Büyük gözaltında ilerlerken – Ahmet İnsel

Bu yazı birikimdergisi.com sitesinden alındı

İçişleri Bakanlığı 1 Ekim’de Dernekler Yönetmeliği’ne küçük bir ilave yaptı. Yönetmeliğin 83. maddesine bir iki cümle eklendi. Ebat itibarıyla küçük ama AKP iktidarının Büyük Gözaltı hevesini somut olarak bir kez daha ele veren, sonuçları büyük bir değişiklik bu. Yönetmeliğe, bundan böyle derneklerin bütün üyelerinin kimliklerini, vatandaşlık numaralarını, mesleklerini, üyeliğe kabul veya üyelikten çıkma tarihlerini İçişleri Bakanlığı Dernekler Dairesi Başkanlığı’nın bilişim sistemi DERBİS’e kaydetmeleri zorunluluğu ilave edildi. Yeni uygulama, üyelik listesindeki değişikliklerin otuz gün içinde bildirilmesini öngörüyor. DERBİS’e ulaşımı olmayan dernekler de istenen bu bilgileri Dernekler Dairesi’ne aynı süre içinde bildirmekle yükümlü olacaklar.

Yönetmelik yayımlandığında, bu bildirim zorunluluğunun 2019 başından mı, yoksa hemen mi geçerli olacağı açık değildi. Ekim sonunda derneklerin bütün üyelerinin detaylı kimlik bilgilerinin “ivedilikle” sisteme yüklenmesini İçişleri Bakanlığı talep eti. Şu an faaliyette olan 114.218 derneğin kayıtlı on bir milyondan biraz daha fazla üyesi var!

AB müktesebatı ile uyum sağlama amacıyla yapılan yasa değişiklikleri çerçevesinde 2004 sonunda değişen Dernekler Kanunu’nun ardından, 2005 başında yayımlanan yönetmelik, derneklerin kurucularının ve yöneticilerinin kimlik bilgilerinin her değişiklik sonrasında ve her yılın ilk dört ayı içinde üye sayısını (sadece sayısını) kadın ve erkek olarak ayırıp mülki idare amirlerine bildirmesini zorunlu kılmakla yetinmişti. Üyelerin isim ve soyadlarının dernekler tarafından tutulması zorunlu defterlerden biri olan Üye Kayıt Defteri’ne işlenmiş olması gerekiyordu. Bu defter ise dernekte saklanan ve ancak derneğin denetiminde gösterilmesi zorunlu olan bir evraktı. Yönetmeliğin 83. maddesine yapılan ilave ile bundan böyle kimin hangi dernek veya derneklere üye olduğunu İçişleri Bakanlığı bir düğmeye basarak öğrenebilecek.

Yeni bildirim sistemi, üzerindeki denetim ve gözetimin giderek daha fazla sıkılaştığı sivil toplum örgütlenmesini bütünüyle iktidarın doğrudan gözetimi altına almanın kapısını açıyor. Yönetmeliğe ilave edilen bu bildirim zorunluluğunun amacının kamu güvenliği kisvesi altında, iktidara muhalif veya iktidar tarafından makbul addedilmeyen sivil toplum faaliyetlerine katılımı caydırmak ve bu faaliyetlere katılmakta ısrar edenleri de fişlemek olduğu açık. Bundan böyle bir hidroelektrik santrali projesine karşı çıkmak için kurulmuş bir derneğe üye olması, o kişinin herhangi bir savcılık soruşturmasında “devletin ve kamunun güvenliğini tehdit eden milli menfaatlere aykırı” girişimine somut bir örnek olarak gösterilmesi olanağı verecek. Bu bildirim sistemiyle savcıların hazırlık soruşturmasında muhakkak isteyecekleri bilgilerden biri, şüphelinin DERBİS kayıtlarında kimliğinin aranması olmayacak mı?

On bir milyon kişinin sosyal faaliyetlerinin (hemşeriler arası dayanışma, eski mezunları buluşturma, cami yaptırma, Kuran kursu destekleme, çevre koruma, sosyal amaçlı bir girişimi destekleme, vs…) tek tek kişiler seviyesinde izlenmesi, elbette Orwell’in 1984 romanındaki “Büyük Birader Sizi İzliyor” sloganını hatırlatıyor. Üstelik, yasaları dernekler yasasına dayanan siyasi partiler ve sendikalardan da ileride bu bildirimin talep edilecek olması kuvvetle muhtemel. Toplumu bu denli yakından izleme, sürekli gözaltında tutma imkânının iktidarın ağzının suyunu akıttığı anlaşılıyor. Hatta şimdiden birkaç yerde ileri görüş sahibi mülki idare amirinin bu yönetmelik değişikliğine dayanarak sendikalara bütün üyelerinin kimlik bilgilerini bildirmelerini talep ettiği söyleniyor. Normal olarak sendikalar ancak toplu sözleşme yapma hakkına sahip oldukları zaman üyelerinin kimlik bilgilerini verirler. Toplu sözleşme hakkı elde etmek için çalışan bir sendikanın kaydettiği yeni üyeleri bir ay içinde bildirmek zorunda olmasının işverene nasıl önleyici tedbir imkânı sağlayacağı açık. Derneklerden istedikten sonra, siyasal partilerden de üyelerinin kimlik bilgilerini İçişleri Bakanlığı’na düzenli olarak vermelerini AKP iktidarının talep etmemesi için bir neden yok. Açık, şeffaf toplumdan anlaşılan böyle bir şey olsa gerek. Kimin hangi derneğe, sendikaya, partiye üye olduğunun bilindiği, sosyal medyada ne izleyip, ne yazdığının takip edildiği, hangi dinde olduğunun nüfusuna kayıtlı olduğu, belki ileride kime oy verdiğinin de kayıt altına alınacağı bir “açık toplum”. Ve karşısında giderek her türlü kurumsal, hukukî ve siyasal denetim dışına çıkan “kapalı devlet”.

Biraz eskiye gidelim. 1909’da yürürlüğe giren Cemiyetler Kanunu yerine 1938 yılında yürürlüğe giren yeni Cemiyetler Kanunu, derneklerin kurulmasını hükümetin iznine bağlamış, kapatılmalarında da hükümeti yetkili kılmıştı. 1946’da yapılan değişiklikle derneklerin kurulmasında tekrar serbestlik ilkesine dönüldü ama 1956’da dernek tüzüğünün Danıştay tarafından onanması şartı getirildi. 1961 Anayasası dernek kurma özgürlüğünü açıkça güvence altına aldı ama 1971’de yapılan anayasa değişikliği ile dernek kurma özgürlüğü ciddi biçimde sınırlandırıldı. 1982’de yayımlanan Dernekler Yasası ise uzun bir yapılması yasaklar listesi içeriyordu. 2004’te yürürlüğe giren Dernekler Yasası birçok açıdan sivil toplum örgütlenmesini kolaylaştıran, eksiklikleri bulunsa da özgürlük alanını genişleten bir yasaydı. AKP iktidarı otoriterleştikçe bu yasada da kısıtlayıcı girişimler boy göstermeye başladı.

Totaliter rejimlerin alametifarikası özerk bir sivil toplum alanını mutlak biçimde yasadışı kabul etmeleridir. Diktatörlükler diktatörlük derecelerine göre, otoriter rejimler otoriterlik derecelerine göre özerk sivil toplum örgütlenmelerine biraz bile olsa göz yumarlar. Buna karşılık makbul olmayan sivil toplum girişimlerini hemen bastırmak için derneklerin faaliyetlerine büyük bir denetim ve gözetim çerçevesinde izin verirler. Türkiye’de 20. yüzyılın ikinci yarısının otoriter rejim şablonu olan 12 Eylül rejiminin generalleri ve onların akıl hocası olan siviller o zaman bugünkü bilgisayar olanakları olsa, hazırladıkları dernekler yasasında derneklerden benzer bir bildirim talep ederler miydi? Tarihi geri sarıp, niyet okumak yanlış olur ama insan güvenle hayır diyemiyor. Buna karşılık, otokrasi, otoritarizm ve mostralık demokrasi karışımı haldeki AKP iktidarının, Erdoğanizm’in, bu toplumun kadim otoriter geleneğinden beslenip, 12 Eylül darbecilerinin tahayyül ettikleri devlet-toplum ilişkisi modelini hayata geçirdiğine dair güçlü bir yeni kanıt sunuyor Dernekler Yönetmeliği’ne yapılan bu “küçük” ilave…

Ahmet İnsel – birikimdergisi.com

İLGİLİ HABERLER

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR

Balık ekmek yemekle olmaz, Marmara’nın suyunu için!-Mehveş Evin

Ne yazık ki müsilaj felaketini balık yemek, denize girmek, denizin yüzeyini temiz görmeye indirgemek, bu büyük ekolojik krizi durdurmanın önündeki en büyük engel.

Marmara Denizi’ndeki kirlilik sorununa bir çözüm: Agroekoloji – Bülent Şık

Agroekolojik yöntemler sulardaki nitrat kirliliğini azaltıcı bir sonuç doğurur ve bu da içme suyu kaynaklarının korunması anlamına gelir.

Örgütlü sessizlik – Arat Dink

Zeki Tekiner, dört ay önce başka bir silahlı saldırıdan şans eseri ölümcül bir yara almadan kurtulmuştu. Vali’yi olayın siyasi boyutu olduğuna ikna edememişlerdi. Dostları Nevşehir’den bir süre uzaklaşmasını istediler. O, “Bana Nevşehirliden zarar gelmez” dedi, kaldı. Su, tanıdık akıyor, değil mi?

Marmara Denizi’ndeki müsilaj kirliliğinde kömürlü termik santrallerin etkisi incelenmeli- Pelin Cengiz

İstediğiniz kadar yüzey temizliği yapın, bir yeri temizlerken diğer taraftan atık devam ediyorsa buna temizlik denir mi?

Marmara’nın ölümü: İstanbul kolera salgınına hazır mı – Bülent Şık

Denizdeki müsilajin kolera salgını getirmesi mümkün. Ama her şeye rağmen devam etmekten ziyade durmayı, onarmayı öne çıkarmalıyız. İnsan, bitki, hayvan ve çevre sağlığını bir bütünün birbiriyle ilişkili parçaları olarak görmeye çalışarak çözümler arayacağız.

EN ÇOK OKUNANLAR