Gün geçmiyor ki yeni bir yerin kazılacağını, doğal kaynakların talan edilerek su varlıklarının, çevre ve canlı yaşamının gözden çıkarıldığını duymayalım! Çanakkale’de Kazdağları, Kütahya’da Murat Dağı’nın etekleri, Fatsa’da Bahçeler, Artvin’de Cerattepe yerin altındakinin üstündekinden daha değerli varsayılmasıyla madenciliğe açılan dolayısıyla toplumsal muhalefetin kabardığı yerlerden. Oysa bugün bile deneyimlediğimiz aşırı hava olayları, sel ve kuraklık gibi afetler sıklaşarak kısa zamanda günlük yaşamın bir parçası olacak ve biz “hep daha fazlasını iste!” noktasından “elindekini koru!” safhasına zorunlu geçiş yapacağız. Bu nedenle madenciliği de iklim krizi ile birlikte düşünmek önemli.
Kazdağları’nın son hali
En son geçen hafta Kazdağlarında yurttaşların yaklaşık on yıldır kurulmasına karşı mücadele verdiği altın madeni projesiyle ilgili olarak teyakkuza geçildi, kampanyalar yapıldı. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın bu yıl mart ayında projeye Çevre Etki değerlendirme (ÇED) onayını vermesi üzerine Çanakkale’nin Kirazlı Köyü’ne yapılması planlanan Siyanürlü Altın Madeni Projesi ile ilgili çalışmalara başlayan firmanın, onay kapsamında izin verilenin 4 katına çıkarak 195 bin ağacı kesmiş olması sabırları taşırdı. Proje gereği 20 bin ton siyanür kullanımına maruz kalacak olan Kazdağları’nın meşe, çam ormanları ile birlikte dünyada sadece Türkiye’de yaşayan 7 bitki türünün yaşam alanı olması da ağaç kesiminin yanında sorunun çok önemli bir boyutu. Zira siyanürle birlikte açığa çıkacak olan arsenik gibi ağır metaller Kazdağları’ndaki dereleri, yer altı sularını, tarım alanlarını zehirleyen kirlilikle; ormanları ve nadir bitkileri de yok olma tehlikesi ile karşı karşıya bırakacak. Ayrıca maden sahası 180 bin nüfuslu Çanakkale şehrinin içme suyunu sağlayan Atikhisar barajına komşu olduğu için bu zehirli maddelerin şehrin şebeke suyuna karışma riski de bulunmakta. Kaldı ki iklim değişikliğine bağlı sel, deprem gibi afet olayları meydana gelirse tolere edilmesi mümkün olmayan büyük ölçekli sonuçlarla karşılaşılabilir. Kazdağları’nda altın arama projesine dur demek için başlatılan kampanyaya imzanızla destek olabilirsiniz.
Maalesef Kazdağları örneği tek değil. Kütahya’nın Gediz ilçesine bağlı Karaağaç Köyü’nde de bir altın gümüş madeni kurulması için 8 Mayıs’ta ÇED onayı verilmiş bulunmakta. Madenin faaliyet göstermesi planlanan Murat Dağı eteklerinin 25 endemik bitki türü, hayvan türlerinin çeşitliliği ve ender bulunan yaban hayat ögeleriyle birlikte sulak alanlarına ev sahipliği yapması önemli bir doğa alanın altın uğruna gözden çıkarılacağının işareti. Uzmanlara göre proje için ağaçların kesilmesiyle toprağın erozyona uğraması ve bölgede heyelanların oluşması da kuvvetli ihtimal. Murat Dağı, Ege’nin en büyük iki akarsuyu olan Büyük Menderes ve Gediz nehirleriyle Karadeniz’e dökülen Porsuk Çayı ve Sakarya Nehri’nin kaynağı olduğu için siyanür kullanımı nedeniyle açığa çıkacak olan zehirli maddelerin şehrin su kaynaklarına karışması yine önemli bir risk.
Fatsa ve Artvin de altın-gümüş madeni projeleri nedeniyle yıllardır adını bu risklerle duyurmakta. Yine Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın internet sayfasında altın-gümüş çıkartıldığı belirtilen Bergama, Manisa, Uşak, Gümüşhane, Eskişehir ve Erzincan da maden şirketlerinin ele geçirerek toprak, hava, su varlıklarını kirlettiği canlı cansız çevre açısından kıyam gerçekleştirdiği yerlerden. Oysa dünya genelinde iklim krizi konusunda hükümetler düzeyinde de bir farkındalık gelişirken, yalnızca altın madenciliğinden de değil uranyumdan kömüre, altına, gümüşe kadar her tür yer altı kaynağının çıkarılması adına yürütülen operasyonlardan vazgeçilmesi gerekiyor. Zira madencilik çok yoğun enerji kullanılmasını gerektiren, karbon salımına neden olduğu için iklim krizini derinleştiren ve gerek çıkartılan madenin doğası, gerekse maden ayrıştırılırken kullanılan zehirli kimyasallar nedeniyle iklim krizi şartlarında kıymeti artacak su varlıklarını zehirleme potansiyeli de bulunduğu için terk edilmesi gereken bir sektör.
Bu yıl Birleşmiş Milletler (BM) tarafından gerçekleştirilmiş olan Küresel Kaynaklara Bakış 2019 adlı araştırma (Global Resources Outlook 2019) dünya genelinde karbon emisyonlarının yarısının maden ve fosil yakıt, ham maddelerinin yerin altından çıkarılma faaliyetinden kaynaklandığını ortaya koymakta. Buna göre sondajlar, açılan kuyular, çıkarılan maddelerin işlenmesi, sevkiyatı ve atıklarının neden olduğu sorunlar açısından sistemik reformların yapılması iklim krizi açısından elzem olmalı. Her ne kadar “sistemik reform” ifadesi neoliberal kimliğiyle sakil kalsa da bu raporun her tür madencilik faaliyetinin dünya genelinde karbon emisyonlarının %53’üne neden olduğunu teslim etmesi önemli. Yine raporun ortaya koyduğu diğer bir gerçek, geçen 50 yıl içinde dünya nüfusu ikiye katlanmışken küresel çapta yer altından çıkarılan maden ve fosil yakıt miktarının 1970’lerde 27 milyar tondan 2017 yılında 92 milyar tona yani yaklaşık 4 katına çıktığını ortaya koyması. Bununla beraber yer altı kaynaklarına yönelik kişi 1970’lerde o dönemin nüfusuna göre kişi başı yıllık 7 ton olurken 2017’lerde kişi başı 12 tona çıkmış buluyor.
BM raporunu incelerken kurumsal riskler üzerine çalışmış eski bir beyaz yakalı olarak maden şirketlerinin gelecek riskleri nasıl değerlendirmiş olduğu sorusu aklıma geldi. Avrupa Birliği tarafından 2016-2018 yılları arsındaki verilerle hazırlanarak yayımlanan Madencilik raporu (MARCO)’daki uyarılar genel bir internet aramasıyla karşıma çıkan maden şirketlerine iklim riskleri danışmanlığı hizmetlerinin neden verildiğini de açıklıyordu. Nitekim raporda iklim riskleri verimlilikteki düşüşlerin ötesinde gerek maden alanı gerekse çevre açısından kirliliğe yol açabileceği belirtilmekte ve işletme yönetimi açısından ciddi ve hesaplanmayan maliyetlerin oluşabileceğine hatta, sel suyunun maden sahasını basması zehirlenmelerle beraber çalışma yaşamının sekteye uğramasına yol açabileceğine dikkat çekilmekte.
Bununla beraber şirketler açısından iklim değişikliğine dair en büyük risk faktörünün hükümetlerin karbon emisyonlarını azaltmaya dönük politikası olduğunu söylemeliyim. Zira Queensland Üniversitesi tarafından yapılan iklim değişikliği şartlarında madencilik sektörünü yurt dışı imkanlar açısından değerlendiren bir araştırma maden şirketlerine farklı ülkelerin iklim değişikliği politikasına göre operasyonlarını gerçekleştirmesi yönünde tavsiyeler vermekte diğer bir deyişle uygun şartların küresel çapta aranması için madencilikte kolonyalizmi önermekte! Kuşkusuz Paris anlaşmasını imzalamış ama onaylamamış bir Türkiye küresel maden şirketleri için birbirinden cazip fırsatlar sunuyor, kaldı ki yabancısının gelmesine gerek olmadan yerli şirketler de doğa varlıklarının, yaşam alanlarının cellatlığına soyunmuş durumda.
Murat Dağı’ndaki kartalın, Kazdağları’ndaki ceylanın içtiği suda siyanür olması ihtimalinde, çocuklarımızın içtiği suda siyanür olması ihtimali gizli. Tek çare hükümetlerin iklim krizini ciddiye alarak samimi politika üretmesinde. Ancak kömürlü termik santrallerinin filtresiz çalıştırılmasına, yeni termik santrallerin kurulmasına göz yuman hükümetlerin toplumsal muhalefet eliyle küresel iklim değişikliği politikalarına uymaya zorlanması yerin altındakini yerin altında bırakmak dahil bir çok sorunun ortak anahtarı gibi görünüyor.
Donald Trump’ın dünyanın dört bir yanındaki ideolojik kuzenleri son yıllarda elde edilen feminist kazanımları geri almak istiyor.
Amerikalılar bugünlerde yurtdışına baktıkları heryerde Donal Trump’ı görüyorlar: Yeni başkan Jair Bolsonaro’nun işkenceyi desteklediği, Paris iklim değişikliği anlaşmasından çekilmekle tehdit ettiği ve ülkesinin askeri yönetim altında daha iyi yönetildiğini ileri sürdüğü Brezilya’da. Başkan Rodrigo Duterte’nin sözümona binlerce uyuşturucu satıcısının yargısız infazına tanıklık ettiği ve ülke çapında sıkıyönetim uygulama tehditinde bulunduğu Filipinler’de. Başbakan Viktor Orbán’ın özgür basını susturduğu, yakınlarını zengin ettiği ve mülteci korkusunu ve nefretini beslediği Macaristan’da. Hukuk ve Adalet Partisi’nin yüksek mahkemenin bağımsızlığının altını oyduğu Polonya’da. Ve hatta liderlerinin mültecileri şeytanlaştırdığı, Avrupa Birliği’ni haksız yere eleştirdiği ve Steve Bannon ile takıldığı İtalya’da.
Fakat küresel Trumpizm incelendikçe, Birleşik Devletler’deki gündeme hakim olan olay örgülerine bir o kadar meydan okuyor. Yorumculardan 2016’dan bu yana Amerikan siyasetini sarsan depremi açıklamalarını isteyin, muhtemelen size şu iki şeyden birini söyleyeceklerdir. Birincisi, bunun küreselleşme ile kariyer yapma şansı kalmamış işçi sınıfının öfke çığlığı olması. Ikincisi ise, iktidarlarını mülteciler ile ırksal ve dinsel azınlıklara kaptırmaktan korkan beyaz Hrıstiyanların güçlü tepkisi.
Fakat bu teoriler aktif dolaşımda değil. Toplumsal gerileme? Anne Applebaum’un birkaç ay önce bu dergide dikkat çektiği gibi, “Polonya’nın ekonomisi, son yirmibeş yıldır Avrupa’daki istikrarlı biçimde en başarılı ekonomi haline gelmiştir. 2008’deki küresel finansal çöküşten sonra bile, ülkede durgunluk görülmedi.” Duterte’nin 2016 yılındaki şaşırtıcı zaferine yol açan yıllarda, Filipinliler akademisyen Nichola Curato’nun deyişiyle “görülmedik bir ekonomik büyüme” yaşadı. Irksal-ve-dinsel-tepki teorisi de birçok şeyi açıklamıyor. Göçmenliğin Duterte’nin ya da Bolsonaro’nun yükselişindeki rolü yok denecek kadar azdı. Geçmişinde siyahi-karşıtı ifadeleri olmasına karşın, seçim öncesi anketler Bolsonaro’nun siyahi ve melez Brezilyalılar arasında önde gittiğini gösterdi. Duterte’nin cazibesinde ise ırkçılık çok daha az merkezdeydi.
Amerikan kaynaklı her iki hikaye örgüsünün sorunu, otoriter milliyetçiliğin farklı yelpazedeki ülkelerde yükselişe geçmesidir. Bu ülkerin bir kısmı durgunluğa batmıştır; bazıları ise gelişmektedir. Bazıları göç korkusuyla çılgına dönmüş; bazıları ise dönmemiştir. Fakat dünya genelinde iktidarı ele geçiren sağ-kanattan otokratların, liberal demokrasiye düşmanlıklarının yanı sıra, ABD’de genellikle farkedilmeyen büyük bir ortak özellikleri daha var: Hepsi de kadınları boyundurukları altına almayı istiyorlar.
Texas A&M’de siyaset bilimci olan Valerie M. Hudson, küresel Trumpizm’i anlamak için insanlık tarihinin büyük kısmında liderlerin ve erkek tebaalarının uydurdukları toplumsal sözleşmeyi hatırlamanın yaşamsal olduğunu ileri sürüyor: “Erkekler, bütün erkeklerin kadınlara hükmetmesi karşılığında diğer erkekler tarafından yönetilmeye razı oldular.” Bu politik hiyerarşi, eve özgü hiyerarşiyi yansıttığı için doğal göründü – yetişkinlerin çocuklara hükmetmesi kadar doğal. Bu yüzden, binyıldır erkekler ve kadınların büyük bir kısmı eril tahakkümü politik meşrutiyetle ilişkilendirdi. Kadınların güçlenmesi ise bu düzeni bozuyor. Yahudi İncili’nde Yeşeya, “Gençler Halkıma zulmediyor, kadınlar da onlara hükmediyor,” diye yakınır. “Ey Halkım, liderleriniz sizi yanlış yola sürüklüyor.”
Eril tahakkümün politik meşruiyetle bağı son derece sıkı olduğu için çoğu devrimci ya da karşı-devrimci devirmek istedikleri rejimi gözden düşürmek için kadınların gücü heyulasını kullanmıştır. İktidara geldiklerindeyse kadınların haklarını azaltarak otoritelerini sağlamlaştırırlar. 1995 tarihli makalelerinde, University of Denver’dan Arthur Gilbert ile James Cole Fransız devrimcilerin Marie Antoinette’i eski rejimin ahlaksızlığının bir sembolü haline getirdiklerini, İranlı devrimcilerin de aynısını şahın “peçesiz ve güçlü” kızkardeşi Prenses Ashraf’e yaptıklarını gösterdi. Monarşiyi devirmelerinin ardından, Fransız devrimciler kadınların uzman öğretim konumlarına gelmelerini ve miras yoluyla mal sahibi olmalarını yasakladı. Ali Hamaney (Ayatollah Khamenei) kadınların radyoda konuşmasını ya da halka açık yerlerde peçesiz görünmesini suç haline getirdi.
Arap Baharı devrimlerinin bir kısmı da benzer bir süreçten geçti. Valerie Hudson ile Patricia Leidl TheHillary Doctrine (Hillary Öğretisi) adlı kitaplarında, Müslüman Kardeşler lideri Muhammed Mursi Mısır’da kıdemli diktatör Hüsni Mübarek’in yerine geçtiğinde, Mursi’nin derhal kadınlara meclis koltuğu garantisi veren kotayı kaldıracağını, kadın sünneti yasağını bozacağını ve kadınların istismarcı kocalarından boşanmalarını zorlaştıracağını ilan etmesine dikkat çektiler. Muammer Kaddafi’nin zorla yerinden edilmesinin ardından Libya’nın yeni hükümetinin yürürlükten kaldırdığı ilk yasa, çok eşle evliliği yasaklayan bir yasaydı.
Trump, Bolsonaro, Duterte, Orbán ve diğerleri devrimci değildir. Fakat onlar da bir siyasi düzeni gözden düşürmek ve diğerini geçerli kılmak için toplumsal cinsiyeti kullanıyorlar. Her biri kendilerinden önce gelen rejimi gayrımeşru olarak tanımlıyor: Trump, Barack Obama’nın Birleşik Devletler’de doğmadığını ve bu yüzden de Anayasa’ya göre başkan olmak için gereken niteliklileri taşımadığını iddia etmişti. Bolsonaro ve Duterte önceki hükümetleri kabul edilemez düzeyde suça göz yummakla suçladı. Polonya’nın Hukuk ve Adalet Partisi seleflerinin Rusya ile Avrupa Birliği’ne minnettar olduklarını ileri sürdü.
Bu örneklerin herbirinde, Trump ile onun ideolojik kuzenleri seleflerinin gayrımeşruluğunu kadınların gücüne bağladılar. Herbir örnekte, kadınları lekeleme ve tabi kılma çabaları tepeteklak gelen ulusun sağ tarafa döndürüldüğü inancını – yandaşları için – pekiştirdi.
Trump için bunun nasıl işe yaradığını görmek kolay. Hillary Clinton’ı – büyük bir parti tarafından başkan olarak aday gösterilen ilk kadın – Amerika’nın yozlaşmış politik sisteminin simgesi haline getirdi. Fakat makul biçimde, Amerika’yı yozlaşan finansal çıkarlardan temizlemeyi vaat etmek yerine, taraftarlarına – ki çoğu anketörlere Amerika’nın “haddinden fazla yumuşadığını ve feminenleştiğini” söylemişti – belli bir kötü kadının yolsuzluğundan temizlenmiş bir hükümet sözü verdi.
Trump mitinglerinin dışında, seyyar satıcılar Trump’ı müstehcen biçimde poz veren Clinton’ın üzerine doğru eğilmiş üstü çıplak bir boksör olarak gösteren tişörtler satıyorlardı. Bir rozetin üzerinde TRUMP. 2016 SONUNDA TAŞAKLI BİRİ yazıyordu. Bir başkasında ise: AMCIK OLMA. 2016’DA TRUMP’A OY VER. Miting alanlarının içinde kalabalıklar, Trump’ın başlıca erkek rakiplerine asla yöneltilmeyen bir alayla, “Onu içeri tık” diye bağırışıyorlardı. Trump defalarca kendisine siyaseten meydan okuyan kadınlara – Fox News’den Megyn Kelly, rakip başkan adayı Carly Fiorina, MSNBC’den Mika Brzezinski, Demokrat Senatör Elizabeth Warren – çirkin diyerek karşılık verdi. Clinton ile ikinci münazarasının ardından, “önümden gitti” ve “inanın ama hiç etkilenmedim” demişti. Kastedilen açıktı: Bir kadın ne denli yükselirse yükselsin, nihayetinde değeri erkekler tarafından belirlenen bir bedendir sadece.
Hovarda geçmişi düşünüldüğünde, eleştirmenler zaman zaman Trump’ın Hrıstiyan sağ ile ittifakını tutarsız olarak tanımlıyorlar. Fakat erkeklerin uygun davranışı sözkonusu olduğunda aralarındaki farklılıklar ne olursa olsun, Trump ile evanjelik destekçilerini biraraya getiren ortak arzu, kadınların davranışlarını sınırlama arzusudur. Bu ittifak, Brett Kavanaugh’un Yüksek Mahkeme onay soruşturmaları sırasında, Cumhuriyetçilerin Kavanaugh’yu cinsel saldırıyla suçlayan Christine Blasey Ford için açık duruşma düzenleyerek sözümona Senato’nun itibarını iki paralık ettikleri gerekçesiyle Demokrat Temsilciler Meclisi’ne öfke kustuğunda tahsis edildi. Bir diğer mitingte, Trump Kaliforniya Senatörü Dianne Feinstein’ı hedef alarak ona “bir başka fıstık” diyerek seslendiği sırada kalabalık “İçeri tık onu” şeklinde tezahürat yapmaya başladı.
Brezilyalılar, Filipinliler, Macarlar, İtalyanlar ve Polonyalılar için bu tablo oldukça tanıdık geliyor olmalı. Ekonomik çöküşün (2016’da Brezilya ekonomisi yüzde üçten fazla küçülmüştü), siyasi skandalların (halefinin görevi kötüye kullanmakla suçlanarak görevden alınmasını takiben bir önceki başkanın hapse girmesi) ve suçların giderek dört bir yana yayılması (2017 yılında Brezilya’da Birleşik Devletler ile Avrupa’nın toplamının iki katına yakın nerdeyse 64,000 cinayet işlendi) ile gelişen koşullarda 2018 yılında başkanlığa adaylığını koyan Bolsonaro ülkesini sözümona eski anlı şanlı günlerine geri döndürmeye söz verdi. “40, 50 yıl önce sahip olduğumuza benzer bir Brezilya istiyoruz,” diye belirtti – oysa ki 40, 50 yıl önce Brezilya askeri bir diktatörlüktü.
Trump gibi, Bolsanoro da bu karşıdevrimi haddini aşan kadınlara yönelik bir karşı devrime bağlıyordu. Meclis üyesi olarak Brezilya’nın ilk kadın başkanı Dilma Rousseff’i – 1970’li yılların başında Brezilya’nın askeri yöneticilerinin işkencelerine maruz kalmıştı – itham etmek için oy kullandığında, oyunu o rejimin en kötü şöhretli işkencecilerinden birine adadı. 2015 yılında, Brezilyalı kongre üyesi bir kadına, “Sana tecavüz etmeyeceğim, buna değmezsin” dedi. Bolsanoro mitinglerinde kitleler feministleri köpek mamalarıyla besleyeceklerine dair sloganlar attılar. Tıpkı Trump gibi, Bolsanoro da kürtaj ve gey haklarına şiddetle karşı çıkmasını takdir eden ülkenin giderek artan evanjelik nüfusundan büyük destek aldı.
Filipinler’de, Duterte’nin siyasi düzeni gayrımeşrulaştırmasına yardım edecek ekonomik ya da yolsuzluk krizi yoktu. Bununla birlikte, Filipinler’i Nicole Curato’nun ifadesiyle “felaketin eşiğine gelmiş bir ülke” olarak tanımlamak için uyuşturucu korkusunu kullandı. Bolsanoro gibi, Duterte de ülkesinin otokratik geçmişinde sözümona tadını çıkardığı kanun ve düzeni yeniden sağlama sözü verdi. Göreve gelmesinden birkaç ay sonra, uzun süreli diktatör Ferdinand Marcos’un cesedini askeri törenle Manila Kahramanlar Mezarlığı’na gömdü.
Tıpkı Bolsanoro gibi, Duterte de kadınları şiddetle tehdit etti. 2017’de, Filipinli askerlere, Mindanao adasında sıkıyönetim ilan ettiği için herbirinin üç kadına kadar tecavüz etmesinin cezasız kalacağını duyurdu. 2018’de, askerlere kadın direnişçilere “vajinaları”ndan ateş ederek onları “kullanışsız” hale getirmelerini söyledi.
Duterte’nin anti-feminist mücadelesi – Trump ile Bolsanoro’nunkiler gibi – güçlü kadınların aşağılanmasının ritüelleştirillemesini de içeriyordu. Senatör Leila de Lima, Duterte’nin uyuşturucu savaşı hakkında soruşturma talep ettiğinde Duterte onu “ağlatmaya” yemin etti. Ardından hükümet de Lima’yı uyuşturucu ticareti suçlamalarıyla gözaltına aldı ve Duterte’nin ifadesiyle “ülkeyi becerircesine” “şoförünü becerdiği”ne dair sözde kanıtlar sızdırdı. Daha sonra Duterte’nin sözcüsü olacak olan bir kongre üyesi, de Lima’nın “orada çok fazla erkek olduğu için” ordu karargahında tutulmak istediğine dair şakalar yaptı. Duterte’nin kadın başkan yardımcısı Leni Robredo – rakip siyasi partinin bir üyesi – bile onun bu sataşmalarından kaçamadı. 2016 yılındaki halka açık bir etkinlikte de neşeyle Lima’nın kabine toplantılarında giydiği eteklerin “her zamankinden daha kısa” olduğunu belirtti.
Aynı benzerlikler başbakan yardımcısı Matteo Salvini’nin – otoriter eğilimleriyle tanınan bir Steve Bannon müttefiki – 2016 yılında avam kamarasının kadın başkanını sönmüş bir şişme bebekle kıyasladığı İtalya’da da görülebilir. Italyan hükümeti, eleştirmenlerin çocuk nafakasını ortadan kaldıracağını söylediği bir yasaya önayak oldu ve bir hükümet sözcüsü yakında çıkacak olan yasayla kocalarının suçluluğunun kanıtlanmaması halinde kocalarını aile içi şiddetle suçlayan kadınlara dava açılacağını söyledi.
Yeni diktatörlerin hepsi bu kadar göze çarpmıyor. Fakat hepsi de yaratmaya çalıştıkları yeni siyasi düzeni kadınlar için daha madun ve geleneksel bir role bağlıyorlar. Seleflerini mültecilerin ve Roma’nın Macaristan’ın kimliğini baltalamalarına izin vermekle suçlayan Orbán, daha fazla çocuk doğurmaları için “Macar kadınlara kapsamlı bir anlaşma” teklif etti. Kadınlar için borçsuz eğitimi teşvik etti, fakat en az üç çocuk sahibi olmaları şartıyla.
Kendi payına, Polonya’nın otokratik hükümeti Polonyalıları “tavşan gibi üremeye” teşvik eden ilanlar yayınladı ve ertesi gün hapının reçetesiz alınmasını yasakladı. 2017 yılının sonunda, Polonyalı kadınlar kürtaj ile ilgili son derece katı yeni kısıtlamaları protesto ettikten sonra, hükümet kadın gruplarının ofislerine baskın düzenledi.
Kadın hakları savunucuları için bu cinsiyetçi otoriter yanlıları bir açmaz teşkil ediyor. Onları mağlup etmenin yolu kadınları güçlendirmekten geçiyor. Öte yandan, kadınlar güçlendikçe, sağcı otokratlar bu güçlenmenin doğal siyasi düzene yönelik bir saldırı olduğunu ifade ediyorlar. Bolsanoro ile Duterte’nin kendilerinden önceki kadın başkanları hararetle eleştirmeleri ya da Duterte ile Trump’ın başlıca rakipleri arasında kadınların olması tesadüf değil. Christine Blasey Ford’un iddiaları kadın protestocuların ABD Senatosu’nu doldurmalarına ilham verdi. Gerçi erkek senatörlere bağıran kadınların görüntüleri muhtemelen Cumhuriyetçilerin 2018 ara seçimlerinde Senato’yu ellerinde tutmalarını da sağladı. Arkasına bu sonbaharda seçilmiş rekor sayıda Demokrat kadının desteğini alan Nancy Pelosi muhtemelen bu Ocak ayında bir kez daha Temsilciler Meclisi’nin konuşmacısı olacak. Oysa Pelosi’nin bizzat kendisi de feminist güç heyulasından endişe duyan Cumhuriyetçiler için elverişli bir hedef haline gelmiştir.
Uzun vadede, yeni otoriteryanları mağlup etmek kadınları siyaseten güçlü kılmaktan çok daha fazlasını gerektirir. Otokratların kadın liderleri ve protestocuları politik sapkınlığın sembolü haline getirmemeleri için kadınların güçlenmesinin normalize edilmesi gereklidir. Bu da çoğu erkeğin – ve bazı kadınların – kadınların siyasal gücünü doğaya aykırı bulmalarının altında yatan sebeple yüzleşmelerini gerektirir: evde gördükleri hiyerarşiyi altüst ettiği için.
Valerie Hudson bana “Bireylerin farkına vardığı ilk [toplumsal cinsiyet] farkı”nın “kişinin kendi evindeki cinsiyetler arasındaki fark” olduğunu söyledi. “İlk siyasi düzeni kuran, ülkedeki şeylerin nasıl olması gerektiğini tesis eden budur.” Dolayısıyla, erkeklerin hala özel hayatta hüküm sürdükleri ülkelerde kadınlar – özellikle de feminist kadınlar – kamu yaşamının erkek tahakkümünü tehdit ettiğinde diktatörlerin başarılı olması şaşırtıcı olmaz.
Birleşik Devletler’i, Filipinler’i, Brezilya’yı, Macaristan’ı ve Polonya’yı kadınların politik gücünün daha normal sayıldığı Kuzey Avrupa ülkeleriyle karşılaştıralım. 2017 yılında, İzlanda parlamentosunun %48’i kadınlardan oluşuyordu. İsveç’te bu oran %44, Finlandiya’da %42, Norveç’te ise %40 idi. Yakın zamanlarda, toplumsal cinsiyete karşı tepkili otoriteryanlar seçen ülkelerde daha düşük olan bu oranlar İtalya’da %31’den Macaristan’da %10’a değişiklik gösteriyordu. Bu Kuzeyli bir Orbán ya da Bolsonaro’nun imkansız olduğu anlamına gelmez: Kuzey Avrupa’nın da kendine özgü aşırı sağcı partileri var. Fakat bu partilerin mevcut siyasi düzeni gayrimeşrulaştırmak için toplumsal cinsiyeti kullanmaları daha zor çünkü kadınların siyaseten güçlenmesi artık gayrımeşru sayılmıyor.
Büyük ölçüde, toplumsal cinsiyet eşitliği evde daha fazla normalleştirildiği için gayrımeşru olarak görülmez. 2018 yılında, Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü kadınların ve erkeklerin temizlik, alışveriş ve çocuk bakımı gibi ücretsiz yaptıkları ev işlerinin günlük miktarını yayımladı. Her ülkedeki cinsiyet ayrımı hesaplandığında, ortaya bir şablon çıkıyor. Kadınların ve erkeklerin ev içerisinde daha eşit davrandıkları ülkeler ile kadınların hükümette daha eşit olarak temsil edildikleri ülkeler arasında şaşırtıcı bir ilişki var. Parlamenterlerinin yüzde 44’ü kadınlardan oluşan İsveç’i ele alalım. Orada erkekler tarafından yapılan ev işleri ile kadınlar tarafından yapılan ev işleri miktarı arasındaki fark, günde bir saatten daha az. Kadınların çok yakında Kongre’nin aşağı yukarı yüzde 23’ünü oluşturacağı ABD’de, ev işi cinsiyet farkı birbuçuk saattir. Parlamentonun yüzde 10’unu oluşturan Macaristan’da ise bu oran iki saatin çok üzerindedir.
Bir sonraki seçimde Trump’ı ya da Bolsonaro’yu koltuğundan etme arayışındaki kadınlar, Nordik örneğinde teselli bulamayabilir. Aile dinamikleri yıldan yıla değil, nesilden nesile değişir. Herşeye rağmen, yeni otoriter rejimler eski bir feminist mantra’nın altını çiziyor: Kişisel olan politiktir. Kadınların eşitliğini evde teşvik ederseniz demokrasiyi de kurtarabilirsiniz.
Twitter’a “Suriyeliler” yazın, ilk sırada #SuriyelilerDefoluyor etiketini göreceksiniz. Sonra #Suriyelileriİstemiyoruz geliyor.
Misafirperverliğiyle, hayırseverliğiyle övünen bir toplumun sosyal medyadaki profili iddia edilenden ancak bu kadar farklı olabilir.
Şükür arada bir tane #SuriyelilerYalnızDeğildir başlığı var da, teselli buluyoruz.
Bizim kuşak Almanya’daki yabancı düşmanlığı ve ırkçılık hikayelerini dinleyerek büyümüştü oysa ki. Mağdur olan hep Türkiye’den gidenlerdi. Meşhur “Türken Raus” (Türkler dışarı) sloganını duymuşsunuzdur. Almanya’da faşist bir müzik grubunun 1981’de yarattığı bu slogan on yıllar sonra “Suriyeliler Defolsun” şeklinde, Türkiye’de hortlamış durumda. İşin kötüsü bu sloganın/etiketin altına yorum yazanlar sadece aşırı sağcı cenahtan değil. Çok geniş bir yelpazeden aynı ses yükselebiliyor.
Sinop’ta bir işletmecinin astığı “Vatanı için savaşmayanlar plajımıza giremez. Türk ırkı varolsun” pankartını övenlere bir bakın, sadece aşağıya sarkık bıyıklar, Bozkurt selamları, Göktürk alfabesiyle Türk yazan profiller görmeyeceksiniz. MHP’lisinden CHP’lisine, kendini solcu zannedenden, mezhebi ya da cinsel yönelimi nedeniyle türlü ayrımcılığa uğramış bireylere uzanan çok geniş bir yelpaze var. Bazıları Suriyeliler’den sırf AKP’nin kendine seçmen yaratma projesinin parçası oldukları şüphesiyle nefret ediyor.
İşin acayip tarafı, bu kişiler ırkçılık ve yabancı düşmanlığı yaptıklarının farkında bile değiller, bu gerçeği şiddetle inkâr etmekteler. Hiç araştırmadan inanmayı tercih ettikleri bazı iddiaları öne sürerek sizinle kavgaya tutuşabilirler. Kaynakları, binbir tevatürün zehir gibi hızla yayıldığı Facebook ya da WhatsApp grupları çoğunlukla.
İstanbul Valiliği kentte kayıtlı olmayan Suriyeliler’in kayıtlı oldukları illere gönderileceğini açıkladığında da bu kitle #SuriyelilerDefoluyor etiketinin altında aynı iddialarla buluştu yine. İnsanı utandıran, çok kırıcı şeyler yazıp çizildi. Öfkeyle ve zevkle yazıldığı belli küfür ve hakaretler vardı. Türkiye’nin politikalarını mültecileri önüne katmış canavar dişli bir hilalle eleştiren Suriyeli sanatçıya, “Ben size katılmıyorum. Türkiye’ye teşekkür etmeliyiz” diyen başka bir Suriyeli’ye “Onu otobüsle, seni uçakla geri göndereceğiz” diye karşılık veren gördüm.
Savaştan kaçmış bir topluluğa karşı böyle bir nefret söyleminin hiçbir bahanesi olamaz. Yine de bu söylemi besleyen yalanları ifşa etmek de şart. Bıkmadan, ısrarla.
“Suriyeliler’e maaş bağlandı” yalanı
Bu belki en sık duyduğunuz yalan. Suriyeliler’e devlet maaş falan vermiyor. Söz konusu para, Avrupa Birliği’nin (AB) özel olarak Türkiye’deki Suriyeliler için çıkardığı, henüz 4,2 milyar Euro’su kullanıma açılan 6 milyar Euro’luk hibeden damlalıkla verilen sosyal yardım. Bu para AB’den Dünya Gıda Programı’na (WFD), oradan da Kızılay’a aktarılıyor.
Sosyal Uyum Yardımı diye anılan bu yardım kişi başına 120 TL. Geçici Koruma statüsünde olan en az 5 kişilik aileler veya yaşlı, öğrenci ve engelliler faydalanabiliyor. Beş kişilik aile toplam 600 TL alıyor yani. Bugün itibariyle Türkiye’deki 3 milyon 600 bin Suriyeli’den 1 milyon 400 bini bu yardıma hak kazanmış. Üzerinde KIZILAYKART yazan bankamatik kartlarıyla bu para çekiliyor ve kullanılıyor. Tüm operasyonun maliyeti de AB fonundan karşılanıyor.
Suriyeli mülteciler ne kadar maaş alıyor diye uykuları kaçanlara duyurulur! Olur da bir ATM’de, PTT’de ya da markette önünüze elinde banka kartı olan bir Suriyeli düşerse, bilin ki o para sizi ilgilendirmiyor.
Aynı şekilde Suriyeliler’e devletin bayram parası verdiği de yalan. Bayramda ATM kuyruğunda görüntülenenler de yukarıda anlattığım beş kuruşluk hibeden paylarına düşeni almak için bekleyen Suriyeliler.
İstenmeyen işlere koşulan işgücü
Eskiden Almanya’da Almanlar’ın yapmak istemediği işlere yabancı işçiler koşulurdu. Ama onlar da en azından sigortalı olurdu. Türkiye’de de kimsenin yapmak istemediği işler mültecilere, göçmenlere yaptırılıyor. Bu yazıyı yazarken bilgisine başvurduğum İltica ve Göç Araştırmaları Merkezi İGAM Başkanı Metin Çorabatır, ucuz işgücü olarak kullanılan Suriyeliler’in bazen paralarını bile alamadıklarını, isyan ettiklerinde de kavgalar çıkabildiğini anlatıyor. TC vatandaşı bir kişi bir işte 80 TL yevmiye alıyorsa, Suriyeli’ye 30 TL uygun görülüyor. O da parasını alabilirse. Birçok Suriyeli kentsel dönüşüme gireceği için boşaltılan, henüz yıkılmamış binalarda ikamet ediyor. Evlerinin kirasını çok zor koşullarda çıkarmaya çalışıyorlar.
Çalışma izni almaları da kolay değil. Bir işyerinde bir Suriyeli’nin çalışması için işverenin neden bir Suriye vatandaşını istihdam ettiğini açıklaması gerekiyor. İkinci bir Suriyeli istihdam edebilmek için de o işyerinde en az 10 TC vatandaşının çalışıyor olması şart koşuluyor. Milyonlarca Suriyeli’den bugüne kadar izinle çalışabilen sayısı toplam 80 bin.
Küçük yerlerde istihdam imkanları da iyi değil. O yüzden çoğu Suriyeli diye İstanbul’a geliyor. Çorabatır, İstanbul’da kayıtlı olmayan Suriyeli sayısını 200 ilâ 300 bin olabileceğini söylüyor. Bu kişilerin İstanbul’da bulunmasına bugüne kadar göz yuman hükümet, şimdi kamuoyuna yönelik bir “jest” ihtiyacından olsa gerek, “20 Ağustos’a kadar kayıtlı olduğunuz şehre gideceksiniz” dedi.
Suriye’ye bugün dönemezler
“Artık Suriye güvenli, dönebilirler” diyenler; bu da doğru değil. Suriye’de halk cihatçılarla Esad yönetimi arasında sıkışmış durumda. Esad’ın kontrolü dışındaki topraklarda yaşayanlar için hala başlarına bir bomba düşmesi ya da çatışma ortasında kalma tehlikesi var. Daha birkaç ay önce, eski El Kaide’nin devamı olan Tahrir el Şam kontrolündeki İdlib’den, Suriye-Rusya bombardımanından kaçan 36 bin kişi Türkiye sınırındaki kamplara yığıldı. Türkiye yeni akınları önlemek amacıyla Suriye içinde güvenli bir bölge oluşturmak için çalışmakta. Amaç gelecekleri engellemek değil sadece, burada olanları da oraya göndermek. Cumhurbaşkanı Erdoğan bu niyetini Ocak ayındaki bir konuşmasında belirtmişti: “İlk aşamada ülkemizde yaşayan 4 milyon Suriyeli’nin kendi evlerine dönebilecekleri güvenli bölgeler oluşturmayı hedefliyoruz.” Kastettiği ev falan değil tabii, kamp ortamı.
Bununla birlikte Cumhurbaşkanı Suriye’ye güvenli dönüşün koşulları sağlanmadan 1 Suriyeli’yi bile geri gönderemeyeceğini gayet iyi biliyor. Yine de otobüse bindirilip zorla Suriye’ye gönderilen çok kişi var. Uluslararası norm ve yükümlülüklere aykırı şekilde “gönüllü döndüğüne” dair bir kağıt da imzalatılan bu Suriyeliler’in hayatı böylece ikinci kez kaymış oluyor.
Temmuz 2019 itibariyle ülkesine dönen Suriyeli sayısı İçişleri Bakanlığı verilerine göre, 333 bin 729. Bu kişilerin çoğu da Cerablus, El Bab, Mare, Azez, Afrin hattının ötesine geçmedi. Esad’ın kontrol ettiği bölgelere dönüldüğünde, gözaltına alınmak, hatta kaybedilmek riski de var. İnsan Hakları Örgütü HRW raporuna göre 2011’den yana kaybedilen Suriyeliler’in sayısı 90 bin!
Yine de Suriye’nin artık güvenli olduğu konusunda ısrar ediyorsanız buyurun, mesela iki günlüğüne Halep’e gidin. Yolda ya da mola verdiğiniz yerde nereye dağıldığı belli olmayan eski IŞİD’lilere, diğer cihatçı gruplara teğet geçin. Bir yıkıntının uzun zamandır olmayan çatısının altında yatın. Açık olmayan markete bir uğrayın alışveriş için. Bir şikayetiniz varsa, maazallah yaralanırsanız falan, bombalanan bir hastanenin artık yerinde olmayan acil servisine gitmeyi deneyin. Olmayan paranızla o iki günü geçirin. Çocuktu, eğitimiydi, işti güçtü, bu gibi şeylerle uğraşmadan iki güncük.
Bayram sefası değil, yılların cefası
Sınırdan fotoğraflar geldiği anda gazetecisi de dahil herkes “Bayramda ülkelerine gidenler mülteci olamaz” diye atlıyor ortaya. Sanki bu insanlar Suriye’ye sefa sürmeye gidiyor. Çoğunluk yıllardır görmekleri akrabalarıyla görüşme imkanı doğduysa, bunu değerlendirmek istiyor. Kimi yıkılmış ya da talan edilmiş evinin haline bakmaya, dönebilir mi diye fikir edinmeye gidiyor. Üç milyon 600 bin Suriyeli’den sadece birkaç bini izinli olarak bu ziyaretleri yapıyor bu arada. Sırf 7 bin kişi sınırın ötesindeki güvenli bölgeye geçip geri geldi diye bütün Suriyeliler’in dönebileceğini iddia etmek hangi akla sığıyor?
“Gitsinler savaşsınlar!”
Kimse savaşmaya zorlanamaz. Bu birinci kural. Hele yabancı güçlerin müdahilliğiyle büyüyen, karmakarışık bir savaşı sırtlamaya kimse kimseyi zorlayamaz. Suriyeliler de böyle bir savaştan kaçıp gelmişler. Orduya alınmamak için kaçmışlar, ne olduğu belirsiz cihatçı gruplardan kaçmışlar, ailelerini korumak için kaçmışlar. Kendilerini gittikçe büyüyen bir alev topunun içinden zar zor atmışlar. Bugün deniz kenarında insanca vakit geçirmesine tahammül edilmeyen 18-20 yaşındaki gençler mesela, Türkiye’ye geldiklerinde çocuktular. Ellerine hiç silah almadılar. Suriye’deki düzensiz savaş içinde kimle, nasıl savaşacaklar, bunun cevabı da yok aslında.
Onları nargile içerken gösteren fotoğrafların yanına iliştirilen Türk askeri fotoğraflarına gelince… Türkiye kendi çıkarları nedeniyle Suriye’de. Sahadaki hedefi de Rusya destekli Esad güçleri değil, IŞİD’den de öncelikli olarak Kürtler. Yani YPG’nin başını çektiği, IŞİD’e karşı en etkili savaşı vermiş olan Suriye Demokratik Güçleri. Şunu da hatırlatalım: Türkiye de ABD, Katar, Suudi Arabistan gibi, bu savaşın büyümesinin sorumlusu ülkeler arasında yer alıyor. Bu yüzden de Suriyeliler’in hayat mücadelesini kolaylaştırmak Türkiye için bir lütuf değil, yükümlülük.
Özetle, Suriyeliler’in neden istenmediğine dair iddiaların hepsi fos. Suriyeliler’e atfedilen taciz, hırsızlık gibi suçlar da Türkiye de dahil olmak üzere her toplumda var. Bu tür suçların faillerini göstererek tüm Suriyeliler’in “defolmasını” istemek iyi niyetle bağdaştırılacak bir tutum değil.
Bu satırları okuduktan sonra hala daha, “Bana ne, beni ilgilendirmez, defolup gitsinler” diyorsanız, yapacak bir şey yok. O zaman “Türken Raus” diyenlerden bir farkınız olmadığını da kabul etmek zorundasınız.
Çanakkale’nin tek içme ve kullanma suyu kaynağı olan Atikhisar Barajı havzasındaki siyanürlü altın madenine karşı bölge halkı, çevre örgütleri ve Çanakkale Belediyesi ‘su ve vicdan’ nöbetine başladı.
BirGün Gazetesi’nden Anıl Ataş’ın haberine göre altın madeni açılmak istenen Kirazlı-Balaban’da 26 Temmuz’da başlayan nöbet Kazdağları’ndaki maden faaliyetlerine son verilinceye kadar devam edecek.
ÇED olumlu kararına karşı açılan dava henüz sonuçlanmadan Çanakkale Valiliği İl Özel İdaresi tarafından verilen “Gayrisıhhî Müessese”izniyle sahada fiilen çalışmalarına başlayan Alamos Gold’un taşeronu olan Doğu Biga Madencilik, bölgede 195 binden fazla ağacı katletmişti.
Ege ve Marmara Çevre Belediyeler Birliği temsilcilerinin ağaç katliamının yapıldığı, madencilik faaliyetinin yürütüldüğü alanda yapılan incelemenin ardından gerçekleştirilen basın açıklamasıyla firmanın yaşam alanlarına dönük bu saldırısına karşı alanı terk etmesi için üç gün süre vermişti. Süre sonunda firmanın alandan çekilmemesi üzerine Çanakkale Kent Konseyi Çevre Meclisi tarafından ‘su ve vicdan nöbeti’ kararı alındı.
Süreçle ilgili BirGün’e konuşan Çanakkale Belediyesi Başkan Yardımcısı İrfan Mutluay “Çanakkale halkına belediye temiz su götürmekte mükelleftir. Çanakkale Belediyesi de buradan yola çıkarak kendi halkının zehirlenmesine, suyunun kirletilmesine izin vermeyecek. Nöbetimiz kitleselleşerek devam edecek. Bu firma bu alandan çekip gidene kadar, Kaz Dağları’ndaki madencilik faaliyetinin işgali son bulana kadar mücadelemiz sürecek” dedi.
Çanakkale Kent Konseyi Çevre Meclisi’nden Pınar Bilir de, bölgenin kendine ait bir ekosistemi olduğunu vurgulayarak, “Burayı korumak için herhangi bir evraka veya belgeye gerek yok. Burası doğal yaşamında zengin bir coğrafya, böyle bir coğrafyada böyle bir yatırım olamaz. Bu kabul edilebilir değil. Biz de hem burayı hem de hayatımızı korumak için nöbete başladık” ifadelerini kullandı. Nöbetin eylemlerinin son noktası olduğunu belirten Bilir, “Maden çalışmaları son bulana kadar 7/24 burada olacağız, her gün de inşaat alanının önünde açıklamalarımızı yapacağız. Biz burada yaşam mücadelesi veriyoruz, hayatlarımızı iki üç kişinin cebi dolsun diye satacak değiliz” dedi.
CHP Çanakkale Milletvekili Muharrem Erkek de açıklamalarıyla nöbete destek verdi.
Düzce’nin Cumayeri, Akçakoca ve Gölyaka ilçelerinde 18 Temmuz’da meydana gelen aşırı yağışlar nedeniyle Melen Çayı’nın taşmasına bağlı sel ve heyelan sonucunda ölenlerin sayısı 6’ya çıktı.
Felaketin onuncu gününde arama ve kurtarma ekiplerinin Akçakoca’ya bağlı Esmahanım köyünde sele kapılarak kaybolan 7 yaşındaki İlayda Sinem Kaplan’ın cansız bedenini Uğurlu köyü çıkışındaki Kozluk kapısı yanında bulduğu açıklandı.
Selde kaybolan 3 yaşındaki Kağan Töngel’i arama çalışmaları ise devam ediyor.
Bölgede 17-18 Temmuz’da yaşanan selde mahsur kalan 227 kişi kurtarılmış, 7 kişinin kayıp olduğu bildirilmişti.
Arama kurtarma çalışmalarında daha önce de 5 kişinin cansız bedenine ulaşılmıştı. 19 Temmuz’da Akçakoca ilçesine bağlı Esmahanım ile Uğurlu köyleri arasındaki dere yatağında Fatma Töngel’in, 21 Temmuz’da Uğurlu köyünün 200 metre yakınındaki bataklık bölgede Cengiz Töngel’in, 22 Temmuz’da Uğurlu köyünde ikizlerden 7 yaşındaki Sanem Kaplan’ın, 23 Temmuz’da da Akçakoca ilçesine bağlı Uğurlu köyünde anne Nilgün Kaplan ile 9 yaşındaki kızı Funda Kaplan’ın cesedi bulunmuştu.
Selin neden olduğu maddi zarar da belli oldu. Selde en büyük zararı Akçakoca ve Cumayeri ilçelerinin gördüğü, bu ilçelerde hasar gören 477 bina bulunduğu, 100 binanın sel nedeniyle yıkıldığı bildirildi. Ağır hasar gören 75 ev kontrollü olarak yıkılacak.
İnsanlık tarihi boyunca, hiç bir planlama, tasarım eylemlilikleri olmadan gerçekleşen yaşam çevrelerinin kalıntılarına, mirasına baktığımızda günümüzün koşullarında neyin eksik kaldığını anlayabiliyor muyuz?
Kimi bilim insanlarına göre “Sanayi Devrimi” adı verilen büyük dönüşüm sonrasında insan varlığının dünya, başkaları, canlılar ve cansızlar üzerinde önemli etkiler yarattığı yeni bir çağda yaşıyoruz. “Antroposen” adı verilen bu yeni aşama dünyanın kaderini köklü bir şekilde değiştirecek insani eylemlilik biçimleri içeriyor.
Bernard Stiegler’e göre “Antroposen” aynı zamanda “Entroposen” olarak adlandırılabilecek bir aşama. Yani aynı zamanda insan eylemliliklerinin -en azından bir bölümünün- yoğun bir entropi ürettiği, tüm sistemleri zehirlediği, bozucu etkiler yarattığı bir süreç. Ona göre bu süreçte bilgiler, teknikler tasfiye ve otomatize edildikleri için bilgi olmaktan çıkıyor, entropik hale geliyorlar. yaratıcı kapasitelerin oluşumunu felç edici kapalı sistemler haline geliyorlar (1). Başlıkta kullandığım bu kavramı ondan ödünç aldım.
Oysa, söylemeye bile gerek yok, adına “Sanayi Devrimi” denen büyük dönüşümün başlangıcında topluluklar için daha iyi bir gelecek hayali bulunuyordu. Bu hayal modern temsil teknikleriyle gerçekleşen düzenlemelerin giderek genişlemesini öngörüyordu ve buna da “ilerleme” deniyordu. Bu erken aşamada modern temsil tekniklerinin henüz şehirsel alanın bütününe tam anlamıyla nüfuz edemediği, ona eklemlendiği söylenebilir. Bu ilişki, tasarlama ideallerinin, bu temsil tekniklerinin herhangi bir dönüşüm geçirmeden genişlediği kapalı sistemlerin, kapitalist modernleşmenin mutlak hakimiyeti büyük bir krizle ve felaketlerle sonuçlandı.
Bu süreçte modernleşmenin idealleri, kurumları tersyüz oldu. Buna karşılık kapitalist modernleşmenin işaretsizleştirici, şeyleştirici şiddeti karşısında kapalı siyasal sistemlere popülizm musallat oldu. Bu ölü parçaları birleştirecek, canlandıracak, etkileşimli hale getirecek yeni deneyimleri, katılımcı kapasitelerin ortaya çıkışını engelledi. Kapalı sistemler modernleşmenin kentsel peyzajını bir hurdalığı andırır hale getirdi. İnsani kabiliyetleri, küçük üretimi ve zanaatleri geri dönülemeyecek bir şekilde tahrip etti, dönüştürdü. Kentsel alan parçalara ayrıldı ve hazır yapımlar halini aldı. Kapalı sistemler, iktidar çevresinde öbeklenen tekelci yapılarla mekanları, şehirlerin kamusal alanlarını, işlevlerini ölü parçalara, boşluklara dönüştürdü.
Sorulması gereken soru şu: Bu gidiş karşısında neden politikalar değişmedi, yenilenmedi?
Politikaların değişmesini, yenilenmesini engelleyen de sınıfsal çelişkileri perdeleyen ulus-devletlere dönüş oldu. Ulus-devletler bastırılmış olanı, gelenekleri, değerleri yaşatıyormuş gibi yaparak, patrimonyal bir sistem kurarak, etkileşimli ve ilişkisel bir kamusallık biçimini engelleyerek içinden çıkılamaz bir entropik düzen yarattılar. Merkeziyetçi ilişkilerle inşa edilen ulusdevlet rejimlerinde siyasal eliti ve çevresinde yer alan unsurları yandaşlık, ahbap çavuş ilişkileri belirledi. Kamusal alanda özgürlükleri savunanları dışladı, ötekileştirdi, etkisizleştirdi. Böylece tepeden inmeci kurallar ve bir elitin kamu yararının temsili gibi algılanan modernleşme modeli, soylulaştırıcı iktidar süreçlerinin etkisi altına girdi.
Modernleşmenin içindeki karşı devrim
Günümüzün hurdalaşan yaşam çevreleri, canlıları ve cansızları şeyleştirici bir hayalin ve eşitsiz ilişkilerin, şiddetin bir ürünü. Bunun sorumlusu olarak genellikle bilim insanlarını, plancıları dinlemeyen, çıkar gruplarının etkisi altında kalan popülist siyasetçiler gösteriliyor.
Bu nedenle yalnızca görülenle ya da gösterilenle yetinmemek gerekiyor.
Şunu da söylemek gerekiyor: Eşitsizleştirici eylemliliklerden güç elde edenler, yarattıkları sonuçları sorgulayamazlar. Onlar kapalı sistemler içinde, ayrıcalıklarını korumak için entropik eylemselliklerde bulunmaya devam ederler. Bu nedenle şeyleştirmenin, dünyayı ne kadar görünür ve bilinir kılsa da o kadar kapitalizmin bu görme ve bilme eylemliliklerindeki rolünü görünmez kıldığını anlamak gerekiyor. O zaman kimliğine hapsolan “bilen özne“lerin bu hayalin içinden neden çıkamadığı da anlaşılır.
Modern siyasal sistemler tasarlama ideallerine karşı örgütlenmiş bir semptomatik direnişle karşı karşıya. Görme biçimleri çoğu zaman görme eylemselliklerini, işlevlerini, yani kapitalist modernleşmenin ne yaptığını perdeliyor. Kurallar, yasalar, hatta bilimsel yollarla elde edilen bilgiler, değerler karşısında, modernleşmenin kalıntıları, kurumları içinde, bizzat yapılarının bağrında örgütlenmiş bir “karşı devrim” yaşanıyor. Kapitalist modernleşmenin yarattığı eşitsizlikler inkar edildikçe, işaretsizleştirilenlerin, izleri silinenlerin izleri bilgiyi tersyüz ediyor. İnsanlık modernleşmenin kurumlarını, birikimlerini tersyüz eden bir “hile siyaseti” ile karşı karşıya.
Şunu da eklemek gerekiyor: Neoliberal hegemonyanın iki matris üzerine kurulduğunu.. Bir tarafında işaretsizleştirici tekniklerle, diğer tarafının bunları çürütmekle meşgul olduğunu, bu nedenle izleri silinenin hayali mevcudiyetinin bir semptom olarak geri dönmesiyle, popülizmle gerçekleştiğini…
Modernliğin iki karşıt siyasal sisteme doğru ayrışması
Bunlardan birincisi kapalı sistemler, yönetim erkinin özelleştiği, kamu ile özelin karıştığı bir yönetimsellik biçimi. Açık sistemler ise kapitalist modernleşmenin 250 yıldır yaygınlaştırdığı proleterleşme, otomatlaştırma süreçlerini köklü bir şekilde değiştirecek siyasal eylemselliklere gebe.
Stiegler’e göre bilginin kendisi bir açık sistem ve “negentropik” ya da kapalı sistemleri, entropiyi çözebilecek otomatiksizleştirme kapasiteleri yaratır (2). Bilgi, karşı otomasyon süreçleri yaratma kapasitesine sahiptir. Dolayısı ile kapitalizmi, otomatlaştırma süreçlerini dönüştürme kabiliyeti de vardır. Buna karşılık iktidar ve piyasa bağımlısı hale geldiğinde zehirleyici hale gelir.
Evet, otomatizasyon işleri kolaylaştırır, hızlı ve çok sayıda üretim, büyüme sağlar. Ancak bilgiler otomatize edildiklerinde, yani bir amaca hizmet eder hale getirildiklerinde, bilgi olmaktan çıkarlar. Kamusal alanda her bir uzmanlık işlevi, ölü parçaları ilişkilendirmek ve kamusal alanı canlı tutmak yerine, bir dayatmaya dönüşür. Bu yüzden bugünkü dönüşüm mücadelesi, kapsayıcı, yani ilişkisel, etkileşimsel olmak veya olmamak arasında.
İnsanlık tarihi boyunca, hiç bir planlama, tasarım eylemlilikleri olmadan gerçekleşen yaşam çevrelerinin kalıntılarına, mirasına baktığımızda günümüzün koşullarında neyin eksik kaldığını anlayabiliyor muyuz?
Bernard Stiegler, “Antroposenden Çıkmak” başlıklı makale, sayfa 200. Cogito Dergisi Sayı 93 Bahar 2019, Yapı Kredi Yayınları.
Bu yazın payına kaç tane düşecekse artık, sıcak dalgasının birini dolu ve hortumla atlattık; ancak ardından gelen serin havaya rağmen bahçe toparlamadı. Her şey pek zayıf. Dutun (ki dev bir duttur kendisi, kuşların birinin inip dokuzunun kalktığı türde) yaprakları güneşten koruyamıyor altına koyduğumuz sedirde bizi ve hooop… yeni bir sıcak hava dalgası geldi bile.
Ayvalık’ta yaşanan ne ki! Düzce’yi görüp yine de #iklimkrizi konuşmayanlar var hala. Arası iki hafta.
Felaketten ancak bir hafta sonra gelen “afet bölgesi” ilanı ve geri çekilişi, beş can kaybı (insanları sayıyoruz hep), 213 personel, 56 araç, botlar, arama kurtarma köpekleri ile helikopterlere rağmen halen bulunamamış iki çocukla tarihe kaydı düşülen Düzce…
Yetmiyor. Çanakkale’ye 30 km’de, 180 bin insan ve sayısını hiç hesaplamadığımız çokluktaki canlının suyunu riske ederek altın çıkartacağım diyen, hali hazırda 195 bin ağacı keserek bilmesi, sayması imkansız sayıda kıyamete sebep olmuş bir Kirazlı Altın Madeni Projesi’ne uyandırmaya çalışıyoruz Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nı…
İklim aciliyeti ilan eden şehirler var. Parametreler ne, bilen var mı? İklim aciliyeti ne demek? Misal, Nepal’de ölen 108 kişi (yine insanların sayısı bu) iklim aciliyeti ilan etmek için yeterli mi, yoksa tek bir kuşun tüyüne dahi zarar gelmeden harekete geçebiliyor muyuz?
Sorunun ikinci kısmı saçma oldu. Durum kötü.
Sözüm var oysa, patlıcan anlatacağım! Hadi, başlayalım.
Bostan kurmuş, bir bostana girip sebzesini toplamış, hatta seyyar bir satıcıdan domates patlıcan almış herkes tecrübe etmiştir; güneşin altındaki domatesler ısınırken, tepedeki ağustos güneşi olsa patlıcanın olmaz umurunda! Elini değersin, serin!
Niye?
Biraz ışık, renk ve ısı konuşmayı gerektiriyor bu durum:
Rengin kaynağı ışıktır. Işık herhangi bir şeyin yüzeyine değdiğinde bir kısmı emilecek ve bir kısmı da yansıyacaktır. Bu emilim ve yansımanın miktarı rengi belirler. Beyaz, ışığı tüm dalga boyutlarıyla yansıttığı için beyazdır, siyahsa, tüm ışını emdiği oranda siyah!
Zaten biliyorsunuz.
Bildiğimiz “en” beyaz, paketinden yeni çıkmış bir A4 kağıt ya da deterjanların en muazzam yıkayarak lekesiz kıldığı bir nevresim değil;Cyphochilusdenilen bir böceğin kabuğu! Bu kabuk, pullarının inceliğine rağmen, ışığı üstün verimlilikle dağıtan karmaşık moleküler geometrisisayesinde beyaz.Işığı mükemmel yansıttığı, emmediği için.
Benzer şekilde, “en” siyah damilyonlarca karbon nano-tüpten yapılmış özel bir kaplamaolan Vanta siyahı. İngiltere’de Ulusal Fizik Laboratuvarları’nda geliştirilen bu kaplama; ultraviyole, görünür ve kızılötesi ışınları bu dikine tüplerine %99.96 oranla hapsettiği için mükemmel bir siyah.
Isı ise, bu emilip yansıtılmayan ışınla ilgilidir. Mesela, çatıları beyaza boyamanın şehirlerde ısı birikimini azaltmaya yardımcı olabileceği (New York şehri sıcaklarla mücadele kapsamında 650 dönüm çatıyı beyaza boyadı bile) uzun zamandır konuşuluyor. Uçakların beyaz veya açık renklerle boyanmasının nedenlerinden biri ısıtma ve güneş ışığından doğabilecek olası zararları en aza indirmektir.
“Tamam”, diyeceksiniz, “anladık” ama ben tekrar edeceğim: beyaz yansıttığı için, siyahsa emdiği oranda (bu kadar siyah beyaz değil, fakat) dolayısıyla çatılar beyaz, uçaklar açık renkli, daha serin ve peki domatesi, inciri, üzümü ısıtan güneş, siyahımsı mor patlıcanı neden ısıtmıyor? Patlıcan nasıl oluyor da serin kalıyor?
Çünkü doğanın bu canım sebzeyle paylaştığı muazzam bir teknolojisi var: Kızılötesi ışınlar patlıcanın koyu renkli yüzeyine çarptığında orada tutulmuyor, içeri geçiyor ve beyaz olan iç ete iletiliyor! Beyaz da bu ışınları gerisin geri yansıtıyor. Haliyle ısınma gerçekleşmiyor. Sizi, beni, domatesi ısıtan güneşin altında patlıcan serin kalabiliyor.
Patlıcan bu benzersiz yapısıyla, pek çok yüzeyde kullanılabilecek, ısı toplamayan ve dahası lidar yanıltmayan türde bir teknolojiye ilham vermiş:
Cesur yeni dünyamızın akıllı varlıkları otomatik sürüşlü arabaların uzun süre en büyük sıkıntısı, lazer sensörleri siyah araçları göremeyişleriydi. PPG Industries adlı bir şirket, tümüyle patlıcandan esinlenerek kızıl ötesi ışınları emmek yerine geçiren bir kaplama üretmiş. Bir arabanın (misal) farklı bölgelerini tarif eden farklı renklerin üzeri bu “patlıcan teknolojisi” ile kaplandığında; dışarıdan tek renk ve hatta çok koyu renk duran bir araç, bir alt katmanda, her bölgesine özel seçilen farklı açık renkler aracılığı ile hem ısı bağlamında daha verimli oluyor, hem de trafiği paylaştığınız diğer otomatik sürüşlü arabaların lidarlarıyla zeki bir iletişime geçerek güvenliği arttırıyor.
Bugün hikayemiz patlıcana dair. O halde adı soyadı, coğrafi orjini ile başlayalım.
“Kimsiniz, kimlerdensiniz siz kuzum?”
Patlıcan (Solanum melongena L.)ılık iklimlerde tek yıllık olmakla beraber, tropik iklimlerde küçük bir ağaç şeklinde büyüyen, mor ve beyaz hermafrodit çiçekleri olan çok yıllık bir kültür bitkisidir.Solanaceae familyasının bir üyesidir; yani domates, patates, her türde tatlı ve acı biber ve hatta son dönemde süper gıda olarak ünlenen goji yemişinin yanı sıra güzelavrat otu ile de akrabadır. Her ne kadar yakın akrabaları domates ve biber Yeni Dünya’dan yayıldıysa da, patlıcanın anavatanı Afrika’dır ve kültüre alınışına ilişkin ilk kayıtlar M.Ö 5. yüzyılda Hindistan’ı ve Çin’i işaret eder.
18’nci yüzyılda Avrupa’da yetiştirilen çeşitlerinin beyaz veya krem renkte oluşu ve şekillerinin irice bir yumurtaya benzerliği sebebiyle Amerika, Avustralya, Yeni Zelanda ve Kanada’da “eggplant” (yumurta bitkisi) diye anılan bu meyvanın adı İngilizler için “aubergine”, Güney Asya ile Güney Afrika’nın önemli bir bölümü içinse “brinjal”. Bir dünya dolusu ismin arasında Antik Yunan ve Roma’nın verdiği tek bir tanenin dahi olmayışı, bu meyvayı tanımadıklarını; patlıcanın Akdeniz’e Araplar tarafından taşındığının kanıtı olarak gösteriliyor. Sahiden de Avrupa’daki ilk kayıt 12’inci yüzyılda İbnü’l-Avvâm’ın kaleme aldığı bir tarım kitabında.
Patlıcan botanik manada bir meyva. Aynı domates ve kavun gibi. Ama mutfak bağlamında onu bir sebze olarak görüyoruz zira patlıcan tadı için çiğ yediklerimizden değil. Hep pişirerek kullanılıyor.
Hindistan’da kastlar ötesi değeri ile “kralların sebzesi” diye anılan, ülkemizde reçeli dahi yapılan ve Japonya’dan İspanya’ya pek geniş bir coğrafyada sevilerek tüketilen patlıcan; çiğ olduğunda biraz acı ve hatta buruk bir tada sahip. Tuzlamanın patlıcanın acılığından kurtulmak için bir gerek şart olduğu yaygın inanış. Her geleneksel söylem ve pratik gibi, patlıcanın tuzlanması da sorgulanmaya mecbur ama. Bu sorgulamaların ve mutfak süreç açıklamalarının üstadı Harold McGee, On Food and Cooking‘de, bu pratiğin acılığı pek de değiştirmeyeceğini detaylı bir biçimde anlatmış. Dilerseniz okuyun. Ama kendi deneyimizi yapmak daha da iyi:
İki ayrı test yapabiliriz.
İlkinde iri küplere kestiğiniz patlıcanı önce çiğ olarak tadın. Tuzlanmamış, çiğ patlıcanda tecrübe edeceğiniz acı, içeriğindeki fenolik asitler ve çekirdekte bulunan nikotinden kaynaklı. Şimdi tuzlayın ve 30 ila 60 dakika sonra yüzeyinde biriken siyahça suyunu atarak (patlıcanda bu sürede gözleyeceğiniz kararmanın sebebini Diken Çiçeği yazımdan hatırlayanlara kırmızı fiyonklu bir pekiyi) yeniden tadın. Daha tatlı gelecek ama sebebi acının tuz aracılığı ile atılması değil, tuzun damakta buruk acıları gölgeleme kabiliyeti! Buna en güzel örnek üç İtalyan bitteri ile yapılan bir kokteyldir. Bitterler ağaç kabukları ve tohumlardan oluşan baharatları, otlarla harmanlayarak yapılan, eczacıların ya da (Red Kit’ten hatırlayacağınız) seyyar doktorların “deva” diye ürettiği alkollü karışımlar. Aperol, Campari uzun süredir en çok kullanılanları, Jaggermeister de bugünlerde shot olarak içilen bir örneği olsa da genel tercih damlalar ya da üçte bir, beşte bir oranlar halinde kokteyllere katma yönündedir:
1 ölçü Campari
1 ölçü Cynar
1 ölçü Fernet-Branca
bir çimdik tuz
greyfurt kabuğu
Bu üç bitteri bir arada bulmak öyle kolay değil. Evde varsa sahici bir kokteyl tutkunu olmalısınız. Evde yoksa barına güvendiğiniz bir işletmede deneyebilirsiniz bu karışımı. Şimdi… Shaker’a ya da içkiyi karıştırmak için kullanacağınız ve bol buz alabilecek türde bir bardağa, jigger’ın küçük tarafını kullanarak üç bitteri birden katın. Tadın. Ağzınız burulacak. Çok normal. Bu bitterler, hem bir damak tadı geliştirmiş olmayı gerektirirler, hem de normal koşullarda ayrı ayrı ama bir karışımın üçte birini geçmeyecek şekilde kullanıldıklarında ve beraberlerinde yumuşatıcı/tatlı karakterde bir öğe daha eklendiğinde içilirler. Son dönem gözdesi Negroni’de de misal, bir ölçek bittere, bir ölçek tatlı vermut ve bir ölçek sert içki katılır. Burada önerdiğim üçlü durum, çok radikal. Üç kere bitter! Böyle sunulacak olsa “içilir şey değil” deyip bırakmanızı beklerim. Şimdi bir de minik çimdik tuz ekleyin, karıştırın. Öyle tadın. Aradaki farkı kelimelendirmeye çalışın (karamel ve turunç sonradan kelimeleniyor, benim damağım için gece denizinde yüzmek gibi bir şey bu ama acı asla değil) Üzerine bol buz ekleyin. Bir kokteyl karıştırıcısı ile her şey soğuyana, shaker’ın çeperi ter içinde kalana kadar karıştırın. Yaklaşık 40-45 sn. Son olarak da süzgeçten geçirerek soğuk martini bardağına dökün. Ben buzdolabında tutanlardanım, bardaklarını. Çok fark ettiriyor kanaatimce. Greyfurt kabuğunu, kabuğun yağı hem bardağın dudağınıza değecek kenarlarına hem de karışımın yüzeyine gelecek şekilde sıkın. Kimisi gerek olmadığını düşünüyor, bu noktada kabuğu atıyor. Ben karışıma ekliyorum. Acı üzerine düşünerek afiyetle için.
İki deney demiştim: İri küplere kestiğiniz ama tuzlamadığınız patlıcanla, ilk deneydeki patlıcanı yan yana kızartın. Kızarma sürelerini, aldıkları rengi gözlemleyin ve tadın. Tuzlanmış olanla tuzlanmamış olan arasındaki farklar tattan öte, benim tecrübeme göre. Öncelikle tuzlanmış patlıcan tuzlanmamışa göre çok daha hızlı kızarıyor, daha çabuk renk alıyor ve kanaatimce daha fazla yağ çekiyor.
Bu yağ çekme meselesine döneceğiz.
Acı patlıcanı kırağı çalmaz!
Yani acaba bir vakitler patlıcan acı mıydı, tohum değiştiği için mi acıya/tuza dair değerlendirmelerimiz böyle, bilmek kabil değil ama patlıcanın kırağı görebilmesi için herhalde epey kartlamış, çekirdeklerinin irileşmiş ve belki de etindeki suyu dahi bir miktar kaybetmiş olması gerek. Mevsim meselesi, malum. Sahiden de tüm konu üzerine vaktiyle yazıp çizmiş kim varsa, ağustosla beraber patlıcanın acı çıkma olasılığının arttığını söylemişler.
Bu arada acıdan bahsederken çekirdekteki nikotin dedim ama çok abartılı bir miktar değil. Bütün yaz, her gün patlıcan yeseniz, bir akşam yemek sonrası dostlarınızla muhabbet ederken içeceğiniz iki sigara kadar zararı olmaz. Yine de bu nikotin sebebiyle doğada patlıcanı besin olarak tüketen tek canlının insan olduğunu kayda düşelim. Malum, yakın akrabası tütün tarımda zararlılara karşı kullanılan doğal bir ilaç görevi görür.
İşin “acı” kısmını çözdüğümüzü düşünüyorum.
Son bir anekdot, beşinci yüzyılda Çinli kadınlar, patlıcandan gümüşi siyah bir boya yapar, dişlerine sürerlermiş! Güneydoğu Asya ülkelerinde halen devam eden bir gelenekmiş ve adına ohaguro deniyormuş. Anlatmadın demeyin.
Patlıcan, kurutulduğunda ve pişirildiğinde umamisi yükselen (100 gr’ında 6〜66mg arası glutamate) bir sebze. Domatesle birlikte ağır ateşte pişen yaz türlülerinin lezzetinden belli. Mutfaktaki baharatlarla muhabbeti de iyidir patlıcanın, defne, kekik, marjoram, adaçayı, maydanoz, kırmızı biber ve sarımsak bizlere en tanıdık gelenler ama hakkı verilerek yapılan bir patlıcanlı pilavın olmazsa olmazı yenibaharı da unutmayalım.
Patlıcan sevmeyenlere şaşanlardan mısınız?
Genel bir inanış var, dünyada patlıcanın yemeğini en çok sayıda yapan Türklerdir, diye. Araştırdım. Geleneksel mutfağımızda toplam kaç çeşit patlıcan yemeği var, neler diye taradım, bulamadım. Pek çok kaynak yüzlerce demekle yetiniyor. Sadece Abdullah Kurun bir röportajda rakam vermiş; 283 diyor. Bu rakamı hiç hafife almamak gerek zira Abdullah beyin tecrübesi ve içinde yetiştiği düzen itibarı ile bilmediği bir şey konuştuğuna inanmayacağım gibi, dileyecek olsak bizlerle birlikte bu 283 yemeği de listeleyecek arşivi olduğuna şüphem yok. Ancak konu şu ki, bu konuda ne bir tez ne de bir kitap bulamadım. Özyeğin Üniversitesi Gastronomi ve Mutfak Sanatları Bölüm Başkanı dostum, arkadaşım Doç. Dr. Özge Samancı’ya sordum. Birlikte de baktık. Bulamadık. Yaklaşık rakamları yüzlü sayılardan takip etmekten ötesine ulaşamadık.
Bizim coğrafyamızda kaç çeşidi pişirildiği bir yana en büyük üreticisi elbette Çin. Hem toprakları hem de nüfusu bağlamında hemen her şeyin en büyük üreticisi olması şaşırtıcı değil. Ancak neredeyse bir kıtayı kaplayan boyutlarıyla farklı iklim ve farklı toplulukları içine dahil eden kocaman bir tencere olunca “Çin’de kaç türü pişiyor acaba” diye sordum kendime. Sayı orada da bulamadım, kitaplarım da hiç bu alana ilişkin gelişmemiş. Ama güzel bir bilgi edindim araştırmam sırasında: Patlıcan geleneksel Çin tıbbına göre “yin”, yani soğuk. Bu sebeple yazları yenmesi fevkalade faydalı. Sağlığın tıkanmayan bir barsak düzeni ile korunabileceğine inanan Çin tıbbına göre, patlıcan barsakları temiz tutmanın garantisi. Yine Çin tıbbına göre sıcaktan kaynaklı ürtikerlere de bire bir çözüm.
Konu sağlıktan açılmışken, patlıcan neye iyi geliyor, bir de Batı tıbbına soralım:
100 gr patlıcanın (pişirilirken içine ne kadar yağ ve sos çektiği hesaba katılmaksızın) kalori değeri 24. Aynı miktar patlıcanda 1.1 gr protein, 2 gr yağ, ve 5.5 gr karbonhidratın yanı sıra 30 IU A vitamini, 0.4 mg B1 vitamini, 0.5 mg B2 vitamini ve 5 mg C vitamini bulunuyor ama asıl değer yine kabukta!
Patlıcana mor rengini veren antosiyaninler, polifenolik bileşiklerdir. Kalp hastalıklarına karşı koruyucu, kolesterol düşürücü, kanser kalkanı, obezite düşmanılar ve haliyle kabuklara kıymayın efendiler.
Son bir uyarı wikipedia sayfasından: Antidepresan kullananların patlıcan tüketiminde aşırıya kaçmaması gerekirmiş. Patlıcanda bulunan biyoaktif özellikli bileşikler ile antidepresan ilaçlarındaki etken maddeler etkileşime girerek olumsuz sağlık etkilerine neden olabilir, diyor.
Doktorunuza danışın.
Yangın ayları!
İstanbul’un patlıcan yangınları meşhur. Yaz akşamları sevinçle karşılanan rüzgarın, söndü zannedilip bırakılan mangallara üfleyip ateşini coşturup yan yana ahşap binalara savurmasıyla başlayıp; semtler boyu, gece ardınca gece, önü alınamayan yangınlardan bahsediyoruz. Gastronomi ve şehir deyince yürüyüş rotasına konu olur mu Çırçır, Sefa, Zeyrek’in yangınlarla yok olan tarihi bugün; bilmiyorum. Ancak her yangınla yok olanın, yerine konulamaz bir şehir kültürü olduğunu düşününce… İstanbul’un kızarmış ve közlenmiş patlıcan düşkünlüğü ile ahşap yapıların talihsiz muhabbetini gastronomi sohbetlerine biraz daha fazla sokmak güzel olurdu.
Prof. Ekrem Buğra Ekinci’ninyukarıda link verdiğim makalesinden, “1908 İstanbul yangınından geride kalanlar”
Demokratik lüks mü demiştim?
Siz patlıcanlı pilav yaparken patlıcanları haşlayanlardan mısınız, kızartanlardan mı? Ben kızartırım. Anneannemden öyle gördüm. Ama klasik reçetelere baktığımda baharatlar arasında sakız ve safran görüp şaşırıp, sonra patlıcanın da haşlanarak eklendiğini okudum. Hayret. Siz de şaştınız mı? El elden, demişler. Denemeli.
Ben patlıcanları balkon, teras, veranda neresi imkanlıysa ama dışarıda, zeytinyağında kızartanlardanım. İşin bu kısmını da kayınvalidemden gördüm ve yaz bana kızartmadır. Hatta hep derim; herkese tatil olmayabilir ama yaz dediğin demokratik lüksümüzdür, eğer balkonda kızaran patlıcanımız varsa.
Öyle de, fiyatlar nasıl?
Hep yaptığım gibi, önce bu yazının klavyemden döküldüğü haftanın Migros Sanalmarket fiyatını paylaşıyorum; kilosu 2,79 tl. Ben geçen hafta Ayvalık Perşembe pazarında 3 liradan buldum, hemen öncesinde kurulan ve büyük yağmura denk gelen Pazar pazarındaysa kilosu 6 liradan gidiyordu. Fiyat bu dönemde kemer ya da bostan fark etmeksizin aynıydı. Gerçi barbunyanın kilosunun hala 10’un altını görmediği bir düzende patlıcan hala demokratik bir lezzet sayılabilir.
Biraz da mutfağa girelim artık!
İster yaptığınız bir curry olsun, ister annenizden gördüğünüz usulde bir imam bayıldı ya da torununuzla birlikte seyrettiğiniz bir fare yoldan çıkartsın sizi ve Fransızların ratatouille’sini yapmaya koyulun; patlıcan pişirmek bir değiş tokuş planlamasıdır. Hülya Ekşigil’den gelsin:
“Bekâr evi insanı yemek yapmak konusunda çok geliştiren bir şey. Tabii bu biraz merakla ilgili bir konu ama annemin çok katkısı olmuştur. Ben 15 yaşında, imambayıldı meraklısıydım. Annem de çalışıyor. Sürekli imambayıldı istiyordum. Dedi ki bir gün ‘Ben her gün sana imambayıldı pişiremem, çok meraklıysan gir mutfağa pişir’. Giriş o giriş.”
%93’ü sudan oluşan patlıcan, süngerimsi yapısı ile mantarları andırır; beraberinde piştiği yemeklerin yağ ve soslarını yüklü miktarlarda emme yeteneği gösterir. Patlıcanın yapısındaki bu %93’lük suyun bir miktarını pişirme öncesi eleyebilmek (tuzlamak bu bağlamda en iyi yöntem tabi) ve patlıcana daha lezzetli bir takım yağ ve sıvıları emdirmek kanaatimce asıl maharet.
Yemeğin de, kızartmanın da en alası ve sağlıklısı iyi cins, soğuk basım, naturel sızma zeytinyağı ile yapılanı! Bilimsel açıklaması şöyle: Sağlık bekçiliğimizi yapan, zeytinyağının içinde bulunan ve antioksidan görevini yapan fenoller. En kaliteli yağlar ise içeriğindeki fenol miktarı en yüksek olan düşük asitli, naturel sızma yağlar. Yüksek ısılarda çeşitli kimyasal maddeler katılarak rafine edilen yağlarda fenoller yok oluyor. Kızartmanın sağlıklı bir pişirme yöntemi olmadığını biliyoruz. Lakin, içeriğindeki antioksidan ve oleic asit sayesinde zeytinyağının yanma derecesi çok yüksek. Kızartma sırasında oluşan serbest radikallerden ve toksik maddelerden bünyemizi koruyor fenoller.
Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesinin Trabzon bölümünde hamsiyi zeytinyağında pişirme tarifini bulabilirsiniz…
Zeytinyağı seçimine dair muhabbeti ekim ayına, Ayvalık’tan hasat hikayelerinin yamacına bırakıyor, bu yaz kuracağınız tüm türlülerin patlıcanlarını tuzlamanızı; sularını çekeceği domates, soğan ve sarımsağı bol tutmanızı öneriyor, bu siyahi mor sebzeyi seçmenin püf noktalarını sıralıyorum:
Öncelikle yüzeyi lekesiz, pürüzsüz, rengi her tarafında aynı, eziği olmayanlardan olsun. Patlıcanın ana bitkiden kesildiği sapına dikkatle bakın. En güzel işaret orada. Sap hala yeşilse, tazedir. Elinize aldığınızda ağırlığı olsun. Kendini bırakmış, içi boşalmış hissi verenler yüksek ihtimalle haftaya yakın beklemedeler. Bir patlıcan acı çıkacaksa, kesin bunlar arasından çıkacaktır.
Biz moruna aşinayız patlıcanın. Kemer, Halkapınar, Bostan, Kirmastı, Yalova ve Gönen patlıcanları ilk anda adlarını sayabildiğim türler. Hepsi koyu mor. Yeni giren tohumlar var Türkiye’ye, onların aracılığı ile açık mor, alacalı mor tonlar da tezgahlarda belirmeye başladı. Kimin tohumu sizce? Dolayısıyla baktım, acaba devletin enstitüleri aracılığı ile dağıtılan neler var?
Patlıcan milli tescil listesinde hiç yok! Oysa yukarıda yazdım, isim isim ben listeledim. Tohumun büyük oranda satın alındığı, hatta tohum yerine fideden ekim yapıldığı bir dönemindeyiz, tarımsal üretimimizin. Bu patlıcanların tohumları ya da bunların… kimden, nereden? İlla dış odaklar çığırtkanlığı değil sorum. Bizim üniversitelerimiz de olabilir bu hibridlerin kaynağı ama yazsa üzerlerinde. Hibriddir, şu tohumdan, şu üniversite ya da şu şirket tarafından ıslah edilmek suretiyle çoğaltılmıştır diye. Zira atalık peşine düşeceksek, ki o da zorda, şu sürekli karıştırdığımız hibrid, gdo kavramlarından önce belki de “sahiplik” meselesine aymamız gerekmekte. Doğanın yani ekonomisini sadece küresel gördüğümüz ama bir ve bütün dünyanın, gezegenin, tabiatın bin bir farkıyla, ince ince işlediği tohumları patentlemek ne demek, mesela? Herkes mısırdan panikte, biraz da soyadan ama misal, Hindistan’da yasal olarak tutunamayıp Pakistan’ı zorlayıp şimdilerde Bangladeş’te tutunmaya çalışan GDO’lu patlıcanla küresel yani bütün yani bu gezegen boyutunda bir mücadele, patent meselesini anlamadan mümkün mü ki?
Bugün reçete yok, zaten patlıcana dair bilmediğiniz, ilk kez okuyacağınız ne kaldı? Onun yerine atalık tohum konusunda peşinden gideceğiniz, kapısını çalacağınız, mücadelesine omuz vereceğiniz bir avuç isim, yer sayacağım sizlere:
Eğlenerek kapayalım yazıyı, hayır Barış Manço’dan gelmeyecek şarkımız ve Michael Franks’i hatırlayanlar el kaldırsın: Sevgilinin elinden mayonezli patlıcan ve 19 farklı türde pişen Eggplant!
Ronald Grigor Suny’nin “Bakü Komünü” kitabı Kudret Emiroğlu çevirisiyle Aras Yayıncılık tarafından yayımlandı.
100. yılını geride bırakmış olan Ekim Devrimi üzerine yeni çalışmalar, Devrim’in bir merkezden başlayarak çevreye yayıldığı şeklindeki geleneksel algıyı önemli ölçüde kırmış bulunuyor. Ronald Grigor Suny’nin 1972 tarihli Bakü Komünü kitabı bu açıdan öncü bir eser olarak kabul ediliyor. Suny, Bakü Komünü’nde yalnızca çevreden bir bakışla Sovyet Devrimi’nin bütünlüğüne katkıda bulunmakla kalmamış, aynı zamanda devrim tarihi içinde son derece özgün bir deneyim olan Bakü Komünü’nü gölgeden aydınlığa çıkarmıştır. Emek tarihi genellikle büyük merkezlerle ilgilidir. Suny, Bakü’nün bütün çelişkileri ve işçi hareketinin kendine has özellikleriyle birlikte işçi hareketi için nasıl önemli bir merkez haline dönüştüğünü gösteriyor. Rus, Müslüman, Ermeni gibi farklı etnik gruplardan emekçilerin bir arada yaşadığı kozmopolit bir petrol ve işçi kenti olan Bakü’de Bolşevik önder Isdepan Şahumyan’ın önderliğinde, Paris Komünü’nden esinlenerek ilan edilen Komün’ün başardıkları ve karşılaştığı sorunlar, toplumsal hareketler açısından çıkarılabilecek pek çok kıssaya zemin oluşturuyor. Siyasal tarihte nadir rastlanan bu demokratik ve barışçıl geçişi Suny en ince ayrıntılarıyla resmetmekte. Bakü Komünü, aynı zamanda, Kafkasya’nın kavgalı iki halkı –Ermeniler ve Azerbaycanlılar– arasındaki gerilimlerin tarihsel arkaplanına dikkat çekmesi açısından da ilgiyle okunuyor.
Kitaptan bir bölüm:
Krasnovodsk’ta gözaltında bulunan Şahumyan ve arkadaşlarının çoğu kaderleri hakkında iyimserlerdi. İç Savaş’ın Rusya’da yarattığı kötülük dolu havadan habersiz görünüyorlardı. Bakü’de Bolşevikler muhalefet partilerinden dahi hiçbir devrimciyi tutuklamamışlardı. Şimdi onlar Sosyalist Devrimcilerin esiriydiler ve yoldaşlarının Rusya’nın öteki bölgelerindeki eylemlerinin hesabını ödeyeceklerdi. 18 Eylül 1918’de Sosyalist Devrimci Golos Sredney Azii [Orta Asya’nın Sesi] gazetesi uğursuz bir açıklama yayımladı:
Dün aralarında Kafkasların Lenin’i Isdepan Şahumyan’ın da bulunduğu Bakü Bolşevik Komiserleri tutuklandılar (…) En ağır işkencelerden geri durmayacak, onları parçalarına ayıracağız. Böylece Rusya’da Bolşeviklerin işkence odalarında çürüyen yüzlerce ve binlerce yoldaşımızın öcünü alacağız (…)
20 Eylül’de sabahın birinde mahpuslar aniden uyandırıldı. Yirmi altısı ötekilerden ayrıldı ve Astrahan’a gitmek için hazırlanmaları söylendi. Geride kalanlar arasındaki Migoyan, Şahumyan’a eşlik etmek istedi ama isteği reddedildi. “Yirmi yedinci” komiser Şahumyan’la son konuşmasını şöyle naklediyor:
Daha sonra Şahumyan beni bir kenara çekerek şöyle dedi: “Senin isteğini reddetmeleri bir şey ifade etmez. Seni serbest bırakacaklar, sen, Surik ve Lev’le birlikte [Şahumyan’ın oğulları] Astrahan’a ulaşmaya çalışacaksın, oradan Moskova’ya gidip Lenin’le buluşacaksın ve ona burada olanları anlatacaksın. Ona benim adıma bir öneride bulun, eğer halen tutuklanmamışlarsa, tanınmış Sağ SR’lerden ve Menşeviklerden bazıları tutuklansın ve rehin alındıkları ilan edilsin. Transhazar hükumetine bizimle değiştirilmeleri teklifinde bulunulsun.
“Yirmi Altı Komiser” Krasnovodsk’tan trenle 207 verst doğuya götürüldüler. Çölde ıssız bir yerde indirildiler. Kırk dakika içinde yirmi altısı da öldürülmüştü, bazıları kurşunla vuruldu, bazıları kılıçla doğrandı. Gövdeler aceleyle ve kabaca gömüldü. 1920’ye kadar orada kaldılar, sonra Sovyet Bakü’ye getirildiler ve Özgürlük Meydanı’na gömüldüler. Bugün meydan Bakü Komünü önderlerini anma yeridir. Hepsinin ortak mezarı üstünde sönmeyen bir meşale yanmaktadır. Sovyetler Birliği’nde “Yirmi Altı Komiser” iktidara gelişleri ve bir şehirde sosyalizmi kurma çabalarıyla anımsanan efsane kişilerdir.
Ronald Grigor Suny
Michigan, Chicago ve daha pek çok saygın üniversitede tarih dersleri verdi. Ünlü Ermeni kompozitör ve etnomüzikolog Krikor Mirzayan (Mirzoev) Süni’nin torunudur. Uzmanlığını Sovyetler Birliği’nde Rus olmayan halklar üzerine yapmış olan Suny, The Baku Commune, 1917−1918: Class and Nationality in the Russian Revolution ve The Making of the Georgian Nation gibi daha pek çok kitap yazdı. Transcaucasia, Nationalism and Social Change ve The Russian Revolution and Bolshevik Victory gibi kitapların editörlüğünü yapan Suny, Stalin’in gençliği ve Sovyetler sonrası Rusya üzerine kitap çalışmalarını sürdürüyor. Suny’nin 1993 yılında basılan ve modern Ermeni kimliği ve milliyetinin inşasını incelediği Looking Toward Ararat: Armenia in Modern History kitabı, 2015 yılında Aras Yayıncılık tarafından Modern Tarihte Ermenistan: Ararat’a Bakmak adıyla yayımlandı. Ermeni Soykırımı üzerine son yıllarda yayımlanan en önemli çalışmalardan biri olan They Can Live in the Desert but Nowhere Else adlı kitabı (2015) ise yayınevimizce 2016’da, Ancak Çölde Yaşayabilirler başlığıyla çevrildi. Suny, ABD’de, Michigan eyaletinde bulunan Ann Arbor kentinde yaşamaktadır
Aydan Çelik’e göre bağlamayla bisiklet arasında üç benzerlik var: İkisi de tellidir, ikisi de akortsuz olmaz, ikisi de “Şeytan” icadıdır!
Çocukluğum bir köyde geçti. Saçtan yapılmış baraka ilkokulunda, topu topu 25-30 öğrencinin eğitim gördüğü bir köydü Altınşehir Köyü. Bugün de orda yaşıyorum.
Hepimizin bisikletle ilgili bir hikâyesi vardır. Çocukluğumda benim için bisiklet “ulaşılmaz” olandı. 1970’li yılların başlarında köyde bisikleti olan tek bir çocuk vardı, yaşıtımızdı: Emlakçi İbrahim beyin oğlu Birol. Toprak yolda hızla yanımızdan gelip geçerken bisikletine imrenerek bakardık. “Bi tur versene” onun pek de sevmediği bir cümleydi. Biz de ısrarcı olmazdık.
Bana ait bir bisikletimin olmasını hayal ederken, babam bir hafta sonu yanında bir bisikletle çıktı geldi. İncecik lastikleri, koçboynuzu gidonuyla, kim bilir kaçıncı el, mavi renkli bir yarış bisikletiydi. Üstüne çıktığımda bacaklarım yere değmiyordu. O yaz düşe kalka onu kullanmayı öğrendim. Köydeki en mutlu çocuk ben olmuştum. İlk günlerde onu evin içine alıyordum. Hatta ilk birkaç gece yatağımın hemen yanına yerleştirivermiştim (John Lennon çok daha ileri gider, çocukken hep bisikletiyle birlikte yatarmış!) Sonra sadece ben değil, köydeki diğer çocuklar da bisiklete binmeyi onda öğrendiler. Lastiği patlar, zinciri atar, tam giderken selesi yan döner, aynası bir türlü durduğu yerde durmaz, zili takılır kalır, çalmaz, frenlerinin ayarı bir türlü tutmaz, ayak freni yapmayı mecburen öğrenmiştik… Bela bir şeydi, ama her şeye rağmen bir yaz tatili boyunca bizi mutluluktan uçurmuştu. Daha sonra da bisiklet hayatımın önemli bir parçası oldu. Sonra hep bisikletim oldu, bugün de bir bisikletim var.
Bugün geriye dönüp baktığımda, bisikletin, şu an edindiğim, yavaş yaşama, az tüketme, sahip olmama arzularımı o günlerden başlayarak besleyen; basit, mekanik ve sempatik bir yol arkadaşım olduğunu düşünüyorum. Bisiklet üzerinde bugün de kendimi tam anlamıyla özgür hissediyorum. Bisiklet bana hiçlik duygusunu yaşatıyor, benlik kavramından uzaklaştırıyor, zihnimi açıyor…
Bugün yaşadığımız ekolojik yıkımı durdurabilmek için öncelikle “yavaş ilerle, sade yaşa ve az tüket” mottosunu içselleştirmemiz gerektiğini düşünüyorum. Bana göre bisiklet fosil yakıt tüketmeyen, kas gücüyle yol alan, doğa dostu yapısıyla, sürdürülebilir, sağlıklı bir ekosisteme hizmet edebilecek yegâne ulaşım aracıdır. Bir de yelkenli tekneler var tabi. O da ayrı bir keyif.
Bisikletin yaygınlaşması için çaba gösteren insanların bendeki yeri başkadır. 1970’li yılların ortalarında köy odasına bir kadastro memuru gelmişti. Halkalı’da oturur, köye bisikletle gelir, giderdi. İkinci bisikletimi de o bana vermişti. Sadece bana değil, köyün diğer çocuklarına da bir yerlerden bulur, getirir, bisiklet hediye ederdi.
Bu hafta Açık Radyo’da Babil’den Sonra programıma bisiklet tutkunu bir arkadaşımı, Aydan Çelik’i konuk ettim.
Aydan Çelik’i 2007 seçimlerinde İstanbul 1. Bölge’den milletvekili seçilen Ufuk Uras’la, Haydarpaşa’dan Ankara’ya kadar yaptığımız tren yolculuğunda tanıdım. Sonra 2012-2015’de Açık Radyo’da Esra Artan ile yaptıkları “Şeytan Arabası” programının müdavimi oldum.
Aydan Çelik’in yazılarını, usta işi çizgilerini de beğenerek takip ediyordum. 2014 yılında İstanbul’un kuzey ormanlarındaki doğa katliamına karşı başlattığımız Doğa Hakları kampanyasının maskotu SUSAM da onun çizgileriyle yaşam bulmuştu. Susam, İstanbul’un kuzey ormanlarında yaşayan bir su samuruydu ve olan bitene karşı söyleyecekleri vardı. Hatta Susam bir defasında Yeşil Gazete’den Gözde Kazaz’a bir de röportaj vermişti.
Aydan Çelik otuz yıldır bisikletiyle arşınladığı İstanbul’a da sevdalı bir insan. 2010 yılında Avrupa Kültür Başkenti için Sedona İstanbul adında bir bisiklet tasarladı. Sonra devamı geldi. Başka başka tasarımlar da yaptı.
On yıl önce kaleme aldığı Bisiklet Manifestosu bisikletçilerden, Şiir Sokakta hareketine kadar birçok yerde yaşam buldu. 2013’te bisiklet kitabı “Bi Tur Versene” yi yazdı. 2014 yılında Cumhurbaşkanlığı Türkiye Bisiklet Turu’nun 50. Yılı için maskot Pardos’u tasarladı. Hasankeyf Yok Olmasın, Barışa Pedal, İşçi Filmleri Festivali vb. gibi çeşitli sosyal projelere çizgileriyle destek verdi. 2017 yılında İstanbul Bisiklet Rehberi’ni hazırladı. Çeşitli gazete ve dergilerde bisiklet yazıları yazdı. Hala Cyclist Türkiye dergisinde yazılar yazıyor. Cyclist Türkiye, Socrates ve Toplumsal Tarih dergilerinin yayın kurulu üyesi. Aydan Çelik’in bazı yazılarına ve çizgilerine şuradan ulaşabilirsiniz.
Hep yolcuyuz, böyle gelir gideriz
Aydan Çelik usta bir çizer- yazar ve bir bisiklet sevdalısı olduğu kadar aynı zamanda bir halk müziği sevdalısı. Bağlama da çalıyor.
Geçen günlerde, bisikleti ve bağlamasıyla 70’den fazla ülkede 250 bin kilometre yol yapan; Aydan Çelik’in deyimiyle “Evliya Çelebi’nin bisikletli torunu” olan Ahmet Mumcu ile Orta Anadolu bozkırında birlikte pedal çevirdiler. Hacıbektaş’tan başlayan, Seyfe Gölü’nden geçip, Kırşehir’e, oradan Keskin’e uzanan bir yolculuk yaptılar. Bu coğrafyanın yetiştirdiği büyük halk ozanlarına, Muharrem Ertaş’a, Neşet Ertaş’a, Mahzuni Şerif’e, Hacı Taşan’a, Çekiç Ali’ye türkülerle saygılarını ve sevgilerini ifade ettiler. Aydan Çelik yolculuktan sonra oturdu ve bu geziyi Cyclist Türkiye dergisi için kaleme aldı. Bu geziye ilham veren Neşet Ertaş’ın Yolcu türküsünde geçen “ Hep yolcuyuz, böyle gelir gideriz” dizesi yazısının da başlığıydı.
Bu hafta Açık Radyo’da Babil’den Sonra programımda bu yolculuğun hikâyesini ondan dinledik. Çocukluğundan beri hiç bırakmadığı bisiklete, yazmaya, çizmeye ve türkülere olan tutkusunu konuştuk. Yol arkadaşı olan bisikletin 200 yılı geçen hikâyesine ve bugününe şöyle bir göz attık. Keyifli bir muhabbet oldu; Neşet Ertaş’tan, Muharrem Ertaş’tan, Âşık Veysel’den, Çekiç Ali’den, Şemsi Yastıman’dan, Feryal Öney’den türküler dinledik. Yves Montand da bir şarkıyla programda yer aldı… Programı kaçıranlar şuradan dinleyebilirler.
Çok sevdiğim Anadolu kökenli Amerikalı yazar William Saroyan “Bisiklet, insanlığın en asil icadıdır.” diyordu. Keşke icatlar, ilerleme o an dursaydı da, bencil tercihlerimizle, tüketim alışkanlıklarımızla yarattığımız, bugün insanlığı ve tüm canlıları tehdit eden yeni bir yok oluş tehlikesini konuşmuyor olsaydık. Olan olmuş. Diyecek pek bir şey de yok aslında, ama yapabileceğimiz şeyler hala var: Şeytan arabasına atlayıp, pedal çevirmek gibi…
Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı Datça Şubesi’nin organize ettiği 10. Hızırşah Etkinliği 26-28 Temmuz tarihlerinde Can Yücel’in Datça’sında gerçekleştiriliyor. Etkinlik ile ilgili açıklamada bulunan Vakıf Şube Başkanı Murat Yıldırım, “Hızırşah etkinliğimizde hem Alevi dostlarımızı, hem de Sünni kardeşlerimizi birlik olmaya bekliyoruz.” dedi.
Adı “Yatırköy” olarak da bilinen Hızırşah Köyü’nde bir de köye adını veren “Hızırşah Camisi ve Türbesi” bulunmakta. Bu Menteşe Beyliği döneminden kalma tarihi yapı kimine göre “Cami” kimine göre de “Dergâh”. Bu konuda tartışma devam ederken on yıl önce köyde Hızırşah Etkinliği düzenlenmeye başladı. Bu sene 10. kez düzenlenen etkinlik 26 Temmuz Cuma günü Hızırşah Hacetevi Tepesi ziyaretiyle başlayacak.
Etkinliğin açılış töreni 27 Temmuz Cumartesi günü 13.00’de Datça Hızırşah Külliyesi’nde gerçekleştirilecek. Ardından saat 14.30’da Datça Cemevi’nde lokma dağıtılacak.
10. Hızırşah Etkinliği 28 Temmuz Pazar günü saat 16.00’da Datça Hızırşah Kültür Evi’nde düzenlenecek “Karamanoğlu’dan Menteşe Beyliğine, Datça’dan Hızırşah’a” konulu panelle devam edecek. Mimar Sevilay Miser’in moderatörlüğünde gerçekleştirilecek panelin konuşmacıları Mehmet Doğan (Hitit Üniversitesi), Erdem Yücel (Arkeolog- Trakya Üniversitesi) ve Kemal Soyer (Mimar).
Etkinlik, 1975 yılında Ruhi Su tarafından kurulan ve 44 yıldan bugüne Türkiye’de ve Avrupa’da birçok kez sahne alan Ruhi Su Dostlar Korosu’nun, 28 Temmuz Pazar saat 21.00’de, Datça Amfi Tiyatrosu’nda vereceği konserle sona erecek. Ruhi Su Dostlar Korosu’nun, Mutlu Ödemiş yönetiminde klasik konser repertuvarından örnekler sergileyeceği konsere, Ankara Devlet Opera ve Balesi Sanatçısı Tuncer Tercan da sesiyle ve bağlamasıyla katılacak.