabanın üstüne. “Klik” diye bir ses geliyor. Küçük sert plastikten ilk oyuncağımız artık yok! Paramparça. Kerim figan feryat ağlıyor. Çocukluğumuz boyunca hep kıymetlimiz olacak oyuncaklarımızın başına gelen ilk kaza bu.

Bizim konak 1950’lerde yapılmış. Bakırköy o günlerde henüz bir sayfiye yeri gibi. Ev sahile yakın, yazlık niyetine. Biz doğduğumuzda konak henüz on-on beş yaşlarında, genç sayılır, ama kalorifer tesisatı filan yok, koca konağın bir odasında soba yanıyor. Misafir odasında da çini bir soba var ama konuklar gelirse yakılıyor. Mutfak bodrum katında. Yatak odaları ise üst katlarda. Oraları kış aylarında buzhane! Bugünkü gibi çift cam ve plastik çerçeveler de yok o zamanlar. Her yer gibi pencereler de ahşap. Camların kenarından hep rüzgâr üfürüyor. Buna karşın ailecek hiçbirimizin soğuktan yakındığını hatırlamıyorum o evde.

Apartman dairesine taşındıktan yıllar sonra camları pimapen yaptırttığımızda babam “Havamı kestiniz benim, nefes alamıyorum bu evde” diye yakınmıştı.

Oturduğumuz konağın üst katında büyük bir sofa vardı, at koştur! Yatak odaları kocaman. Büyük bir bahçemiz de vardı. Kumru sesleriyle uyanırdık. Bahar gelip de hava ısınmaya başlayınca sabah erken kalkıp ilk iş bahçeye çıkardık. Yanaklarımızı okşayan ılık rüzgâr, mis gibi çiçek kokuları, cıvıl cıvıl kuş sesleri, yanımıza gelip bacağımıza sürtünen Tekir kedinin sıcacık tüyleri!

Komşuluk o kadar iyiydi ki, yaz akşamları herkes evinin önüne sandalye çıkartır ya da kilim sererdi. Karşılıklı oturulup çay içilir, hasbihâl edilirdi. Sohbetin tadına doyum olmazdı. Biz çocuklar çoğu kez dayanamayıp uykuya dalıverirdik ama büyükler gecenin geç saatlerine kadar muhabbeti koyulturlardı. O zamanlar televizyon yoktu ki herkesi başına toplasın. Aile fertlerini tek tek odalarında esir alsın.

Mahallemizin esnafları

Mahallemizdeki esnafı iyi tanır, aileden sayardık. Komşularımız arasında Ahmet efendiler, Mehmet efendiler olduğu gibi Madam Katina’lar, Koço’lar da vardı. Öyle güzel geçinilirdi ki. Sabah kahvesine sık sık misafir gelirdi. Annem küçük bir lokum eşliğinde mis kokulu Türk kahvesini konuğuna ikram ederken, biz de bir an evvel büyüsek de güzel kokan kahveden içsek diye hayıflanırdık. Çocuklar kahve içmezlerdi çünkü. Neskafe ve benzeri içecekler hemen hiç yoktu hayatımızda. Gazoz derseniz o başka! Fruko ve Uludağ diye bir iki marka vardı o zamanlar, tatları hala damağımda.

Sokağın köşesinde bakkal, karşısında kasap dükkânı, yanında manav vardı. Hepsi ile akraba gibiydik. Nasıl olmayalım? Her gün ekmek ve gazete almak için mutlaka bakkal amcayı görürdük. Sokağın ilerisinde camlarına renk renk çıkartmalar yapıştıran “Uyanış Tuhafiye” vardı. Ne güzel bir dükkân ismi değil mi? Yıllar geçti biz hala uyanamadık uykumuzdan ama olsun, aklımda kaldı o tuhafiyecinin adı.

Sokağımızdan geçen yoğurtçu, kesinlikle ev yapımı olan ürününü tahta çanaklar içinde getirir, kepçeyle hanımların kaplarına boşaltırdı. Evlerde buzdolabı vardı ama no frost filan yoktu tabi. Katkısız, koruyucusuz yoğurtlarımız pek çabuk ekşiyiverirdi, fazla bekletmeden tüketmek gerekirdi.

Kapımızın önünden geçen bir ayağı aksak nane şekercimizin sesi hala kulağımda “Ne güzel nane şeker” Öyle ahenkli söylerdi ki sözlerini, bir küçük torba keskin nane şekeri almadan edemezdi annem.

Mahallemizden o kadar az araba geçerdi ki, evin önüne çıkıp rahatça top oynardık. Sokak arasında maç yapmanın tek tehlikesi, zaman zaman topun yönünü şaşırıp bir evin camına çarpmasıydı. Pencere açılır, genellikle bir ev hanımının başı uzanır ve top oynayanlara söylenirdi. Bu azarlar çocuklar tarafından başlar önde, mahcup mahcup dinlenir ama az sonra ortalık sakinleşince bir yere saklanmış olan top ortaya çıkar, hafif hafif vuruşlarla yeniden oyun başlar, dakikalar geçtikçe şutların sertliği artarak eski kıvamına ulaşırdı.

Kıymetli okurum bu yazı burada bitmez, daha anlatacak çok şey var. Ne dersiniz? Devamını önümüzdeki hftalarda getirmek üzere bir ara vereyim mi?

Dilerseniz siz şimdi bilgisayarınızdan ya da telefonunuzdan girin Youtube’a, Tanju Okan’ın sesinden “Çocukluğum” şarkısını dinleyin, bir de kahve yapın kendinize, şöyle bol köpüklü! Yudumlarken kahvenizi, benim gibi yapıp, dalıp gidin kendi çocukluğunuza.

Tekrar görüşmek üzere…

 

Selim Altınok

 

[Hermit] Şairin derdi – Ayşegül Sağlam

Çok seviyoruz belli kalıplara girip o kalıplarla yaşamayı. Mesela gençlik yıllarında, kılık kıyafetten başlıyoruz bu duruma. ‘Hangi marka tişört giyersem daha havalı görünürüm?’, ‘Hangi ayakkabı beni daha popüler yapar?’ ‘Gözlerim bir şahininki kadar iyi olabilir ama yine de Woody Allen gözlüğü takmalıyım.’ gibi dönem dönem değişen modalar gerçekleşir. Bunlara, gençler arasında ‘trend’ denir.

Yaş ilerledikçe geçmesi gereken bir durumdur bu. Çünkü yetişkinlerin böyle şeylere ihtiyaçları yoktur. Onlar yılların verdiği tecrübelerle hayatı ve kendilerini tanımayı başarmışlardır. Kendini tanıyan insanınsa böyle suni malzemelere ihtiyacı yoktur. O kendini böyle kabul ettiği için başkalarının da aynı şekilde kabullenmesi gerektiğini düşünür. Hee, yok kabullenmiyorum, diyen varsa, o da onun kendi problemidir. Yani yetişkin; kendisiyle ve toplumla uyumlu yaşayabilen bireydir.

Ama toplumun da genleriyle oynadık galiba. Artık yetişkinler dahi pek yetişkin gibi görünmüyor. Televizyonlar, daha topluluk içinde nasıl oturulacağını öğrenememiş aydın(!)larla dolu. Ergenlik yıllarındaki gibi kıyafetleriyle çevre yapacağına inanan yetişkinlerin sayısı da hiç azımsanacak gibi değil. Entelektüel seviyenin; şalvarla, salaş gömlekle sınandığı bir toplum haline geldik sanki. Sözüm meclisten dışarı tabi, kim ne isterse giysin; keza ben de seviyorum şalvar ama o şalvara yuvarlak çerçeveli, güneşten korumayan güneş gözlüğü takıp; bununla da yetinmeyip yürüyüşünü de değiştirince bana komik geliyor, ne yalan söyleyeyim. “Ben okuyorum eleştiriyorum, toplumun bana uyguladığı baskıyı reddediyorum.” diyerek vapurda ayakkabılarını çıkarıp ağzıma uzatan özgürlük anlayışını da anlayamıyorum mesela. Bu hareketi başka biri yaptığında ‘İstanbul bitmiş azizim.’ demesi gereken insan bunu yapınca, gerçekten artık entelektüeli de aydını da mumla arar olduk.

İşte böyle zamanlarda insan daha bir üzülüyor Ülkü Tamer’i kaybettiğine. Sanatın birçok farklı dalıyla ilgilenmiş Ülkü Tamer. Oyunculuk yapmış, birçok eseri Türkçe’ye kazandırmış, yazarlığıyla hele hele şairliğiyle bambaşka dünyaların kapılarını aralamış biz okurlarına. Buna rağmen ‘Dolu başak eğik durur.’ sözü gibi hep mütevazı bir hayat sürmüş ama. Televizyonlarda, gazetelerde daima takım elbiseli, kravatlı; traşlı, temiz ve güler yüzüyle gerçek bir Cumhuriyet aydını olarak hatırlayacağız onu.

Bu hafta Ülkü Tamer’i de uğurlayınca biraz daha şiirsiz kaldık sanki. Ben de şiire dair bir şeyler yazmak istedim. ‘Şairin Derdi’ dedik ya başta, e şiir dediğin derttir aslında. Yani bazen sevdiğin adama ya da kadına dertlenirsin bazen edemediğin kahvaltıya… Ya da memleketin başıbozuk tavrına… Konu ne olursa olsun fark etmez. Nasıl kışa hazırlanan ağaç dökerse yapraklarını; derde hazırlanan şair de yaprak gibi döker şiirlerini… Bize kalansa o dökülen yaprakları okuyup yeşertmektir yeniden.

Şiir hayat kadar doğal; hayat kadar gerçektir. Kadın erkek ilişkisi gibidir şiir… Aşk gibi…

Mesela önce her şey divan şiiri gibidir. Büyük ve anlaşılmaz. Mevzunun aşk olduğunu bilirsiniz ama onun haricinde hiçbir şeyi anlayamazsınız. Ulaşılması güç…

Misal;

Dil mi zibadır letafette ya didarın senin

Lale mi hoştur zarafette ya ruhsarın senin

Sonra aşka karşılık bulunca Nazım Hikmet şiirine dönülür. Tutku ve aşk tüm gücüyle, tüm duygusallığıyla sarıp sarmalar sizi;

Seni seviyorum,

ama nasıl,

avuçlarımda camdan bir şey gibi kalbimi sıkıp

parmaklarımı kanatarak

kırasıya…

çıldırasıya…

Sonra bu aşkı duyduğun kişiyle yaşlanmaya karar verirsiniz. Bu yaşaması zor hayatın fırtınalarını, birlikte göğüsleyebileceğiniz bir eşiniz vardır artık. Ona duyduğunuz aşk; saygı ve sevgiyle daha da zenginleşir ama artık her istediğinizde yanınızdadır. Yani sanatsal bir duruşa ihtiyacı yoktur aşkınızın. Her şey samimi ve sadedir. Halk şiiri gibi…

Güzelliğin on par’ etmez

Bu bendeki aşk olmasa

Eğlenecek yer bulamam

Gönlümdeki köşk olmasa

Evliliğin 10. yılında ise da bu duygusal esintiler yerini Attila İlhan lirizmine bırakır

Aysel git başımdan

Ben sana göre değilim…

Bu şiirden sonra kimisi kendi hayatlarını yaşamak için ayrı yollar çizer; kimisi de “Nasılsa bu benim eşim, bulduğum daha mı iyi olacak sanki?” diyerek; bazen Necip Fazıl’ın çilekeş kaldırımlarında turlayarak; bazen de Orhan Veli’nin “Dalgacı Mahmut”u gibi dalgaları boyayarak geçirir hayatını.

Ama işte gidip gidip yolun sonunda biri mecburen gittiğinde yine geliriz Attila İlhan’ın başka bir şiirine;

Ben sana mecburum bilemezsin

Adını mıh gibi aklımda tutuyorum

Büyüdükçe büyüyor gözlerin

Ben sana mecburum sen yoksun…

 

Ayşegül Sağlam

İyot hapının etkisi mi? Belçika 2025’e kadar nükleerden çıkıyor!

Nükleer reaktörlerinde binlerce mikroçatlak olduğu anlaşılan Belçika’da en son ülke genelinde iyot hapları dağıtılmıştı. Tüm yurttaşların olası bir nükleer kazanın potansiyel mağdurları olacağı gerçeğinin  ülke çapında iyot haplarının dağıtılmasını gerektirmesi hükümeti yeni bir enerji politikası kurmaya sevketti.

Tihange Nükleer Santrali

Esasen  2011 yılındaki haberimizde gördüğünüz gibi Belçika’nın bu kararı yeni değil fakat, 2011 yılında Fukuşima Felaketinden hemen sonra  konuyu tartışmaya başlayan ve nükleerden çıkış yönünde eğilim gösteren siyasi partilerin kararının uygulamaya konmuş hali. Nihayet tehlike boyutunun artması ve iyot haplarının dağıtılmasıyla hükümet ülkenin 2022-2025 yılları arasında nükleer enerjiden çıkmasını öngören yeni enerji anlaşmasını onayladı.

Belçika Federal Hükümetinin uygulamaya koyduğu yeni anlaşmaya göre 2025’e kadar ülkenin ihtiyacı olan elektriğin %40’ını sağalayan Doel ve Tihange nükleer santral tesislerindeki toplam 7 reaktör belirlenen programa göre kapatılacak.

Rüzgar yenilenebilir enerji yatırımlarından yana esiyor!

Bu reaktörleri kapatılmasının enerji kaybı yaratmaması amacıyla zamanla  tüm yatırımlar başta deniz üstü (offshore) rüzgar santralleri olmak üzere yenilenebilir enerji kaynakları için kapasite geliştirmesine  yöneltilecek.

Bugün Belçika, Eurostat’ın verilerine göre %8,7 oranı ile   2020’ye kadar öngördüğü %13 hedefinin gerisinde olsa da   yeni  enerji politikasıyla arayı kapatacak. Zira yeni perspektifiyle Belçika gelecek yıldan itibaren  2030 yılı için yerli ve milli bir strateji tesis etmiş oluyor.

Nükleer artık eski ve atıl bir teknoloji

Dünya Nükleer Birliğine(World Nuclear Association) verilerine göre Belçika’daki Doel ve Tihange nükleer santrallerinin lisansı  2025 yılına kadar geçerli. Fakat hükümetin nükleer enerjiden çıkma kararı bu lisanslarda bir yenileme yapılmayacağının da göstergesi.

Doel ve Thiange reaktörlerin gerek güvenliği gerekse yaşlanmış olması  nükleer santrallerde güvenlik sorunları nedeniyle mahkemelik olmuştu.  2013 yılında her iki nükleer tesisin reaktörlerinde de mikro çatlaklar tespit edilmiş ve bunlar 2015 yılına kadar devam eden güvenlik denetimleri nedeniyle kapalı tutulmuştu. Nükleer karşıtı hareket bu santrallerin lisanslarının 2025’e uzatılmasına karşı tepkilerini ortaya koymuş hatırlarsınız geçen sene 25 Haziran 2017’de bizim de haberleştirdiğimiz üzere bu çatlakların tehlikelerine dikkat çekmek için  3 ülkenin yurtttaşları insan zinciri oluşturmuş ve hükümetin nükleer enerjiden çıkması yönünde baskı yaratmıştı.

3 ülkeden Doel ve Tihannge’ye karşı 90 Kilometrelik insan zinciri

Belçika, nükleer enerjinin toplam üretilen enerji payı açısından  Fransa, Ukrayna ve Slovakya’nın ’nın ardından nükleer enerji kullanan ülkeler arasında 4.sırada geliyor. Fakat Belçika bu kararıyla artık,  Fukuşima nükleer felaketinin meydana gelmesinin ardından ihtiyacı olan toplam elektriğin %40’ını sağlayan 17 nükler reaktörünü kademeli olarak kapatmak suretiyle 2022’ye kadar nükleer enerjiyi terk edecek olan Almanya’nın ardından Avrupa’da nükleer enerjiden çıkma kararı alan ikinci ülke olmuş bulunuyor.

Bununla birlikte  iki sene önceki haberimize göre  Belçika kömürden de çıkma kararı almış  Langerlo kömürlü termik santralinin 30 Mart 2016’da son kömürü yakmasıyla birlikte, Belçika’da kömürden enerji üretimi son bulmuş, kömürü terk eden 7. AB ülkesi olmuştu.

Yenilenebilir enerji Avrupa Birliği’nde  yeni trend!  

Almanya’nın ardından Belçika’nın da nükleerde  benzer bir hamle yapması Avrupa Birliğine üye ülkeler arasında yenilenebilir enerjilere doğru bir yönelimin başladığının da işaretlerini veriyor.

Bu bağlamda Türkiye’nin hala Avrupa Birliği’ne üye olma niyeti var ise henüz tren kaçmamış ve Rusya’ya verilmesi öngörülen alım garantileriyle  elimiz kolumuz bağlanmamışken  Türkiye’de hükümetin yüzünü nükleerden öteye yenilenebilir enerjilerden yana çevirip % 7 oranında bıraktığı güneş ve rüzgar yatırımlarını  teşvik edecek bir politika  izlemesinde fayda var !

(Yeşil Gazete, Euroaktiv) 

Pınar Demircan 

Erkekler Mart ayında 14 kadını öldürdü

2018’in Mart ayında erkek şiddetinin yöneldiği 83 kadının yüzde 7’sini trans kadınlar, yüzde 11’ini göçmen/mülteci kadınlar oluşturdu. En az 39 kız çocuğu cinsel istismara maruz kaldı.

bianet’in yerel ve ulusal gazetelerden, haber sitelerinden ve ajanslardan derlediği haberlere göre, erkekler Mart’ta en az 14 kadın ve bir bebek öldürdü; sekiz kadına tecavüz etti; 10 kadına zorla seks işçiliği yaptırdı; 15 kadına cinsel tacizde bulundu; 39 kız çocuğuna cinsel istismarda bulundu; 46 kadına şiddet uyguladı.

Bu cinayetlerin yanısıra, öldürülen bir kadının faili belirlenemedi. Dört kadının intihar ettiği öne sürüldü. İki kadın şüpheli bir şekilde ölü bulundu.

Üç erkek ise sistematik şiddet uyguladıkları kadınları öldürmekle tehdit etti. Bu üç erkekten biri daha önce karısını ağır yaralamış ve hakkında dava açılmıştı; biri hakkında ise 15 yıl hapis cezası olmasına rağmen tutuklanmamıştı, tehditlerine rağmen yine tutuklanmadı.

Mart’ta erkek şiddetinin yöneldiği 83 kadının yüzde 7’sini trans kadınlar, yüzde 11’ini göçmen/mülteci kadınlar oluşturdu.

Erkekler 2018’in ilk iki ayında en az 52 kadın ve beş çocuk öldürdü; 22 kadına tecavüz etti; 45 kadını taciz etti; 166 kadına zorla seks işçiliği yaptırdı; 87 kız çocuğuna cinsel istismarda bulundu; 113 kadını yaraladı.

 

(Bianet)

Ak pelikanların göç sırasındaki en önemli dinlenme noktası Bursa Karacabey ilçesi

Doğa Derneği ve Bursa Karacabey Belediyesi’nin ortaklaşa yürüttüğü çalışma sonucunda ak pelikanların Avrupa’ya göçünde önemli bir dinlenme ve beslenme alanı keşfedildi. Yapılan çalışma sonucunda ak pelikanların dünya nüfusunun yüzde 5’inin, Avrupa nüfusunun ise yarıdan fazlasının Balkanlar’a doğru yolculukları üzerinde Karacabey Ovası’nda dinlendiği ortaya kondu.

Bu hafta başında Karacabey Belediyesi ve Doğa Derneği ortaklığı ile ak pelikan sayımı düzenlendi. Üç günün sonunda elde edilen veriler, 15 binin üzerinde pelikanın şu ana kadar fark edilmemiş küçük bir sulak alanda, Karacabey’de konakladığını ortaya koydu.

Bu sayı, türün dünya nüfusunun yüzde 5’ine, Avrupa nüfusunun ise yarısına karşılık geliyor. Ak pelikanlar, büyük gruplar halinde bu alanı kullanarak bir haftaya kadar burada geceliyor ve besleniyor. Kuş uzmanları, pelikanların bu alanı Mart ortasından Nisan sonuna kadar kullandığını bildiriyor. Bununla birlikte, Nisan ayının ilk haftası göçün en yoğun olarak yaşandığı dönem. Karacabey’de birkaç gün dinlenen ak pelikanlar, Avrupa’daki kuluçka alanlarına doğru göçlerine devam ediyor.

Ak pelikanlar, yeni keşfedilen Karacabey’deki sulak alanları kullanan türlerden sadece birisi. Kuş uzmanları çok sayıda tepeli pelikan ve çeltikçi kuşunun da bu alanı kullandıklarını belirledi.

Karacabey Belediye Başkanı Ali Özkan konu hakkında yaptığı açıklamada: “Buradan geçen ak pelikanların göç yolu üzerindeki sayımını Doğa Derneği’nden misafirlerimizle beraber gerçekleştiriyoruz. Onların ifade ettiği verilere göre Avrupa’da yaşayan pelikanların yarısı buradan geçmiş vaziyette. Bu, çok ciddi bir rakam. Bu da gösteriyor ki, göç yolu olarak tabir edilen bu alan, önemli bir merkez ve arkadaşlarla yaptığımız değerlendirmelerde bu alanın önemli bir sulak alan özelliklerine sahip olduğu ve bu şekilde korunması gerektiği noktasında bir mutabakat sağladık. Bu noktada da çalışmaların içerisinde olacağız” dedi.

Doğa Derneği Genel Koordinatörü Dicle Tuba Kılıç ise şunları ifade etti: “Birlikte keşfettiğimiz heyecan verici bulgu, bu önemli göç yolu üzerine yapılan çalışmamızın sonu değil, tersine başlangıcı. Bu nedenle, Karacabey’in pelikanlarının izlenmesi ve korunması için Karacabey Belediyesi ve diğer ortaklarla birlikte çalışmaya devam edeceğiz.”

 

(Yeşil Gazete)

İnsanlığın plastikle ölümcül imtihanı: 80 yılda ürettiğimiz plastik 8 milyar tondan fazla

ABD’de yayımlanan Science Advances dergisinde yer alan bir araştırmaya göre, geçen 80 yıl içerisinde insanlık sekiz milyar tondan fazla plastik üretti ve bu rakam her yıl katlanarak artıyor.

 

Deutsche Welle’den Lukas Hansen plastik konusuna ülkelerin yaklaşımını derledi. Ruanda’da 2004’ten bu yana plastik kullanımı yasaklanmış durumda iken Kenya’da elde plastik poşetle yakalanan 37 bin euro ceza ödemekle karşı karşıya.

Özellikle Endonezya gibi ekonomisi hızla büyüyen Asya ülkelerinde plastikten oluşan çöp dağlarının haddi hesabı yok denecek düzeye ulaştı.Yüzyıllar boyunca ambalajlamada doğaya hiçbir zararı olmayan muz yaprakları kullanan Endonezyalılar plastikle tanışınca, çöp sorunuyla da karşı karşıya kaldı. Ülkede ne yasal uygulamalar ne de çöp toplayan özel şirketler olunca çöpler ya nehirlere atılıyor ya da toprağa gömülüyor.

Geçtiğimiz yıllarda Avrupa’nın çöplerini alarak bunu bir ticaret modeline çeviren Çin ise plastik çöp ithalatını durdurdu. Çin’in resmi açıklamasına göre, bu uygulamanın durdurulma nedeni Çin’in doğayı korumak istemesi.

AB Komisyonu yasal uygulamalar getirerek çöp sorununa 2030 yılına kadar bir çözüm bulmaya çalışıyor. AB’nin stratejisi daha az plastik, daha çok geri dönüşüm. Ancak bunu yasalara dökmek üye ülkelerin sorumluluğunda.

Ruanda’da 2004 yılından beri plastik poşet kullanmak yasak. Sokağa plastik şişe atanlara para cezası var. Bu nedenle Ruanda Afrika’nın en temiz ülkesi.

Kenya’daki yaptırımlar ise daha sert. Kenya’da elinde bir plastik poşetle yakalanırsanız 37 bin euro ceza ödemek zorundasınız ya da en kötü ihtimalle 4 yıl hapis cezası alırsınız.

Avrupa Birliği tarafından gündeme alınan uygulamalar ile ise yakın zamanda marketlerde plastik poşetler olmayacak. “Coffee- to- go” bardakları ‘mümkünse’ kullanılmayacak

 

(DW Türkçe)