Hafta SonuManşet

[Gözlem] Çocukluğum – Selim Altınok

0

Hemen her insan için hayatın en tatlı evresi değil midir çocukluk? İyi geçmişse, özellikle mutlu bir aile ortamınız varsa tadına doyum olmaz. Zor koşullarda, aileden uzakta, hatta onların yokluğunda geçen bir çocukluk elbette pürüzsüz anılar bırakmayabilir. Yine de, öyle bir dönemdir ki, her şeyi ilk defa yapmaktasınızdır. Şeker yemek, ilk defa bir manzara seyretmek, ilk müziği dinlemek, bir topa vurmak, koşmak, eylenmek, her şey enteresandır, her şey güzeldir. Soru sorarsınız, cevap aldıkça öğrenirsiniz, daha çok sorarsınız. Her fırsatta oyun oynarsınız. Oyuncağınız olmasa bile kendiniz bir şeyleri oyuncak eder, gerekirse oyun icat eder yine oynarsınız. Televizyonda savaş görüntüleri yayınlanırken, onları şaşkınlıkla, ürkerek izlerken, mermilerin düştüğü bir sahilde oynayan çocukları görürüz bazen. Evet, onlar her şeye rağmen oynamaktadır. Bir şarapnel parçası kollarına, bacaklarına, hatta hayatlarına kastetse bile oynamaktadır.

Bir yerde okumuştum; oyun evrenselmiş. Doğru sanırım, sadece insan evladı değil, hayvanlar da oynuyor. Bunu yakınımızdaki kedi ve köpeklerde her zaman gözlemliyoruz. Canlılar için vazgeçilmez bir ihtiyaç belki de oynamak.

Stefan Zweig’in “Satranç” adlı öyküsünde, demir parmaklıkların arkasına düşen bir kimsenin, tesadüfen eline geçirdiği bir kitaptan satranç oynamayı öğrenişi anlatılır. Mahkûm, öğününden artırdığı ekmekten satranç taşları yapar. Bir yere satranç tahtası çizer ve ekmekten şahı, kaleyi, veziri yerleştirir. Kendi kendine öğrendiği satrancı, kendi kendine oynar. Böylece dayanır içinde bulunduğu zor koşullara. Zweig’in kahramanını kendi yaptığı satranç taşlarıyla baş başa bırakalım. O düşüne dursun, biz gerçeğe dönelim.

Kardeşim Kerim ile çocukluğumuzun Bakırköy’ünde.

Kıymetli okurlarım, ben bu yazımda size kendi gerçeğimi anlatacağım. Sizi kendi çocukluğuma götüreceğim. Umarım “bize ne şimdi senin çocukluğundan” demiyorsunuzdur içinizden. Her çocuğunki gibi benimki de ilginç anılar barındırıyor ve okuyunca eminim kendi çocukluğunuzdan izler bulacaksınız.

1963 yılının soğuk bir aralık gecesi, Yılbaşına sadece sekiz gün var. Doğuyorum, daha doğrusu doğuyoruz. Çünkü tek değilim, ikizim de benden bir dakika sonra geliveriyor dünyaya. Ben iki buçuk kiloyum, Kerim iki kilo iki yüz elli gram. Tek yumurta ikiziyiz ya, her tarafımız benziyor. Bir dakika farkla da olsa ağabey olmanın avantajlarını ve dezavantajlarını yaşıyorum sonraları.

Avantajlıyım çünkü gram farkıyla daha gösterişliyim ve misafirliğe birimiz götürülecekse o hep ben oluyorum. Orada gelsin şekerler, çikolatalar, pastalar. Arayı açıyorum zamanla, kilo farkı yapıyorum. Buna karşılık birkaç yaş büyüyüp de dışarıda oynamaya başladığımızda kardeşimi koruma görevini ben üsleniyorum. Bir çocuk Kerim’in kovasını mı kaptı elinden, ne yapıp ediyorum, çocuğu tepeleyip geri aldığım kovayı ağlamakta olan biraderin önüne koyuveriyorum.

Oturduğumuz konak

Evimiz dört katlı o zamanlar. Konak denmeyi hak ediyor. Ahşap, sobalı, renkli camları da var. Kapısı kocaman. Girişinde birkaç basamak. Oradaki ilk anım şöyle: Bir gün, akşam saatleri, babamız muhtemelen işten yorgun argın eve giriyor, işte o basamakların önünde, yerde de biz oynuyoruz. Kerim’in küçük bir arabası var. Babam yorgunluktan olacak, dikkat etmiyor herhalde ve basıveriyor arabanın üstüne. “Klik” diye bir ses geliyor. Küçük sert plastikten ilk oyuncağımız artık yok! Paramparça. Kerim figan feryat ağlıyor. Çocukluğumuz boyunca hep kıymetlimiz olacak oyuncaklarımızın başına gelen ilk kaza bu.

Bizim konak 1950’lerde yapılmış. Bakırköy o günlerde henüz bir sayfiye yeri gibi. Ev sahile yakın, yazlık niyetine. Biz doğduğumuzda konak henüz on-on beş yaşlarında, genç sayılır, ama kalorifer tesisatı filan yok, koca konağın bir odasında soba yanıyor. Misafir odasında da çini bir soba var ama konuklar gelirse yakılıyor. Mutfak bodrum katında. Yatak odaları ise üst katlarda. Oraları kış aylarında buzhane! Bugünkü gibi çift cam ve plastik çerçeveler de yok o zamanlar. Her yer gibi pencereler de ahşap. Camların kenarından hep rüzgâr üfürüyor. Buna karşın ailecek hiçbirimizin soğuktan yakındığını hatırlamıyorum o evde.

Apartman dairesine taşındıktan yıllar sonra camları pimapen yaptırttığımızda babam “Havamı kestiniz benim, nefes alamıyorum bu evde” diye yakınmıştı.

Oturduğumuz konağın üst katında büyük bir sofa vardı, at koştur! Yatak odaları kocaman. Büyük bir bahçemiz de vardı. Kumru sesleriyle uyanırdık. Bahar gelip de hava ısınmaya başlayınca sabah erken kalkıp ilk iş bahçeye çıkardık. Yanaklarımızı okşayan ılık rüzgâr, mis gibi çiçek kokuları, cıvıl cıvıl kuş sesleri, yanımıza gelip bacağımıza sürtünen Tekir kedinin sıcacık tüyleri!

Komşuluk o kadar iyiydi ki, yaz akşamları herkes evinin önüne sandalye çıkartır ya da kilim sererdi. Karşılıklı oturulup çay içilir, hasbihâl edilirdi. Sohbetin tadına doyum olmazdı. Biz çocuklar çoğu kez dayanamayıp uykuya dalıverirdik ama büyükler gecenin geç saatlerine kadar muhabbeti koyulturlardı. O zamanlar televizyon yoktu ki herkesi başına toplasın. Aile fertlerini tek tek odalarında esir alsın.

Mahallemizin esnafları

Mahallemizdeki esnafı iyi tanır, aileden sayardık. Komşularımız arasında Ahmet efendiler, Mehmet efendiler olduğu gibi Madam Katina’lar, Koço’lar da vardı. Öyle güzel geçinilirdi ki. Sabah kahvesine sık sık misafir gelirdi. Annem küçük bir lokum eşliğinde mis kokulu Türk kahvesini konuğuna ikram ederken, biz de bir an evvel büyüsek de güzel kokan kahveden içsek diye hayıflanırdık. Çocuklar kahve içmezlerdi çünkü. Neskafe ve benzeri içecekler hemen hiç yoktu hayatımızda. Gazoz derseniz o başka! Fruko ve Uludağ diye bir iki marka vardı o zamanlar, tatları hala damağımda.

Sokağın köşesinde bakkal, karşısında kasap dükkânı, yanında manav vardı. Hepsi ile akraba gibiydik. Nasıl olmayalım? Her gün ekmek ve gazete almak için mutlaka bakkal amcayı görürdük. Sokağın ilerisinde camlarına renk renk çıkartmalar yapıştıran “Uyanış Tuhafiye” vardı. Ne güzel bir dükkân ismi değil mi? Yıllar geçti biz hala uyanamadık uykumuzdan ama olsun, aklımda kaldı o tuhafiyecinin adı.

Sokağımızdan geçen yoğurtçu, kesinlikle ev yapımı olan ürününü tahta çanaklar içinde getirir, kepçeyle hanımların kaplarına boşaltırdı. Evlerde buzdolabı vardı ama no frost filan yoktu tabi. Katkısız, koruyucusuz yoğurtlarımız pek çabuk ekşiyiverirdi, fazla bekletmeden tüketmek gerekirdi.

Kapımızın önünden geçen bir ayağı aksak nane şekercimizin sesi hala kulağımda “Ne güzel nane şeker” Öyle ahenkli söylerdi ki sözlerini, bir küçük torba keskin nane şekeri almadan edemezdi annem.

Mahallemizden o kadar az araba geçerdi ki, evin önüne çıkıp rahatça top oynardık. Sokak arasında maç yapmanın tek tehlikesi, zaman zaman topun yönünü şaşırıp bir evin camına çarpmasıydı. Pencere açılır, genellikle bir ev hanımının başı uzanır ve top oynayanlara söylenirdi. Bu azarlar çocuklar tarafından başlar önde, mahcup mahcup dinlenir ama az sonra ortalık sakinleşince bir yere saklanmış olan top ortaya çıkar, hafif hafif vuruşlarla yeniden oyun başlar, dakikalar geçtikçe şutların sertliği artarak eski kıvamına ulaşırdı.

Kıymetli okurum bu yazı burada bitmez, daha anlatacak çok şey var. Ne dersiniz? Devamını önümüzdeki hftalarda getirmek üzere bir ara vereyim mi?

Dilerseniz siz şimdi bilgisayarınızdan ya da telefonunuzdan girin Youtube’a, Tanju Okan’ın sesinden “Çocukluğum” şarkısını dinleyin, bir de kahve yapın kendinize, şöyle bol köpüklü! Yudumlarken kahvenizi, benim gibi yapıp, dalıp gidin kendi çocukluğunuza.

Tekrar görüşmek üzere…

 

Selim Altınok

 

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.