Ana Sayfa Blog Sayfa 25

Yapay zeka, Dünya’nın enerjisini yutuyor: ABD’deki eski nükleer santraller devreye sokuluyor

Giderek büyüyen yapay zeka veri merkezlerinin devasa enerji ihtiyacı, ABD‘deki eski teknolojili, ekonomik açıdan verimsiz ve yaşanan kazalar nedeniyle risk yarattığı için kapatılan nükleer santrallerin yeniden açılmasını gündeme getirdi.

Başta Microsoft olmak üzere çok sayıda dev şirket, ‘karbon negatif olma’ sözlerini de öne sürerek, enerji ihtiyaçlarını eski santralleri yeniden çalıştırılarak gidermek istiyor.

ChatGPT‘nin arkasındaki şirket olan OpenAI, Beyaz Saray’a birden fazla 5 gigawattlık veri merkezi inşa etme planını sundu. Bu, yaklaşık beş nükleer santralin güç sağlaması anlamına geliyor. Projeye göre, veri merkezlerinin ABD genelinde inşa edilmesi ve benzeri görülmemiş bir veri merkezi dağıtımı olması planlanıyor.

Nükleer enerji, dünya elektriğinin yaklaşık yüzde 9’unu oluşturuyor.

ABD tarihindeki en kötü ‘kazanın’ yaşandığı Three Mile Island yeniden açılıyor

Microsoft, yapay zekanın ihtiyaç duyduğu “aşırı enerji”yi sağlamak üzere nükleeri kullanma planında ilk olarak ABD tarihindeki en kötü nükleer kazanın gerçekleştiği Three Mile Island Nükleer Santrali’nin yeniden açılması için harekete geçti.

Mart 1979’da hatalı bir vanadan su soğutma sıvısının kaybolması sonucu tesisin ikinci ünitesinde aşırı ısınmasına  meydana gelmiş; bunun sonucunda da ABD tarihindeki en ciddi nükleer erime ve radyasyon sızıntısının yaşanmıştı. Reaktör, 40 yıldan fazla bir süredir hala devre dışı bırakma aşamasında.

Yeşil NoktaÜç Mil Adası Nükleer Santrali kapatılıyor
Yeşil Nokta[COP28’e doğru] ABD İklim Zirvesinde nükleer için gaza basacak: İklim krizinin çözümü nükleer olabilir mi?
Yeşil NoktaNükleer Enerji Zirvesi: Avrupa’nın nükleer yanlısı liderleri, atom enerjisini canlandırma peşinde
Yeşil NoktaChomsky: İklim krizi ve nükleer tehdidi yüzünden insanlık tarihinin en tehlikeli noktasındayız
Yeşil NoktaBill Gates nükleer santral kuruyor: Su yerine sodyum kullanılması sorunlu olabilir

Şirket, 20 Eylül’de, Pennsyvania, Londonderry Township‘teki nükleer tesisin tekrar çevrimiçi hale getirilmesi ve buradan üretilecek enerjiyi satın almak için 20 yıllık bir anlaşma yaptığını duyurdu. ABD Enerji Bakanlığı, santralin yeniden açılması planı için 1,6 milyar dolarlık kredi garantisi vermeyi değerlendiriyor. Tesisin en az 2054 yılına kadar faaliyet göstermesi planlanıyor.

Anlaşmanın bir parçası olarak Three Mile Island’ın ismi, santralin sahibi Constellation Energy‘nin eski CEO’su Chris Crane‘i anmak amacıyla Crane Temiz Enerji Merkezi olarak değiştirilecek. Constellation yetkilileri, yeniden çalıştırmayı planladıkları reaktörün, 1979’daki kazaya karışan ünitenin yanında, ancak ondan “tamamen bağımsız” olduğunu öne sürdü. Şirketin başkanı ve şu anki CEO’su Joe Dominguez, santralin restore edilmesi için türbin, jeneratör, ana güç trafosu ve soğutma ve kontrol sistemlerinin değiştirilmesi veya yenilenmesi de dahil olmak üzere önemli yatırımların gerekeceğini söyledi.

Baltimore merkezli Constellation, 48 eyalette elektrik ve doğal gaz satan ülkenin en büyük enerji şirketlerinden biri.  15 nükleer santrale sahip şirket, ülke çapında kullanılan temiz enerjinin yüzde 10’unu sağladığını söylüyor. Şirketin değeri 2008 mali krizi sırasında çökmüştü. Daha sonra enerji devi Exelon ile birleşmişti. 2022’de Exelon, Constellation’ı devretti.

Constellation’ın hisse senedi fiyatı, Microsoft’un Three Mile Island’dan enerji satma anlaşmasını 20 Eylül’de duyurmasının ardından yüzde 20’den fazla arttı.

Three Mile Island’dan gelen güç doğrudan Microsoft’un veri merkezlerine bağlanmayacak. 13 eyalete ve DC’ye hizmet eden daha geniş bir elektrik şebekesine akacak. Ancak ticari tek müşteri Microsoft olacak.

Veri merkezlerinin talebi 2030’a kadar yüzde 160 artacak

Microsoft, Google, Amazon, Meta ve Apple gibi teknoloji devleri yapay zekadaki patlamayı desteklemek için giderek daha fazla miktarda enerji tüketiyor. Goldman Sachs‘a göre, veri merkezlerinin ABD’de üretilen gücün yüzde 8’ini oluşturması beklendiğinde, talep 2030’a kadar yüzde 160 artacak.

Talepteki artışla birlikte, çevre üzerindeki etki konusunda artan endişeler de artıyor.  Google, Microsoft, Meta ve Apple’ın veri merkezi emisyonlarının muhtemelen resmi olarak bildirilenden yaklaşık yüzde 662 – veya 7,62 kat – daha yüksek olduğu tahmin ediliyor.

Nükleer santrallerden enerji temin eden teknoloji şirketlerinin bunu, gaz veya kömür yakarak ortaya çıkan emisyonları kağıt üzerinde silmek için kullanması da bekleniyor.

Başka ‘yeniden açılmalar’ da sırada

Three Mile Island anlaşması, buzdağının sadece görünen kısmı. Anlaşma, ABD’deki kullanılmayan nükleer santralleri yeniden canlandırmaya yönelik daha geniş kapsamlı bir çabanın parçası olarak görülüyor.

2012’den bu yana, ABD’deki bir düzineden fazla nükleer santral, büyük ölçüde ekonomik zorluklar nedeniyle kapatılmıştı. Bugün, 54 ABD santrali faaliyette olup toplamda 94 reaktör çalıştırılıyor.

Şimdi bu durum değişiyor gibi görünüyor. Nükleer enerjinin yeniden canlanması, karbon ayak izini azaltmak isteyen yapay zeka veri merkezlerinin ve teknoloji şirketlerinin artan enerji talepleri tarafından yönlendiriliyor.

Michigan, Covert‘ta 2022’de kapatılan 805 megavatlık bir tesis olan Palisades Nükleer Santrali de yeniden açılmak üzere. Florida‘daki enerji şirketi Holtec International, tesisi yeniden açmak için başvuru yaptı. Santralin yeniden işlev kazanması ABD Enerji Bakanlığı’ndan (DoE) alınan 1,5 milyar dolarlık koşullu krediyle destekleniyor ve bu enerji AI için de kullanılacak. Palisades santralinin 2025’in sonlarında yeniden açılması bekleniyor.

Girişimler sadece mevcut tesisleri yeniden başlatmak veya genişletmekle ilgili de değil. OpenAI CEO’su Sam Altman tarafından desteklenen Oklo dahil birkaç başka girişim de sırada.

ABD yönetiminden tam destek

Enerji Bakanlığı’nın yeni bir yazısında ayrıca ABD nükleer gücünün yeniden canlanmasından da bahsediliyor. Yazıda, 2030 yılına kadar ABD şebekelerinde 25 gigavatlık yeni veri merkezi öngörülürken, bu merkezlerin nükleer santrallerin yakınına yerleştirilmesinin “ideal bir çözüm” olduğu belirtiliyor.

Ancak ABD’nin yeniden nükleer enerjiye dönüş yapmasının tek nedeni yeni teknolojiler değil. Yaklaşık 15 yıldır duraklama döneminde olan Amerika’nın elektrik tüketimi, iklim değişikliğine bağlı daha sıcak yazlar, elektrikli araçlar ve veri merkezleri gibi çok sayıda nedenle artıyor.

New York’taki İklim Haftası’nda dünyanın en büyük bankaları ve finans kuruluşları da  2011 Fukuşima felaketinin ardından hızla azalan nükleer enerji sapasitesini 2050 yılına kadar üç katına çıkarmayı hedefleyen COP28 iklim hedefini destekleme sözü vermişti.

ABD’de, Başkan Joe Biden‘ın Enflasyon Azaltma Yasası’ndan ve iki partili altyapı yasasından gelen sübvansiyonlar da nükleer enerjinin bu yeniden canlanmasını destekliyor.

Eski santralleri güvenli hale getirmek mümkün mü?

Nükleer enerjinin canlandırılması, güvenlik endişelerini de yeniden gündeme getirdi.

Three Mile Island kazası Amerikan halkı üzerinde kalıcı bir etki bıraktı.  2011’de bir tsunaminin neden olduğu Fukuşima felaketi, özellikle doğal afetler ve öngörülemeyen olaylar karşısında nükleer reaktörlerin güvenliğiyle ilgili korkuları alevlendirdi ve Japonya kalan 48 nükleer santralinin hepsindeki faaliyetleri faciadan sonra askıya aldı. Ancak bunlar kısmen gaz ithalatına olan bağımlılığı azaltmak için kademeli olarak tekrar devreye alınıyor.

Modern reaktörlerin sağlam güvenlik sistemlerine rağmen, eskiyen altyapı konusunda da  endişeler bulunuyor. ABD’deki nükleer santrallerin çoğu onlarca yıllık ve bunları yeniden başlatmak kapsamlı güvenlik kontrolleri, bakım ve modernizasyon gerektiriyor. Uzmanlar,  bu eski santrallerin modern ihtiyaçlar için uygun olmayabileceğini ve önemli yükseltmeler olmadan bunları yeniden başlatmanın riskli olabileceğini savunuyor.

Santrallerin kapatılması planlandığı ve bu nedenle güvenlik kontrolleri durdurulduğu için, düzenleyiciler ve şirketler şimdi santrallerin devre dışı bırakılması kararını geri almak için karmaşık bir lisanslama, denetim ve çevresel değerlendirme sürecini yönetmek zorunda.

Diğer şeylerin yanı sıra, reaktörlerindeki uranyum yakıt çubukları değiştirildikten sonra tesislerin güvenli bir şekilde çalışabilmesini sağlamak için güvenlik kontrolleri gerekecek.  Palisades yeniden başlatma panelinin eş başkanı ve Maryland, Rockville’deki NRC Nükleer Reaktör Düzenleme Ofisi’nde müdür yardımcısı olan Jamie Pelton, “Bu tesisler devre dışı bırakıldığında, radyoaktif yakıtları çıkarılıp depolandı, bu nedenle tesislerin artık pek çok titiz teknik şartnameye uyması gerekmiyor” diyor.

Bu güvenlik düzenlemelerini yeniden yürürlüğe koymak kolay bir iş olmayacak: Standartları karşılamak için altyapının dikkatlice denetlenmesi gerekecek. Kapatmalardan bu yana aşınan tesislerdeki tüm metalik bileşenler, enstrümantasyon ve kontrollerde kullanılan teller ve kablolar dahil değiştirilmesi gerekiyor.

Ayrıca tesislerin yakıt çubukları suyu ısıtırken üretilen buhardan elektrik üreten türbin jeneratörlerinin de korozyon olması riskine karşı yakından incelenmesi zorunlu.

‘Taze’ nükleer yakıt kaynağı sıkıntısı

Santraller yeniden başlama tarihlerine yaklaşırken, operatörleri tam olarak faaliyete geçmiş santrallerin bile karşılaştığı bir zorlukla da uğraşmak zorunda kalacak: Taze nükleer yakıt kaynağına ihtiyaç.

ABD nükleer kamu hizmetleri şirketleri, uzun zamandır gerekli ham sarı kek uranyumunun çoğunu ve nükleer reaktörlerin yakıt çubuklarında kullanılan izotop olan uranyum-235’i ayıran ve zenginleştiren hizmetleri satın almak için uluslararası pazara güveniyor.

Rusya, ülkenin 2022’de Ukrayna’yı işgal etmesinden sonra bile Rusya bu hizmetlerin önemli bir uluslararası tedarikçisi oldu. Ancak, Rusya’ya olan bağımlılığını en aza indirmek için ABD, DoE’nin yurtiçinde zenginleştirilmiş uranyum satın almak için 3,4 milyar dolar teklif etmesiyle kendi tedarik zincirini oluşturuyor.

Ancak ABD’de kapatılan nükleer santrallerin pek çoğunun yeniden başlatılması muhtemelen olmayacak. Kapatılan her ABD santrali kolayca yenilenebilecek kadar iyi durumda değil ve bunlardan bazılarını yeniden açma fikrinin çok fazla dirençle karşılaşacağı öngörülüyor. Örneğin, 2021’de kapatılan New York‘taki Indian Point Enerji Merkezi‘nin kente yakınlığı nükleer karşıtlarının yoğun eleştirilerine neden oluyordu.

Ancak bu, tüm bu sahaların kullanılmadan kalacağı anlamına gelmiyor. ABD’li yetkililer bir seçenek olarak eski nükleer santrallerin bulunduğu sahalara, mevcut iletim hatlarından ve altyapıdan faydalanmak için gelişmiş reaktörler (geliştirilmiş güvenlik özelliklerine sahip büyük reaktörler ve yenilikçi tasarımlara sahip küçük modüler reaktörler dahil) inşa etmeyi planlıyor.

 

Ödemiş’teki ‘temiz enerji’ şirketi Küçük Menderes’i siyaha boyadı

İzmir-Ödemiş’in Bozcayaka Köyü’nde ARF BIO Yenilenebilir Enerji Üretim AŞ’nin yatırımı olan Ödemiş Biyogaz Enerji Santrali’nin atıkları Küçük Menderes’i “dışkı yatağına” çevirerek siyaha boyadı.

Santral alanı 2016 yılında Ödemiş Belediyesi tarafından, şu anda Tarihi Kemeraltı İnşaat Yatırım Tic. A.Ş. (TARKEM) ile İzmir Tarihi Kemeraltı Gayrimenkul Yatırım Fonu kapsamında işbirliği içinde olan Re-Pie Portföy’ün kurucuları M. Emre Çamlıbel, Mehmet Ali Ergin ve Caner Bingöl’ün sahibi olduğu ARF Yenilenebilir Enerji Üretim A.Ş.’ye satılmıştı.

Şirket biyogaz tesisi için 2017 yılında Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) olumlu raporu aldı. Proje tanıtım dosyasında çevreye herhangi bir atık bırakmayacağını taahhüt eden ve bölgedeki hem su hem de toprak kirliliğinin azaltılmasına katkıda bulunacağını iddia eden şirket söz konusu raporda, Ödemiş ve çevre ilçelerdeki işletmelerin atık sularını kontrolsüz bir şekilde Küçük Menderes Nehri’ne bırakmalarının ciddi bir kirlilik potansiyeline neden olduğunu vurgulamıştı.

Verdiği sözlere rağmen, şirketin bizzat kendisinin Küçük Menderes’e atıklarını bıraktığı; su, toprak ve hava kirliliğine neden olduğu görüldü.

Üç kilometre boyunca zehir akıyor

Yenigün Gazetesi’nden Nurcan Etik‘in haberine göre, tesisin bulunduğu alandan yaklaşık 3 km boyunca uzanarak Küçük Menderes’e bağlanan dere yatağı, tesisin atık sularını nehre taşırken geçtiği güzergah boyunca çevreye kötü koku yayıyor.

Dereden yayılan kötü kokudan şikayetçi olan bölge halkı, siyaha dönen derenin çöp yatağı olarak kullanıldığını anlatıyor. Köylüler, “Bu atık deresi hepimizi hasta edecek. Bir zamanlar Bozdağ’dan gelen suların geçtiği Küçük Menderes artık hastalık yayan, içinden dışkı akan, kapkara bir tehlikeye dönüştü” diyor.

Biyogaz tesisinden bırakılan atıkların yanı sıra ölü hayvan bedenlerinin yüzdüğü, plastik ve evsel atıklarla kaplı dereden yayılan kötü koku nedeniyle nefes almak bile imkansız hale gelmiş durumda.

Bölge halkından çiftçi Hasan Ali Can, “Tesisin bıraktığı pislikten burada duramaz olduk”  diye konuşuyor:

“Kokuyu alıyorsunuz. Hava sıcaklığı artığında bu koku daha da artıyor. Dereye sinekler üşüşüyor, o sinekler bizim hayvanlarımıza konuyor ve hayvanlarımız bu pislikten hasta oluyor.”

Şirketin dereye bıraktığı atıklar nedeniyle derenin çöp atma alanı olarak görüldüğünü anlatan Can şunları anlatıyor: “Buraya her yerden çöp, pislik ne varsa bırakılıyor. Millet burayı çöplük gibi görünce ölen hayvanlarının cesetlerini bile bırakıyor. Kedi, köpek bu cesetleri dağıtıyor, her yerde kemik, hayvan derisi taşıyor. Bu hem insanların hem hayvanların sağlığı için büyük bir tehlike.”

‘Zenginsen kirletirsin, kimse de hesap sormaz’

Derenin Küçük Menderes’le buluştuğu noktada da su siyah akıyor. Ödemiş-Balabanlı yolundaki köprünün altından geçen nehirdeki aşırı kirliliğine dikkat çeken Can, “Olacak iş mi bu? Koskoca Küçük Menderes’in şu hâline bakın, içimiz parçalanıyor!” diyor.

Köylülerin anlattığına göre, ilgili birimlere çok sayıda şikayet yapılmasına rağmen, herhangi bir denetim ve işlem yapılmamış: “Bizce zengin oldukları için kimse dokunmuyor, bu ülkede eğer zenginsen dereyi de kirletirsin toprağı da ve kimse hesap sormaz!”

Şirket, projenin tanıtım dosyasında, ÇED sürecinde gerçekleştirilen Halkın Katılımı Toplantısı’nda verdikleri sözleri şöyle anlatmıştı: “Koku, bölgedeki tarım alanlarının zarar görmesi, istihdam gibi konular gündeme gelmiştir. Kokunun olmaması için gerekli sistemin kullanılacağı, tarım alanlarına etkisinin olmaması için gerekli önlemlerin alınacağı müşavir firma ve yatırımcı tarafından detaylı şekilde anlatılmıştır.”

Ön Fizibilite Raporu’nda da “Proje sahasında ve çevresinde bulunan sürekli veya mevsimlik akış gösteren dere yataklarına katı veya sıvı atık atılmayacak, pasa veya malzeme doldurulmayacak, dere yataklarından malzeme temin edilmeyecek ve doğal akış değiştirilmeyecektir” taahhüdü yer alıyordu.

Yüzlerce Çanakkaleli vahşi madenciliğe karşı bir araya geldi

Yürüyüşün ardından Kazdağları Ekoloji Platformu adına basın açıklaması yapan Füsun Kayra Kazdağları’nın yüzde 79’unun ruhsatlandırılmış olduğunu ve yüzde 41’inin aktif ruhsatlı alan olduğuna dikkat çekti:

“Kazdağları 1600’den fazla ruhsat ile 90 civarında yerli ve yabancı şirketin talanına açık hale getiriliyor. Uşak Kışladağ, Kütahya, Bergama, Giresun, Ayvalık, Artvin Murgul ve Erzincan İliç’te yaşanan kazalarda vahşi madenciliğin neden olduğu doğa ve insan kıyımları yaşanmışken Kazdağları’nda böylesi felaketlere geçit vermeyeceğiz.”

Kayra, bölgede devam eden madencilik faaliyetlerinin tarım ve hayvancılığı tehdit ettiğini kaydetti; “Bölgemizin ve ülkenin gıda güvenliği için büyük öneme sahip olan ve yıllar boyu gelir ve istihdam sağlayan tarım ve hayvancılığı bitirecek olan, en fazla 8-10 senelik geçici istihdam yaratan kirli, vahşi madencilikte ısrar etmenin, yoksulu daha da yoksul, varsılı daha da varsıl yapan ve riski halka yıkan bu politikaların kimlere, hangi sisteme ve sermayeye hizmet ettiğinin farkındayız” dedi.

‘Her ağacı tek tek savunmak zorundayız’

Vahşi madenciliğin geri dönüşsüz bir doğa yıkımı olduğunu belirten Kayra, şunları söyledi:

“Teck Cominco, Pilot Gold, Fronteer, Alamos, SSR Mining, Eldorado Gold, Liberty Gold, Stratex, Centerra gibi çokuluslu şirketler ile Cengiz Holding, Nurol Holding, Eczacıbaşı, Koç Holding, Zorlu, Tüprag, Ciner Grup, Koza, Bahar Madencilik, CVK gibi yerli şirketler, siyasi iktidar ile işbirliği yaparak, Avrupa Yatırım ve Kalkınma Bankası (EBRD) ve benzeri diğer banka ve finans kuruluşları tarafından kredilendirilerek ülkemizin dağlarında, ovalarında, ormanlarında hak sahibi oluyorlar. Bugün Cengiz Holding’e ait Truva Bakır Madencilik‘in  Bayramiç ve Çan sınırları içinde kalan Halilağa Bakır Madeni projesinde 1 milyona yakın ağacın üzerlerine çarpı işareti atılarak işaretlendiği, gövdelerinde çentiklenmek suretiyle izler bırakıldığı bir ormanlık alanda, korku ve endişe ile her an kesilmeyi bekleyen o ağaçlara sarılmaya mecburuz. Lapseki’de Nurol Holding’e ait TÜMAD’ın yok etmeyi hedeflediği her ağacı tek tek savunmaya mecburuz.”

Bölge halkının evlerini, geçim kaynaklarını, sularını, topraklarını kaybetme kaygısına dikkat çeken Kayra, “Çanakkale halkının daha önce de sahip çıktığı Kazdağları’na yeniden sahip çıkacağını, köylerimizin, köylülerimizin yanında duracağını, bu doğa katliamının karşısında duracağını biliyoruz. Ülkemizin her yerini kuşatan vahşi madenciliğe karşı Çanakkale’den, Kazdağları’ndan sesimizi yükseltiyoruz, bu ses ülkenin dört bir yanından duyulsun, çoğalsın ve yankılansın istiyoruz” diye konuştu.

‘Halkın sesini, doğanın çığlığını duymayan bir iktidar var’

Mitingde bir konuşma yapan Ege ve Marmara Çevreci Belediyeler Birliği adına Çanakkale Belediye Başkanı Muharrem Erkek  de halkın sesini duymayan bir iktidarla karşı karşıya olduklarını belirterek, “Bu tek adam sisteminde yargı bağımsız ve tarafsız değil. Meclis maalesef güçlü değil. Basın özgür değil. Onun için dayanmamız gereken bir tek şey kalıyor. Halkın gücü. Onun için sizler çok önemlisiniz, iyi varsınız” dedi.

Kamuoyu baskısı olmadan sonuç almanın mümkün olmadığını belirten Erkek, Alamos Gold’a karşı verilen mücadeleyi hatırlattı.

Mitingde Çanakkale’nin köylerinden kadınlar da konuştu. Yanıklar Köyü’nden bir kadın çiftçilik, hayvancılık yaptıklarını, sularının kirletilmesini istemediklerini vurgulayarak, “Biz Cengiz Holding’i istemiyoruz, para istemiyoruz, altın hiç istemiyoruz. Ağaçlarımıza dokunulmasın, ağaçlar olmazsa sular olmaz. Dağlarımızın suları kaçtı. Tankerle su getiriyoruz hayranlarımıza da kendimize de. Cengiz defolsun, suyumuza, toprağımıza dokunmasın” dedi.

Açıklamanın ardından miting alanında, Grup Dost Yürek ve Ağaçlara Şarkı Söyleyen Kadınlar destek konseri verdi.

Türkiye Ormancılar Derneği (TOD) Marmara Şubesi de yaptığı basın açıklamasıyla vahşi madenciliği durdurma çağrısı yaptı. Açıklamada, “2004 yılında Maden Kanunu’nda yapılan değişikliklerle madencilik faaliyetleri Anadolu ve Trakya’daki hemen her köyde onarılamaz tahribatlar oluşturmuştur. 2023 yılı sonuna kadar ormanlara verilen madencilik izinleri 214 bin hektarı aşmıştır. Bunun 170 bin hektarı 2003 ve sonrasındadır. Sadece 2012-2023 döneminde 111 bin hektar orman alanı madencilik faaliyetiyle ormansızlaştırılmıştır” denildi.

Seferihisar’da 4. Çocuk Festivali: Suyu Koru, Geleceği Koru

Seferihisar 4. Çocuk Festivali’nde çocuklar bir kez daha doğayla buluştu.

“Suyu Koru, Geleceği Koru” sloganıyla düzenlenen festival, yüzlerce çocuğa suyun hayati önemini öğretirken, eğlenceli atölyelerle de unutulmaz anlara sahne oldu.

Festivalde çocukların aktif katılımını teşvik etmek ve yaratıcılıklarını geliştirmek amacıyla alternatif eğitim yöntemleri kullanıldı. Eğitmenler ve yerel sanatçılar tarafından gün boyu yürütülen 17 farklı atölyede, çocuklar hem eğlendi hem de öğrendi. Festivalde çocuk ve doğa şarkılarıyla tanınan sanatçı Banu Kanıbelli’nin çocuklarla birlikte yazıp bestelediği şarkıyı seslendirdiği bir mini konser gerçekleşti.

Ana teması “suyu korumak” olan festivalde çocuklar kişisel su tüketimlerini hesaplayarak su ayak izini keşfettiler ve su tasarrufu konusunda bilinç kazandılar.

“Çocuk Hakları Atölyesi” ile suya erişim hakkını ve bu konudaki evrensel haklarını öğrenirken, geleceğin duyarlı bireyleri olma yolunda önemli bir adım attılar. Suda yaşayan canlıların resim ve seramik biblolarını yaparak suyun sadece insan için değil tüm canlılar için en önemli yaşam kaynağı olduğunu hatırladılar. Çizdikleri “havadan sudan” karikatürlerle suyun kötü kullanımına dikkat çektiler. Su arıtımı atölyesinde bizim için çok değerli bu varlığı arıtıp yeniden kullanarak koruyabileceğimizi deneyimlediler.

Tohum topu atölyesinde, kendi elleriyle hazırladıkları tohum toplarıyla doğaya katkı sağlayarak, doğanın döngüsüne aktif bir şekilde katılmanın ve çevreyi korumanın yollarını öğrendiler.

Seferihisar Çocuk Festivali’nde çocuklar festival hazırlıklarında ve organizasyonunda aktif yer aldı. Festival alanı mahalleli çocuklarla birlikte, Seferihisar Tepecik İlköğretim Okulu öğrencileri tarafından geri dönüştürülebilir malzemelerle hazırlanan görsellerle süslendi. Necat Hepkon Anadolu Lisesi öğrencileri gün boyunca organizasyonda sorumluluk alarak festivale katılan çocuklarla dayanışma sergiledi. Çocukların aktif katılımıyla gerçekleşen festival, eğlencenin ve çevre bilinci geliştirmenin ötesinde, çocuklara sosyal bir sorumluluğu paylaşma yönünde farklı bir deneyim sundu.

İmece usulü festival

Keçi Derneği’nden Baha Okar açılış konuşmasında, bu renkli festivalin pek çok kişi ve kurumun imece usulü katılımıyla düzenlenebildiğine dikkat çekti.

Dernek gönüllülerinin yanı sıra, destekleri için Seferihisar Belediye Başkanı İsmail Yetişkin’e, Tepecik Mahallesi Muhtarı Azat Aktaş’a, destekleyici işbirlikleri için İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü ile okul müdürlüklerine ve yaptıkları katkılarla festivalde çocuklara armağanlar dağıtılmasını sağlayan kişi ve kurumlara teşekkürlerini sundu.

Okar, festivalin önümüzdeki yıllarda da çevre bilinci, çocuk hakları ve alternatif eğitim temalarını merkeze alarak devam edeceğini, çocukların çok yönlü gelişimine katkı sunarken, Seferihisar’ın sosyal ve kültürel yaşamına renk katmayı sürdüreceğini belirtti.

Barış

[email protected]

Barış sözcüğü çok duyduğumuz, ama hem çok geniş bir kapsamı olduğu hem de ne tür bir barıştan bahsettiğimiz konunda pek ayrıntıya girmediğimiz için ne kast ettiğimiz/ istediğimiz şeyin ne olduğunu tam olarak anlatmak bakımından pek de net olamadığımız bir kavram…

Kavram çiftini genellikle “savaş ve barış” olarak düşünüyoruz ve bu nedenle barış, belki her zaman bir savaşla olmasa da bir mücadele ile elde edilen bir durum gibi düşünülüyor. Evde barış, mahallede barış ya da ülkede, doğayla barış vb. gibi birçok durumda barışı düşünebiliriz. Yani şiddet içeren veya içermeyen, ama elde edilmesi için mutlaka mücadele vermek gereken bir kavram. Nasıl bir mücadele? Ne tür ortamlar söz konusu olabilir?

Son soru düşünceyi ister-istemez barışın adil bir barış olup-olmadığı konusuna getiriyor. Adaletin garanti edilmiş olduğu bir ortamdaki barış mı, yoksa adaletsizliğin son derece yaygın ve güçlü olduğu bir ortamda sağlanan bir barış mı?

Barış konusunu düşünürken, elbette, bir-kaç yüz kilometre uzağımızdaki Gazze’yi ya da Lübnan’ı veya Suriye’yi, İsrail’i atlayamayız. Ama Ukrayna’da devam eden ve sanki gerçek dışıymış gibi duran başka bir sıcak savaş daha var. Ve bütün savaşlarla birlikte ideal bir son olarak düşündüğümüz “barış” durumu var. Barış sözcüğünü bu savaş ortamlarıyla yan yana getirildiğinizde “nasıl bir barış?”, “ne pahasına bir barış?” ve “ne kadar sürdürülebilir bir barış?” sorularıyla karşılaşıyoruz. Bu tür somut bir durumlarda barışçı olmak istiyoruz ama hangi barışı istediğimizi ve bunun nasıl elde edilebileceğini düşünmeden bu barışı istemenin ne kadar anlamsız ve budalaca olacağını hemen görüyoruz.

Kalıcı barış neden bir türlü olamıyor?

Barış ile adalet kavramlarını birlikte düşündüğümüzde “adalet” kavramının barış kavramı kadar nesnel bir tanımının yapılmasının çok zor olacağın hemen kavrıyoruz. Kime göre adil, nasıl tanımlanmış bir adalet? Burada nesnellikten giderek uzaklaşma riski çok yüksek. II. Dünya Savaşı’nı bitiren barış, adil bir barış mıydı? Nazi ve Japon diktatörlüklerinin insaniyetsizliği, genellikle (Hiroşima ve Nagazaki’yi ve bazı Alman kentlerindeki sivil halkın intikamcı bombardımanını düşünmeden) bizleri kolayca bu barışın adil olduğu düşüncesine getiriyor. Ama I. Dünya Savaşı barışı için bunu söyleyebilmek, kaybedenler son ögelerine kadar yok edilmediği ve tam olarak çökertilmediği için çok daha zor. Her iki yanıt da kuşkularla dolu…

Ortadoğu, belki Dicle-Fırat arasındaki sulak-bataklık arazide ilk kentlerin ve devletin ve savaşların oluşmaya başladığı milattan önceki dört binli-üç binli yıllardan beri savaşı ve barışı yaşıyor. Neden barış hiçbir zaman kalıcı bir biçimde gelemiyor bu topraklara ve dünyanın diğer savaş alanlarına?

Bu soruya kolay bir yanıt alamayacağımız çok açık.

Benim de bir yanıtım yok, ancak yine de şöyle bir hayal kurmayı yeğliyorum:

Acaba diyorum, toplumlar hangi etnisiteden veya hangi dinden-mezhepten gelirlerse gelsinler, hangi dilleri konuşuyor olurlarsa olsunlar veya tenlerinin rengi birbirinden farklı da olsa farklılıklarını koruyarak ama bir arada yaşamanın değerini anlamış ve bunu koruma davranışını içselleştirebilmiş olsalar şiddetsiz ve barış içinde yaşamayı başarabilirler miydi?

Dünyada savaşsız ve barış içinde yaşayan topluluklar olduğunu biliyoruz. Bunların çoğu ilkel Okyanusya toplumları. Bolluk-bereket ve zenginlik toplumları olmasalar da savaşmadan yaşayabilmeyi başaran küçük ve oldukça izole toplumlar. Başardıklarını daha büyük ve küresel olarak birbiriyle ilişkili modern (ve “uygar!”) toplumlar neden başaramasın ya da başaramıyor?

İnsanlık tarihinin başından (hatta belki daha öncesinden) beri yanıtlanamamış bir soruya bir yanıt bulunabileceği iddiasının gülünç olduğunun farkındayım. Ama hiç olmazsa daha barışçıl bir dünya düşüncesine/ perspektifine bakarken hangi bakış açılarının barış için daha büyük ve sürdürülebilir şanslar/ olasılıklar sağlayabileceğini düşünebiliriz?

Bu soruyu,” toplumda içselleştirilmiş ve gerçek, canlı ve gürbüzleşen bir demokrasinin varlığı olabilir mi?” diye yanıtlayabilirim. Ama bu önermenin hemen arkasından bugünün gerçekleri bir duvar gibi önümüzde beliriyor:

Demokrasiyi içselleştirmiş ve gerçekleştirmiş olduğunu düşündüğümüz İsveç ve Finlandiya halkları nasıl oluyor da bunca yıl sonra seçimlerde ırkçı partilere yöneliyor?

Nazizmin ve faşizmin bu kadar acısını çekmiş Alman ve İtalyan halkları neden ırkçı partileri tekrar seçiyorlar? Nazizmin acısını korkunç bir biçimde yaşamış Fransız halkı, neden ırkçı partiyi giderek iktidara yaklaştırıyor?

Hatta daha da zor bir soru: 1930’larda Almanya’da ve güncel olarak İsrail’de gördüğümüz gibi, halklar bilerek ırkçı/ ayrımcı ve otoriter partileri demokratik yollarla seçebiliyorlar ve iktidara getiriyorlarsa demokrasiye güvenebilir miyiz?

Bu tür kuşkular demokrasiyi içselleştirmiş olsalar da toplumların “güven” hatta “güvenlik”, narsisizmin karşıtı olarak bir-aradalık ve dayanışmacılık, hümanizm ve canlıların her türüne karşı empati vb. türü birçok diğer özelliğe birden sahip olmaları gerektirdiğini düşündürüyor.

Peki, bütün bu önkoşullar ya da koşullar gerçekleşse bile barışın bir garantisi olacak mı?

Korkarım, olmayacak.

Barış: Ne zaman ve nasıl?

Bu tür koşulların Ortadoğu’nun bütün toplumları için gerçek olmasını bekleyebilir miyiz? Geçmişten gelen ve birikmiş haksızlıklar, adaletsizlikler (hatta bazıları için alınmamış intikamlar) söz konusu olduğu sürece, Filistin, İsrail, Arap ve İran halkları, Kürt ve Türk halkları barışı bulmak için bocalamaya devam edecek mi? İslam-Şia, Hristiyanlık ve Musevilik birbirinin amansız düşmanı olmayı sürdürecek mi? İçselleştirilmiş bir demokrasi anlayışı ve onunla birlikte diğer paralel ilkeler 2024 Ortadoğu’sunda nasıl olacak da gerçekleşecek?

Barış ne zaman ve nasıl gelebilir?

Bu sorulara ya da benzerlerine düzgünce yanıt bulamadığımız sürece otoriter bir üstün gücün (evrensel ve yerel sömürgeci bir tiranın) iradesine boyun eğen halkların baskı altında sessizce oturup buldukları “güvenlikten” hoşnut, yaşadıkları statükoya/ barış adını vererek yollarına devam etmelerinin tek gerçekçi/ geçerli çözüm olduğunu kabul etmiş olacağız.

Yoksa Birleşmiş Milletler gibi (kurmaca) bir gücün Bosna-Hersek’te getirdiği gibi bir barış getirmesini mi umacağız?

Ya da…

Antalya’da olmayan suya HES yapacaklar

Sonunda bu da oldu.

Antalya‘nın Konyaaltı İlçesi’nin Doyran ve Geyikbayırı mahallelerindeki Doyran Göleti‘ni besleyen ve azıcık akan kaynak sularından Doyran Deresi‘nin üstüne HES yapmak istiyorlar. Son dönemde özellikle doğa yıkımı söz konusu olduğunda örgütlü kötülükte Türkiye şirketleri ve iktidarı sınır tanımıyor. Yok ya olmaz diyeceğiniz her şey oluveriyor.

HES’lerin yıkıcılığını ve Doyran’a planlanan HES örneğinin de yıkım göze alınsa bile nasıl sonuçsuz ve çöp bir proje olduğunu madde madde anlatalım:

  • Doyran’a planlanan HES 8 MW gücünde. Gölete akan suyun gözesine yakın yere kurulacak regülatörle alınıp borularla santrala taşınacak su miktarı ise bırakın 8 MW HES’i, 2 MW’ı bile çalıştıramayacak oranda. Bu demek oluyor ki su gücünün artırılabilmesi için özellikle yaz aylarında depolanmak zorunda. Çünkü en yoğun aktığı bahar aylarında bile dere bu güçte bir regülatörü çeviremez. Örneğin Alakır Nehri‘nde, buradan on kata yakın bir su varken 4 MW’lık HES’i çalıştırmaya yetmediği zamanlar oluyor ve Kumluca‘nın suyu kesiliyor bazen. Dolayısıyla 11 köyün ve bölgedeki tüm canlı yaşamın suyunun azalmaması ve kesilmemesi mümkün değil. Zira şirketler DSİ ile yaptığı anlaşmalar gereği bölgedeki birçok su kaynağına da el koyabiliyor. Kısaca yıl boyunca saniyede 1300 litre su akımına göre planlanan 8 MW HES’in çalışması mümkün değil.

  • Gözeye yakın yerden alınan suyun yüzde 90’ı, 8,46 km boyunca devasa borularla santrale taşınacak, yüzde 10’u ise can suyu olarak bırakılacak. Bırakılacağı iddia edilen can suyu, adeta bir iplik gibi az akacak ve o da sıcağın etkisiyle buharlaşacak. Bölgedeki sucul canlılar, oradan su içen toprak canlıları sudan mahrum kalacak. Devasa borularla vadi ikiye bölünecek ve hayvancılık da yapılan bölgede sürüler ve diğer hayvanlar bir taraftan diğerine geçemeyecek. Bundan bölgede yapılan  doğa yürüyüşü ve kaya tırmanışı turizmi de olumsuz etkilenecek.
  • Projenin toplam alanının yüzde 94,6 sı orman ve yüzde 5,4 ü tarım arazisi olduğu için çok büyük oranda doğal alan tahribatı yaratacak. Çıkacak hafriyat ve toz da cabası.

  • Bölgede yoğun tarım yapılıyor ve 11 köyün halkı sulama suyunu Doyran Göleti’nden alıyor. Köylülerin yaptığı tarım ciddi oranda bozulmaya uğrayacak. Bahsettiğimiz bölgenin 12 mahallesinin 12 bin dönüm arazisinde, diğer ürünlerin yanında özellikle  mineralli su ile yetiştirilen ve çok kaliteli olan patlıcan üretimi büyük bir kayba uğrayacak.
  • Projede; korunması gereken endemik bitkilerden, su canlılarından, kaç ağaç kesileceğinden, ekosistemin nasıl etkileneceğinden, kar suyuna bağlı su miktarının geleceğinden hiç bahsedilmiyor. Burası çok önemli zira her geçen yıl iklim krizi sebebiyle kar yağışı azalıyor.

‘Kervan yolda düzülür’ kafası

Ayrıca, santral ve regülatörün yapılacağı bölgenin sarp ve ormanlık olması, yol açma zorunluluğu doğuracak. Santral ve regülatörün kendi kaplayacakları inşaat alanı dışında ekstra ağaç kesimi ve doğa tahribatı gerçekleşmesi kaçınılmaz olacaktır. Projenin bütününü incelediğinizde, bu saydığımız konuların hiçbirine dikkat edilmediği, bir ön çalışma yapılmadığı ve adeta “kervan yolda düzülür” mantığı güdüldüğü görülüyor.

Bu özensizlik, bu bilimsel kriterlere hiç uymama durumu, projeden elektrik elde etmenin tamamen şansa bırakılma hali, insanın aklına, biz inşaatımıza başlayalım, kredimizi çekelim olmazsa ceremesini halk çeker nasılsa düşüncesini getiriyor. Projenin ön görülen maliyeti ise 198 milyon 374 TL.

11 köyün halkı ayakta

Bölgede yaşayan insanlardan öğrendiğimiz kadarıyla projenin içeriği öğrenilir öğrenilmez başta tüm muhtarlar ve 11 köyün halkı HES istemediğini net bir şekilde ortaya koydu. 11 köyün muhtarı, projenin hiç başlamaması için itiraz dilekçesi verdi. Köylüler geniş katılımlı toplantılar yapıp, kendilerine mücadelenin yol haritasını çizdi.

Şimdi önlerindeki en önemli sınav 8 Ekim Salı 11.00′ de yapılacak ÇED toplantısında itirazlarını güçlü bir biçimde ortaya koymak. Bunun için herkesi ÇED toplantısına katılmaya çağırıyorlar.

Kendilerini gezegenin sahibi zanneden şirketler yanlarına iktidarların gücünü de alarak yalnızca para için yıkmadık dağ, bozmadık dere, kesmedik ağaç ve mahvetmedik yaşam bırakmamaya çalışıyor. Ne iklim krizi umurlarında ne solunmayan hava ne de içilmeyen su. Ama bu böyle gitmeyecek! Birçok kent ve köyde artık insanlar yaşam alanlarını savunmayı yalnızca ekolojistlere bırakmayıp kendileri mücadele örüyor.

Gelin bu yazıya UNESCO’nun “yaşayan insan hazinesi” seçtiği ve çok sevdiğim halk ozanı Dertli Divani‘nin şu sözleriyle son verelim:

“Zaman her şeyin ilacı, kendine gel imanım
Boz bulanık akan sular durulacak, bilesin
Böyle gelmiş, böyle gider diye bir şey yok canım
Kokuşmuş düzenin çarkı kırılacak, bilesin

Gel bre, dertli divani yar olalım yarsıza
Bir yerine bin yuh olsun onursuza, arsıza
Duygu, emek sömürene, talancıya, hırsıza
Dur diyecek ulu divan kurulacak, bilesin!”

Koca’nın hastanesi Medipol’ün valeleri, yeşil alanı korumak isteyen vatandaşlara saldırdı

İstanbul‘un Kadıköy ilçesine bağlı Acıbadem‘de, E-5 Metro hattının yanındaki kısıtlı yeşil alanlardan birinin üzerine eski Sağlık Bakanı Fahrettin Koca‘ya ait Medipol Hastanesi’ne otopark yapmak için başlayan inşaata karşı bölge halkının direnişi 214 gündür sürüyor.

İhalesini İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin verdiği, karayollarına ait alanda  ağaçların  sökülmeye başlanması üzerine başlayan nöbete başlayan vatandaşlara, dün hastanenin valesi ve güvenlik görevlileri saldırdı.

Aralarında kadınların ve yaşlıların da bulunduğu; aylardır yaşam alanlarını korumaya çalışan Acıbademliler darp edildi, hakaretlere uğradı. Nöbete katılan bir kadının kolu kırıldı, ameliyata alınmasına karar verildi.

Yeşil NoktaAcıbademliler bir avuç yeşil için nöbette: Bakanın hastanesine otopark için ağaçlar sökülüyor

İmamoğlu’na çağrı

Acıbadem Sakinleri Dayanışması, sosyal medya hesaplarından İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu‘na verdiği sözleri hatırlattı; darp ederek, gözdağı verip tehdit ederek kimsenin kendilerini korkutamayacağını ve yeşil alanlarını korumaktan vazgeçmeyeceklerini duyurdu:

“Hak savunucularını darp edenler hesap verecekler. Çok üzgünüz, öfkeliyiz, vazgeçmeyeceğiz, susmayacağız! Neşe arkadaşımıza geçmiş olsun diyor, bu ülkede şiddete maruz kalan tüm hak savunucularının yanında olduğumuzu bildiriyoruz.

“Kadınlara ve haklarını arayan Acıbadem’lilere saldıran sermayenin ortakları bilsin ki, darp ederek, göz dağı vererek, tehdit ederek korkutamazsınız!

Acıbadem E-5 Metro hattı yanındaki Medipol Hastanesi iyileştirmiyor, insanları darp edip, yaralıyor! İstanbul Belediye Başkanı Sayın Ekrem İmamoğlu göreve gelirken, ‘Hak yemeyeceğiz yedirtmeyeceğiz’ demiştiniz.  Sizin başkanlığınıza yürekten destek veren Acıbademliler Medipol önünde darp edildi.

İBB ve Medipol ortaklığında yaşadığımız bu haksız süreçte İBB’ye halkının yanında olup karayollarına ait yeşil şev alanlarına sahip çıkılması gerekliliğini tekrar hatırlatırız.”

Bafa Gölü, kuraklığın etkisiyle 30 metre çekildi

Ege Bölgesi‘nin en büyük doğal gölü olan Bafa‘da, bu yıl iklim değişikliğine bağlı yağış azalması ve ardından gelen kuraklık nedeniyle sular 30 metre civarında çekildi.

Muğla ile Aydın sınırlarında yer alan ve antik adı “Latmos” olan 8 bin yıllık kaya resimlerinin bulunduğu Beş Parmak Dağları‘nın gölgesindeki Bafa Gölü, doğal güzelliği, biyolojik çeşitliliği ve çevresindeki tarihi kalıntılarıyla uluslararası öneme sahip sulak alanlar arasında yer alıyor.

Havzasında 261 kuş, 22 sürüngen ve 19 memeli türe de ev sahipliği yapan göl, aralarında flamingoların da bulunduğu nesli tehlike altında olan birçok kuş türüne üreme ve kışlama ortamı sağlıyor.

Kurak geçen yaz ve sonbaharda da yeterli yağış almaması nedeniyle suların 70 metreden fazla çekildiği gölün iç kısımlarında halen flamingo ve diğer kuş türlerinin beslendiği görülüyor.

Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi (MSKÜ) İnşaat Mühendisliği Bölümü Su Kaynakları Ana Bilim Dalı Başkanı Doç. Dr. Ceyhun Özçelik, antik çağda Latmos Körfezi olarak anılan Bafa Gölü’nün su seviyesinin, giren ve çıkan akıma bağlı olarak değiştiği bilgisini verdi.

Bafa Gölü’nü besleyen Büyük Menderes’in getirdiği kirleticiler nedeniyle zaman zaman kirlilik yaşandığını belirten Özçelik, “Son yıllarda Bafa Gölü kuraklık nedeniyle oldukça zor dönemler yaşıyor. Bu her yıl gittikçe artıyor. Aslında kuraklık büyük Menderes Havzası’nın tamamında söz konusu. Bölgedeki barajlarda da su seviyeleri gerilemiş durumda.” dedi.

Göle giren suyun azalmasıyla buradaki su seviyesi ve oksijen miktarının da azaldığını vurgulayan Özçelik, bununla birlikte göldeki lokal kirleticilerin olduğu küçük ırmakların ağzında da yoğun kirlenme görüldüğünü kaydetti.

Yeşil NoktaVan Gölü’nden Tuz Gölü’ne 20 sulak alan yok olma tehlikesiyle karşı karşıya
Yeşil Nokta‘Bir damla dahi su alınamaz’ seviyesine inen Eğirdir Gölü’nde vahşi sulamaya devam!
Yeşil Noktaİklim krizi: Van Gölü kuraklık nedeniyle küçülüyor
Yeşil NoktaBitlis’teki gölün 18 yılda kuruma görüntüleri NASA fotoğraflarında…
Yeşil NoktaManisa’daki Marmara Gölü için ’tarım alanı olmasın’ çağrısı
Yeşil NoktaKuraklık: Sapanca Gölü’nde çekilen sular alarm veriyor
Yeşil NoktaKuraklık: İznik Gölü’nde sular yüzlerce metre çekildi
Yeşil NoktaMemleketten kuraklık manzaraları: Bursa

‘Su tahsisi ve su yönetimini havza bazında yapmamız gerekiyor’

Yaşananların göldeki balık türleri başta olmak üzere göçmen kuşlar ve diğer canlı yaşamını da etkilediğine dikkati çeken Özçelik, şöyle konuştu:

“Bizim burada su tahsisi ve su yönetimini havza bazında yapmamız gerekiyor. Bu, sadece gölün kendisi için değil bu bölgenin doğal ve kültürel güzelliklerinin de korunması için oldukça önemli. Yaz aylarında yağış azlığı nedeniyle Büyük Menderes Havzası’nda da ciddi anlamda akış eksikliği söz konusu. Bu noktada sanayi tesisleri ve tarım alanlarından dönen atık sularda konsantrasyon artıyor ve kirlilik yoğunlaşmış oluyor. Bu kirlilik yoğunlaşması ve suyun azalması göle giren suyun miktarını da azaltıyor. Bu nedenle su kaynakları yönetimi, göle giren su bütçesinin ve su kalitesinin kontrol edilmesi ve göl etrafındaki kirleticilerin kontrol altına alınması oldukça önemli.”

Ekim ayıyla kurak dönemin sonuna geldiklerini ve yeni su yılına girdiklerini ifade eden Özçelik, kış yağışlarının gelmesiyle beraber göle giren su miktarında da ciddi anlamda artış yaşanacağını, bu sayede gölün kendisini toparlamasını umduklarını kaydetti.

AB’de ‘vahşi yaşam’: Kurtları önce korudular, şimdi fazla çoğaldılar diye öldürecekler

Avrupa Birliği ülkelerinde yakın zaman kadar nesilleri tükenme riski altında olduğu için korunan kurtların, aşırı çoğaldıkları ve çiftliklere zarar verdikleri” gerekçesiyle koruma statüsünün düşürülmesine karar verildi.

Avrupa Komisyonu’nda kabul edilen teklifle “sıkı koruma” altında olan kurtların statüsü artık sadece “koruma”ya indirecek. Karar, daha fazla çiftçiye tehdit olarak algıladıkları hayvanları öldürme hakkını veriyor. Ayrıca “av kotası” da artırılıyor.

Avrupa’da kurtlar, Nesli Tehlike Altında Olan Yabani Hayvan ve Bitki Türlerinin Uluslararası Ticaretine İlişkin Washington Sözleşmesi, Bern Sözleşmesi ve Doğal Yaşam Alanları ile Yabani Hayvan ve Bitki Örtüsünün Korunmasına İlişkin AB Direktifi ile korunuyor.

Korumaya yönelik yasalara rağmen, çarşamba günü alınan karar öncesinde de bazı Avrupa ülkelerinde kurtlar için “avlanma kotaları” bulunuyor; insanlar tarafından dostça karşılanmayan pek çok kurt, çiftçilerin ve avcıların hedefi oluyordu.

Yeşil NoktaAB Komisyonu ‘ormansızlaşmayı önleme’ yasasını 12 ay erteledi, yeşil gruplar öfkeli

Vahşi yaşam uzmanları, özellikle yoğun nüfuslu Orta Avrupa‘da yaşam alanlarının parçalanması nedeniyle de tehdit altında olan sürülerden ayrılan genç kurtların göç ederken 1000 kilometreye kadar yol kat etmeleri gerektiğine, bu süreçte pek çoğunun araçlar tarafından ezildiğine de dikkat çekiyordu.

Almanya başı çekti

Geçen hafta AB büyükelçilerinin katıldığı bir toplantıda alınan karar, birliğin doğa koruma kurallarının zayıflatılması yönünde girişilecek daha büyük planların küçük bir “ilk adımı” olarak değerlendiriliyor.

Koruma statüsünün düşürülerek hayvanların avlanmasına ve öldürülmesine izin veren teklifin en büyük destekçisi Almanya oldu. Almanya temsilcisi, üye ülkelerin çoğunluğunun teklifin kabul edilmesinde rol oynadı.

Tartışmalı planın yasalaşmadan önce hala aşılması gereken bir dizi engel bulunuyor.

Hak savunucuları: Von der Leyen için ‘kişisel bir zafer’

Çiftçiler ve muhafazakar siyasetçiler genel olarak planı desteklerken, çevre ve hayvan koruma grupları ile  birçok bilim insanı karşı çıkıyor. Uzmanlara göre, sıkı koruma statüsüne rağmen, kurtlar yedi Avrupa biyocoğrafi bölgesinin altısında olumsuz koşullar altında.

Koruma grupları, hak savunucuları ve STK’ler karar sonrası yaptıkları açıklamada, AB ülkelerini “bilimsel kanıtları görmezden geldikleri” için, Komisyon Başkanı Ursula von der Leyen‘i ise “kurtlardan kişisel intikamını almak ve çiftçi seçmenlerini memnun etmek için siyasi gücünü kullanmasına olanak sağlayan kişisel motivasyonlu kararları onaylamakla” suçladı.

Kararı güçlü bir şekilde destekleyen von der Leyen’in midillisi Dolly, 2022 yılında bir kurt tarafından öldürülmüştü.

Komisyon içinde karara karşı çıkanlar arasında ılımlı siyasi duruşuyla bilinen Slovak Parlamenter Michal Wiezik de bulunuyor. Sosyal medya hesabından bunun kurtların uzun vadede korunmasını tehdit eden “yanlış yönde atılmış yanlış bir adım” olduğunu yazan . Wiezik, Yeşiller, Sol ve merkez sol Sosyalistler ile  Demokratlar gruplarından milletvekilleriyle birlikte Çarşamba günkü oylamanın ardından von der Leyen’e bir mektup yazarak önerisini yeniden gözden geçirmesini ve bunun yerine çiftlik hayvanlarını korumak için daha insani önlemleri desteklemesini talep etti.

Yeşiller ‘meşru ve gerekli’ buldu, çiftçiler ve avcılar memnun

Alman Yeşiller Partisi üyesi Alman Federal Çevre Bakanı Steffi Lemke, oylamanın ardından kararın doğa koruma perspektifinden bakıldığında meşru ve hayvancılıkla uğraşan çiftçiler açısından da gerekli olduğunu öne sürdü: “Bugün bu kararı verebilmemiz doğa koruma açısından bir başarıdır. Bu,  çiftçilerin ihtiyaçlarına ‘pragmatik’ bir yanıt niteliğindedir.”

Lemke, Almanya’nın merkez sol koalisyon hükümetinin başlangıçta teklife şüpheyle yaklaşsa da son dakikada aldığı destek kararının katı koşullar içerdiğini söyledi.

“AB Komisyonu ile yaptığımız görüşmelerde, koruma statüsünün düşürülmesinden diğer türlerin etkilenmemesini başarılı bir şekilde sağladık” diyen Lemke, statü düşürmenin ulusal makamlara daha fazla esneklik sağlayacağını, ancak “bunun kuralsız avlanma için bir serbest geçiş olmadığını” belirtti: “Kurt korunan bir türdür ve öyle kalmaya devam edecektir ve hedef kurtların iyi korunma statüsüdür.”

AB tarım lobisi Copa-Cogeca, AB kurumlarının kurt saldırıların sonuçlarıyla uğraşmak zorunda kalmayanların baskılarına rağmen çiftçilerin ve kırsal kesimde yaşayanların ihtiyaçlarına kulak vermesinden “memnuniyet duyduğunu” duyurdu.

Avrupa Avcılar Federasyonu da karardan memnun. Federasyon AB ülkelerinin kararının “gerilimi azaltacak birlikte yaşama araçlarına kapı açtığını” söyledi.

2021 yılı itibariyle kurtların yaşadıkları bölgeler (yeşil) ve kurt popülasyonu sayıları. Kaynak: Euronatur

Avrupa genelinde yaşayan yaklaşık 20,000 kurdun her yıl koyun ve keçi olmak üzere en az 65,000 hayvanın ölümünden sorumlu olduğu düşünülüyor. Bu rakam AB’nin toplam koyun nüfusunun -yaklaşık 86 milyon- sadece binde 65’i.

Euro Group For Animals’ın daha önce yayımladığı verilere göre de 2012 ile 2016 yılları arasında, kurt saldırısı nedeniyle ölen koyun sayısı, kışlayan koyun popülasyonunun binde 5’ine karşılık geliyor. Kurt sayısının en çok arttığı Almanya’da ise önleyici tedbirler sayesinde 2021 yılında öldürülen veya yaralanan çiftlik hayvanı sayısı yüzde 15 oranında azaldı.

Sırada ayılar var

Kurtlar bir zamanlar tüm Avrupa’da yaygın bir şekilde yaşıyordu. Ancak, özellikle Batı ve Orta Avrupa‘da olmak üzere, orijinal yayılış alanının büyük bir bölümü insanlar tarafından yok edildi. Koruma çabaları ve avlanma yasağı sayesinde İtalya, Polonya ve Hırvatistan gibi bazı Avrupa ülkelerinde kurtlar yeniden üremeye ve çoğalmaya başladı. Almanya’da ise ancak 1990’ların sonundan bu yana hayvanlar yaşam alanları bulabildi.

Avrupa Komisyon sözcüsü Adalbert Jahnz, değişikliğin “sadece ve sadece kurtları” ilgilendirdiğini ve diğer türleri etkilemeyeceğini söyledi.

Ancak Avrupa’da bazı hükümetler gözlerini çoktan başka hayvanlara dikmiş durumda. Örneğin Slovakya ve Romanya şimdi ayıları hedef alıyor.

Slovakya’nın boz ayı müdahale ekiplerinin başındaki Jaroslav Slastan, geçen martta “Eğer bir ayı bir insana bir kez saldırırsa, deneyimlerimiz bunu tekrar yapacağını gösteriyor. Bu yüzden ayı bulunur bulunmaz derhal öldürülecektir”  demişti.

Slovakya’da yaşanan ayı saldırılarını kendi politikalarına alet eden Slovakya Ulusal Partisi ve aşırı sağcılar, kutuplaştırıcı ve hayvan düşmanı söylemlerle AB karşıtı aşırı milliyetçi duygular üzerinden kendi siyasi pozisyonlarını güçlendirmeye çalışıyor. Bu gruplar, Avrupa Birliği’nin “boz ayının koruma statüsü” konusundaki ısrarlarının ülkelerindeki insanların ve çocuklarının “hayatlarıyla kesinlikle ilgilenmediklerini” gösterdiğini öne sürüyor.

Romanya’da ise geçen temmuzda bir ayı saldırısı nedeniyle 19 yaşında bir genç kadının ölmesi üzerine 15 Temmuz’da acil bir oturumda bir araya gelen milletvekilleri, 214 lehte ve sadece 7 aleyhte oyla, bu yıl 481, önümüzdeki iki yıl içinde de 962 ayının öldürülmesi yönünde oy kullandı. Romanya Parlamentosu’nda bu oylama tartışılırken söz alan Romanya Çevre Bakanı Mircea Fechet “Bu yasa yeterli değil. 8 bin ayıdan 500’ünü vurmak sorunlarımızı çözmeyebilir” diyerek önerilen katliamın yeterince ileri gitmediğini öne sürdü.

 

Kazdağları’nda vahşi madenciliğe karşı miting çağrısı

Kazdağları Ekoloji Platformu ile Ege ve Marmara Çevreci Belediyeler Birliği tarafından, 5 Ekim 2024 Cumartesi günü Çanakkale’de “Vahşi Madenciliğe Hayır” mitingi gerçekleştirilecek

Tertip Komitesi, dün Çanakkale İskele Meydanı’ndaki basın açıklamasında miting hakkında bilgi verdi; amacını ve yaklaşımını içeren deklarasyonu duyurdu.

Kazdağları Ekoloji Platformu sözcülerinden Füsun Kayra‘nın dile getirdiği deklarasyonda, yeryüzünü, dağları, dereleri, ovaları, su havzalarını, ormanları, tarım alanlarını ve meraları; yerel halkın yaşam alanlarını, köylerini, kasabalarını; tüm ekosistemde yaşayan diğer canlı türlerinin evini birer ekoyıkım suç mahalline çeviren şirketlerin ve iktidarların karşısında isyanın büyütüldüğü vurgulandı:

“İklim krizinin gezegenimizi sürüklediği yok oluşun bir sistem sorunu olduğunu biliyoruz. Ancak ne yazık ki krizin ekoloji politik bağlamda etkin siyasetin gündemine yerleşemediğini de görüyoruz. Sömürgeci sistem, insanı merkeze alıyor ve doğayı insan için tüketilebilir kaynaklar bütünü olarak görüyor; oysa yeryüzü üzerindeki tüm canlı ve cansız varlıklarla yaşamsal bir ağ. Bu ağı bir arada tutmak ancak herkese yaşam hakkı tanımakla yani adil, eşitlikçi ve ekolojik bir sistemle mümkün.”

Doğayı yaşayan bir sistem olarak görmeyen kapitalizmin gezegen üzerindeki tahakkümünü artırdığına, sermayenin yeryüzüne karşı giriştiği bu saldırgan ve vahşi sömürünün sonucunda, aşırı iklim olayları ile karşı karşıya kalındığına dikkat çekilen deklarasyonda, “Kapitalist sermaye, doğaya kendi vahşiliğini atfederek, “Vahşi Doğa” diyor. Ancak biz “Vahşi Madencilik” derken, “vahşi” kelimesini doğayı ötekileştiren insan merkezci argümandan değil, yeni kıtalara yönelik işgalci, yağmacı, sömürgeci, doğa üzerinde tahakküm kuran hegemonyadan doğru kullanıyoruz” denildi.

‘Kazdağları yüzlerce talan projesiyle yıkıma uğratılıyor’

Deklarasyonda Kazdağları’na yönelik doğa saldırısına ilişkin bilgi verildi:

“Biga yarımadası, Edremit’ten Bandırma’ya kadar uzanan bir ekosistem. Kazdağları ve çevresi de bu ekosistemin önemli bir parçası. 1.697.062 hektar olan Kazdağları, doğal sit alanları, gen koruma alanları, milli parklar, kent ormanları, tabiat parkı ile yaban hayatı için de çok önemli bir alan.

Ne yazık ki Maden ve Petrol İşleri Genel Müdürlüğü’nden alınan verilere göre bu alanın %79’u ruhsatlandırılmış durumda. Bunun da %41’i aktif ruhsatlı alan. Bu yoğunlukta madencilik faaliyeti tüm ekosistemi, sosyal, kültürel ve ekonomik yapıyı tehdit ediyor. Bir dünya mirası olan Kazdağları 72 si endemik, 1400’ün üzerinde bitki türünün ve sayısız hayvanın yuvası. Avrupa ve Asya kıtaları için inanılmaz büyük bir biyoçeşitlilik göz göre göre feda ediliyor. Kazdağları 1600’den fazla ruhsat ile 90 civarında yerli ve yabancı şirketin talanına açık hale getiriliyor.

Bugün Bayramiç, Çan, Lapseki, Ayvacık ve Yenice metalik madencilik nedeniyle etkileri yüzlerce yıl sürecek bir doğal yıkım tehdidiyle karşı karşıya.

Uşak Kışladağ, Kütahya, Bergama, Giresun, Ayvalık, Artvin Murgul ve Erzincan İliç’te yaşanan kazalarda vahşi madenciliğin neden olduğu doğa ve insan kıyımları yaşanmışken Kazdağları’nda böylesi felaketlere geçit vermeyeceğiz.

Madencilik projeleri dışında termik, jeotermal, yanlış yerlere yapılan rüzgâr enerji santralleri gibi çeşitli enerji projeleri ile de binlerce dönüm toprağımız kaybediliyor, yüzbinlerce ağacımız katlediliyor. Sözde ekoturizm projeleri ile kırsal alan talan ediliyor. Dağlarımız paramparça! Yabanıl hayat yok oluyor. Yüzlerce yıllık zeytin ağaçlarımız kesiliyor. Suyumuz tükenme noktasında. Ne için? Yerli ve yabancı şirketlerin, iktidarla işbirliği yaparak, kurumları etkisizleştirerek, hukuku hiçe sayarak kendi rant ekonomilerini büyütmek istedikleri için.

Yurdun dört bir yanında, denetlenmeyen, işçi sağlığı ve güvenliğini hiçe sayan binlerce maden işletiliyor atık havuzları, onlarca metre yükseklikte pasa dağları, siyanürlü, sülfürik asitli liç alanları, fay hattı üzerinde kurulu maden sahaları çevresindeki doğa ve yaşam alanlarını tehdit ediyor. Milyonlarca metreküp suyumuza el koyan maden şirketleri aşırı kuraklıktan elimizde kalan son su kaynaklarımıza da göz dikiyor.

Vahşi madenciliğin geri dönüşsüz bir doğa yıkımı olduğunu biliyoruz. Rehabilite edilmesi imkânsız alanlar olarak terk edildiğinde yüzlerce yıl zehir saçmaya devam ettiğini de. Balıkesir Balya’da neredeyse 100 yıldır atıl halde bulunan atık barajı halen çevresine siyanür ve ağır metaller saçıyor.”

Vahşi madenciliğe karşı ilk geniş katılımlı miting

Aktivistler, bölgenin ve ülkenin gıda güvenliği için büyük öneme sahip olan ve yıllar boyu gelir ve istihdam sağlayan tarım ve hayvancılığı bitirecek olan, en fazla 8-10 senelik geçici istihdam yaratan kirli, vahşi madencilikte ısrar etmenin, yoksulu daha da yoksul, varsılı daha da varsıl yapan ve riski halka yıkan bu politikaların kimlere, hangi sisteme ve sermayeye hizmet ettiğinin farkında olduklarını da belirtti:

“Teck Cominco, Pilot Gold, Fronteer, Alamos, SSR Mining, Eldorado Gold, Liberty Gold, Stratex, Centerra gibi çokuluslu şirketler ile Cengiz Holding, Nurol Holding, Eczacıbaşı, Koç Holding, Zorlu, Tüprag, Ciner Grup, Koza, Bahar Madencilik, CVK gibi yerli şirketler, siyasi iktidar ile işbirliği yaparak, Avrupa Yatırım ve Kalkınma Bankası (EBRD) ve benzeri diğer banka ve finans kuruluşları tarafından kredilendirilerek ülkemizin dağlarında, ovalarında, ormanlarında hak sahibi oluyor.

Birinci derece deprem bölgesinde bulunan Çanakkale ve Balıkesir illerimizin Bayramiç, Çan, Lapseki, Ayvacık, Yenice, Balya, Havran, İvrindi, Burhaniye, Ayvalık, Sındırgı, Dursunbey gibi pek çok ilçesinde sürdürülmek istenen, ekolojik yıkımlara yol açan, başta altın olmak üzere, kurşun, bakır, gümüş gibi metalik madencilik projelerine karşı bölgede yıllardır sürdürdüğümüz aktif alan savunması ve hukuki mücadele ile önleri kesilen şirketler, faaliyetlerini sürdürebilmek için her yolu deniyor. Yasaların yönetmeliklerin ardından dolanarak yol almaya çalışan şirketler, diğer yandan da doğa hakkı mücadelesi veren hak savunucularını, itibarsızlaştırmaya çalışarak, iftiralarla, suç duyuruları ve tazminat davaları ile yıldırmaya çalışıyor.

Bugün Cengiz Holding’e ait Truva Bakır Madencilik‘in Bayramiç ve Çan sınırları içinde kalan Halilağa Bakır Madeni projesinde 1 milyona yakın ağacın üzerlerine çarpı işareti atılarak işaretlendiği, gövdelerinde çentiklenmek suretiyle izler bırakıldığı bir ormanlık alanda, korku ve endişe ile her an kesilmeyi bekleyen o ağaçlara sarılmaya mecburuz. Lapseki’de Nurol Holding’e ait TÜMAD’ın yok etmeyi hedeflediği her ağacı tek tek savunmaya mecburuz. O ağaçların içinde olduğu ormanlarla çevrili köylerimizde yaşayan köylülerimizin, evlerini, geçim kaynaklarını, sularını, topraklarını kaybetme kaygısını içimizde hissetmeye mecburuz.

 

En son Erzincan İliç’te sonuçları yüzyıllar sürecek Çernobil etkisinde bir ekoyıkım yaşanmış, 9 işçimiz vahşi madenciliğe kurban edilmişken, tüm ülkede yükselen madencilik karşıtı sesi meydanlara, şehir merkezlerine taşımak, geniş halk kitlelerinin dikkatini vahşi madenciliğe çekmek ve vahşi madenciliğe son verilmesini sağlamak tek amacımız.

“Kazdağları’nda Vahşi Madenciliğe Hayır” mitingi bu amaç ile yola çıkılmış ilk geniş katılımlı mitingdir. Çanakkale’den başlayıp tüm madencilik tehdidi altındaki şehirlerimizde de devamı gelecektir.

Çanakkale halkının daha önce de sahip çıktığı Kazdağları’na yeniden sahip çıkacağını, köylerimizin, köylülerimizin yanında duracağını, bu doğa katliamının karşısında duracağını biliyoruz.

Ülkemizin her yerini kuşatan vahşi madenciliğe karşı Çanakkale’den, Kazdağları’ndan sesimizi yükseltiyoruz, bu ses ülkenin dört bir yanından duyulsun, çoğalsın ve yankılansın istiyoruz.”

 

Basın açıklaması, “Havama, Suyuma, Toprağıma Dokunma”, “Vahşi Madenciliğe Hayır” sloganları ile son buldu.