Ana Sayfa Blog Sayfa 2691

Meksika’da düzenlenen Ampute Futbol Dünya Kupası’nda üçte üç ile ikinci turdayız

Meksika’da düzenlenen Ampute Futbol Dünya Kupası’nda F Grubu’nda mücadele Türkiye grubundaki 3 maçı da kazanarak ilk 16 takım arasında yer alma hakkını kazandı.

Türkiye, grubunda sırası ile Kenya’yı 4 – 1, maça çıkmayan rakibi Liberya’yı hükmen 3 – 0 ve son olarak Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ampute milli takımını  ise 5-1’lik sonuçlarla saf dışı bıraktı.

Türkiye, Meksika’nın San Juan de los Lagos kentinde düzenlenen turnuvada F Grubu’ndaki son karşılaşmasını ABD ile oynadı.

İkinci turda rakip İrlanda

Bu sonuçla son 16 turuna yükselmeyi garantileyen ay-yıldızlıl ekip önceki rakipleri gibi ABD’yi de Rahmi Özcan (2), Fatih Şentürk, Barış Telli ve Muhammet Yeğen’in golleriyle 5-1 yenerek grubu 9 puanla lider tamamladı.

Türkiye, son 16 turunda yarın (1 Kasım 2018 Perşembe) TSİ 03.00’te İrlanda ile karşılaşacak. Milliler, turu geçerse çeyrek finalde Rusya-Kenya müsabakasının galibiyle eşleşecek.

Türkiye’nin turnuvadaki karşılaşmalarını TRT Spor naklen yayınlıyor.

https://www.youtube.com/watch?v=f1O5XulCdyA

Türkiye, 2017’de İstanbul’da düzenlenen Ampute Futbolu Avrupa Şampiyonası’nın finalinde İngiltere’yi son dakika golü ile 2 – 1 mağlup ederek turnuvayı zirvede tamamlamıştı.

 

(Yeşil Gazete)

İYİ Parti’nin, ‘İki askerin donarak ölmesi araştırılsın’ önergesine AKP’den ret!

Tunceli’de donarak hayatını kaybeden 2 asker için İyi Parti’nin verdiği önerge AKP’nin oylarıyla reddedildi.

İyi Parti Grup Başkanvekili ve Kocaeli Milletvekili Lütfü Türkkan, Tunceli ‘de 26 Ekim’de donarak hayatını kaybeden 2 askere ilişkin bir araştırma önergesi verdi.  Önerge, AKP’nin ret oylarıyla Meclis’ten geçemedi. Kararı, CHP Genel Başkan Yardımcısı Tuncay Özkan Twitter üzerinden duyurdu.

Özkan, “AKP ‘ARAŞTIRILMASIN’ DEDİ! Tunceli ‘de donarak şehit düşen askerlerimizle ilgili verilen önerge AKP’nin oyuyla reddedildi. Unutma bunları Türkiye!” ifadelerini kullandı.

 

(T24)

Yumurtalık EMBA termik santralinin lisans iptali için gerekçe, ‘iklim değişikliği’

İklim değişikliği, Türkiye’deki termik santral lisans iptali davasında iptal gerekçesi olarak mahkemeye sunuldu. Doğu Akdeniz Çevre Dernekleri gönüllü avukatı İsmail Atal, Yumurtalık EMBA Kömürlü Termik Santralı lisans iptal davasında mahkemeye Ankara’daki duruşmadan bir gün önce havanın 21 derece iken, duruşma günü 14 derece birden düşerek, 7 dereceye inmesi ve ceviz büyüklüğünde yağan dolu, ağaçların yerinden sökülmesi fotoğraflarıyla delil olarak gösterdi.

Hürriyet’den Oya Armutçu’nun haberine göre Çin sermayesi ile yapılacak Yumurtalık EMBA Kömürlü Termik Santralı lisans iptal davasında avukat Atal, “Gezegen atmosferinin altında canlı yaşamının sürebilmesini sağlayan koşullar ve iklim sistemi kömürlü termik santraller nedeniyle değişmekte olup, fosil yakıt tüketimi gezegen ekosisteminin sürdürülebilirliğini ve insanlığın geleceğini tehdit etmektedir. İptal kararı verin” dedi.

Doğu Akdeniz Çevre Dernekleri gönüllü avukatı İsmail Atal

Avukat İsmail Hakkı Atal, Ankara 7. İdare Mahkemesi’ndeki Yumurtalık EMBA Termik Santralı lisans iptali davasında, keşif ve 25 Ekim’de duruşma yapıldığını ve birkaç gün içinde mahkemenin karar vereceğini söyledi. Atal, Tufanbeyli Enerjisa Kömürlü Termik Santralı lisans iptal istemi davasının ise Ankara 18. İdare Mahkemesi’nce reddedildiğini ve Danıştay’da temyiz aşamasında olduğunu bildirdi. Atal, “7. İdare’nin kararını, Danıştay’ın da temyiz sonucunu bekliyoruz” dedi.

 

(Hürriyet)

 

Cenevre Havaalanı’nda “fosil yakıtlara hayır” eylemi: Lozan İklim Hareketi’nden Mavi Özkalıpçı anlatıyor

İklim değişikliği gezegendeki tüm canlılar için en önemli yaşamsal tehdit…

Geçtiğimiz haftalarda Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) tarafından açıklanan “Küresel Isınma Bir Buçuk Derece Özel Raporu”  iklim değişikliğinin yıkıcı etkilerini azaltabilmek için hâlâ şansımız olduğunu bilimsel olarak söylüyor. Ancak bunu başarmanın tek yolu küresel ısınmayı 2°C’de değil, 1,5 °C’de sınırlamak. Bu kapsamda hükümetlerin atması gereken acil adımlar var. Fosil yakıt (kömür, petrol, doğalgaz) tüketimi ile artan sera gazı emisyonlarını azaltmak…

İklim değişikliği müzakereleri kapsamında kritik öneme sahip COP24 (3-14 Aralık 2018) öncesi iklim aktivistleri kamuoyunun dikkatini çekmek için dünyanın dört bir yanında farkındalık eylemleri düzenliyorlar. Bunlardan bir tanesi de geçtiğimiz haftalarda Cenevre’deydi.

https://www.facebook.com/lausanneactionclimat/videos/vb.1821887231437262/251397545523690/?type=2&theater&notif_t=page_post_reaction&notif_id=1540810919457310

Cenevre Uluslararası Havaalanı’nda Lozan İklim Hareketi’nin (Lausanne Action Climat) öncülük ettiği, Reakfree Cenevre ve Grandparents pour le Climat gibi grupların da destek verdiği “fosil yakıtlara hayır” eylemi düzenlendi. Eylemi düzenleyenlerden Lozan İklim Hareketi üyesi Mavi Özkalıpçı ile konuştuk.

***

Mavi, öncelikle seni tanımak isteriz. Kendinden bahsedebilir misin? 

23 yaşındayım, geçen sene İngiltere’de siyaset ve antropoloji bölümlerinden mezun oldum. Üniversiteyi bitirince İsviçre’de çalışma iznim olduğu için Cenevre’ye geldim. Son bir yıldır hem Cenevre ve Lozan’da İngilizce öğretmenliği yapıyor, hem de çeşitli çevre grupları ile sivil itaatsizlik örgütlerinde çalışıyorum.

Mavi Özkalıpçı 

“İsviçre vatandaşlarının günlük yaşamında neden olduğu tahribatın yaklaşık 20 katını İsviçre bankaları yapıyor”

İki hafta önce Cenevre Uluslararası Havaalanı’nda müzikli bir eylem yaptınız. Neden böyle bir eylem yapma ihtiyacı hissettiniz? Eyleme nasıl hazırlandınız?

Aktif üyesi olduğum Lozan İklim Hareketi‘nden (Lausanne Action Climat) çevre aktivisti Antoine Thalmann ile “İklim İçin Yürüyüş” (marche pour le climat) öncesinde o gün Cenevre’de yapılacak çeşitli bankaları hedef alan eylemleri tartışıyorduk. Bankalar ve emeklilik fonları İsviçre’deki çevre eylemcileri için çoğu zaman stratejik bir hedef, çünkü örneğin sadece İsviçre Merkez Bankası‘nın yatırımlarının neden olduğu karbon emisyonu bile toplam ülke içi karbon emisyonuna eşdeğer düzeyde. İsviçre vatandaşlarının günlük yaşamında neden olduğu tahribatın yaklaşık 20 katını İsviçre bankaları yatırımları aracılığıyla ile yapıyor.

“Biliyorsunuz kararları politikacılar vermiyor”

Buna karşın havacılığın neden olduğu tahribatın, İsviçre vatandaşları için aynı derecede önemli olduğu kanısına vardık. Geçen Haziran’da Yeşil Parti’den bir siyasetçi, havacılığın çevresel etkilerini araştıran bir coğrafya uzmanı ve Heathrow karşıtı havacılık eylemlerinde yer almış bir aktivist ile birlikte “Hem uçağa binip hem de ekolojist olabilir miyiz?” başlıklı bir konferans organize etmiştim.

Cambridge Üniversitesi Avrupa Topluluğu (Cambridge University European Society)

“Vergi muafiyeti uçağı ekonomik olarak çekici bir ulaşım yolu kılıyor”

Konferanstaki konuşmacılardan Sébastien Munafò’nun da söylediği gibi, ortalama bir İsviçreli yılda yaklaşık 8900 km yol kat ediyor, bu yolun yarısından fazlası ise tatil amaçlı. Dünyada on kişiden yalnız birinin uçağa bindiği düşünüldüğünde bu rakamların anlamı büyük. Üstelik, kerosenin (uçak yakıtı) faydalandığı vergi muafiyeti uçağı ekonomik olarak oldukça çekici bir ulaşım yolu kılıyor. Bu nedenle İsviçre’de yaşayanlar olarak iklim için yürüyeceksek, bunu şu anda genişletme çalışmaları devam eden Cenevre Uluslararası Havaalanı’nda yapmanın sembolik olarak önemli olduğunu düşündük.

Eylemde hangi mesajları vermeye çalıştınız? Hem çalıp hem de söylediğiniz şarkı ne anlatıyor bize?

Özellikle oldukça karamsar olan Uluslararası İklim Paneli’nin (IPCC) 1,5°C raporunun hemen ardından havaalanı gibi iklim değişikliğine bu kadar net etkisi olan bir yapının daha da genişletilmesine karşı durmak istedik. Değişim umudu söz konusu olunca, çoğumuzu açıklaması güç olan ve aslında insanlığın tarih boyunca deneyimledikleriyle çelişen bir muhafazakarlık kaplıyor. Kitlesel düzeyde mücadele ettiğimizde sistemlerde köklü değişiklikler olabileceğini, tarihin tam da bu tür bir değişim silsilesi olduğunu unutabiliyoruz.

“İklim değişikliği gerçeğiyle yüzleşmek öncelikle bizim sorumluluğumuz”

İklim değişikliği konusunda bilim insanlarının değerlendirmeleri ile yüzleşmeyi göze alan bireylerde ise, buna oldukça ağır ve sindirici bir kötümserlik ekleniyor. Ama beğensek de, beğenmesek de şarkının son nakaratında söylediğimiz şu: “Biz, iklim değişikliği nesliyiz. Ömrümüz boyunca bu olası felaketin sonuçlarını yaşayacak olanlar biziz. Bu gerçekle yüzleşmek öncelikle bizim sorumluluğumuz, görevimiz.”

Havaalanı gibi kamusal bir alanda eylem yapmak için resmi izin almış mıydınız, güvenlik güçlerinin herhangi bir müdahalesiyle karşılaştınız mı?

Hayır, sivil itaatsizlik tanımı gereği izin almadık. Eylem oldukça yumuşak olduğu için -sonuçta şarkı söyleyen bir grup genç olduğumuzdan- görevliler bize doğrudan müdahale etmediyse de, medya sorumlusu arkadaşlarımızı engellemeye çalıştılar. Bu noktada İsviçre gibi bir ülkede aktivist olmanın konforunu da teslim etmek gerek. Medyadan sorumlu bu arkadaşlar kanun gereği görevlilerin engelleme hakkı olmadığını bildikleri için uyarılara aldırmadı ve video çekmeye devam etti.

Eylemin sonlarına doğru havaalanı görevlilerinin çağırdığı 7-8 polis alana ulaştı, içimizden bazılarının kimlik bilgileri alındı. Hem dayanışmak, hem de eylemde lider olmadığını, bunu her birimizin vatandaşlık görevi olarak yaptığını ve davranışının sorumluluğunu aldığını göstermek için eyleme katılanların gönüllü olarak kimliklerini açıklamasının önemli olduğunu düşündük.

Eyleminiz ne kadar sürdü? Seninle beraber bu eyleme katılan diğer aktivistler kimler?

Yaklaşık 30 dakika kadar sürdü. Lausanne Action Climat’ın öncülük ettiği bir eylem olsa da, Breakfree Cenevre ve Grandparents pour le Climat gibi gruplardan da katılanlardan oldu.

“Amacımız yukarıdan bakarak yargılamak değil, durumun aciliyetini vurgulamak”

Sizi dinleyen/izleyen izleyicilerden destek ya da olumsuz tepki aldınız mı?

Genellikle destekleyici ve olumlu tepkiler almamıza karşın eylem havaalanında geçtiği için uçağa binen insanları yargıladığımızı düşünen, tam da bu yargılayıcı tonu nedeni ile eylemi yabancılaştırıcı bulanlar oldu. Bu noktada altını çizmek istediğim bir şey var: Bu eylemle yapmak istediğimiz şey öncelikle bir öz eleştiri. Amacımız yukarıdan bakarak yargılamak değil, tam tersine, kendimize bakarak durumun aciliyetini vurgulamak ve bu felaketteki payımızla yüzleşmek.

“Yenilenebilir enerji kaynaklarına dayalı seçeneklere ciddi ekonomik inisiyatifler sağlayarak başlayabiliriz”

Türkiye de iklim değişikliğinin yıkıcı etkilerini geçmiş yıllara göre daha da sert yaşıyor. Sence iklim değişikliğinin etkisini azaltmaya yönelik hem bireysel hem de hükümetler tarafından hangi adımlar atılmalı?

İlk adım var olan durumun birey, toplum ve kurumlar düzeylerinde bütün olumsuzluğu ile kabul edilmesi. Bizler, bilgisayarlarından bu haberi okuyan imtiyazlı orta sınıf olarak; ulaşım ve beslenmeyi de içeren yaşam tarzımız ve çevre politikalarına öncelik vermeyen siyasi tercihlerimiz ile bu felaketi körüklemiş oluyoruz.

Birey olarak, tercihlerimizin arz-talep dengesine etkisinin sorumluluğunu alarak, hükümetler düzeyinde ise, kerozenin caydırı ölçülerde vergilenmesi gibi, güneş enerjisi gibi yenilenebilir enerji kaynaklarına dayalı seçeneklere ciddi ekonomik inisiyatifler sağlayarak başlayabiliriz.

Küresel Isınma Bir Buçuk Derece Özel Raporu: Hızlı ve benzeri görülmemiş değişiklikler gerekli

“İklim değişikliğine neden olan olumsuz insan etkisini azaltma konusunda ahlaki yükümlülüğümüz var”

350.org iklim değişikliğine halkın gözünden baktı: Halkın bir buçuk derece dosyası

İklim Haber’den ‘Küresel ısınma #bibucuktakalsın kalsın’ kampanyası

‘İklim değişikliğine karşı gerekenler yapılmadıkça Medicane türü fırtınaların sıklığı artacak’

İklim felaketleri Türkiye’de de artıyor

 

Röportaj: Merve Damcı

(Yeşil Gazete)

İstanbul’da cinayet, devlet ve “yeni dünya düzeni”… – Fikret Başkaya

 

  ” Despotu harekete geçiren cesaret değil, korkudur”

Suudi gazeteci Cemal Kaşıkçının 2 Ekim 2018 de, Suudi Arabistan’ın İstanbul konsolosluğunda vahşice/hunharca katledilmesi sonrasında bütün devletlerin sorduğu soru şu oldu: “Bu cinayetten nasıl kârlı çıkabilirim?”, “elimi nasıl güçlendirebilirim?”. Tabii ana akım medya da cinayete devlet çıkarları doğrultusunda, daha doğrusu oligarşilerin çıkarları doğrultusunda yaklaştı… Gazetecinin öldürülmesi umurlarında bile değildi… Aksi halde ve her şey apaçık ortadayken, aradan yaklaşık bir ay geçtiği halde cinayetin aydınlatılmamış olması başka türlü açıklanabilir miydi?.. Kaldı ki, cinayetin faili bizzat devletin kendisi  olduğunda, cinayeti aydınlatmak değil, karartmak, üstünü örtmek esastır… Mesela bu konuda TC’nin zengin bir pratiği vardır… Gerçi şu ana kadar cinayet aydınlatılmış değil ama bu iğrenç cinayetin dünyanın sefil hallerini, burjuva rejimlerinin çürümüşlüğünü, devletlerin nasıl mafyalaştığını, kapitalizmin nasıl bir çöküş sarmalına hapsolduğunu, Ta Westfalya Barışı’ndan [1648]  beri oluşagelen uluslar arası hukukun ve teamüllerin nasıl yerlerde süründüğünü ‘aydınlattığında’ şek şüphe yok!

Suudi Arabistan, Orta-Çağ kalıntısı tuhaf bir ‘devlet’… Aslında tipik bir devlet de sayılmaz… Adı üstünde Suudi Kralının-hanedanın devleti. Bir aşiretin/ailenin “özel mülkü”. Orada yaşayanlar da Suudi hanedanının kölesi, yurttaşları değil…  Suudiler, Vahâbî  mezhebine mensupturlar. XVIII ve XIX’uncu yüzyılda Osmanlı imparatorluğuna karşı ayaklanıyorlar ama her  iki isyan da eziliyor. Ancak, Harb-i Umumî sonrasında (1914-1918), Osmanlı İmparatorluğunun çöküşünün ardından Arap Yarım Adası’nın petrolüne göz diken İngilizlerin desteğiyle bir krallık kurmayı ‘başarıyorlar’… İki savaş arasında İngilizlerin, İkinci Emperyalistler arası savaş sonrasında da (1939-1945) dönemin tartışmasız hegomonik gücü haline gelen ABD’nin himayesi altına giriyorlar… Savaşın hemen sonrasında ABD ile ünlü Quincy Paktı imzalanıyor.  Buna göre ABD, Suudi Kralını koruma karşılığında petrolün kontrolünü ele geçiriyordu… Bir de Suudiler, Filistin toprağında bir Yahudi devletinin kurulmasına itiraz etmeyecekleri sözünü veriyorlardı…

Cemal Kaşıkçı varlıklı bir aileye mensuptu ve rejime yüksek düzeylerde hizmet etmiş biriydi. İleri sürüldüğü gibi ‘liberal-reformist-özgürlükçü’  değildi.  Rejim muhalifi asla değildi. Suriye’de İŞİD Cihatçılarının askerlerin kafasını kesmesini, ‘etkin bir psikolojik taktik’ sayıyordu ve Suudilerin Yemen’e karşı yürüttükleri iğrenç savaşı da destekliyordu. Suriye’nin parçalanması gerektiğini söylüyordu… Gerçi Suriye parçalanmadı ama Veliaht Prens Muhammed Bin Salman [MBS] tarafından Kaşıkçının vücudunun parçalanmış olma ihtimali yüksek…

Teamüllere aykırı olarak Muhammed Bin Salman’ın [MBS], veliaht prens ilan edilmesi ve Geçen yılın Kasım ayında gerçekleştirdiği ‘saray darbesi’ sonrasında dengeler değişmiş ve Kaşıkçı ABD’ye kaçmıştı… Tabii Amerikan ‘müesses nizamının’, Amerikan oligarşisinin gazetesi The Washington Post’ta köşe yazarı yapılması da manidardır…  Kaşıkçının MBS’ye karşı darbe girişiminde bulunan bir ekip içinde yer aldığı da söyleniyor… Dolayısıyla suçu büyük, katli vacipti…

Aslında Suudiler dışardaki muhalifleri ilk defa katletmiyor… Bu güne kadarki uygulama yakalayıp, içerde infaz etmekti… Bu sefer farklı olan, ilk defa bir ‘muhalifin’ dışarda, Türkiye’de ve daha da önemlisi, konsoloslukta katledilmesiydi… Tabii muhalif temizliği yapan sadece Suudiler değil… Bu, tüm diktatörlüklerin, otokratik/despotik rejimlerin ortak pratiğidir, bir devlet geleneği, bir yönetim pratiğidir… Putin bir çok muhalifi Türkiye’de katletti, İran başta Kürt muhalifler (Abdurrahman Kasımlo gibi) olmak üzere, rejim muhaliflerini Avrupa’da ve başka yerlerde katletti… Saddam Hüseyin de çok sayıda rejim muhalifini benzer şekillerde yok etmişti… İstanbul’daki cinayet konsolosluk binasında işlenmiş olması itibariyle bir farklılık arz ediyor… Suudilerin bu cinayetle ‘Konsolosluk İlişkilerine Dair Viyana Sözleşmesi’nin 55’inci maddesini de ihlâl etmiş oldular…

Cinayeti baştan itibaren hem Türk ve hem de Amerikan istihbaratı biliyordu… Türk istihbaratı bildiğini ‘ihtiyaca göre’ açık ediyor. ABD de, Veliaht Prensi köşeye sıkıştırıp, azamî taviz koparacak şekilde hareket ediyor. Trump her zamanki üslubuyla, bazen tehdit savuruyor, bazen yumuşuyor… Suudilerden gelecek yüz milyarlarca dolar söz konusuyken, başka türlü yapabilir miydi? Kongreden de Suudi Arabistan’ı zora sokacak pek ses çıkmıyor. Suudiler geçen yıl ABD’ye lobi faaliyeti için 27,3 milyar dolar transfer ettiler… Bu paradan kaç senatör ne kadar nemalandı bilinmez… Geride kalan dönemde Suudiler, petro-dolarları iyi bir insan satın alma aracına dönüştürdüler. Malûm, ‘vermek’ borçlandırmaktır… Suudiler devletlere, politikacılara, kurumlara, medyaya, “Sivil Toplum Örgütü” denilenlere, vb. sürekli rüşvet veriyor ve hepsini kendine “borçlandırıyor”… Muhammed Bin Salman (MBS) Veliaht Prens tayın edildikten bir süre sonra yaptığı Amerika seyahatinde, Eski başkanlar, en büyük tekellerin patronları, ünlü Hollywood yıldızları, Amerikan müesses nizamının üst düzey yöneticileri, Büyük gazete ve televizyon sahipleri ve yöneticileri, vb. tarafından nasıl karşılandığı hatırlardadır… Siz bu Orta-Çağ artığı karanlıkçı rejime Batıların “hayranlığını” neye yoruyorsunuz? İnsanın aklına Shakespeare’in ünlü Atinalı Timon oyununda paraya dair söyledikleri geliyor… Ah şu lânet olası para…

Fakat sorunun bir de Suudi boyutu var. Suudilerin elinde de ABD’ye karşı kullanabilecekleri önemli kozlar var. Kaldı ki, ABD artık İkinci Emperyalist Savaş sonrasının ABD’si değil. Nitekim, savaş sonrasında ABD, bir başına dünya üretiminin (GSYH) %50’den fazlasını sağlıyordu. Bu gün %20′ sini üretebiliyor. Aslında bu sadece ekonomik planda değil, jeopolitik ve diplomatik planda da güç kaybı demektir… Elbette bunu söylerken, artık ABD’nin hegomonik güç olmaktan çıktığı ima edilmiyor. Güç kaybına uğrasa da, ABD hala bir numaralı hegomonik güç ve henüz nöbeti ondan devralacak bir aday da ortada yok…

Eğer Trump, ve diğerleri [İngiltere, Fransa, vb.] Kaşıkçı cinayetinin üstüne giderse, Suudiler petrol üretimini kısarak petrol fiyatlarını uçurabilir, mesela varil fiyatı 150-200 dolara tırmalanabilir… Böyle bir şeyin sonuçlarını düşünmek bile ürperticidir… Petrol, kapitalist sistemin damarlarında dolaşan kan olduğuna göre… Tabii Rusya ve Çin’le de yakınlaşabilir, Silah alımının yönünü onlara döndürebilirler. O kadar ki, ezeli ve ebedi ‘düşmanı’ iran’la bile daha yumuşak ilişkiler geliştirebilir, en azından bir taktik olarak saldırganlığı geçici olarak erteleyebilir. Böyle bir olasılık, doğrudan yukarda söylediğim ‘hegemonya’ zaafıyla, dünyanın artık “tek kutuplu” olmayışıyla, jeopolitik güç dengelerinin değişmesiyle ilgilidir…

Herkesin sorduğu soruya gelirsek: Cinayet mahalli olarak neden İstanbul seçildi? Öyle ya bu iğrenç cinayet pekala Washington’da, Londra’da da, vb… işlenebilirdi. Aslında bu sorunun cevabını en iyi verecek olan, Veliaht Prens Muhammed Bin Salman [MBS] ama öyle bir şansımız yok… Son dönemde, ‘Arap Baharının” ardından Türkiye’yle Suudilerin ilişkisi soğudu. Suudiler Müslüman Kardeşleri düşman ilan etti. Türkiye [AKP-Erdoğan] hep Müslüman Kardeşlerin en büyük destekçisi oldu. Bu gün de öyle… İkincisi, Suudi-Katar krizinde AKP iktidarı [Erdoğan], açıkça Katar’ın safında yer aldı… Asker gönderme de dahil… Suudiler Türkiye’nin bu tavrını düşmanca bir eylem saydılar. Fakat önemli bir şey daha var: “Arap Baharının” ardından. Türkiye, [Erdoğan-AKP] Müslüman Dünyanın liderliği kuruntusuna kapıldı… Aslında böyle bir şey ‘olmayan duaya amin’ demekti ama bu Erdoğan’ın kuruntulara kapılmasına engel değildi…

Belli ki, muhteris ama tecrübesiz Muhammed Bin Salman, Türkiye’yi zora sokacak bir işe girişmiş görünüyor. “Ben senin ülkende cinayet işleyebilirim, haberin olsun” demek istiyor… Türkiye de cinayeti lehe çevirmekten yana bir tavır içinde. Bu vesileyle şahin bir siyasetçi olan MBS’nin iktidardan düşmesini istiyor. Eğer Veliaht Prens sahneden çekilirse, ilişkilerin düzeleceğini umuyor… Aslında her şeye rağmen Suudilerle AKP’nin ve bir bütün olarak Türkiye’deki Politik İslamcıların Suudi gericileriyle ‘kan kardeşliği’ söz konusudur… Salman’ın Türkiye tercihi yapmasının bir nedeni de bu olabilir… Türkiye’nin en az zararla çıkılacak yer olarak görüldüğü anlaşılıyor… Üç yıl önce [24 Ocak 2015],  Suudi Kralı Abdullah bin Abdülaziz el- Suud’un vefatı üzerine Türkiye [Erdoğan iktidarı] bir günlük ‘ulusal yas’ ilân etmişti… “Derin dostluğun” bir nişanesi olarak….

Yemene Bak anlarsın!

Ana akım medya, Cemal Kaşıkçının iğrenç bir cinayete kurban gitmesine abartılı bir yer verdi. Aynı medya üç yıldır ABD, İngiltere, Birleşik Arap Emirlikleri [BAE] tarafından desteklenen Suudilerin Yemende sürdürdüğü jenositten, insanlık suçundan hiç söz ediyor mu? ABD’nin Yemen’e kapsamlı ambargosunun neden olduğu vahşetin, insanlık suçunun haberini de veriyor mu? Yemen’de yaşanan insanlık trajedisinin bir “haber değeri” yok mu? Suudilerin Yemen’e açtığı savaşın başından beri, Dünya’da ve Türkiye’de Yemen hiç gazetelerin manşetine çıktı, televizyonların birinci haberi oldu mu? Her şeyi bilen “konunun uzmanları” öbek, öbek televizyonlarda toplanıp saatlerce Yemen’i tartıştı mı? Tartışabilirler miydi?  Yemen’e karşı sürdürülen biyolojik savaşın sonuçlarını, Suudi pilotlarının sivil halka yağdırdığı Amerikan bombalarının su arıtma tesislerini ve lağımları tahrip etmesinin kolera salgınını tetiklediğini, gıda üretimini zora soktuğunu, gıda ve ilaç ambargosu sonucu, daha şimdiden on binlerce Yemenlinin açlıktan ve koleradan öldüğünü sorun etti mi? Baştan itibaren ABD’nin hizmetinde olan Birleşmiş Milletler Örgütü [BMÖ] yüksek sesle emperyalist destekli pis savaşı mahkum etti mi? Gereğini yaptı mı? Yapabilir mi?

Aşağıdaki resme iyi bakın. Gözleri önünde açlıktan ve susuzluktan ölmek üzere olan çocukları için dua eden, Tanrı’yı yardıma çağıran bir ana ve bir baba göreceksiniz… Görünen o ki, Tanrı Amerikan ambargosunu aşıp, çocuğun yardımına koşamıyor… Ve o çocuk binlerce, on binlerce, yüzbinlerce Yemenli çocuktan sadece biri… Alın size “Yeni Dünya Düzeni”…

Fikret Başkaya

Büyük gözaltında ilerlerken – Ahmet İnsel

Bu yazı birikimdergisi.com sitesinden alındı

İçişleri Bakanlığı 1 Ekim’de Dernekler Yönetmeliği’ne küçük bir ilave yaptı. Yönetmeliğin 83. maddesine bir iki cümle eklendi. Ebat itibarıyla küçük ama AKP iktidarının Büyük Gözaltı hevesini somut olarak bir kez daha ele veren, sonuçları büyük bir değişiklik bu. Yönetmeliğe, bundan böyle derneklerin bütün üyelerinin kimliklerini, vatandaşlık numaralarını, mesleklerini, üyeliğe kabul veya üyelikten çıkma tarihlerini İçişleri Bakanlığı Dernekler Dairesi Başkanlığı’nın bilişim sistemi DERBİS’e kaydetmeleri zorunluluğu ilave edildi. Yeni uygulama, üyelik listesindeki değişikliklerin otuz gün içinde bildirilmesini öngörüyor. DERBİS’e ulaşımı olmayan dernekler de istenen bu bilgileri Dernekler Dairesi’ne aynı süre içinde bildirmekle yükümlü olacaklar.

Yönetmelik yayımlandığında, bu bildirim zorunluluğunun 2019 başından mı, yoksa hemen mi geçerli olacağı açık değildi. Ekim sonunda derneklerin bütün üyelerinin detaylı kimlik bilgilerinin “ivedilikle” sisteme yüklenmesini İçişleri Bakanlığı talep eti. Şu an faaliyette olan 114.218 derneğin kayıtlı on bir milyondan biraz daha fazla üyesi var!

AB müktesebatı ile uyum sağlama amacıyla yapılan yasa değişiklikleri çerçevesinde 2004 sonunda değişen Dernekler Kanunu’nun ardından, 2005 başında yayımlanan yönetmelik, derneklerin kurucularının ve yöneticilerinin kimlik bilgilerinin her değişiklik sonrasında ve her yılın ilk dört ayı içinde üye sayısını (sadece sayısını) kadın ve erkek olarak ayırıp mülki idare amirlerine bildirmesini zorunlu kılmakla yetinmişti. Üyelerin isim ve soyadlarının dernekler tarafından tutulması zorunlu defterlerden biri olan Üye Kayıt Defteri’ne işlenmiş olması gerekiyordu. Bu defter ise dernekte saklanan ve ancak derneğin denetiminde gösterilmesi zorunlu olan bir evraktı. Yönetmeliğin 83. maddesine yapılan ilave ile bundan böyle kimin hangi dernek veya derneklere üye olduğunu İçişleri Bakanlığı bir düğmeye basarak öğrenebilecek.

Yeni bildirim sistemi, üzerindeki denetim ve gözetimin giderek daha fazla sıkılaştığı sivil toplum örgütlenmesini bütünüyle iktidarın doğrudan gözetimi altına almanın kapısını açıyor. Yönetmeliğe ilave edilen bu bildirim zorunluluğunun amacının kamu güvenliği kisvesi altında, iktidara muhalif veya iktidar tarafından makbul addedilmeyen sivil toplum faaliyetlerine katılımı caydırmak ve bu faaliyetlere katılmakta ısrar edenleri de fişlemek olduğu açık. Bundan böyle bir hidroelektrik santrali projesine karşı çıkmak için kurulmuş bir derneğe üye olması, o kişinin herhangi bir savcılık soruşturmasında “devletin ve kamunun güvenliğini tehdit eden milli menfaatlere aykırı” girişimine somut bir örnek olarak gösterilmesi olanağı verecek. Bu bildirim sistemiyle savcıların hazırlık soruşturmasında muhakkak isteyecekleri bilgilerden biri, şüphelinin DERBİS kayıtlarında kimliğinin aranması olmayacak mı?

On bir milyon kişinin sosyal faaliyetlerinin (hemşeriler arası dayanışma, eski mezunları buluşturma, cami yaptırma, Kuran kursu destekleme, çevre koruma, sosyal amaçlı bir girişimi destekleme, vs…) tek tek kişiler seviyesinde izlenmesi, elbette Orwell’in 1984 romanındaki “Büyük Birader Sizi İzliyor” sloganını hatırlatıyor. Üstelik, yasaları dernekler yasasına dayanan siyasi partiler ve sendikalardan da ileride bu bildirimin talep edilecek olması kuvvetle muhtemel. Toplumu bu denli yakından izleme, sürekli gözaltında tutma imkânının iktidarın ağzının suyunu akıttığı anlaşılıyor. Hatta şimdiden birkaç yerde ileri görüş sahibi mülki idare amirinin bu yönetmelik değişikliğine dayanarak sendikalara bütün üyelerinin kimlik bilgilerini bildirmelerini talep ettiği söyleniyor. Normal olarak sendikalar ancak toplu sözleşme yapma hakkına sahip oldukları zaman üyelerinin kimlik bilgilerini verirler. Toplu sözleşme hakkı elde etmek için çalışan bir sendikanın kaydettiği yeni üyeleri bir ay içinde bildirmek zorunda olmasının işverene nasıl önleyici tedbir imkânı sağlayacağı açık. Derneklerden istedikten sonra, siyasal partilerden de üyelerinin kimlik bilgilerini İçişleri Bakanlığı’na düzenli olarak vermelerini AKP iktidarının talep etmemesi için bir neden yok. Açık, şeffaf toplumdan anlaşılan böyle bir şey olsa gerek. Kimin hangi derneğe, sendikaya, partiye üye olduğunun bilindiği, sosyal medyada ne izleyip, ne yazdığının takip edildiği, hangi dinde olduğunun nüfusuna kayıtlı olduğu, belki ileride kime oy verdiğinin de kayıt altına alınacağı bir “açık toplum”. Ve karşısında giderek her türlü kurumsal, hukukî ve siyasal denetim dışına çıkan “kapalı devlet”.

Biraz eskiye gidelim. 1909’da yürürlüğe giren Cemiyetler Kanunu yerine 1938 yılında yürürlüğe giren yeni Cemiyetler Kanunu, derneklerin kurulmasını hükümetin iznine bağlamış, kapatılmalarında da hükümeti yetkili kılmıştı. 1946’da yapılan değişiklikle derneklerin kurulmasında tekrar serbestlik ilkesine dönüldü ama 1956’da dernek tüzüğünün Danıştay tarafından onanması şartı getirildi. 1961 Anayasası dernek kurma özgürlüğünü açıkça güvence altına aldı ama 1971’de yapılan anayasa değişikliği ile dernek kurma özgürlüğü ciddi biçimde sınırlandırıldı. 1982’de yayımlanan Dernekler Yasası ise uzun bir yapılması yasaklar listesi içeriyordu. 2004’te yürürlüğe giren Dernekler Yasası birçok açıdan sivil toplum örgütlenmesini kolaylaştıran, eksiklikleri bulunsa da özgürlük alanını genişleten bir yasaydı. AKP iktidarı otoriterleştikçe bu yasada da kısıtlayıcı girişimler boy göstermeye başladı.

Totaliter rejimlerin alametifarikası özerk bir sivil toplum alanını mutlak biçimde yasadışı kabul etmeleridir. Diktatörlükler diktatörlük derecelerine göre, otoriter rejimler otoriterlik derecelerine göre özerk sivil toplum örgütlenmelerine biraz bile olsa göz yumarlar. Buna karşılık makbul olmayan sivil toplum girişimlerini hemen bastırmak için derneklerin faaliyetlerine büyük bir denetim ve gözetim çerçevesinde izin verirler. Türkiye’de 20. yüzyılın ikinci yarısının otoriter rejim şablonu olan 12 Eylül rejiminin generalleri ve onların akıl hocası olan siviller o zaman bugünkü bilgisayar olanakları olsa, hazırladıkları dernekler yasasında derneklerden benzer bir bildirim talep ederler miydi? Tarihi geri sarıp, niyet okumak yanlış olur ama insan güvenle hayır diyemiyor. Buna karşılık, otokrasi, otoritarizm ve mostralık demokrasi karışımı haldeki AKP iktidarının, Erdoğanizm’in, bu toplumun kadim otoriter geleneğinden beslenip, 12 Eylül darbecilerinin tahayyül ettikleri devlet-toplum ilişkisi modelini hayata geçirdiğine dair güçlü bir yeni kanıt sunuyor Dernekler Yönetmeliği’ne yapılan bu “küçük” ilave…

Ahmet İnsel – birikimdergisi.com

Tarımda üretim düşüyor çiftçi tarımdan kopuyor – Necdet Oral

Bu yazı birgun.net sitesinden alındı

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) 2018 yılına ilişkin ‘Bitkisel Üretim 2. Tahmini’ni açıkladı. Üretim 2017 yılına göre hububat ve diğer bitkisel ürünlerde yüzde 4,2, sebzelerde yüzde 3, meyvelerde yüzde 1,7 oranında azalacak. 2018 yılında üretim, tahıllar ve diğer bitkisel ürünlerde 65,5 milyon ton, sebzelerde 29,9 milyon ton ve meyvelerde 20,5 milyon ton olarak gerçekleşecek.

Buğday üretimi yüzde 7 azalacak
TÜİK’e göre, 2017 yılında 36 milyon yon olan hububat üretimi bu yıl yüzde 4,8 oranında azalarak yaklaşık 34,4 milyon tona düşecek. Buğday üretimi bir önceki yıla göre yüzde 7 oranında azalarak 20 milyon ton, mısır üretimi ise yüzde 3,4 oranında azalarak 5,7 milyon ton olacak.

 Türkiye’de buğday üretimi 30 yıldır yerinde sayıyor, üretim nüfusla aynı oranda artmadığı için dışa bağımlılık daha da derinleşiyor. 1988 yılında 20,5 milyon ton olan buğday üretimi yüzde 2,5’luk bir düşüşle 2018 yılında 20 milyon tona geriledi. Buna karşılık 1988 yılında 53 milyon olan nüfus yüzde 53 oranında artarak 2018 yılında 81 milyona yükseldi. Bu süreçte kişi başına buğday üretimi de 380 kilodan 250 kiloya düştü. Bu veriler ışığında, son 30 yıllık dönemde hububatta verimlilik ve maliyet sorunlarını çözmek adına ciddi bir çaba gösterilmediğini söylemek mümkün.

Ülkemizde çeşit sayısındaki fazlalığa karşılık, buğday üretiminde belirgin bir artış sağlanamıyor. Ekim alanlarının tarla alanları üst sınırına ulaşması, üretimin kurak koşullarda yapılması, ekim ve başaklanma dönemlerinde kritik su ihtiyaçlarının karşılanmaması, verimi (ve dolayısıyla üretimi) düşürüyor.

Mısır üretimi gerilemeye başladı
Mısırda 2015 yılında ton başına 40 lira olan prim desteği 2016 yılında yarı yarıya (20 liraya) düşürüldü. Üstelik TMO ton başına alım fiyatını sadece yüzde 2 oranında artırdı. 2017 yılında prim desteği 30 liraya yükseltildi; ancak alım fiyatındaki artış yüzde 2,7’de kaldı. Bu yıl ise alım fiyatı enflasyon oranında artırıldı.

Mısır alım fiyatının girdi fiyatlarının ve enflasyondaki artışların çok altında açıklanması, prim desteğinin düşürülmesi ve su kısıtının bulunduğu yörelerde destek verilmemesi mısır üretiminde düşüşe yol açtı. 2006-2016 yılları arasında yaklaşık yüzde 70 oranında artarak 2016’da 6,4 milyon tona yükselmiş olan mısır üretimi, 2017’de 5,9 milyon tona, bu yıl ise 5,7 milyon tona düştü. Dolayısıyla son iki yılda üretimdeki gerileme yüzde 11’i buldu.

Mısırda dışa bağımlılık artarak devam ediyor. 2017 yılında 2,1 milyon ton olan ithalat, bu yılın ocak-ağustos döneminde 2 milyon tonu aştı. 2002 yılında 113 dolar/ton olan ithalat fiyatı 2017 yılında 209 dolar/tona yükseldi.

Mercimek üretiminde yüzde 20’lik düşüş
TÜİK’in açıklamasında 2018 yılında baklagillerin önemli ürünlerinden kırmızı mercimek ve kuru fasulye üretiminin azalacağı, buna karşılık yeşil mercimek ve nohut üretiminin artacağı belirtiliyor.

Son 15 yılda bakliyat ekim alanları 1,4 milyon hektardan 790 bin hektara düştü, yani yüzde 42 oranında daraldı. Buna karşılık 1,5 milyon ton olan bakliyat üretimi de 1,5 milyon tondan 1,2 milyon tona düşerek yüzde 23 oranında azaldı. Bu dönemde toplam 4,4 milyon ton bakliyat ithal edilerek 3,6 milyar dolar ödendi.

Menemen lüks yemek haline gelecek
Dar gelirlilerin sıklıkla tükettiği menemen için kullanılan domates üretimi yüzde 4,7 oranında azalarak 12,2 milyon ton, biber üretimi ise yüzde 25,9 oranında gerileyerek 99 bin ton olacak. Kuru soğan üretimi ise yüzde 7,1’lik düşüşle 2 milyon tonda kalacak.

Dar gelirlilerin sıklıkla tükettiği bir başka gıda olan patates üretimi 4,8 milyon tondan 4,5 milyon tona (yüzde 5,2 oranında) düşecek. Hal böyle olunca, patates için de ithalat kapılarının açılacağını söylemek hiç de zor değil.

Tütünde dışa bağımlılık artacak
Destekleme alımlarının kaldırılarak sözleşmeli usule geçilmesi, TEKEL’in özelleştirilmesi, girdi fiyatlarındaki yükselişler ve ithal tütün kullanımındaki artış, tütün üreticisinin gelirlerini düşürmüş, sonuçta tütün ekimi ve istihdamında çok çarpıcı bir daralma yaşanmıştı. TÜİK’e göre 20 yıl önce üretimi 250 bin tonu aşan tütün üretimi, 2018 yılında 80 bin tonda kalacak. Bu, tütünde dışa bağımlılığın daha da artacağı anlamına geliyor.

Bir başka özelleştirme mağduru şeker pancarı üretiminde de yüzde 5,4’lük bir daralma yaşanacak. 2017 yılında 21 milyonu aşan üretim bu yıl 20 milyon ton olarak gerçekleşecek.

Portakal ve greyfurt üretimi düşüyor
TÜİK’in tahminine göre, turunçgillerden portakal üretimi yüzde 7, greyfurt ise yüzde 10 oranında azalırken; mandalina yüzde 5, limon yüzde 10 oranında artacak.

Öte yandan elma üretiminde yüzde 17, muz üretiminde ise yüzde 35 gibi önemli sayılabilecek bir artış beklenirken; kayısı üretiminde dramatik bir düşüş (yüzde 25) yaşanacak.

Zeytin iklim değişikliğine yenildi
TÜİK’in açıklamasında, 2017 yılında 2,1 milyon ton olan zeytin üretiminin bu yıl iklim değişikliğinin etkisiyle 1,5 milyon tona gerileyeceği belirtildi. Ulusal Zeytin ve Zeytinyağı Konseyi 26 Eylül’de yaptığı açıklamada, geçen sezon 287 bin ton olan zeytinyağı rekoltesini bu sezon 194 bin ton olarak tahmin etmişti.

Pamuk üretimi arttı ama…
TÜİK, pamuk üretiminde yüzde 6 oranında artış beklendiğini açıkladı. Ancak bu yılki üretim 2002 yılı üretiminin 50 bin ton gerisinde kaldı. 2017 yılında 914 bin ton olan pamuk ithalatı, bu yılın ocak-ağustos döneminde 620 bin tona ulaştı. 2003-2018 yılları arasındaki 16 yıllık dönemde ise yaklaşık 12 milyon ton lif pamuk ithal edildi, karşılığında 20 milyar dolar ödendi.

tarimda-uretim-dusuyor-ciftci-tarimdan-kopuyor-525838-1.

tarimda-uretim-dusuyor-ciftci-tarimdan-kopuyor-525839-1.

***

Fındık üreticisi mağdur edildi

Uluslararası Sert Kabuklu ve Kuru Meyveler Konseyi, mayıs ayında Türkiye’nin fındık rekoltesinin 640 bin ton olarak gerçekleşeceğini açıkladı. Ayrıca 170 bin ton stok olduğu belirtilerek arzın yüksekliğine dikkat çekti. Bu açıklama, fiyatı düşük tutmayı amaçlayan bir manipülasyondan ibaretti. Ancak TÜİK’in 580 bin tonluk üretim tahmini dışında Tarım ve Orman Bakanlığı suskunluğunu sürdürdü ve rekolte açıklamadı.

Toprak Mahsulleri Ofisi de fiyat açıklamadı ve piyasaya girmedi. Nutella’nın üreticisi olan İtalyan Ferrero üreticilerle doğrudan iletişime geçerek 2018 ürünü kabuklu fındığın kilosunu kalitesine göre 11,25-11,5 liradan alacağını bildirdi.
Bu yıl iklim koşullarından dolayı fındık hasadı erken başladı. Bu nedenle üretici, fındığını ağustos ortasından itibaren pazara indirmeye başladı ve ekim ayı ortasına kadar fındık Giresun’da 13-14 lira, Ordu’da 11-12 lira, Batı Karadeniz’de ise 10-11 lira bandında alıcı buldu. Bu tarihten sonra fiyatlar bir miktar gerileyerek Giresun fındığı 12-13 TL/kg, levant kalite fındık 10-11 TL/kg bandında seyretti.

Nihayet 26 Ekim’de “TMO’nun 1 Kasım’dan itibaren fındık alımına başlayacağı, Giresun kalite fındığın kilosunun 14,5 liradan, levant kalite fındığın ise 14 liradan alınacağı” duyuruldu. Ancak bu süreçte küçük ve orta ölçekli çiftçilerin büyük bir bölümü fındığını zaten satmıştı.

Küçük üreticiler, gübredeki yüzde 100, diğer girdilerdeki (mazot, zirai ilaç, besi ve süt yemi) yüzde 35-60 seviyesindeki artışlar ve son zamlarla yaşanan hayat pahalılığı nedeniyle üretim sürecini terk etme noktasına geldiler. Bu nedenle açıklanan 14- 14,5 liralık fındık fiyatının küçük üreticilere bir faydası olmayacak. Bu fiyattan ancak fındığı stoklarında bekleten büyük çiftçiler ve aracılar yararlanacaklar.

Çözüm, Fiskobirlik’in üretimden pazarlamaya kadar zincirin her halkasına hâkim olacağı ve yönetim organlarını üreticilerin belirleyeceği şekilde yeniden yapılandırılması ve üreticilerin bağımsız olarak sendikal örgütlenmelerini sağlayacakları düzenlemelerin hayata geçirilmesidir.

***

Üretim neden artmıyor? Niçin ithalatçı hale geldik?

► Tarım destekleri çiftçinin eline geçen fiyatlara yapılan müdahale olmaktan çıkarılarak, prim örneğinde olduğu gibi piyasa fiyatını etkilemeyen bir hale getirildi.

► Uygulanan neoliberal politikalara bağlı olarak ürün girdi piyasalarında etkili olan KİT’ler özelleştirildi. Özelleştirmeler sonrası girdi piyasası (özellikle tohum, gübre, ilaç piyasası) tümüyle uluslararası tekellerin kontrolüne girdi.

► Tarıma yönelik desteklerin azalması ve uygulanan liberalizasyon politikaları, sektörü çokuluslu tarım/gıda tekellerine karşı korunmasız hale getirdi.

► Girdi maliyetlerinin çiftçi aleyhine gelişmesi sonucu üretim maliyetleri arttı.

► Fiyat politikalarının belirlenmesinin şirketlere bırakılması sonucu ürün fiyatları maliyetin altında (veya başa baş olacak şekilde) belirlendi.

► 2000’li yıllar kırda küçük üreticinin yoksullaştığı, mülksüzleştiği ve işçileştiği bir dönem oldu. Üretiminden para kazanamayan küçük ölçekli işletmeler için tarım, geçimlerini sağlayacak bir ekonomik faaliyet olmaktan çıktı. Yoksullaşan çiftçiler tarımdan koptu, tarlalar boş kaldı.

► Son 15 yıldır mısır, pirinç, ayçiçeği ile bazı sebze ve meyveler dışındaki bütün ürünlerde üretim ya düştü ya da kendini tekrarladı.

 

Dr. Necdet Oral – BİRGÜN

Tohum yasasındaki son değişiklik ne getiriyor? – Bülent Şık

Bu yazı bianet.org/ dan alınmıştır

Yeryüzü bir bitki gezegenidir. Dünya tohumlu ya da tohumsuz çeşitli şekillerde çoğalan, farklı coğrafyalara dağılıp, yaygınlaşan sayısız bitki türüyle dolu.

Bitkilerin karşılaştıkları sorunlara karşı olağanüstü kimyasal çözümler üretebilme, kolektif davranabilme ve zaman içinde değişen koşullara adapte olabilme yeteneklerinin eşsizliği onları yaşadığımız gezegenin kalıcı sakinlerinden biri haline getirmiştir.

İnsan yediği gıdaların tamamını bitkilere borçludur.

Buğday, pirinç, mısır, arpa, çavdar başta olmak üzere pek çok tohumlu bitkinin insan hayatının devamlılığındaki rolleri tartışılmaz. Uygarlık tarihi bu bitkiler üzerinden de okunabilir. Tarım en temelde tohumlu bitkilerin çoğaltılmasının ve tohumların saklanmasının tarihidir. Elde edilen mahsulün bir kısmının bir sonraki yıl tohum olarak kullanılmak üzere saklanması ve eldeki tohumların başka çiftçilerin tohumlarıyla takas edilmesi çiftçilikte hemen her zaman egemen tutum olmuştur. Farklı tohum çeşitlerinin farklı koşullara adaptasyonunda insan önemli bir rol oynamıştır. Tohum değiş tokuşu ya da takası bitkilerin farklı koşullara adaptasyonlarını sağlamada kullanılan önemli bir yöntemdir.

Bir bitki türünün varlığını devam ettirebilmesi için gereken genetik bilginin tamamı tohumda mevcuttur. Ancak bir tohum ancak uygun şartlarda yeşerme imkânı bulabilir. Her canlı türü gibi bitkiler de değişen çevre şartlarına adapte olmaya çalışır. Gerçekleşen adaptasyonlar bitkinin genetik koduna yansıyacaktır. Genetik kodun taşıyıcısı olan tohumlar ekilip dikildikçe ya da kendi başlarına yeşerme imkânı bulabildikçe adaptasyonlar tıpkı diğer canlılarda da olduğu gibi kuşaktan kuşağa aktarılacaktır.

Yeryüzündeki hayatı sertifika altına almaya çalışmak, tohum takasını engelleyerek sadece sertifikalı tohumlar üzerinden tarım yapılmasını dikte etmek yıkıcı bir çabadır. Yıkıcıdır; çünkü hayatın devamlılığı biyolojik çeşitliliğe yaslanır ve biyolojik çeşitliliği körelten, canlılar arasındaki ilişkileri birer metaya dönüştüren her yaklaşım hayatın devamlılığını kesintiye uğratmak anlamına gelir. Ama bu kesinti geçici bir süre için vuku bulabilir; yeryüzündeki bitkisel hayat yoluna devam etmenin bir yolunu bulacaktır; yolunu yitirecek ve kaybolacak olan sadece insandır. İnsan besin üretme yeteneğini kesintiye uğratmak için tohum sertifikasyonundan ve sertifikalı tohumları hibritleştirerek piyasa ilişkilerine tabi kılmaktan daha iyi bir yöntem bulamazdı.

Tarım ve Orman Bakanlığı 19 Ekim 2018 tarihinde “Yerel Çeşitlerin Kayıt Altına Alınması, Üretilmesi ve Pazarlanmasına Dair Yönetmelik” başlığını taşıyan bir yönetmelik yayınladı.

Yönetmelik yerel tohumları bugüne kadar üreten, üretimde kullanan ve birbiri ile takas ederek tohum çeşitlerinin adaptasyon yeteneklerini geliştiren çiftçilerin elinden bu haklarını alıyor.

Bakanlığın çıkardığı yönetmelikle çiftçilerin ektiği bütün tohumların sertifikalandırılması zorunluluğu getiriliyor ancak bu sertifikasyon sürecinde çiftçilere söz hakkı tanınmıyor. Meslek örgütlerine, sivil toplum kuruluşlarına, üniversitelere ve kamu kurumlarına tohum sertifikasyonu için başvuru yapma yetkisi verilirken binlerce yıldır tohum saklayan, ekip diken, birbiri ile tohum takası yapan çiftçilerin böyle bir hakkı yok.

Mesele çiftçilerin de sertifikasyon yapma haklarına sahip olması değil; zaten çoğu çiftçinin ne sertifikasyon süreçlerindeki bürokratik işlemleri ve ne de bu süreçleri yürütmek için gereken parayı bulması mümkün. Çıkarılan yönetmelikle yerel tohum çeşitleri piyasanın boyunduruğu altına girecek ve çiftçilerin kendi tohumlarını ekme ve takas etme imkânları ortadan kaldırılacaktır. Kendi tohumunu ekip dikmeye, takas etmeye devam edecek çiftçilere ise para cezası getiriliyor.

Tohum sertifikasyonunda öne çıkacak ve yasadan en fazla çıkar temin edecek kurum kısa adı TÜRKTOB olan Türkiye Tohumcular Birliği’dir.

Tarım Bakanlığı tarafından 2006 yılında çıkarılan Tohumculuk Yasası ile sertifikasız tohumların satışı yasaklanmış ancak çiftçiler arasındaki tohum takası engellenmemişti. Tohumculuk yasasında son yapılan yasal düzenleme ile sertifikalı tohum kullanmayan çiftçilere tarımsal destekler verilmeyeceği açıklandı. Böylece çiftçiler sertifikalandırılmış tohum kullanmaya mahkûm edildi. Çiftçilerin şirketler tarafından sertifikalandırılmış hibrit tohumlar dışında başka bir tohum kullanma imkânı bulmaları olanaksız kılınıyor. Hibrit tohumlar saklamaya ve takas etmeye elverişli değil, her sene piyasadan satın alınması gerekiyor.

Tohum yasasının kazananı şirketler olacak. Ama yasa değişikliğini bizlere övünçle duyuran yetkililerin dediği gibi yerli şirketler değil.

TÜRKTOB’un sitesinde yer alan bilgilere göre ülkemizde 832 adet tohum şirketi bulunuyor. Bu şirketlerin 22 tanesinin yerli ve yabancı ortaklık yapısına sahip olduğu 32 adet şirketin ise tamamıyla yabancı sermayeli şirket olduğu belirtiliyor.

Yabancı sermayeli şirket sayısı çok az olmasına rağmen (toplamın yüzde 2.6’sı) ülkemiz tohum piyasasının yüzde otuzuna hâkim oldukları görülüyor. Yerli ve yabancı ortaklığı ile kurulan şirketler de hesaba katıldığında piyasa hâkimiyeti yüzde elliye çıkıyor.

Tohum, gübre, kimyasal madde, ilaç ve biyoteknoloji birbiri ile içiçe geçmiş çalışma alanlarıdır. Son 20 yıldır dünya genelinde bu alanlarda çalışan şirketlerin birbiri ile birleşmesi ya da bir şirketin başka bir şirketi satın alması yolu ile piyasada az sayıda şirket kalmış; devasa büyüklüğe ulaşan, tekelleşmiş şirketler ortaya çıkmıştır. TÜRKTOB’un internet sitesinde tohum işinde ne kadar çok yerli şirket bulunduğundan -bence gerçeği tahrif eden bir biçimde- övünçle söz edilse de, TÜRKTOB yetkilileri uluslararası sistemin nasıl işlediğini hiç anlamamış görünüyor. Ya da çok iyi anlıyorlar ve tek dertleri para kazanmak. Ama onca milliyetçi ve yerli söylemlerine rağmen çok kısa bir süre içinde ülkemizde tohum alanında faaliyet gösteren şirketlerin tamamının tasfiye olacağını da bilmeleri gerekiyor. Burada tarımda şirketleşmeyi savunacak değilim; aksine tarımsal faaliyet olabildiğince şirket müdahalesinden arınık tutulmalıdır.

Tohum yasasının kaybedeni bütün bir toplum olacak. ÇiftçiSen, tohum takas ağları, tarım ve gıda inisiyatifleri bu değişiklikten çok olumsuz etkilenecek. Bu örgütlerin yıllardır savunduğu gıda egemenliği politikalarının önünü açmak, yaklaşan iklim krizi ile baş edebilmek için besin üretme yeteneğimizi daha da yaygınlaştırmak, çeşitlendirmek gerekirken tam aksi yapılarak insanların becerileri köreltiliyor, bir toplumun kendine yeterli gıda üretme imkânları elinden alınıyor.

Çıkarılan yasanın hukukun askıya alındığı bir zamanda iptalinin mümkün olacağını sanmıyorum. Hayata karşıt böyle yasaları tanımamak gerekiyor; ama şimdiye kadar yapılabilen tohum takasının bile bu şartlarda çok zorlaşacağını düşünüyorum. ÇiftçiSen, Ziraat Mühendisleri Odası, Gıda Mühendisleri Odası, Tabipler Odası, tohum takas ağları ve konu ile ilgili bütün örgütlerin yeni mücadele yolları ve yöntemleri geliştirmek için hızla bir araya gelmeleri gerekiyor.

Bu yazı bianet.org/ dan alınmıştır

 

 

Bülent Şık

‘Sofra tuzlarında mikroplastik’ araştırmasını gerçekleştiren Doç. Dr. Sedat Gündoğdu, Açık Radyo’da

Yeşil Gazete GDO, Tarım-Gıda ve Plastik haberleri editörü Ayşe Bereket’in 21 Ekim’de, “Türkiye’de incelenen sofra tuzlarının tamamında mikroplastiğe rastlandı” başlıklı haberi ile ülke gündemine oturan ‘tuzlarda mikroplastik bulundu’ konusu; ilgili bilimsel araştırmayı gerçekleştiren Doç. Dr. Sedat Gündoğdu’nun da katılımı ile bugün 16:00’da Açık Radyo, Sudan Gelen programında masaya yatırılıyor. Su hakkı ve Plastik haberleri editörümüz Akgün İlhan‘ın hazırlayıp sunduğu programın diğer konuğu ise Ayşe Bereket.

Sea salt has been found to contain microplastics.

İki haftada bir Salı günleri Açık Radyo’da yayınlanan Sudan Gelen adlı programda bugün hepimizi yakından ilgilendiren sofra tuzlarımızdaki mikroplastik kirliliği meselesi ele alınacak.

Araştırmayı gerçekleştiren Sedat Gündoğdu da Açık Radyo’da

Doç. Dr. Sedat Gündoğdu

Çukurova Üniversitesi Su Ürünleri Fakültesi Su Ürünleri Temel Bilimleri Bölümü’nden Doç. Dr. Sedat Gündoğdu’nun Mart 2018’de Food Additives and Contaminants adlı dergide yayımlanan araştırmasında Türkiye’de satılan 16 sofra tuzu markasından alınan örnekleri incelendi ve hepsinde 5 milimetreden küçük plastik parçacığı yani mikroplastik bulunduğunu tespit etti.

Hem Dünya Sağlık Örgütü’nün önerdiği günlük miktarın hem de dünya ortalamasının üzerinde tuz tüketen Türkiye için endişe verici bu gerçeği Doç. Dr. Sedat Gündoğdu, Sudan Gelen’de enine boyuna anlatacak.

“Türkiye’de incelenen sofra tuzlarının tamamında mikroplastiğe rastlandı” haberi

21 Ekimde Yeşil Gazete’de yayımlanan “Türkiye’de incelenen sofra tuzlarının tamamında mikroplastiğe rastlandı” başlıklı yazısıyla bu önemli çalışmanın ana akım medyada gündeme getirilmesine büyük katkı sunan yazarımız Ayşe Bereket de Sudan Gelen’in yapımcısı ve sunucusu Akgün İlhan’a eşlik edecek.

Programı canlı olarak bugün (30 Ekim 2018 Salı) saat 16.00’da 94.9 FM  bandından veya internetten bu bağlantı üzerinden adresinden dinlenebilirsiniz.

Türkiye’de incelenen sofra tuzlarının tamamında mikroplastiğe rastlandı

 

(Yeşil Gazete)

Radyasyon kız çocukları ve kadınlar için daha büyük tehdit

Birleşmiş Milletler (BM) 25 Ekim 2018 tarihinde gerçekleştirdiği basın toplantısıyla Japonya’da hükümetin Fukuşima Nükleer Felaketi nedeniyle evlerini hatta kentlerini terk etmek zorunda kalan insanları geri çağırma kararını gözden geçirmesini talep etti. [1]  Zira 2011 yılının Mart ayında meydana gelen 9 şiddetindeki deprem ve peşisıra  tsunami ile başlayıp bugün de devam etmekte olan radyoaktif kirlilik Japonya hükümetini tahliyeler ve tazminatlarla karşı karşıya getirdi ve çözemediği problemleri yok saymaya sevk etti. Ancak, ilk olarak 1990’lardan itibaren Uluslararası Radyolojik Koruma Komisyonu (ICRP) tarafından Dünya genelinde 1 Milisievert(Msv)[2] kabul edilen yıllık sınır doz standartını 20 Msv’e yükseltmek suretiyle Fukuşima’dan tahliye edilenlerin tazminat istemesinin önüne geçmeye çalışan hükümet, aslında radyasyonun yüksek olduğunu da peşinen kabul etmiş oldu.

Fukuşima şehir merkezinin girişinde “Parlak geleceğin enerjisi” tabelası dikkat çekiyor

Geçen yıl itibariyle tazminat ödemelerini de keserek Tokyo 2020 Olimpiyat oyunları ile imajını düzeltme yolunu tercih eden hükümet için ekonomiyi canlandırmak öncelikli. Dolayısıyla insanların psikolojik olarak rahat hissetmesi ancak Fukuşima’yı terk eden yurttaşların evlerine geri dönmeleri ile mümkün. Terk edilen, yıkılan ve kontamine olan evlerinin yerine yeni ev inşa etsinler diye yurttaşlarına teşvikler de sunan hükümet, bölgedeki okulları da açıyor ki,  aileler çocukları için endişelenmesin. Hükümetine güvenen aileler okullar açılıyorsa bölge güvenlidir şeklinde düşünüyor. Oysa 20 Msv, ICRP’ye göre yalnızca nükleer santralde çalışan işçilerin 1 yıl içinde maruz kalabileceği üst sınır ve 5 yıl için de bu doz kümülatif olarak 100 Msv’i geçmemeli. Oysa evlerine  geri çağrılan bölge sakinleri dönmeleri halinde bir başka felaket olmadıkça evlerini terk etmezler ve onlarca yıl orada yaşayabilirler. Dahası geri çağrılanlar içinde çocuklarla hamile kadınlar var ve tahliyelerin yapılmış olduğu terk edilen bölgede yer yer hot spot olarak tanımlanan yüksek radyoaktif parçacıklara da rastlanıyor. Ayrıca radyoaktif izotopların yarılanma ömürlerinin türüne göre on yıllarca hatta yüz yıllarca devam etmesi sözkonusu. [3]

Bununla birlikte Fukuşima’da sağlık sorunlarının büyük miktarda arttığına dair haberler geliyor. Örneğin  nükleer felaket başlamadan önce milyonda bir görülen çocukluk çağı tiroit kanseri  vakaları nükleer felaketin yedinci yılında 500 kat artmış durumda. Zira  nükleer felaketin başlamasıyla tıbbi kayıt altına alınmış olan 380 bin çocuk içinde  tiroit kanseri tanısı ve şüphesi bulunan çocuk sayısı bugün 200’e ulaştı.

Yine geçen haftalarda, haberleştirdiğimiz gibi, Fukuşima eyaletine bağlı Minamisoma Hastanesi’nde 2010 ile 2017 yıllarına ait 70 bin hastaya ait  kayıtlar niceliksel olarak  karşılaştırıldığında genel olarak yetişkinlerde görülen tiroit kanserinde 29 kat , lösemi vakalarında ise 10 kat artış olduğu anlaşılıyor. Diğer kanser vakalarında da yaklaşık  3-10 kat arası bir artış tespit edilmiş bulunuyor. Raporda dikkat çeken bir nokta ise hasta nüfusu içinde kadınlara ait kanser vakalarının üç kat daha fazla olduğunun görülmesi. [4]

Aynı doz radyasyona maruz kalan her erkek çocuğa karşılık 2 kız çocuk kanser

Radyasyonun çocukları daha fazla etkilediği ve kanser gibi hastalıklara yol açtığı bilinir, fakat kadınların daha fazla risk altında olduğuna işaret eden bilimsel yayın nedense duyulmamıştır. Diğer bir deyişle radyasyon konusunda düzenleyici yasaların çocuk ve kadınların sağlığını göz ardı ettiğini ortaya koyan çok az bilimsel çalışma bulunmaktadır.

Bu çalışmalardan biri Ulusal Bilim Akademisi tarafından 2006 yılında yayımlanan harici radyasyonun biyolojik etkileri olduğuna dair bir rapordur. Rapor tarihte radyoaktif kontaminasyonun yaşandığı Japonya, Ukrayna, Beyaz Rusya, Rusya, İskoçya, Avustralya, Kazakistan, Moğolistan ve Amerika Birleşik Devletleri (ABD) gibi ülkelerde 18-65 yaş aralığında yaşamını kaybetmiş kadın ve erkek nüfus karşılaştırıldığında kanserden ölenlerin %50 daha fazla oranda kadınlar olduğunu ortaya koymaktadır. O zamanki çalışmada henüz benzer etkiyi yapıp yapmadığı anlaşılamayan dahili radyasyona maruz kalmanın etkisi ile ilgili daha sonraki araştırmalarda da benzer bir sonuç alınmıştır.[5]

Radyasyonun etkileri üzerine araştırmalar yapan Nükleer Bilgi ve Araştırma Merkezi (NIRS)‘nden Mary Olson Birleşmiş Milletler için gerçekleştirdiği Sivil Toplum ve Nükleer Silahsızlanma başlıklı araştırmada radyasyonla tanıştığımız ilk büyük olay olan Hiroşima Atom Bombası’nın mağdurları yani “hibakuşalar” üzerine yapılmış olan eski araştırmalarda radyasyonun olumsuz etkisinin üstünün nasıl örtüldüğünden bahseder. Ancak 2006 yılında Hiroşima ve Nagasaki’nin 100 bin mağduru üzerinde yapılan incelemeler atom bombalarının atıldığı tarihte 5 yaşından daha küçük olanların 2006’da kanser olduğunu, bu oranın kadınlar aleyhine iki kat daha fazla olduğunu gösteren çalışmalar bulunmaktadır. Bu çalışma özetle radyoaktiviteye maruz kaldığı 1945 tarihinde 5 yaşından küçük olan her erkek çocuğa karşılık o tarihteki 2 kız çocuğun kanser hastası olduğunu ortaya koymaktadır. Diğer bir deyişle bir erkek çocuğu yetişkin erkeğe göre 5 kat daha fazla kanser ihtimali bulunurken kız çocuğu 10 kat daha fazla kanser olma özellikleri gösteriyor.  [6]

Nükleer riskleri nükleer zincir içerisinde değerlendirebilirsek bu zincirin her bir halkasında radyasyona maruziyet söz konusu olduğu için benzer bir tehlikenin varlığından bahsedilebilir. Nitekim  radyoterapi ve onkoloji alanında da kanser hastalarının tedavisinde kadın ve erkeklerin radyolojik duyarlılığının farklı olması nedeniyle bireysel risklerin eliminasyonu için  radyasyon dozlarının ayrı ayrı tayin edilmesi gerektiği 2016 yılındaki bilimsel olarak ortaya konmuştur. [7]

Yine 2017 yılında 135 ülke için imzaya açılan  Birleşmiş Milletler Nükleer Silahlanmayı Yasaklama Anlaşması’nda da radyasyona maruziyet konusunda cinsiyet farklılıklarının göz önünde bulundurulması gerektiği açıkça şu maddede görülmektedir: “Nükleer silahlanmanın felaketle sonuçlandığının bilinciyle radyoaktif kirliliğin sınıraşırı etkileri olması nedeniyle insan çevresel, sosyoekonomik ve çevresel, gıda ve güvenlik boyutlarında bir çok sorun yaşayacaktır. Bu nedenle bugün ve gelecek nesiller için özellikle kadınlar ve kız çocukları için iyonize radyasyon mağduriyet yaratacaktır.”

Kanser dışındaki hastalıklarda da kadınlar daha kırılgan

Radyasyonun zararı genel olarak kanser ve lösemi olarak bilinse de bağışıklığı azaltması ve kalp hastalıklarının yanı sıra radyasyonun düşüklere, doğumsal anomalilere ve diğer mutasyonlara neden olması da kadınların daha fazla risk altında olduğunu gösteriyor. Özellikle gelişmekte olan embryo hücresinin hasara uğraması hamilelik süreçlerinin ani düşüklerle sonuçlanmasına neden olabilir. [8] Radyasyonun kanser ve diğer hastalıklara yol açan etkisinin kadınlarda daha yüksek olmasının nedeni üreme hücrelerinin radyasyondan  daha fazla etkilenmesiyle ilişkilendiriliyor.

Radyasyonun kadınlar üzerinde daha fazla tahribat yarattığına dair ilk araştırmalar ABD’nin 1945 yılında Hiroşima’ya Atom Bombası atmasından sonra 1950’de Dr. Alice Stewart tarafından yapılan araştırmanın sonuçlarına dayanmaktadır. Buna göre, aynı doz radyasyona maruz kalan erkeklere göre kadınlarda kanser vakalarına %50 daha fazla rastlanmaktadır. Diğer bir deyişle  2 erkeğe karşılık 3 kadının kanser olması söz konusudur. Devlet kurumları ise standartlarını toplum genelini ilgilendiren nükleer felaketler ve kontaminasyonların tespitinden önce ICRP’nin baz aldığı standartlara  göre oluşturmuştur.

Radyasyon sınır dozları erkeklere göre belirlendi!

Radyumun bulunmasını izleyen süreçte  iyonize radyasyona maruz kalan bilim insanlarının etkilenmesi nedeniyle 1920’lerde  radyasyonun sınır dozları üzerine ilk değerlendirmeler başlamıştır. Radyasyon sınır değerleri ilk kez atom bombasının yapımı ve test süreci anlamına gelen Manhattan Projesi için bir araya gelen Amerikalı, Kanadalı ve İngiliz bilim insanları tarafından 1945-1950 yılları arasında tayin edilmiş, fakat bu sınır yıllık 44 Msv civarında tutulmuştur. Sınır dozların yüksek olmasının bir nedeni atom bombası ve denemelerine devam edilmesi iken, bir diğer nedeni de 1954 yılı itibariyle nükleer endüstrinin kurulmasının hedeflenmesiydi. Tüm bu zaman zarfında çalışmalarda görev alanların kanserden ölmesi  bilim insanları için meseleyi tartışmalı hale getirmiştir.

Öte yandan sınır dozlarında dikkate alınan nüfus yalnızca 18-30 yaş aralığında ABD askeri ya da işçisinin baz alındığı beyaz ırktan erkekler olmuştur.  Fakat ticari nükleer santraller kurulup atık problemleri ortaya çıktıktan ve nükleer santral kazaları meydana geldikten sonra 1990’lar itibariyle standartlar kamuoyunu kaçınılmaz olarak daha fazla ilgilendirmeye başlamıştır ve dünya genelinde yıllık 1 Msv’e indirilmiştir.

Sonuç olarak Fukuşima Nükleer Felaketi’nin başlamasıyla Japonya’daki hükümetin kendi bilim kurullarının izin verdiğini iddia ettiği şekilde sınır dozlarını 20 Msv seviyesine çıkarmasının, dünya genelinde ICRP tarafından tayin edilmiş olan yıllık olarak öngörülen 1 Msv sınır dozunun ihlali olduğu su götürmez bir gerçektir. Lakin, kanser hastaları için uygulanan radyasyon tedavilerinde kadın ve erkeklere göre farklı  dozlar planlandığına göre nükleer santrallerden  ve radyaoktif maddelerden yayılan radyasyonun etkisinin de cinsiyete ve yaşa göre farklılık gösterdiği aşikardır [9]   Özetle, dünya standartlarında tolere edilebilecek doz olarak 1 Msv belirlendiyse bu dozun çocuk ve kadınlara göre aşağı doğru basamaklandırılması gerekir. Dolayısıyla ICRP’nin en son kabul ettiği 1 Msv dozun da çocuklar ve hamilelik çağı ve sonrasında kadınlar için tolere edilebilir bir doz olduğuna dahi artık şüphe ile yaklaşılmalıdır, zira  uzmanlar düşük doz radyasyonun olmadığının da altını çizmektedir.

***

Son notlar

[1]https://www3.nhk.or.jp/news/html/20181026/k10011686691000.html?fbclid=IwAR1aLuvUhU6ztjrQCp1eARYaJcJcnWFek3Z6fCl8Y8D1DRrvVMmwmiXIL6A

[2] DOI:10.4103/0972-0464.111411

[3]  http://saigaijyouhou.com/blog-entry-746.html

[4] https://yesilgazete.org/blog/2018/10/14/fukusimada-yetiskin-kanser-vakalarinda-da-artis-var/

[5] Table 12D-3 on page 312 of the BEIR VII report called “Lifetime Attributable Risk of Solid Cancer Incidence and Mortality.” The original is available on-line from the National Academy press at: http://www.nap.edu/openbook.php?record_id=11340&page=312

[6] https://s3.amazonaws.com/unoda-web/wp-content/uploads/2017/03/civil-society-2016.pdf

[7] http://dx.doi.org/10.1016/j.radonc.2016.02.03 4

[8] (3) Non-cancer health effects are documented in classic works of John Gofman, for instance Radiation and Human Health (Random House 1982) and digital documents available: http://www.ratical.org/radiation/overviews.html#CNR and Dr. Rosalie Bertell’s classic work “No Immediate Danger” Summer Town Books, 1986.

[9] https://www.radiologyinfo.org/en/info.cfm?pg=safety-hiw_06

 

Haber: Pınar Demircan

(Yeşil Gazete)