Ana Sayfa Blog Sayfa 2237

Ne kadar zamanımız kaldı?

Geçenlerde bir okulda yaptığım konuşmaya 4’üncü sınıf öğrencileri de katıldı. Konuşma sonrasındaki gece, uykuları kaçmış; “11 senemiz kaldı” dediğim için 2030 senesinin yılbaşında dünyanın iklim değişikliği nedeniyle yok olacağını düşünerek korkmuşlar. Evet, korkmamız gerekiyor, ama neden ve nasıl korkmamız gerektiğini bilerek korkalım.

11 yılda bütçe bitiyor

Öncelikle, iklimle ilgili değişikliklerin hiçbiri sadece bir günde olmayacak. Bugün yeşillikler içinde bir orman olarak bıraktığımız bir vadiyi yarın sabah kalktığımızda çöle dönmüş olarak bulmayacağız. Avustralya’daki orman yangınları benzer görüntüler yaratmış olsa da beklentimiz değişikliklerin daha yavaş gerçekleşecek olması yönünde. Peki o zaman “11 senemiz kaldı” vurgusu nereden kaynaklanıyor?

Dediğimiz gibi, bu derece kesinlikte sınırlarımız yok, ayrıca bu sınırların olabilmesine de imkan yok. Bugün ısınmanın 2 derecenin altında kalabilmesi için yaklaşık olarak 600 milyar tondan daha fazla karbondioksit salmamamız gerekiyor. Ancak burada bile, cümle aslında bundan da belirsiz. Eğer 600 milyar ton karbondioksitten daha az salım yapacak olursak 1880’den bugüne kadar ölçmüş olduğumuz ısınmanın 2 dereceyi aşmaması ihtimali %50 olacak. Yani biz 599 milyar ton karbondioksit salıp dursak bile sıcaklık artışı gene de 2 dereceyi geçebilir. 650 milyar ton salıp duracak olsak gene de 2 derecenin altında kalabilir. Yalnız bilimin üzerinde birleştiği temel konu, yaklaşık 600 milyar ton karbondioksit saldıktan sonra ısınmanın yaklaşık 2 derecenin altında kalmasının zorlaşıyor olduğudur. Ayrıca bu ısınma da 2030 yılının yılbaşına kadar bekleyip sonra bir günde karşımıza çıkmayacak. Her geçen sene biraz daha ısınıyoruz. 2019 yılı insanlık tarihindeki en sıcak ikinci sene oldu. 2020 muhtemelen 2019’dan da sıcak olacak. Dolayısıyla her geçen gün biraz daha ısınıyoruz ve böylesine karbondioksit salmaya devam edersek bu ısınmanın da duracağı yok. Şu an salmakta olduğumuz gibi karbondioksit salmaya devam edecek olursak 11 sene içerisinde 600 milyar ton bütçemizin tamamını harcamış olacağız. Bu nedenle de hemen önlemler almak zorundayız.

Avustralya’yı, tüm kıtayı kavuran yangınların ardından gelen yağışlar, geniş bir bölgeyi etkileyen sellere yol açtı. 

2 derece eşiği aşıldığında, artık bildiğimiz dünya olmayacak

Peki neden 2 derece? Çünkü 2 derecelik bir ısınmada hala önümüzü görebiliyoruz. Dünya bizim yüzümüzden hiç ısınmamış olsaydı fırtınalar, deniz seviyesindeki değişiklik, Sibirya’daki metan bulunduran tundralar gibi çoğu doğa olayına ne olacağını kolayca tahmin edebiliyorduk. Isınma 1 dereceyi geçtiğinde dünyaya neler olacağı konusunda gene tahminler yapabiliyoruz ama artık yaptığımız tahminler konusundaki şüphelerimiz de artıyor. 2 dereceyi aştığımızda ise bugüne kadar karşılaşmadığımız doğa olayları ile karşılaşabiliriz. Bu olaylara daha önce rastlamadığımız için de doğaya ve bize neler olabileceği konusundaki tahminlerimiz büyük ihtimalle işe yaramaz. Mesela bu ısınmanın sonuçlarından birini Avustralya’da gördük. Korkunç yangınların ardından gelen yağışlar felaket boyutuna ulaşan sellere yol açtı. Ne yangınlar ne de seller daha önce görmediğimiz şeyler değildi. Ama böylesine uzun süren ve bu kadar geniş bir arazinin yanmasına neden olan yangınların ardından gelen sellerin tam olarak ne etki yapabileceğini öngörebilmemiz mümkün değil. Buna karşı önlem de alamıyoruz. 2 dereceyi aştığımızda karşılaşacağımız doğa olayları da bu türden olacak. O nedenle 2 dereceyi kritik eşik olarak görüyoruz. 2 derece eşiği aşıldığında bizi bilmediğimiz bir dünya bekliyor olacak. O dünya da bir günde değil adım adım karşımıza çıkacak.

Her gün yeni bir rekor

Karşımıza adım adım çıkan bu dünyanın bir ölçüsünü her gün Yeşil Gazete’de takip ediyoruz. 1958 yılında Pasifik Okyanusu’nun ortasındaki bir adada, yerden birkaç bin metre yükseklikte, yani insanların günlük etkilerinden olabildiğince uzakta bir gözlemevi kuruldu ve o günden bu yana her gün o istasyonda atmosferdeki karbondioksit oranı ölçülüyor. Atmosfere saldığımız karbondioksitten dolayı bu oran her sene 2-3 ppm (milyonda molekül) artıyor. Her sene en yüksek değerine de Mayıs ayında ulaşıyor. İlk ölçüldüğünde 315 ppm olan karbondioksit seviyesi 2019 Mayıs ayında 415 ppm seviyesini aştı. Bu sene Mayıs ayında da 2020 yılının en yüksek değerine ulaşacak. Bu değer muhtemelen 418 ppm civarında olacak. Geçen senenin başından bu yana iki defa bu ölçümlerin rekor kırdığı açıklandı ama biliyoruz ki bundan sonraki sürede bu rekorlar neredeyse günlük olarak gelişecek. Eğer bir gün bu artış duracak olursa asıl önemli haber karşımıza çıkmış olacak. Ancak bizim böylesine kömür, petrol ve doğalgaz yakmaya devam etmemiz durumunda o güne ulaşmamız hiç de kolay olmayacak.

 

Küçülme…

Teknoloji kullanımı ve teknolojik araçların kullanımı, gündelik yaşamı ve daha da derinde, üretimi ve tüketimi, kısaca yaşamın her anını giderek daha fazla kapsayan ve bu nedenle de,  daha fazla belirleyen/ “domine eden” bir faktör oldu. Teknoloji ve teknolojik aletler üzerindeki tartışmadan sonra, bu teknolojik gelişmenin insan ve daha da çok, doğa ve yeryüzü üzerindeki etkilerini tartışmaya pek fazla gelememiştik…

Teknolojinin insana egemen olmaya başlaması gibi, karamsar bir gelecek öngörüsüne doğru gelişme eğilimleri olsa da, sorun daha çok, teknolojik gelişmelerin, yeryüzünü bozan sömüren/ sömürgeleştiren ve daha da önemlisi, yeryüzünün bütün kaynaklarını giderek hızlanan bir ivme ile kirleten/ dönüştüren ve yok etmeye varan olan durumun, (artık gelecekten borç alarak yaşamanın da sonuna yaklaşmış olmaktan ötürü), kriz haline gelmiş olmasında. Tartışmayı ilerletmek ve genişletmek zorundayız.

Teknolojik ilerleme ve teknoloji kullanımı, elbette yeni bir şey değil. Daha insanlığın şafağındayken, çakmak taşını kırarak, bir yanı keskin bir bıçak ya da balta veya (teknoloji biraz daha ilerledikçe) ok ucu haline getiren atalarımızın yarattığı teknolojik buluşlarla başlayan ve insanın doğa ile ilişkisini sürekli olarak insanlar lehine değiştirmeye ve dönüştürmeye başlayan sürecin bugün ulaştığı noktada, artık insanlık, içinde bulunduğu durumu yeniden düşünmekten başka bir şansı olmadığı, dik bir uçurumun kıyısına kadar ulaştı. (Tamam, dünyanın sağ popülist politikacıları, Bolsanaro ve Trump bunun farkında olmayabilir ve Senato da onu aklayabilir, ama durum böyle…)

Refah toplumu’nun obezitesi

Bu tehlike, sadece nükleer silahların ya da son derece ileri bir teknolojiyle savaşabilme, doğaya ve insana kitlesel büyük zararlar verebilme veya laboratuvarlarında virüsler, biyolojik silahlar üretebilme vb. kapasitesinin, dünyayı bir-kaç kez yok edebilecek kadar çok birikmiş olmasından kaynaklanmıyor. Bu tehlike, barış zamanında da, “refah toplumu” diye adlandırdığımız yaşama biçiminde; (çoğu kez aşırı bir oburlukla) mağazaların/süpermarketlerin raflarını doldurma-boşaltma, tüketim alışkanlıklarımızda… Gerçekte, bunun da öncesinde üretimde; üretirken kullanıldığımız kaynaklara, enerjiye, üretim sürecine, kullanılan materyalde yaratılan dönüşümlere ve kirlenmelere, tükenmelere ve doğanın/ türlerin yok oluşuna vb. bağlı olarak ortaya çıkıyor.

Bu nedenle, sadece teknoloji üzerine bir tartışma yürümek yeterli değil. Teknoloji ile birlikte, ekonominin işleyiş mantığı ve kuramı, büyüme ve kalkınma, batılılaşma vb. gibi kavramların, Kuzey ve Güney ülkeleri ile, ikisi de olmayan Çin ve Hindistan, Brezilya ve belki Türkiye gibi ülkelerin, ekonomilerinin/ toplumsal yaşam alışkanlıklarını ve tüketimlerinin (elbette bunu önceleyen üretimlerinin) ve kültürel bakış açılarının, kendi geleceklerine dair ideolojik perspektiflerinin, hesaplaşmak istediklerinin ve yapmaya/terk etmeye hazır olduklarının ve benzerlerinin de, tartışma alanında bulunması gerekiyor.

Çok büyük ve hiçbir zaman düzenlenemeyecek kadar geniş/ sonsuz bir tartışma alanı…

Ancak, artık dünya öyle bir durumda ki, hem oturup, “bir birey olarak ne yapıyorum/ ne yapabilirim?” diye düşünmek hem “içinde bulunduğum toplulukla/ arkadaşlarımla/ mahallemde/ komşularla/ hemşerilerimle vb. ne yaparım?” diye bakmak ve çeşitli yollar aramak ve bulmak hem de “ülkenin politikaları”, ülkenin dünya üzerindeki coğrafya bölümünün ve “bütün yer kürenin” geleceği hakkında düşünmek gerekiyor. En azından, ne olup-bittiğini anlamak ve yorumlayabilecek kadar gelişmelerden haberdar bir konumda bulunmak zorundayız.

‘Küçülerek’ iklim krizinden kaçabilmenin sınırları

Gördüğünüz gibi, zor bir iş. Ancak, böyle bakmaktan ve yapmaktan başka hiçbir çare yok gibi duruyor. Diyelim ki, sadece çok yerel bir düşünce ve yapma arayışı ile kendimi sınırlamayı uygun buldum ve yapabilme kapasitemin bu kadar olduğunu anladım; yine de, iklim krizinin beni etkileyeceğini anlamak zorundayım. Kentimin hemen yanındaki büyük ekolojik yıkımlara neden olacak yeni projeleri izlemem, ormanları/ ekolojik döngüleri korumam, süpermarketten aldığım tüketim maddelerinin nerede/ hangi koşullarda yetiştiğini ve nasıl bir üretim sürecinden geçirildiğini ve nasıl elleçlendiğini, ne kadar taşındığını vb. bilmem gerekiyor. Evime kadar gelen ve ısınmamı/ aydınlanmamı sağlayan gazın ya da elektrik enerjisinin kaynağı, evimin çok uzağında/ dünyanın başka bir ucunda da olsa, beni ilgilendiriyor.

Küçük bir dünyam olabilir ve bunun için küçük bir mücadele öngörmüş olabilirim. Bu sorun değil. Ancak sorunun, beni ilgilendiren bölümlerinin bittiği yerde bitmediğini bilmem, yararlı olacaktır. Neden? Çünkü anlama ve olayları/ şeyleri ve süreçleri yorumlama kapasitemi geliştirebilmek, yeni şeyler düşünebilmek, sürekli olarak kendimi ve çevremle ilişkilerimi istediğim düzeyde tutabilmek ve düşünceyi geliştirebilmek için, bu bilgilere ihtiyacım olacaktır.

İşte tam da burada, diyelim ki kendi evimde ve kendi çöplerimle baş başa kaldığımda ya da musluktan suyu akıttığımda veya içtiğimde, pencere ve kapı aralıklarından kış rüzgarları estiğinde ve bir elma ya da sebze yemek istediğimde, yukarıda söylediğim gibi, “çevremle ilişkilerimi istediğim düzeyde tutabilmek ve geliştirebilmek için” ne yapacağımı nasıl bileceğim? Isırmak istediğim elmayı gerçekten yiyebilir miyim, yoksa tehlikeli mi? Elma, bildiğim elma olabilir. Ama elmanın üretilmesiyle ilgili teknoloji artık öylesine değişti ki, elma ile aramdaki ilişkinin güvenilir olması için, gelişmeleri biraz bilmek, bunun üzerinde yeniden düşünmek ve ne yapmam gerekliğine, yeniden karar vermek durumundayım.

Tüketmeme alternatifi?

Aynı şey, mutfağımdaki su, odamda kullandığım enerji ve telefonumda ya da bilgisayarımdaki çip için de geçerli… Tüketmek istediğim bir nesneyi, gerçekten tüketmeli miyim? Yoksa başka bir alternatif, ya da hiç tüketmeme şansı var mı? Elma üretimi için kullanılan gübreyi ve suyu düşündüğüm gibi onun üretildiği toprağı da düşünmeliyim. Eğer aşırı su tüketimi söz konusuysa, toprak kirleniyorsa, çiçeğe gelen böcekler zehirleniyor ve ölüyorlarsa, sokağımdaki süpermarketin rafına gelene kadar yüzlerce kilometre taşınması için kullanılan akar-yakıt atmosfere zarar veriyorsa, elmanın ambalajlanması, raftaki yerini alana kadar bunlara ek olarak birçok gereksiz enerji kullanımı söz konusuysa, elma ile aramdaki ilişkiyi yeniden düşünmemeli miyim?

Düşünsem ne olacak? Elma yemekten vaz mı geçeceğim, yoksa arka bahçeme (eğer öyle bir toprak parçası bulunuyorsa) bir elma ağacı mı dikeceğim? Diksem bile, bunca apartmanın arasında o ağaç güneşi görebilecek mi? Görse de, meyve verecek mi? Verirse, bu meyve sağlıklı mı olacak? Ya da sorunumu çözülecek mi? Ya yediğim diğer sebzeler ve tahıllar? Kuşlar ve balıklar? İnekler ve koyunlar?

Daha kapımdan çıkmadan karşılaştığım sorunlar, evden uzaklaştıkça giderek büyüyecek zaten… Bunların hepsini biliyorum. Hem de en azından 1980’lerden beri, bu tartışmalar gündeme gelmeye/ konuşulmaya başladığından beri, biliyorum. Ama ne yapacağım? Nerden başlayacağım ve nasıl başlayacağım?

Bu önemli bir soru ve bunun yanıtını, ya da bu soruyu doyurucu ve ikna edebilecek düzeyde yanıtlayabilen kuramları ve uygulamaları ve bunlara dayanarak geleceği kurmak üzere ne yapılabileceğini, ne yazık ki bilmiyoruz. Bilmediğimiz için de, 1980’lerden beri etkili bir şey yapamadığımız gibi, yeryüzü de, atmosferi de, okyanusları ve suları da, iklimi de, giderek daha kritik bir düzeye gelmeye başladı. Artık “iklim krizinden” bahsediyoruz. Bütün dünya liderleri (belki Merkel’i biraz dışarıda tutulabiliriz?), teknolojik olarak en ileri ülkelerin halklarının oylarıyla seçilmiş politikacıları, ne kadar cahil ve hayırsız, ne kadar saçma ve inanılmaz derecede sığ ve ileri görüşlü olmaktan uzaklar…

Değişmek/değiştirmek, ama nasıl?

Tamam, oldukça başarılı olmuş gibi görünen “yeşil partiler” var bazı ülkelerde, dünya halklarının bir bölümü kırlarda ve kentlerde, topraklarını, sularını ve havalarını madencilere, büyük çiftliklere ve devletlerin mega projelerine vb. karşı korumak için ayaklanmış durumdalar ve kentlerde her gün yürüyor insanlar…

Ama insanlığın ve içinde yaşadığımız coğrafyanın, gezegenin sonunun yaklaşmasına karşı, henüz etkili bir gelişme sağlanabildiği de,söylenemez.

Belki daha çok tartışmak gerekiyor…

Belki daha çok yeni yol/ yöntem bulmak gerekiyor…

İçinde yaşadığımız kenti, mahalleyi, sokağı ve evi değiştirmek üzere, yeni öneriler geliştirmek gerek, belki de…

Ama büyük bir olasılıkla kendimizi değiştirmeyi göze almalıyız.

Belki yaşam biçimimizi… Belki değer verdiğimiz şeyleri… Belki gerçekten ihtiyacımız olan ve olmayan şeyleri bulmak için, yeniden düşünmek/ tartışmak gerekir?

Bütün bu düşünceleri böyle art arda sıralamamın nedeni, yazının başlığında da gördüğünüz kavramı, Serge Latouche’un, İletişim Yayınları’ndan çıkmış olan “Kanaatkar Bolluk Toplumuna Doğru, Küçülme Üzerine Yanlış Yorumlar ve Tartışmalar” başlığını taşıyan kitabını, en azından bazı yönleriyle, tartışmaya açmak isteyişim…

Ancak, bu kadar uzun bir giriş nedeniyle, “küçülme” üzerine tartışmayı, belki gelecek yazıda/ yazılarda sürdürmekten başka çare yok gibi duruyor… Çünkü “küçülme” kavramı, kesinlikle tartışılmayı hak ediyor. Belki tartışmalar, “uygulamayı” da hak ettiği gibi bir sonuca götürebilir? Eğer “uygulanabilir” ise, nasıl?

Ne yapacağız da bu kavramı gündelik yaşamımızda uygulanabilir hale getireceğiz? Biraz daha düşünmeye gereksinim var gibi…

‘3 Nisan’da geleceğimiz için sokaktayız’ – Melisa Akkuş*

Benim de bir üyesi olduğum Fridays For Future (Gelecek İçin Cumalar) hareketi başladığı yıldan bu yana çok büyük adımlar attı. 2018 yılında İsveçli iklim aktivisti Greta Thunberg‘in çağrısı sayesinde binlerce iklim aktivisti sokağa çıktı. Bu kadar insan bir arada olunca gelecekten çok umutlu oluyorsunuz ama devamı gelmediğinde de tüm umutlar sönüyor…

İklim aktivistlerinin kitlelere ulaşması çok önemli. Özellikle cuma günleri  aktivistlerinin yaptığı “iklim için okul eylemleri” de büyük önem taşıyor çünkü insanlarla bireysel olarak kurdukları iletişim, aktivizm hareketine desteğin büyümesini sağlıyor. Grevlerde 7’den 70’e herkesle konuşuyoruz, iklim krizini anlatıyoruz.

İklim krizi beklemiyor

Küresel ısıtmanın 1,5ºC’de sınırlandırılması için uğraşıyor, Paris İklim Anlaşması‘nın gerekliliklerini devletlerin kabul etmesini istiyoruz. Kömür başta olmak üzere fosil yakıtların yakılması, atmosferdeki karbondioksit oranının felaket boyutlara ulaşmasına sebebiyet veriyor. Bu sorun devletlerin de sorunu olmalı ve yanlış çevre politikalarının değişmesi gerekiyor. Gerekli adımların atılması için son 10 yıl dediğimiz zamana girdik.

Devletler neyi bekliyor anlamıyorum ama 10 yıl çok kısa bir süre ve iklim krizi beklemiyor.

İşte bu yüzden de iklim hareketi var. Biz yokoluşa sessiz kalamayız. Hep söylediğimiz gibi kriz, herkesin krizi. İnsanlar bu krize bir siyasi parti gözüyle veya başka bir şeylerle kıyaslamadan bakmalı. Krizin üstesinden ancak birbirimize verdiğimiz destekle gelebiliriz.

Devlet iklim aktivistlerini dinlemeli

En önemlisi şey ise devletlerin iklim aktivistlerini dinlemesi.  Çünkü aktivistler bilimsel verilerle harekete çıkıyor ve çözüm öneriyor. Dolayısıyla tekrar vurgulamak gerekirse aktivistlere güvenin, destek verin. Okullarını kırıp eylem yapan öğrencilerin ve kimi aktivistlerin zorlu koşullara rağmen yaptığı eylemleri düşünün. Bunca çaba sarf ediliyor ve toplumun bunu görmesi, dinlemesi, harekete geçmesi gerekiyor.

Felaket senaryosu değil, bilimsel gerçek

Toplumlar bu harekete destek veriyor ama bazı kesim endişeli bakıyor, daha doğrusu geri çekiliyor. Özellikle bizim ülkemizde “eylem” kelimesini kullandığımız an hemen konu farklı yerlere akıyor, ama bizim bunları neden yaptığımız belli ve kriz gittikçe büyüyor. Buna rağmen yapılaşma, fosil yakıt kullanımı, tüketim, plastiklerin direkt olarak kaldırılmaması yetmiyormuş gibi başımıza açılan gereksiz projeler bu krizi gittikçe daha da felakete sürüklüyor.

Hiçbir aktivist felaket senaryoları yazmıyor; bilimsel gerçeklerle konuşuyor ve  mevcut olan haklarımızı savunuyoruz, Hayvanların, çocukların, yetişkinlerin hakkını hep bir arada savunuyoruz. Toplum bunları biliyor, isyan ediyor ama harekete geçmekten çekiniyor. Devletler ise sesimizi duymuyor.

Küçük adımlarla bir yere varamayız

Sorumlu kişilerde bir çaba varsa da işe yaramıyor, çünkü atılan adımlar küçük adımlar ve yıllardır çevre politikasında küçük ve çoğu zaman yanlış adımlarla ilerlendi. Dolayısıyla küçük adımları bırakıp direkt olarak devletlerin köklü değişimlere gitmesi gerekiyor, yoksa bu saydığım felaketler geri döndürülemeyecek. Elbette bireysel olarak da insanların değişmesi, gerek ama toplumumuzun yaşam biçimlerinin köklü bir şekilde doğru çevre politikasıyla birlikte değişmesi gerekiyor.

İklim hareketi, bilimi sokaklara taşıdı

İşte iklim hareketi doğruları sokaklara taşıdığı, bilimi sokaklara taşıdığı ve iklim krizinin aciliyetini sokaklara taşıdığı için atılan en güçlü adımlardan birisi oldu ve dünya için tek şans bu hareket. İklim aktivistleri de bunun bilinciyle asla vazgeçmiyor, umutlarını kaybetmiyor. Biraz rakamlarla gidecek olursak sanırsam daha etkileyici olur değil mi?

3’üncü Küresel İklim Grevi

20 Eylül’de aralarında Türkiye‘nin de bulunduğu 150 ülkede devletleri iklim krizi sebebiyle harekete geçirmek için 3. Küresel İklim Grevi düzenlendi. Türkiye’de inanılmaz güçlü bir hareket vardı ve ülkemiz için bu hareket çok büyük bir adımdı. 20 Eylül’de Bursa, Bodrum, İzmir, Ankara ve daha pek çok şehir iklim için eylemdeydi. İstanbul’da Kadıköy Yoğurtçu Parkı‘nda düzenlenen grevde dört bini aşkın kişi sokaklardaydı. Hem ülkemizde hem de diğer ülkelerde pek çok sanatçıdan destek buldu.

20 Eylül 3. Küresel İklim Grevi- İstanbul

4’üncü Küresel İklim Grevi

Küresel iklim grevlerinin dördüncüsünde ise 29 Kasım Black Friday indirimlerine denk geldiği için  Türkiye’de takas şenliği düzenlendik. O gün Kara Cuma’nın yerini Yeşil Cuma aldı. O gün tüketmedik birbirimizle paylaştık ve birlikteliğin ne kadar önemli bir güç olduğunu yine bir kez daha anladık.

Küresel olarak düzenlenen Fridays For Future’un eylemleri ve çağrıları sayesinde Dünya genelinde yaklaşık olarak 1 milyara yakın sayıda kişi “iklim acil durumu” ilan etti ve sokaklarda yerini aldı.

Peki ya 5’inci Küresel İklim Grevi?

Biz Fridays For Future Türkiye olarak uluslararası belirlenmiş bir tarih olan 3 Nisan’da 5. Küresel İklim Grevimizi gerçekleştiriyoruz. 3 Nisan’da çok daha kalabalık olacağız.

Dünya zor bir süreçte. Avustralya yangınları, Endonezya’da seller, ülkemizde depremler, göçlerin artması, ekolojiyi katledecek projelerin durdurulmaması ve gündemin farklı konularla unutturulması… Yaşanılan bunca felakete karşı hepimiz haklarımız için sokaklara çıkmalıyız, hepimiz gelecek için bir arada olmalıyız.

Felaketler durmuyor ve bizim daha fazla eyleme daha fazla birlikte olmaya ihtiyacımız var. Bunun için hepimiz 3 Nisan’da bir araya geliyoruz. Ne işiniz, ne programınız varsa iptal edin çünkü tek şans aktivizm ve geleceğimiz için şimdinin sorunlarına karşı harekete geçmeliyiz. Aktivizm için yorulmalıyız, her koşulda aktif olmalıyız vakit kaybetmeden.

*15 yaşında, iklim aktivisti.

Huzursuz, uyumsuz, mutsuz kadınlar ve harpyler – Menekşe Kızıldere

Biyolojik cinsiyetimizden, yöneldiğimiz cinsiyetimizden ve toplumsal cinsiyet rollerimizden bağımsız olarak sadece birer insan olarak hepimiz, birer bilinçaltına ve birer benliğe sahibiz. Bazıları için karmaşık da olsa tüm bunlardan oluşan bir kişiliğimiz var. Benliğimizin gözetiminde hepimizin bir iç dünyası ve iç muhakemesi var. Bizden içeri olan bu biz duygularımız, düşüncelerimiz ile akıl evimizde kararları alan mekanizmadır. Uzaklara dalarken, kendi kendimize konuşurken, göz devirirken, yüz buruştururken, suçlu suçlu yutkunurken, hırsla dudak kemirirken, ıslak ıslak burun çekerken, sinsi ve gizlice gülerken akıl evimizde bir hareketlenme vardır. Bizi biz yapan tüm kararlar, benliğimize eklediklerimiz ya da benliğimizden eksilttiklerimizdir. Yeteneklerimiz, hayallerimiz, amaçlarımız, planlarımız hepsi doğru bir şekilde hayatımızda olması gerektiği yeri aldığında sağlıklı bir benliğe, güçlü bir kişiliğe sahip oluruz. Bu yüzden herhangi bir hayalin veya amacın peşinde her şeye rağmen direten ve kazananlar, güçlü insanlardır.

Fakat tüm toplumsal cinsiyet grupları bu benlik kazanımlarına ulaşmak için eşit haklara sahip değildir. Eğitim, kendini özgürce ifade edebilme, özgürce mobilize olma, fırsatlarda eşitlik, soysal baskılardan muaf olma diye art arda sıralarsak, herkesin aklına kadınların erkeklerle aynı haklara sahip olmadığı gelmektedir. Kadınlar yıllarca eşit haklara sahip olmak ve toplumlardaki kadına yönelik baskıcı, eşitsiz kültürü kırmak için mücadele verdiler. Bu mücadele halen devam etmektedir. Zira kadınlar, erkeklerle aynı işi yaparken eşit ücret bile alamamaktadırlar henüz. Böyle bir sosyal, kültürel ve ekonomik eşitsizlik içinde kadınlara benliklerini geliştirirken daha çok yara, acı, emek ve kabiliyet gerekmektedir. Bu sebeple de kadınların benliklerine dahi bu yargılar işler ve karanlık bir kuyuya dönüşüp var etme, yapma, yaratma, üretme potansiyelini soğurur. Oysa ki kadınlar üretmeye ve yönetmeye meyillidir. Ataerki ile en temel kabiliyetleri bile benliklerinden ayrılıp edilgen bir hale dönüşmektedir. Bu hiç de az rastlanan bir durum değildir. Yazının bu kısmından sonrası kadınlar için bir iç hesaplaşma rehberi niteliğinde olacaktır.

Özyıkıcı iç sesinizi tanıyor musunuz?

Bu iç hesaplaşmayı netleştirmek adına, size soracak sorularım var: Benliğimizin derinlerinden gelen ve bir takım iyileştirilmemiş yaraların bıraktıkları ile beslenen hor görücü, katı, tavizsiz ve yıkıcı bir iç ses var, onu tanıyor musunuz? Üzerinizde ne kadar etkili? Her zaman kararlarınızda onu da dikkate alır mısınız? Benliğinizden geldiği için rasyonel aklınız ve asıl kendiniz sandığınız bu zalim iç ses, gerçekten Siz olabilir mi? Onu hiç sorguladınız mı? Kaç kez aklınızda veya dilinizin ucunda söyleyecekleriniz varken bunun dile getirilmeye değer olmadığını düşünüp sustunuz? Kaç kez etrafınızdaki insanlar büyük bir cesaretle aptalca planlarını hayata geçirirken, siz yeteneklerinizi bir plana, bir işe dahi dönüşmeden hor görüp susturdunuz? Üstelik “yapma, yapamazsın, değersizsin, önemsizsin” diyen o yıkıcı iç sesin doğruluğu ve haklılığından hiç şüphe duymadan.

Heveslerimizi kıran, gücümüzü emen, bizi karamsarlığa iten o yıkıcı iç sesin karşısında konuşan sesi belki de hiç duymadan kişisel harpyniz ne dediyse yaptınız. Bu ne kadar da adaletsiz? Tek bir sesin egemenliğinde, adaletsiz bir hayat sürerek yaşanır mı? Bir kadın kendine adaletsiz olduğu müddetçe başkalarına karşı adaletli olabilir mi? Sizi kişisel ‘harpynize’ karşı provoke etmekteyim. Amacım hayat boyu hiç durmadan konuşan ve çoğu zaman tek doğru kabul edilen bu iç sesin saltanatını sarsmak. Minik bir devrim yapmak ister misiniz? O vakit kendimizden başlamak gerekir.

Büyülü sofraya musallat olan insan kuşları: Harpyler

Peki nedir bu harpy? Kurtlarla Koşan Kadınlar kitabının yazarı Clarisa Estas, kadınların içindeki öz yıkıcı sesi ve etkilerini Harpy sendromu olarak tanımlar. Yazarın kendi sözleriyle Harpy sendromu; “yetenek ve çabaları küçümseyerek ya da son derece yerici bir içsel diyalog kullanarak tahrip etmektir.” Estas, Harpy diyaloğunu da şöyle kurar:

“Bir kadın bir fikir ortaya atar ve Harpy onun üstüne sıçar. Kadın ‘Şey, şunu şunu yapmayı düşündüm’ der. Harpy  ‘Bu aptalca bir fikir, kimse bunlarla ilgilenmez, gülünç denecek kadar basit. Pekâlâ, sözlerimi bir kenara yaz, fikirlerin çok budalaca, insanlar sana gülerler, aslında söyleyecek bir şey yok’ der.”

Bu isimlendirmenin esin kaynağı Yunan mitolojisindeki Phineus’un hikâyesidir. Kral Phineus tanrıların sofrasından yemek çalınca tanrılar kızar ve Phineus’u cezalandırır. Phineus her gece büyülü bir sofra kurmak zorundadır. Yemeğe başladığı anda ise tanrılar Harpyler adı verilen insan kuşları Phineus’un sofrasına gönderir ve yiyeceklerin bir kısmını çalar, bir kısmını dağıtır ve bir kısmının da üstüne sıçarlar. Phineus hevesle oturduğu sofradan aç kalkar her akşam.

Estas, kadınların dünyasına da harpylerin musallat olduğunu söyler. Güzel bir fikir, hayal, plan aklımıza geldiği an, o çok derinden çıkıp “sen mi yapacaksın bunu, yapamazsın, beceremezsin, buna layık değilsin, senin başına iyi bir şey gelmez….” diyen o ses, işte bizlerin harpyleridir.

Bu harpiler bizlere nasıl musallat olur? Nerden gelirler? Bilinçaltımızdaki muazzam tahayyül ve fikir sofralarımıza sıçan bu harpyler, daha küçük bir kız çocuğuyken doluşur bilinçaltımıza ve maalesef hayat boyu orada kalırlar. Çocukken yapmak istediğiniz sıradan bir şeyi, sadece kız çocuğu olduğunuz için yapamadığınız o ilk anılarınızdan birine gidin. Akşam saatlerinde yuvalarına göç eden hayvanları gözlemlerken, “kız çocuğunun bu saatte sokakta işi ne” diye eve çağrıldığınızı düşünün, spora yetenekliyken kız çocuğu olduğunuz için antrenmana gönderilmediğinizi düşünün, hatta kız çocuğu olduğunuz için okula gönderilmediğinizi, evden çıkarılmadığınızı dahi düşünebilirsiniz. Çünkü kadınlar için, daha da sert örnekleri vermek ne yazık ki mümkün.

Yetişkin bir kadına dönüştüğümüzde dahi öyle günün her saatinde, istediğimiz sokaktan gönül rahatlığı ile geçemeyeceğiz. İstediğimiz gibi gülemeyeceğiz, konuşamayacağız, giyinemeyeceğiz. Sürekli bizi izleyen, yargılayan, müdahale eden hatta şiddete bile başvuran gözler ve eller her daim hayatlarımıza karışmak için var olacaklardır. Tüm bu baskı ve şiddet ortamında var olan yeteneklerimizi ortaya koymak, hatta açığa çıkarmak hiç kolay değil, bazen mümkün de değil. Heveslerimizi yaşamak, hayallerimizi gerçekleştirmek, planlarımızı uygulamak için çok büyük mücadeleler vermek zorundayız. Acı ve zor bir mücadeledir bu, benliğimize işler ve bir bakmışız ki yapmak istediklerimizin karşında duran şeyler biz olmuşuz. “Bu saçmalığı yapmaya kalkarsan, rezil olacaksın! Senin bunu yapmaya yeteneğin yok, zamanın yok, gücün yok, imkânın yok…” Kendi kendimizi durdurduğumuz bu sözler biz miyiz gerçekten de? Bu benliğimiz olamaz. Benliğimiz böyle olsaydı, yataktan kalkıp yüzümüzü yıkamaya gitmemiz bile mümkün olamazdı herhâlde. O halde bu biz değiliz.

Hayatın içinde sürüp giden işleri kesintisiz bir koşturma ile yaparken sıra benliğimizden gelen bize ait bir yeteneğe, hevese, hayata dair bir arzuya, tutkuya gelince gündelik işler için yarattığımız enerji yerini bir bezginliğe bırakır. Aslında temel sebep enerjinin olmaması değil, o bezginliğin altında yatan sebeplerdir. Gerçekleştirmek istediğimiz şeyin gerçekleşmeyeceğine olan inancımızdır. Heteroseksüel bir erkeğin kabiliyetini ortaya çıkarmak için önüne, para, sağlık, aile ile ilgili sorunlar çıkabilir ve bunlar ciddi sorunlardır. Fakat bir kadının karşısına tek tek sorunlar değil, yargıları ile toplumun kendisi ve bazen devletin kendisi çıkmaktadır.

Kendin olabilmek…

Ursula K.Le Guin, Kadınlar,Rüyalar Ejderhalar kitabında bireyin yetişkinliği için şu sözleri söyler, “Çocuklar büyümek için gerçekliğe ihtiyaç duyar. Erdemlerimizden ve kötülüklerimizden daha büyük olanı, bütünlüktür.” Le Guin bu sözleriyle hem yetişkin olmak için hem de kendimiz olmak için önce kendimizle yüzleşip kendi gerçekliğimizi görmemiz gerektiğine işaret eder. Sürekli bahanelerle erteleyip/bastırıp bilincin ulaşılmaz yerlerine ittiklerimiz, kendi gerçekliğimizi görmemize engel olur. Kendimizi gerçekleştirmemizin yollarından biri de yeteneklerimiz, heveslerimiz ve arzularımız ile de yüzleşmek ve onlara müsaade etmektir.

Huzuru ancak Le Guin’in irdelediği bütünlüğe ulaşınca bulabiliriz. Yıllar boyunca gerçek benliğimize ulaşmamızı sağlayacak, bizi biz yapan yönlerimizin ortaya çıkmasını sağlayacak özelliklerimizi, isteklerimizi, heveslerimizi, kabiliyetlerimizi bastırdığımızda huzursuz, uyumsuz, mutsuz yetişkinlere dönüyoruz. Bizleri büyüleyen hikâyelerin iyi ya da kötü karakterlerinin ortak özelliği, bütünlükleri ve iç huzurlarıdır. Ya iyilikleri ya da kötülükleri ile barışıktırlar. Gerçek benliklerini yaşıyor ve huzurludurlar. Başrolünde Oscarlı iklim aktivisti Joaquin Phoenix’in yer aldığı Joker filminde Arthur Fleck, Joker’e dönüştüğünde işlediği suç eylemleri ile kavuştuğu huzuru, bize ilk kez mutlu hissettiğini söyleyerek aktarır. Yönetmen Todd Phillips bu huzuru bize Joker’in daha önce karanlıkta geçtiği yerlerin huzurlu bir aydınlığa dönüşmesi ile gösterir. Mevzu iyi ya da kötü olmak değil, mevzu kendin olmaktır. Bu da benliğin bütünlüğe ulaşması ile mümkündür. Elbette bu, benliğine ulaşma adına suç işleme özgürlüğü demek değildir. Böyle bir özgürlük yoktur. Suç işlendiğinde cezası vardır. Başka birini incitecek hiçbir eylemin bahanesi olamaz. Bu, kendisi ile yüzleşip kendinin farkına varma meselesidir. Erdem, kendinin farkına varıp kötülüğü yapabilecek iktidara sahipken yapmamaktan geçer. Arthur Fleck’in bu noktada bir erdemi yoktur sadece kendinin farkına varmıştır. Kötülükte yakaladığı iktidarı belki de kırılgan erkekliğinin tamiridir. Fakat kendinin farkına varmadan, erdem kazanmak da mümkün değildir.

Bulundukları toplumlarda deli, huysuz, geçimsiz, histerik diye yaftalanan kadınları bir düşünün. Bir insanın yaşadığı belli sebeplerden kaynaklanan geçici, dönemsel mutsuzluklara ilaveten bir ömür boyu ruhunda bir mutsuzlukla yaşayan kadınları düşünün. Hayatlarında, benliklerinde neyin eksik kaldığı ile dahi yüzleşmemiş, bastırılmış bir iç huzursuzluğu her yeni günde yeni baştan yaşayan kadınlar… Harpylerin esir aldığı hayatlarını hevessiz, neşesiz yaşayan kadınlar. Kendileriyle yüzleşme şansını dahi yakalayamamış; toplumun, ailenin istediği gibi olmaya çalışan ama özünde öyle olmadıkları için bu iç çatışmanın orta yerinde ömür tüketen kadınlar. Herkesin aklına muhakkak bir örnek gelecektir. Yakından tanıdıklarınızı bir düşünün; ne yetenekleri vardı ve hiç kullanmadılar, ne hevesleri, istekleri vardı ama asla gerçekleşmedi. Gerçekleşmeyenler birçok şeyi eksik bıraktı, bir yüzleşme olmadı ve ruhları huzura eremeden arafta bir hayat sürdüler. Maalesef bu konu bu kadar ciddidir.

Geç olsa da güç olmasın

Toplumun yüklediği cinsiyet rolleri, patriarka, gelenek/töre /din diye görünen ayrımcılık ve eşitsizlikler, kadınların harpylerine dönüşür ve bir ömür musallat olur. Harpy bazen sistemin kendisi, bazen aile, bazen partner, bazen patron ve hatta bazen diğer kadınlardır. Kafamızın içindeki konuşan harpy aslında sahibinin sesidir. Bizim kendimiz sandığımız, kendi benliğimizin bir parçası zannettiğimiz o yıkıcı, mendebur iç ses, kesinlikle biz değiliz. Bir kadının bunun farkına varması, yüzleşmesi ve harekete geçmesi hiç de kolay değildir. Yıllarını alır ama asla geç değildir. İleri yaşlarda dahi bir yetenek için verilen mücadele çok kıymetlidir.

Genellikle genç insanların gittiği bir dans kursuna giden yaşı ilerlemiş bir kadının mutluluğu, üniversiteye çocuklarından sonra giden kadının mutluluğu, 40’larında bisiklet sürmeyi, yüzmeyi öğrenen kadının mutluluğu, 50’lerinde okumayı öğrenen kadının mutluluğu, ilk kez kendi başına seyahate çıkan kadının mutluluğu, ilk hikâyesini emekliliğinde yazan kadının mutluluğu, 30’una kadar tezgâhtarlık yapıp 30’undan sonra genç ve güzel kadınların makbul olduğu ses sanatçılığı alanında var olan, şarkıcı olan kadının mutluluğu, gizli gizli yazdığı şiirlerini torununun kitaplaştırdığı kadının mutluluğu nasıl da paha biçilmez bir mutluluktur. Bu örneklerin hepsi gerçek, hatta çok daha ileri örnekler bile verilebilir. Burada söylemek istediğim geç olsa da defedilen harpy yerini huzura hatta neşeye bırakır. Buna ortak olmak, paylaşmak, o kadınları yüreklendirmek gerekir. Hayatta gerçekçi olmak önemlidir. Bazen acı verse de doğru kararları almak önemlidir. Fakat bunları harpylerden ayırmak gerekir. Onları iç dünyamızdan ayıklayıp geldikleri karanlığa geri göndermek gerek. Tüm harpylerimizden geç olmadan kurtulmayı dileyerek bitiriyorum.

Yerel demokrasi, açık sistem, katılım: İmamoğlu başarabilecek mi?

Dünyaca ünlü sosyologlar Richard Sennett ile Saskia Sassen geçtiğimiz Çarşamba günü İstanbul’da Büyükşehir Belediyesi’nin düzenlediği ‘Yerel Demokrasi için Yeni Bir Başlangıç Paneli’nde konuşmacıydılar. Küreselleşme, kent dinamikleri ve bunlara karşı şehirlerden başlayarak kamusal alanın, politikanın yapılanmasını sorgulayan Sennett ile Sassen’in katıldığı paneli, şehir ve bölge planlamacısı İlhan Tekeli yönetti. İstanbul Planlama Ajansı’nın (İPA) “lansman” etkinliği olarak düzenlediği etkinliğin açılışını yapan Ekrem İmamoğlu konuşmasında, İstanbul’da dünyaya örnek olacak bir yerel deneyim başlatacaklarını, demokrasinin şehirden başlayarak gelişeceğini, İPA’yı kurarak katılımcı bir planlama modelini hayata geçireceklerini söyledi. Paneli konuşmacıların tersine resmi bir devlet toplantısı gibi koşullandıran törenimsi açılışı bir tarafa koyarsak, dile getirilen görüşlerin, sunulan çerçevenin konuyla, yani İstanbul’da yeni bir planlama deneyimi yaratılması için olumlu bir çerçeve oluşturduğu söylenebilir.

Açık şehir, açık sistem

Sennett, doğrusunu söylemek gerekirse konuşmasında “kapalı uçlu bilgi, ikinci sınıf bilgidir” diyerek -bilmiyorum acaba farkında mıydı, ama- “taşı tam gediğine koydu.”

Türkiye’de genel geçer hale gelmiş bulunan planlama sistemini sorgulamak için hiç kuşkusuz bundan daha iyi bir tanımlama olamazdı.  Uzmanların oturup kendi başlarına, “bilim adına” gerçekleştirdikleri, çoklu ortamlara açılmayan, imtiyazcı entelektüel üretimi, kamu kurumlarını kendi çıkarları için kullanan fırsatçıları, uzmanları kendi kamu yararını temsil eden bağımlı bir topluluğa dönüştüren, basmakalıp ve sekülerleşmemiş planlama modelini “tam 12’den vurdu!”

“Açık Şehir” (Open City) kavramına değinen Sennett, konuşmasında dinleyicilerle dünyanın farklı yerlerindeki deneyimleri de paylaştı; “Açık sistemlerin, hataların kolayca tespit edildiği, inovasyona yatkın sistemler olduğunu” söyledi.

Sennett sözlerini şöyle sürdürdü:

“Açık şehir, daha deneyimsel; fakat özeleştiriye de yer bırakan, daha muğlak, daha direnç gösterilebilecek alanlara değinilen ve böyle bir karmaşanın nelerden oluştuğunun araştırıldığı bir sistemdir. Kapalı sistemlerde ise elinizde bir hipoteziniz vardır. ‘Bu doğru mudur, değil midir’ diye kanıtlamaya çalışırsınız. Hatalarınızı kendi içinizde görür ve kapalı devre çözüm üretirsiniz. Birlikte çalıştığım bilim insanları, kapalı sistemleri hep ikinci sınıf bilim olarak tanımlamıştır.”

İstanbul’un son çeyrek yüzyılda yaşadıklarını anlamak, tartışmak için bu sözler oldukça ufuk açıcı olarak görülebilir. Çoğu zaman şehirlerde bir şeyler oluyor, mekanın finansallaşması gibi hazır olunmayan durumlar, deneyim eksikliğinde her şeyi silip süpürüyor ve korunaklı yapılar içinde yer alan uzmanlar çoğu zaman disipliner alanlara sıkışıp kalıyor; ne olup bittiğini bazen en son farkında olan insanlar halini alabiliyor.

Ancak bu sözlerin önemi, bence İmamoğlu’nun altını çizdiği İstanbul için yeni bir demokratik planlama deneyiminin nasıl oluşturulacağını tartışmak açısından yol gösterici oluşundaydı. Senett ve Sassen kent yönetiminin, kamusal nitelik taşıyan faaliyet alanlarının kapsayıcı olması için yapılması gerekenlerden ve ilkelerden söz ettiler. Bunlar, şehrin geleceği ile ilgili kurguların, kararların temsil edildiği planlama faaliyetleri ve örgütlenmesi açısından dikkat çekiciydi.

Zira bu panelden ve tartışmalardan beklenen “açık uçlu” bilginin, kurgulama, ya da yönetim deneyiminin nasıl yapılandırılacağıydı. Bu henüz tam bilinmediği için Kadir Topbaş zamanında kurulan İMP’nin (İstanbul Metropoliten Planlama Ajansı) bir başka versiyonu olarak da görülebilir. Nitekim İmamoğlu konuşmasında yedi kere katılım sözcüğünü kullandı, ama zannedersem bunun nasıl olacağı açık olarak tartışılmadığı için bir muamma olarak kaldı.

‘İMP modeli katılım’ çözüm değil, sorunun kendisi

İMP modeli sorgulanmadan katılım konusunda bir adım atılamayacağı söylenebilir. Çünkü yönetim elinde hazır bulduğu yapılarla durumu idare ederken politik olarak, kamusal alanın büzüleceği ve geçmişteki gibi kırılganlaşacağı düşünülebilir. Bu meselenin İmamoğlu’nun başarısı ve İstanbul halkının taleplerinin karşılığını bulması açısından hayati bir önem taşıdığını söylemeye bilmem gerek var mı?

Sennett’in toplantıda dediği gibi “kapalı uçlu sistemler, ikinci sınıf bir bilim ortamı” yaratıyor. Yönetimlerin başarısını engelliyor.

Soru şu: Yönetimlerin bütün politik alanı genişletme gayretlerine rağmen neden Türkiye’de köşe başlarını tutmuş olanlar ısrarla, hala 19. yüzyıldaki neo-klasik yönetim rejimlerinden kalma, iktidar ile entelektüel üretimin örtüşmesine dayanan “katılım” modelinde ısrar ediyorlar? Göz göre göre, hiçbir işe yaramadığını, kendi katılımlarının hiçbir şeye yanıt vermediğini bile bile aynı modeli sürdürmekte ısrar ediyorlar?

“Planlar doğruydu, ama yönetim uygulamadı…”  Topbaş döneminde bir üniversite kuracak büyüklükteki bir bütçeyle hazırlanan şehrin master (yönlendirici) planları hakkında bu çalışmaya katılan bir uzmanın, öğretim üyesinin görüşü buydu. Bu sözü defalarca duydum.

Benim bu görüşü dile getiren kişiye verdiğim karşılık ise şöyleydi: “Uygulamada bir etkisi olmadıysa, acaba planların yapılma biçimi de sorunlu olabilir miydi?

Öyle ya, plan-proje gibi çalışmalar sonuçta uygulama değil, kurgulama faaliyetleri. Eğer uygulanmıyorlarsa, üstelik bu ilk defa değil, sürekli böyle oluyorsa, hiçbir eğitimi, uzmanlığı bile olmayan insanlar bile bunun farkındaysa, o zaman uzmanların da bu planların hazırlanış yöntemini gözden geçirmeleri, sorgulamaları gerekmez mi?

Hayır. Kusura bakmasınlar bunu yapmak yerine bu soruyu soran insanlara acayip kızıyorlar. Yaptıkları yalnızca bu. Kendileriyle yüzleşmeyi önerenlerden nefret ediyorlar, tıpkı onlar sayesinde palazlanan otokrat yöneticiler gibi.

Çünkü işin püf noktası burada. Bunu yaptıkları anda sorunun kendilerine dokunacağının, ayrıcalıklarını kaybedeceklerinin, rahatlarının bozulacağının farkındalar. Bunu bildikleri için bilmiyormuş gibi yapıyorlar.

Demokrasiyi yerelden başlayarak inşa etmek …

İmamoğlu‘nun çabalarını, başarısını, İstanbul halkının taleplerini kendileri için bir fırsata dönüştürmeye çalışanlara karşı açık olarak söylemek gerekiyor: İMP modeli normlara uygun bir katılımın ters yönündeki bir işleyişti. Bir “karşı-katılım” deneyimiydi!

Bunun hesabı sorulmadan, yapıyı sorgulamadan, meseleyi örtbas ederek sorun çözülemez. Katılımı yalnızca kendisiyle sınırlandıran, imtiyaz alanı dışındaki yapıları doğmadan öldüren bir yapıydı bu. Şöyle bir düşünün: Hem kamu, hem özel. İhaleye katılıyor ama zaten kendisi ihaleyi gerçekleştiren Büyükşehir’in, kamu kuruluşunun bir şirketi. Bu nedenle ürettiği bilgi de Sennett’in işaret ettiği gibi kapalı uçlu ve etkisiz hale geliyor, çünkü şehrin planlanmasında, temsilinde tıpkı bir “kara delik” gibi şehrin entelektüel enerjisini emme işlevini yerine getiren tekelci bir yapı oluşturuyor. Bir tarafta imtiyazcı bir özel şirket statüsü, diğer tarafında “bilim” adına örgütlenmiş ve şehri kendi başına planlayabileceğini zanneden, kapalı bir kamu alanında yetkilendirilmiş uzmanlar topluluğu… Bu yapının biri özel alanı, diğeri entelektüel alanı kapatan iki ucu, günümüzdeki şehircilik deneyimlerinde norm dışı olarak kabul görüyor ve 19. yüzyılın şehircilik deneyimlerinin karikatürü gibi bir görüntü oluşturuyor.

Bilindiği gibi neoliberal sistemde sekülerleşmemiş entelektüel alanın boşalttığı kamusal alan, imtiyazcı piyasa aktörleri ve kamusal alanı yukarıdan tanımlayan popülist patronaj rejimi tarafından belirleniyor. Bu açıdan İmamoğlu‘nun konuşmasında dile getirdiği “demokrasiyi yerelden başlayarak inşa etmek” meselesi tam da burada somutlaşıyor. AKP’nin temsil ettiği neoliberal politikaların yeniden üretiminde belirleyici bir işlev gören hem kamu, hem özel kuruluşlar gibi oksimoron bir modelde örgütlenen İMP gibi yapıların karşısına AB normlarına uygun başka bir model koymak gerekli. Hiç kuşku yok ki şehrin kamusal hayatını felç eden, piyasacı girişimlerin önünü açan bir ucube yapılanma modelini sorgulamadan katılımdan söz etmek olsa olsa bir aldatmaca olur.

Şehrin ‘saray’dan planlaması

Bu yapı, kapalı uçlu süreçlerle ve nesneleştirici edimlerle, şehirsel alanda adına “Saray Rejimi” denen patronajcı modelin ve küresel finans sermayesine eklemlenen imtiyazcı piyasa aktörlerinin önünü açtı. AKP dönemi, her alanda çökmekte olan kamu hizmetlerinin imtiyaz sahiplerine devrini simgeliyordu, Büyükşehir şirketleri de oksimoron nitelikleri ve eylemlilikleriyle şehrin bu neoliberal modele eklemlenmesini kolaylaştırdılar.

Hatırlatayım: İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin çıkardığı İstanbul Bülteni isimli derginin yalnızca Başkan’a ayrılan giriş yazılarını taradığınızda 2009 yılında oybirliği ile onaylanan planlar Topbaş tarafından “Kentin Anayasası” olarak ilan ediliyor. Belediye Başkanı defalarca “Bu planlara aykırı çivi bile çakılamaz” diyor. Sonra, birden bire Belediye Başkanı “bizim için değerli hocalarımızın hazırladığı planlar bir başucu kitabı, bir rehber niteliğinde bir çalışma” demeye başlıyor. Acaba bir üniversite kurmaya yetecek bir bütçeyle, 500 uzman çalıştırılarak hazırlanan planlar nasıl oluyor da kısa bir sürede “Anayasa” mertebesinden inip bir “Başucu Kitabı” halini alıyor? Bunu yalnızca yönetimlerin tercihine bağlamak, meseleyi örtbas etmek olur.

Benim cevabını henüz bulamadığım soru ise şu: İstanbul Planlama Ajansı (İPA) gibi bir yapının katılımcı olacağından söz edilse de, acaba burada, edimsel olarak vazgeçilemeyen bir süreklilik mi var?

***

Not: Toplantının teknik düzeni ile küçük bir eleştiri: Kamusal alanı sivil bir perspektiften yorumlayan bu değerli konuşmacıların çevresinde -önerilmiş olmasına rağmen- katkılar sunabilecek bir çemberin oluşturulmamış olması bir eksiklik olarak görülebilir. Bu tartışmaların derinleşmesi ve somutlaşması açısından iyi olurdu. Ayrıca izleyicilerin saat 13.00’den 14.30’a kadar salonda bekletilmesi de gerekmiyordu. Bu süre kazanılabilirdi ve etkinliği daha canlı ve katılımcı kılacak bir tartışma düzeni yaratılabilirdi. 

 

 

 

Yurtseverler ‘yurt’ severlere karşı!

Başlık size Dustin Hoffman ve Meryl Streep’in başrollerini oynayıp Robert Benton’un yönettiği ‘Kramer Kramer’e Karşı’ filmini hatırlatmış olabilir. Belki de hatırlatmamıştır, bilemiyorum. İnsan unutan bir canlı ne de olsa!

“Hafıza-i beşer nisyan ile maluldür” hemen herkesin bildiği bir söz. İnsanın ve toplumun unutkanlığına vurgu yapar. Hele hemen her gün akıl durgunluğuna yol açacak bir olayın yaşandığı, bizimki gibi toplumlarda yaşananlar hızla unutulup gitmeye mahkûm adeta.

“İnsanları ara sıra sarsmak yararlı olduğu gibi, toplumu da ilerleyebilmesi için sık sık sarsmak, hem de kesinlikle gereklidir.” der ünlü İrlandalı yazar Bernard Shaw. Ne var ki mesele bize geldiğinde sarsılmaktan bilincini yitirmiş, dağılmış, bölünmüş, düşünemeyen bir insan kalabalığı gözümün önüne geliyor.

Kızılay olayının üzerinden henüz ne kadar geçti ki, unutup gittik? Başkent Gaz denilen belediyeden devşirme şirketin halktan kopardığı paraları bağış adı altında dinci vakıflara nasıl pompaladığını, bunu yaparken bile dürüst davranmayıp Kızılay’ı araya sokarak bir de vergi kaçırdığını ne çabuk unuttuk?

Beşkent Gaz’ın Kızılay’a, Kızılay’ın Ensar’a, Ensar’ın Türken’e aktardığı 8 milyon dolarla, ABD Manhattan’da yapılan yurt.

Neydi Başkent Gaz’ın Kızılay’a, Kızılay’ın Ensar’a bağış gerekçesi hatırlayan var mı? Yurt yapmak! Peki, bu gerici vakıflar sizce eğitim-öğretime, bilime, eğitilmiş insanlara çok değer verdiği için mi böyle yoğun bir yurt sevdası peşinde koşuyor? Yani onlar yurtsever mi yoksa sadece “yurt” mu seviyor?

Ben kendimi bildim bileli dinci[1] ve gerici cemaat ve vakıfların en çok uğraş verdiği alan yurt yapmak. Devletin resmi istatistiklerine bile yansımış bu yurt severlik. Milli Eğitim Bakanlığının “Milli Eğitim İstatistikleri, Örgün Eğitim 2018-2019” adlı raporuna göre[2] Türkiye’de ortaokuldan yükseköğretime toplam 4 bin 585 özel yurtta, 174 bin 310 öğrenci barınıyor. Bu yurtların 2 bin 246’sı yükseköğretim, bin 593’ü ortaöğretim ve 746’sı ortaokul öğrencilerine hizmet veriyor. Bir detay daha: Bahsettiğimiz bu yurtların 2 bin 646’sı dernek, 395’i vakıf, 612’si şahıs ve 932’si ise diğer tüzel kişilik yurdu olarak geçiyor. Elbette bunlar izinli ve kayıtlı olanlar.

Çoğunluğu dinci ve gerici dernek ve vakıflarca işletilen söz konusu yurtlarda çok değil son üç-beş yılda yaşananları kim hatırlıyor peki? Yangın desem, çocuk istismarı desem, zehirlenmeler desem mesela, hatırlamanıza yardımcı olabilir miyim?

TİBAŞ olayı ve düşündürdükleri

Bazıları “Çalışıyorlar ve paralarıyla hizmet ediyorlar, size ne?” diyebilir. Görüşlere saygımız sonsuz ama bu gerçekten çok sığ bir bakış açısı olur. Zira yurtları işleten dernek ve vakıfların çoğu kamu kaynaklarıyla fonlanıyor. Örneğin İBB’den fonlanan dernek ve vakıflar konusu henüz çok taze. Kızılay meselesi taze bile değil, dumanı tütüyor daha. Şimdi de TİBAŞ[3] konusu gündemde. Bu olaya karşı bir avuç “yurtsever” insan seslerini duyurmak için günlerdir çırpınıyor. Sorunu kısaca ama başlangıçtan bugüne özetlemekte yarar var:

TİBAŞ Vakfı Üsküdar Acıbadem’de kendine ait yaklaşık 6 bin m2 (6 dönüm) bir alanı Üsküdar Belediyesi’ne park ve belediye hizmet alanı olarak kullanılmak üzere bağışlıyor[4]. Görüleceği üzere konunun temelinde yine bir yeşil alan, kamusal alan var. Daha sonra Üsküdar Belediyesi bu alanda Şehit Mete Sertbaş Parkı ve Acıbadem Kültür Merkezi yapmak üzere çalışmalara başlıyor. Ancak gelişmeler hiç de bu şekilde devam etmiyor ve Üsküdar Belediyesi söz konusu alanın belediye hizmet alanı olarak ayrılan kısmını Aziz Mahmud Hüdayi Vakfı’na 49 yıllığına ve bedelsiz olarak tahsis ediyor. Daha teknik tabirle irtifak hakkı[5] tesis ediyor. Ne için? Sorulur mu, elbette yurt yapmak için!

Belediye vatandaşı kandırabilir mi?

Yurtsever Üsküdarlılar dava açıyor, olaya İBB müdahil oluyor, karşı davalar, ruhsat ve iskân vermeler, mühürlemeler… Ben daha fazla detayına girmek istemiyorum. Ancak merak edenler TİBAŞ Parkı Gönüllüleri‘nin basın açıklamasını okuyabilir.[6]

Kimilerine basit gibi görünebilecek olan bu olayın hiç de basit olmayan, hatta ülkemizin temel sorunlarına ışık tutacak boyutları var. Kısaca açıklamaya çalışayım:

Öncelikle İstanbul gibi bir kentin Üsküdar gibi büyük ve tarihi ilçelerinden birinin belediyesi nasıl olur da belli bir amaç için bağışlanan bir araziyi o amacın dışında kullanmaya niyet edebilir? TİBAŞ Vakfı’nın araziyi bağış amacı park ve belediye hizmet alanı olarak kullanılmak olduğuna göre, bu arazi bir başka vakfa hangi düşünceyle, bedelsiz olarak tahsis edilip orada özel yurt işletmeciliği yapılmasına aracılık yapılabilir?

Üstelik bu aracılığı, bir kültür merkezi inşaatı yapıyormuş gibi gösterip yurt binası yapılmasına göz yumarak, yani açık bir kandırmacayla yapması “kamu hizmeti” yapmakla yükümlü bir belediyeye yakışır mı? Belediye inşaat tanıtım levhasında hala Acıbadem Kültür Merkezi İnşaatı yazarak bağışa uygun davranıyormuş gibi görünmeye çalışırken adı geçen vakfın alenen yurt inşaatı yaptığını duyurması ve yakında bu yurdun faaliyete geçeceğini ilan etmesini hangi hukuk ve ahlak kuralıyla açıklamak mümkün olabilir?

Devlet ne işe yarar?

Burada bir diğer önemli nokta ise sıkça olduğu şekilde, kamu kaynağının özel kişi ve kurumlara tahsisindeki keyfiliktir. Benzer keyfiliği daha önce sık sık dillendirdiğimiz üzere orman alanlarının tahsisinde de izliyoruz. Ülkenin (halkın) ormanları isteyenin istediği tesisi yapıp istediği işletmeyi kurabildiği bedava arsaya dönüştü adeta. Merkezi hükümetten ders almış olmalılar ki, yukarıda bahsettiğimiz örneklerde de gördüğümüz üzere sözde muhafazakar bu belediyeler “tüyü bitmemiş yetim hakkı”nı, “kul hakkı”nı toplumun geneli ile alakası olmayan belirli grup ve kesimlerin çıkarına, üstelik de açıkça hukuka aykırı yol ve yöntemlerle sunmakta hiçbir sakınca görmemektedirler.

Değinilmesi gereken asıl sorunlardan biri de devletin barınma güçlüğü çeken öğrencisini ortada bırakması, adeta “Ne halin varsa gör!” demesidir. Devletin kalite ve sayı olarak yeterli yurt yapması anayasal görevidir. Devlet bu görevini, belki de bilinçli olarak yerine getirmeyerek bazı vakıf, dernek, cemaat vb. yapılanmaların ekmeğine yağ çalmakta, çaresiz insanların çocuklarını bu yapılanmaların kucağına atmaktadır. Devletin bıraktığı boşluğu dolduran ya da özel olarak doldurması istenen yapılanmaların ülkenin başına nasıl çorap ördüğü unutulmuş olamaz. Hal böyleyken Kanal İstanbul gibi, mevcut havalimanını kapatıp yeni bir hava limanı yapmak gibi, araç geçmeyen yollar ve köprüler inşa etmek gibi projelere her nasılsa kaynak bulan devletin, ülkenin evladına kaliteli ve parasız eğitim fırsatı sağlayamaması, barınma sorunu olanlara yurt temin edememesi kabul edilebilir olmaktan çok çok uzaktır.

24 saat polis korumasında inşaat

Dün (12 Şubat 2020) inşaatın yapıldığı alana gittim. Acıbadem Mahallesi Muhtarı Semra Aydın ve olanlara karşı çıkan bazı eylemcilerle konuştum. Üsküdar Belediyesi tartışmalara konu alanın park kısmında kalan muhtarlığın üç gün içinde tahliyesini istemiş. İstanbul Büyükşehir Belediyesi görevlilerinin inşaata girip işlerini yapmalarına polis engel oluyormuş. Vakıf inşaat sınırlarını (koruma perdelerini) kaldırımın ortasına kadar getirmiş. Geri kalan kısmı da polis kapatmış.  Yaya olarak caddenin inşaat tarafından yürümeniz mümkün değil. Polis anayasal yurttaşlık haklarını kullanan yerel eylemcilere karşı inşaatı koruma altına almış. Gerçekten utanç verici bir görüntü. Onlarca polis ve polis araçları 24 saat boyunca orada görev yapıyorlar. Peki, ne için? Kamunun yani halkın hakları yerine bir vakfın hukuk dışı yöntemlerle edindiği çıkarlarını korumak için.

TİBAŞ konusuna değerli dostum Dr. Hülya Şen aracılığıyla vakıf oldum. Bilenler bilir, kendisi gördüğü haksızlıklara yasal sınırlar içerisinde isyan etmeyi çok iyi bilen bir yurttaş. Onun gibi bir avuç insan yeşil alanlarının, kültür merkezlerinin Aziz Mahmud Hüdayi Vakfı’na peşkeş çekilmemesi için canla başla çaba harcıyorlar. Sanırım onlar da biliyorlar ki, kendileri haklarını korumazsa devlet organizasyonunda onların haklarını koruyacak kurumsal mekanizmalar çoktan tükenmiş. Amasra anladı bunu, Artvin (Cerattepe) anladı, Çanakkale (Kazdağları), Karadeniz’de pek çok köy anladı; şimdi Acıbadem halkı anlıyor. Yerel demeden, bölgesel ya da ulusal demeden yasal halk direnişleriyle toprağımızı, ormanımızı, parkımızı, binamızı korumak doğrudan görevimiz artık.

Ee, ne diyorlar, her şeyi devletten beklememek gerek!

***

[1] Dindar değil dinci; yani dini dünyevi çıkar ve amaçlar için kullanan.

[2] Rapora şu adresten erişilebilir.

[3] Türkiye İş Bankası Munzam Sandık Vakfı

[4] Bu bilgi Hayır Üsküdar grubunun 08.02.2020 tarihli basın açıklamasından alınmıştır.

[5] Bir çeşit üst kullanım hakkı.

[6] Söz konusu basın açıklaması için tıklayın 

 

Plastik ayak izini azaltmak 2: Zor ama etkili önlemler

Bir önceki yazımızda plastik ayak izini azaltmanın en kolay beş yolunu yazmıştık. Alışkanlık haline gelmesi kısa zaman alan bu yöntemlerin çoğaltılması, plastik ayak izini daha da azaltacaktır. Gelin bu önerilerin bir kısmını daha inceleyelim.

1- Planlı alışveriş ve saklama kabının gücü

Çoğumuz alışverişlerimizi planlı yapar ve elimizde düzenli bir liste ile pazar ya da markete uğrarız. Ancak bunun mümkün olmadığı zamanlar da mevcut. Örneğin işten eve dönerken ihtiyaç duyulan bir şeyi alma eylemi, bu hazırlıksız ve plansız alışveriş davranışın en fazla gün yüzüne çıktığı durumdur. O anda ne çok kullanımlık çantamız ne de içerisine gram usulü satılan bir şeyi koyabileceğimiz kabımız olmayabilir. Varsa bile yetersiz kalabilir. Öncelikle bir önceki yazıda birinci maddede belirttiğimiz alışkanlığın, düzenli alışveriş için yeterli olmadığını belirtmemiz gerekiyor. Bunun için alışveriş davranışımızda aşağıdaki değişiklikleri yaparsak plastik ayak izimizi önemli ölçüde azaltmış oluruz:

  • Alışverişe çıkmadan önce alınacak şeyleri ve sürprizleri hesaba katacak bir liste hazırlamak ve bu listedekileri sığdırabilecek miktarda çok kullanımlık çantayla alışverişe çıkmak. Bu davranış poşet tüketiminizi sıfırlayacaktır.
  • Peynir, zeytin, ananas, reçel, açık halde satılan kuru bakliyat ve benzeri şekilde açık satılabilen tüm ürünler için uygun kaplarla alışverişe gitmek. Bu davranış da tek kullanımlık ambalaj tüketiminizi minimize edecektir.
  • Deterjanlar için mümkünse doldurmaya imkân tanıyan güvenilir satıcıları tercih etmek,
  • Evde yoğurt yapma alışkanlığı kazanmak ve bunun için de doldurulabilir şekilde süt satan güvenli işletmelere yönelmek. Bu davranış sizi haftada bir yoğurt kabı çöpünden kurtaracaktır.
  • Mümkün olduğunca yerel markaları tercih etmek. Böylece taşıma esnasında kullanılan muhafaza plastiklerindeki payımızdan da kurtulmuş oluruz. Aynı zamanda sera gazı salımına katkımız da azalmış olur.
  • Abur cuburdan uzak durmak. Abur cubur gıdaların ambalajları adeta birer kabus ve bunları tüketerek bu kabusa ortak olacağımızı unutmayalım.
  • Çocuklara içinden sürpriz oyuncak çıkan çikolatalı yumurtalardan almamak. İnanın sahiller bu sürpriz yumurta kaplarıyla dolu.

2- Musluk suyu içme talebi

Musluktan içilebilir su akması Avrupa için oldukça sıradan bir durumken bizim ülkemizde adeta bir ayrıcalık haline gelmiş durumda. Belediyelerin çeşmeden akması gereken suyu parayla satar halde olması ise işin bir başka trajik yönü. Bulunduğunuz yerde çeşmeden su akıyorsa, şanslısınız. Örneğin Adana’da çeşme suyunun depo olmayan mülklerde içme suyu kalitesinde olması kendimizi şanslı hissetmemize neden oluyor. Böylelikle yıllık tükettiğimiz 160 litre ambalajlı sudan kurtulmuş ve ortalama 300 TL tasarruf sağlamış oluyoruz.

Yani, bulunduğunuz ilin çeşme suyu içilebilir durumdaysa size tavsiyem; için. Yok değilse belediyenizden içme suyu talep edin. Ödediğiniz yüksek meblağlar karşılığında çeşmenizden akan suyu içemiyorsanız, bu işte bir sıkıntı var demektir. Kaldı ki pet şişe içerisinde satılan suların çoğunluğu oldukça kalitesiz. Bakmayın temiz ve kokusuz göründüklerine… İçilebilir çeşme suyu talep edin. Bunun için çaba harcayın.

3- Ambalajlı üründen uzaklaşmak

Son zamanların en önemli problemlerinden biri de ambalajlı ürünlerdeki artış.  Üstüne bir de ambalajsız ürünlerin de yine plastik poşetler ve kaplar içerisinde satılması, bu problemi daha da içinden çıkılamaz bir hale getiriyor. Bu durumun altında yatan en önemli neden ise, ambalajlı gıdayı ilk ve son kullanan siz olacağınız için plastiğin hijyen ve güvenilir gıda izlenimi yaratmasıdır. Bunun yanı sıra market ve pazarlardaki uygun olmayan depolama ve satış koşulları ile üreticilerin yaptıkları gıda sahtekarlıkları, ambalajlı ürünlere olan ilgiyi arttırmaktadır.

Ancak çevreci kaygıların yükselişi, ambalajlı ürünlere olan ilgiyi kısmen de olsa azaltabiliyor. Burada sektör analizi yapacak değilim, zaten anladığım bir konu da değil. O sebeple güvenilir üretici ve satıcının olduğu varsayımı ile bazı öneriler yapacağım.

Yoğurttan bahsetmiştik. Bunun yanında peynir, tereyağı, kaymak  vb. süt ürünlerini satın alırken yerel markalardan güvenilir olanları tercih etmek şartıyla, gram usulü satılanlardan almak ciddi bir plastik çöp azaltışı sağlayacaktır. Haftada 1 kg süt ürünü tükettiğinizi ve bunun da ortalama üç tür süt ürününü kapsadığını varsayarsak, her biri için üç farklı plastik ambalajdan kurtulabilirsiniz. Açık ürünlerin de plastik ambalaj ile satıldığını düşünecek olursak, evinizde kullandığınız saklama kabı ile alışverişe gittiğinizde, plastik tüketiminiz bu kalem için sıfır olacaktır. Aynı durum diğer ambalajlı satılan ve açık satılan muadilleri olan gıdalar için de geçerlidir. Bunun yanında ambalajlı abur cubur tüketiminden de uzak durmak daha önce de belirttiğimiz gibi plastik ayak izinizde önemli bir düşüş sağlayacaktır.

3- Sallama değil, demleme çay

Çay kültürü, ülkemizde oldukça yaygın bir kültürdür. Günde bir bardak ila on bardak arasında değişen miktarda kişi başı çay tüketimi aralığımız söz konusu. Gel gelelim özellikle ofislerde sallama çay alışkanlığı yaygın olduğu için, bundan kaynaklanan plastik çöp miktarında ciddi oranda artış meydana gelmekte. Buna bir de tek kullanımlık kağıt görünümlü plastik bardak tüketimini de eklemekte fayda var. Burada geleneksel olan, “Demleme çay en iyi çaydır” yaklaşımını öne çıkartmak faydalı olacaktır. Gerek lezzet gerekse de çöp üretimi açısından demleme çay her anlamda doğa dostudur diyebiliriz. Her mekânda, demleme çay yapılabilecek düzenekleri ortak kullanım alanlarına koyarak, ciddi bir plastik çöp miktarı azaltışı gerçekleştirebiliriz. Buna bir de “kendi bardağını kullan” hareketini eklersek oldukça şık ve faydalı bir iş yapmış oluruz.

Öte yandan sallama çay, ciddi miktarda plastik salımına neden oluyor. Bu konuya daha önce de değinmiştik. Hatta sallama çay, mikroplastik konusunda en tehlikeli gıda maddesidir denilebilir. Yani, demleme çay ile hem doğayı hem de kendinizi korur; ne sallama çaydan gelen mikroplastiğe, ne de o çöp olduktan sonra oluşacak mikroplastiğe maruz kalmamış olursunuz.

4- Tek kullanımlık tıraş bıçaklarından kaçınmak

Sıklıkla tıraş olmak zorunda olan erkekler, yılda en az 200 adet tek kullanımlık tıraş bıçağı harcıyor. Bu tıraş bıçaklarının geri dönüştürülemeyen plastiklerden üretildiğini unutmayın.

Personelinden her gün sinekkaydı tıraş beklentisi olan kuruluşların da kendilerine bir göz atmalarında fayda var tabii. Bu konuda kişinin elinden gelen bir şey yoksa, o zaman ustura kullanımını öğrensek ya da çok kullanımlık ama değiştirilebilen sade jiletli metal tıraş bıçaklarından kullansak iyi ederiz. Zira, sadece tıraş olarak ciddi bir çöp üretiminden sorumluyuz.  Daha az sıklıkla tıraş olanlara ise mümkünse tek kullanımlık bıçak kullanmamalarını öneririm. Bu onlar için daha da kolay bir davranış değişikliği olacaktır.

5-Sabunun kokusu vs şampuan kokusu

Marketlerin şampuan reyonlarında farklı markaların yüzlerce çeşit şampuanını görmek mümkün.  Hepsinin tek yaptığı, saç yıkamak. Saçın dışında, bir de duş jeli meselesi var. İki işi birden yapabilen sabun ise artık popülerliğini yitirdi. Gerçi onun da farklı çeşitleri söz konusu, ancak sabun duş alınırken kullanılan bir temizlik malzemesi olmaktan, el yıkamada kullanılan bir malzemeye dönüşmüş durumda. Bu durumu derhal değiştirmemiz; çoğunluğu pazarlama politikasının ürünü olan şampuanların yerine sabun kullanma alışkanlığına dönmemiz gerekiyor. Zaruri haller (dermatolojik meseleler -ki şampuan ile çamaşır deterjanı arasında çok az fark olduğunu unutmadan-) dışında sabun kullanımı, bizi ayda en az üç kutu duş malzemesi tüketiminden bizi uzaklaştıracaktır. Üstelik artık eskisi gibi yeşil sabun ile de sınırlı değilsiniz. Çok çeşitli sabuna hem de çoklu paketlerde ve gayet de ucuz olarak ulaşmak mümkün. Sabun hem kirletici olarak hem de plastik tüketimi açısından şampuana göre adeta bir melek. Siz de kendinizi bu meleğin kanatlarına emanet edin derim.

Haftaya bu listeyi daha da uzatarak devam edelim.

Doğayla kalın…

 

 

[Cadı Kazanı] İklim krizinin anahtarı: Şehirler – Nuran Seyhan Bayer

Şehirler ve sakinleri işgal ettikleri alan açısından dünyada olduğu gibi Türkiye’de de sürekli büyüyor. Dünyaya her dakika, 10.000 metrekare şehir alanı ekliyoruz. Her beş günde yeni bir Paris, her yıl ise yeni bir Japonya inşa ediyoruz. Korkunç değil mi? Ama asıl korkunç olan dünya topraklarının %3’ünü işgal eden şehirlerin, dünya enerji talebinin üçte ikisini ve CO2 emisyonunun %70 ini oluşturuyor oluşu. Bu büyük karbon ayak izi aynı zamanda hava kitlesini de etkileyerek insanların sağlığı ve refahı konusundaki endişeleri de artırıyor. Dünya nüfusunun %91’i, Dünya Sağlık Örgütü’nün belirlediği hava kalitesinin sınırlarını aştığı yerlerde yaşıyor.

Atmosferdeki mevcut partikül kirliliği bu oranda devam ederse, bugünün küresel nüfusu, yaşam süresinden 12,8 milyar yıl kaybedecek. Bireysel bazda ele alındığında grafikte görüldüğü gibi, insan yaşamını azaltanlar arasında birinci sırayı partikül kirliliği, son sırayı savaş ve terörizm almakta. Bu oldukça ironik bir sonuç.

Otomobilsiz günler…

Şehirlerin karbondan arındırılmaları çok yönlü ve bütünsel bir yaklaşımı gerektirir. Binaların yanı sıra özel ve toplu taşımacılığın elektrifikasyonu, yalnızca net sıfır emisyona ulaşmada değil, aynı zamanda kentsel hava kalitesinin iyileştirilmesinde de önemli bir rol oynayacağı için şehirlerin ve binaların karbondan arındırılması, kamu ve özel sektör için öncelikli ve birincil önlem olmalıdır.

Benzinli araçlara olan bağımlılığımızı azaltmak, sadece gezegen ve bireysel refahımız için daha iyi olmakla kalmaz, şehirlerimiz için daha iyi bir geleceğin yolunu açar. İnsanları otomobillerinden nasıl çıkaracağımız, hala küresel bir zorluk olmaya devam ediyor. Ancak otomobilsiz günler gibi geçici önlemler, yeni yaklaşımların kilidini açabilir.

1970’lerin ortalarında Kolombiya’nın başkenti Bogota, sokaklarını daha güvenli, daha kapsayıcı ve çekici hale getirmek için, İngilizce konuşulan ülkelerde “AÇIK SOKAK” olarak bilinen “CICLOVIA” hareketini, yani her pazar ve resmi tatil günlerinde otomobilsiz rotalar oluşturma hareketini başlatmıştı. Maddi olmayan bir alt yapıyı gerektiren bu uygulama, birçok Latin Amerika başkentine ve Avrupa ülkelerine sıçradı. Uygulama, halkın katılımı ve kendi kaderini tayin duygusunu pekiştirmişti.

CICLOVIA uygulamasının Latin Amerika şehirleri halkının sağlığı üzerindeki etkisini ölçen Kolombia Los Andes Üniversitesi araştırmacıları, programa harcanan her dolar için, halk sağlığı açısından üç dolar kar edildiğini gösterdi. Spor bakanlığı ise ülkenin daha çok il ve ilçesinde bu programı tanıtmak için ulusal bir ağ oluşturarak, uygulamanın fiziksel aktiviteyi geliştirmekte ne kadar etkili olduğuna dikkat çekti. Uygulama son olarak Afrika’ya; Cape Town, Johannesburg, Adis Ababa, Abuja, Nairobi Kigali ve daha birçok yere sıçradı.

Temiz enerji

Temiz enerjiye geçiş, iklim değişikliği ile mücadelenin anahtarıdır, ancak son beş yılda enerji geçişi ne yazık ki durgunlaştı. Enerji tüketimi ve üretimi küresel emisyonların üçte ikisine katkıda bulunuyor ve küresel enerji sisteminin % 81’i hala 30 yıl önceki fosil yakıt kullanım oranıyla aynı. Ayrıca, küresel ekonominin enerji yoğunluğundaki (ekonomik faaliyet birimi başına kullanılan enerji miktarı) iyileşmeler yavaşlıyor. 2018’de enerji yoğunluğu% 1,2 oranında arttı, bu da 2010’dan bu yana en düşük oran.

Dünya Ekonomik Forumu‘nun Enerji Geçiş Endeksi, enerji geçişinin karşılaştığı en büyük zorluğun, aralarında ABD, Çin, Hindistan ve Rusya’nın da olduğu dünyanın en büyük sera gazı yayıcılarının bu konuda  hazırlıksızlık olmalarından kaynaklandığını gösteriyor. Hazır olma açısından en yüksek puanı alan 10 ülke, küresel yıllık emisyonların sadece % 2.6’sını oluşturuyor. Tahmin edeceğiniz gibi İskandinav ülkeleri ilk sırada , onları Avusturya, İngiltere, Fransa, Hollanda ve İrlanda izliyor.

Temiz enerjiye geçiş süreci basit olmayabilir ama kamusal ve özel sektörün bu konudaki kararlığı ve önceliği süreci hızlandıracak en önemli etken. Ekonomik yarar tartışmalarına son verip dünyamız için, insanlar için “yarar nedir”in gündem oluşturması ve tartışmaların kaynağına yerleştirilmesi gerekir.

“Olanca kötülüğün, karanlığın içinde her şeye rağmen ışık vardır ve ışığa zaten en çok ‘karanlık zamanlarda ihtiyaç duyarız. Her doğum bir mucize, her insan yeni bir başlangıçtır ve insanlar bir araya gelip ortak eylemde bulunabildikleri sürece umut da vardır. Dünya sevgisini mümkün kılan, içinde yaşadığımız dünya için sorumluluk alıp ortak eylemde bulunma yetimizdir.”

Hannah Arendt

Türkiye’nin yarısı büyüklüğündeki buzul kırılarak ana buzuldan ayrıldı

Anktartika’nın en hızlı eriyen buzullarından biri olan Pine Adası Buzulu’nda büyük bir kırılma gözlemlendi. Avrupa Birliği’nin Dünya gözlem programı Copernicus’taki bilim insanları, Ekim 2019’da buzulda gözlemlediği büyük çatlaklar sebebiyle yakından izliyorlardı.

Araştırmacılar, 11 Şubat’ta bu çatlakların büyük bir kırılmaya yol açtığını fark ettiler. Ana buzuldan ayrılan parçanın büyüklüğü yaklaşık 350 kilometre kare. Yani Türkiye yüz ölçümünün neredeyse yarısına denk geliyor.

Live Science’da yer alan habere göre buzların kırılması tek başına bakıldığında göz korkutan bir durum değil. Hatta NASA Dünya Gözlemevi’ne göre hali hazırda yüzen buzullarda kırılma yaşaması yeni buzullar oluşması sürecinin normal bir parçası. Son yaşanan olayda da buzul hali hazırda yüzdüğü için buzulun kırılmasının deniz seviyesinin yükselmesine doğrudan bir katkısı olmayacak.

Kırılma sıklığı arttı

Öte yandan, son yirmi yılda küresel ısıtma sebebiyle çevredeki okyanus ısınırken Pine Adası Buzulu’nda ve Kıyamet Buzulu olarak da bilinen Thwaites Buzulu’nda çok fazla kırılma yaşanıyor. NASA’ya göre Pine Adası Buzulu’nda kırılma dört veya altı yılda bir meydana gelirken şu anda her yıl gerçekleşen bir olay haline geldi. Son on yılda buzulun büyük parçaları 2011, 2013, 2015, 2017, 2018 ve şimdi de 2020’de kırıldı.

Şu anda ise Pine Adası ve Thwaites buzullarında kırılmalar, yeni buzulların oluşmasından daha hızlı bir şekilde oluyor. Bilim insanları aradaki bu farkın kalıcı bir erime döngüsünün işareti olabileceğinden endişe ediyor. Araştırmacılar, iki buzulu çevreleyen hassas buzulların, okyanus seviyesini 1.2 metre yükseltecek miktarda olduğunu belirtiliyor.

 

 

 

Banksy’den Sevgililer Günü’ne özel yeni sanat eseri

Gizemli sokak sanatçısı Banksy’nin son duvar resmi, İngiltere’nin Bristol kentindeki Barton Hill bölgesinde bir evin duvarına çizilen ve elinde sapanla çiçek fırlatan kız resmi oldu. Eser ilk olarak 13 Şubat sabahı fark edildi.

Banksy, bu hafta başında Instagram hesabında yaptığı paylaşım ile yaptığı çalışmayı hesabında paylaşarak Sevgililer Günü eserinin kendisine ait olduğunu doğruladı.

https://www.instagram.com/p/B8hsVKOHd5P/

Çalınmaya karşı koruma

BBC’de yer alan habere göre eserin yer aldığı evin sahibi Edwin Simons’un o gün 67. doğum gününü kutluyordu. Simons’un kızı Kelly Woodruff da insanların fotoğraf çekebilmek için eve akın ettiği açıklamasında bulundu.

Aile esere zarar gelmemesi için üzerine cam bir panel yerleştirmeyi düşünüyor. Woodruff, resmin bir parçası olarak yol işaretine yerleştirilen çiçeklerin hali hazırda gece çalındığını söyledi.

Fotoğraf: PA Media