Hafta SonuManşet

[Yaşadım Diyebilmek] Karanlık odadaki ayin ve Rembrandt Işığı – Şahin Tekgündüz

0

Fotoğraf merakım ilkokul yıllarında başladı. Babam, gözü gibi koruduğu Zeiss Ikon marka kutu fotoğraf makinesini köşe bucak sakladığı için ben, karton kutulardan fotoğraf makinesi yapmaya kalkışmıştım.

 

O yıllarda ilkokullarda fizik dersi yoktu ama, kapalı bir kutunun önünde açılan toplu iğnenin başı büyüklüğündeki bir deliğin görüntüyü kutunun arka duvarına ters olarak yansıttığını, fotoğraf makinesinin de bu fizik kuralından yararlanılarak geliştirildiğini biliyordum. Kasabanın, bir barakada çalışan tek fotoğrafçısından yalvar yakar alarak gazoz şişelerine koydurduğum fotoğraf ilaçları ve dışı siyah kâğıtlara sarılı 9×12 cm fotoğraf kartlarıyla kız kardeşimin fotoğraflarını çekmeye çalıştım. Başarılı da oldum. Babam, o bulanık fotoğrafları alıp arkadaşlarına göstererek benimle öğünmüştü de ne ilgisi varsa hem bu nedenle hem de kafamın büyüklüğünden adım Sokrat’a çıkmıştı o yıllarda.

Zeiss Ikon benim oldu

Zeiss Ikon

İlkokul bitinceye kadar, başöğretmenin yeğeni Yılmaz’ın Kodak marka körüklü makinesiyle fotoğraf çekerek avundum. İlkokulu bitirip Nevşehir’de ortaokula başlayınca da o efsane Zeiss Ikon makine benim oldu. Film, kart ve ilaç paralarını babamdan isteyebilecek durumda olmadığım için, okuldaki arkadaşlarımın fotoğraflarını çekiyor ve onlardan para alıyordum.

Çektiğim fotoğrafları karta basabilmek için Rüstem Esensoy adındaki sınıf arkadaşımla, tahtadan bir kutu yapmış ve içine de 40 vatlık Osram marka bir ampul yerleştirmiştik. Adını Osman koyduğumuz tahta kutunun üzerinde, cam takılmış bir delik vardı. Camın üzerine o zaman arap dediğimiz negatif filmi, onun üzerine de fotoğraf kartını koyuyor ve Osram ampulü belli bir süre yakarak filmdeki görüntüyü karta geçiriyorduk. İşin en çok zevk aldığımız yanı da kimyasal eriyik içinde tuttuğumuz kartta görüntülerin yavaş yavaş belirmesini izlemekti. Ne yazık ki o günlerle ilgili hiçbir görüntü yok elimde. Oysa öğretmenlerim dahil kimlerin fotoğraflarını çekmemiştim ki…

Niğde’deki yatılı lise yıllarım fotoğraftan çok resimle dolu geçti. Hemen bütün hocalarımın gönlünü resim yaparak fethettim. Meraklı olmamla birlikte edebiyattan, ünlü yazarların kara kalem portrelerini yapıp sınıf duvarlarını süsleyerek, beden eğitiminden 19 Mayıs hareketlerinin anatomik resimlerini çizerek, cebir geometriden hocam Tahsin Çizenel’in yazdığı ders kitabının şekillerini çizerek, Fransızcadan hocam Ahmet Mâruf Buzcugil’in sahneye koyduğu tiyatro klasiklerinin dekorlarını yaparak sınıf geçtim desem yalan olmaz.

Fotoğraf bir tutkudur

Ricohflex

Yıllar sonra Ankara’da gazetecilik dönemim beni yeniden fotoğrafla buluşturdu. TRT Haber Merkezi’nde çalışırken fotoğraf aşkım depreşti ve dönemin ünlü gazetecilerinden Selahattin Sonat’ın Kore savaşlarında kullandığı, âhı gitmiş vâhı kalmış Ricohflex marka makinesini satın aldım. İşe, bir yaşındaki kızımın fotoğraflarını çekerek başladım. Bu fotoğraflar çevrede çok sükse yapınca tanıdıklar ve aile dostları çocuklarının fotoğrafını çektirmeye başladılar. Derken, karımın bütün itirazlarına rağmen evin bir odası karanlık odaya dönüşüverdi.

O oda, kısa sürede bana bir mâbet gibi gelmeye başladı. İçeri girip kapıyı kapattığımda başka bir dünyada buluyordum kendimi. Fotoğrafın bir tutku, insanı baştan çıkaran bir duygu seli olduğunu o odada keşfettim. Karanlık odanın kimilerine hiç de hoş gelmeyen ve geniz yakan o gizemli kokusu daha kapıyı açar açmaz beni içine alır, dış dünyadan koparır ve kırmızı yağlı kâğıtla sarılmış ampulden sızan kırmızı karanlığın yarattığı iç gıcıklayıcı ortamla birlikte, biraz sonra başlayacak tutkulu sevişmeyi müjdelerdi sanki… Aslında, daha negatif filmi kutusundan çıkarırken genzimi yakmaya ve başımı döndürmeye başlardı bromürün ve gümüş nitratın yanık kokusu. Ânında güçlü bir fotoğraf duygusuna dönüşen o kokuyu, yalnız benim duyduğumu düşünürdüm ve haklıydım.

Makineyi yeni bir poz için kurarken, filmin sarılı olduğu makaranın çıkardığı ses fotoğraf serüveninin başladığını haber verir, deklanşörün mekanik sesi ise, hiçbir müzisyenin beceremeyeceği o ilâhî müziği yaratırdı kulaklarımda. Karanlık odada yeniden yaratılıp vücut bulacak olan varlık, fotoğraf makinesinin minik karanlık odasında özüne indirgenmiş ve bromürle gümüş nitratın moleküllerine sığınmıştır.

Karanlık odadaki ayin…

Serüven, karanlık odanın kırmızı karanlığında devam eder. Hemen hepsinin adı Fransızcadan gelen karanlık oda avadanlığı ve işleri sırayla devreye girerdi.

Filmi önce küvette ya da tankta banyo eder, fönle kurutur, agrandizörün şasesine takar, negatif görüntüyü marjöre yerleştirdiğiniz fotoğraf kartına yansıtırsınız. Bu defa kartın yüzeyindeki bromür ve gümüş nitrat molekülleri emer görüntüyü; birazdan, küvette sâkin sâkin duran metol, sodyum sülfit, hidrokinon, sodyum karbonat ve potasyum bromür gibi kimyasalların oluşturduğu kirli sarı renkteki eriyikte sırrını açıklamak için… Fotoğrafın, o eşsiz duyguyu doruğa çıkaran sessiz âyini başlamıştır.

Küvetteki yüzeyinde kırmızı ampulün görüntüsü dalgalanan birinci banyoya, agrandizörde negatif görüntüyü emmiş olan fotoğraf kartını bambu maşayla dikkatle tutar, hafif hafif dalgalandırmaya başlarsınız. Âyinin en keyifli ve en heyecanlı aşamasıdır. Bir genç kız portresidir örneğin fotoğraf kartına yansıyan görüntü. Önce göz bebekleri, kaşlar ve saçlar belirlemeye başlar. O, gözlerinizin içine bakarak gittikçe koyulaşan göz bebeklerini dudaklar ve yüzün bir yanına düşmüş Rembrandt gölgesi tamamlar. Daha sonra dudakların uçlarındaki küçük kıvrımlar, gözleri derinleştiren hafif gölgeler ve yüzü çerçeveleyen çizgiler oluşur. Fotoğraf doğmuştur.

Profesyonellik ve portre fotoğrafçılığı

Kısa sürede işi büyütmüş, portre çekmeye başlamıştım. Konservatuvar öğrencileri baş müşterilerimdi. Genellikle cumartesi ya da pazar günü randevuyla gelirlerdi evime. Onları salondaki beyaz duvarın önüne alır, yüzlerini bir yandan pencereden gelen gün ışığı bir yandan da karımın tuttuğu içi aynalı 500 vatlık ampullerle aydınlatır, yüzlerdeki gölgeleri iyice yumuşatır ve kontrastı azaltırdım.

Sonra da bu yumuşak tonlu negatifleri 30×40 ya da 50×60 cm boyutunda, resim kâğıdına benzeyen hafif tonlu ve grenli Agfa marka fotoğraf kartlarına basarken bir işlem daha yapar, portrenin çevresindeki arka planı maskeleyerek eritirdim. Sonuçta fotoğraf âdetâ kara kalemle yapılmış resimden farksız hâle gelirdi. Çoğu kimseyi, bunların fotoğraf olduğuna inandırmakta zorlanırdım. O dönem konservatuvar öğrencisi olan Cihan Ünal, Rüştü Asyalı, Atilla Olgaç, Ayşegül Atik anımsadıklarımdan birkaçı.

Daha sonra, fuayelerde kullanılmak üzere fotoğraf çektirmek isteyen, Devlet Tiyatrosu, Meydan Sahnesi ve AST’ın ünlü sanatçılarından da portre müşterilerim arasına katılanlar oldu. Sema ve Nihat Aybars, Mediha ve Çetin Köroğlu, Turgut Sarıgöl, İlyas Avcı yine anımsadıklarım arasında… Ama ne yazık ki elimde onlarla ilgili bir tek fotoğraf bile yok.

Rembrandt Işığı

Gel zaman git zaman 69 başında TRT’den ayrılıp Kor Kocalak’la Odak Reklam’ı kurunca gönlümce fotoğraf çekmeye başladım. Altı ay kadar sonra bize katılan Oğuz Tığlı da fotoğraf konusunda en önemli desteğim oldu. İşi tiyatro sahnelerinden fotoğraf çekimine kadar geliştirmiştik.

Fikret Otyam

O günlerde Cumhuriyet Gazetesi’nin Ankara bürosunda çalışan Fikret Otyam’ın fotoğraflarına hayrandım. Bir gün onu Odak Reklam’a davet ettim. Beni kırmadı ve geldi. Duvarlarda asılı portreleri dikkatle inceledi. Kara kalem tarzındaki fotoğrafları eliyle yoklayıp gerçekten fotoğraf olup olmadıklarını kontrol etti ve çok şaşırdığını söyledi. Sonra da hiç unutmuyorum, Ayşegül Atik’in portresinin önünde durup uzun uzun baktıktan sonra,

“Ulan puşt, bu Rembrandt ışığını nereden öğrendin sen?” dedi. O “puşt” sözcüğü onun dilinde müthiş bir iltifattı. Fotoğrafları çektiğimiz makinelere baktı,

“Oğlum siz bu işi bitirmişsiniz; bu makinelerle bu foturafları (o, fotoğraf demezdi) nasıl çektiniz lan? Gel benimle, sana hârika bir makine vereyim de, daha iyi foturaflar çek” dedi.

Rolleicord

Birlikte Cumhuriyet bürosuna gittik. O gün kendi kullandığı, Rolleicord marka özel üretim fotoğraf makinesini, bana bir ödül verircesine, 150 liraya sattı. Makine, Zeiss tarafından özel olarak üretilen 100 objektiften birini taşıyordu ve Otyam’a armağan edilmişti. Onunla, daha yumuşak tonlu, daha derinlikli ve daha güzel portreler çekmeye başladım. İlginçtir, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’la Nurhak Dağları’nda katledilen Sinan Cemgil’in, portrelerini de o makineyle çekmiştim.

Otyam sonradan makineyi bana sattığına pişman olmuş, daha yüksek fiyata geri almak istemiş, uzun süre de ısrar etmişti ama, vermemiştim. Sonraki yıllarda karşılaştıkça bu anımı anlatır gülüşürdük. Hey gidi günler hey…

 

 

Şahin Tekgündüz

[email protected]

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.