Ana Sayfa Blog Sayfa 1991

Pandemi, post pandemi, ekolojik krizler ve çözüm önerileri- Aygül Akkuş*

Sürdürülebilirlik kavramı ulusal ve uluslararası çevre politikalarında önemli ölçüde yer alsa da doğa koruma ile ekonomik büyümenin eş zamanlı olarak gerçekleştirilemediğini söylemek mümkün. Son zamanlarda sera gazı emisyonlarının ve hava kirliliğinin azaldığına dair pek çok veri paylaşılıyor.

Carbon Brief’in araştırmasına göre, günlük insan aktiviteleri nedeniyle oluşan karbon emisyonlarının 2019 seviyelerine kıyasla  yüzde 8,6 oranında azaldığı tahmin ediliyor. Bu durum planlı ve ortak alınan bir karar doğrultusunda sağlanmadı elbette ancak önümüzdeki on yıl boyunca emisyonlarda  yüzde 8 oranında azalma sağlanırsa Paris Anlaşması kapsamında istenilen küresel ısınmayı 1,5 °C’de sabitleme isteği gerçekleşebilecek.

Pandeminin bize öğrettikleri

Pandemi sürecinde yaşanan karbon emisyonlarının azalması durumunun geçici olduğunun ve dünyada sosyal izolasyon tamamlanıp yeniden gündelik yaşama dönüldüğü takdirde ekolojik duyarlılığın yeniden ikinci planda kalacağının kabul edilmesi gerekir.

Bu nedenle yazının amacı, bu süreçte ve sonrasında gerçekleştirilebilecek çevreye yönelik uluslararası politikaların pandemi sürecinden dersler çıkarılarak devam ettirilmesinin gerekli olması. Her ne kadar pandemi süreci sağlık kapsamında ele alınsa da, bu süreçten çıkarabileceğimiz ekonomik, sosyal, politik ve ekolojik dersler mevcut.

Yaşanan ekonomik ve sosyal yaşamdaki izolasyon neticesinde bazı sektörler üretimlerine gelecekte talep olması düşüncesiyle devam ederken, bazı sektörler üretimlerini durdurdu. Turizm, ulaşım gibi sektörlerde emisyonların azalmasını, sınırların kapanması ve zorunlu olmadıkça evden çıkmama çağrıları ile oluşan hareketsizliğe borçluyuz.

Fotoğraf: NYT

Devletler kriz durumlarına hazır değil

Öncelikle bu süreçte devletlerin herhangi bir kriz durumuna pek de hazır olmadıklarını gördük. Kriz durumunda kurumsal yapıların krizi kaldırabilecek kapasitede olup olmadığı, ekonomik olarak devletlerin ve özel sektörün bu duruma hazırlıklı olup olmadıkları bir kez daha ve önemli oranda pekiştirilmiş oldu.

Krize hazırlıksız olmanın birinci bulgusu istihdam alanında ortaya çıktı. Devletler ve özel sektör bu sürece dirençli olmadığında, Türkiye örneğinden de görülebileceği gibi, pek çok kişi işsiz kalmış, işsiz kalmayan ancak ücretli izin alamayan pek çok kesim de pandemi koşullarında çalışmak zorunda kaldı. Bu süreçte, var olan yapısal çatlaklar daha da derinleşerek devletlerin gündelik yaşamdaki herhangi bir değişiklikte ekonomik ve politik olarak esnek ve dayanıklı olmalarını zorunlu kıldı.

İkinci bulgu, bir kez daha ortaya çıktı ki, tıpkı çevresel felaketlerde olduğu gibi onarma maliyeti, hâlihazırda dirençli bir yapıya sahip olmaktan çok daha maliyetli.

Üçüncü bulgu olarak ise pek çok konuda olduğu gibi bu süreçten en çok etkilenen kesimlerin yoksul, dezavantajlı ve savunmasız kesimler olduğu bir kez daha ortaya çıktı.

Bireysel çabalar yeterli değil

Tüm bu yaşananlardan hareketle, bireysel çabaların sınırlı olduğu ve sorunların çözümünde yetersiz kalacağı, bu nedenle, kriz ve felaketlerin ancak belirlenecek ortak kararlar doğrultusunda küresel işbirliği ve koordinasyonla çözülebileceğini söyleyebiliriz.

Pandemi süresince de görüldüğü gibi, küresel işbirliği ile krize hızlı müdahale edilmesi ve hükümetlerin bu konuda ortak hareket etmeleri krizin ortaya çıkan ya da çıkabilecek olan sosyo-ekonomik ve ekolojik sonuçlarını daha hafif atlatabilmeyi sağlayacak.

Sıfır karbona geçmenin tam zamanı

Küresel salgın gibi beklenmeyen durumların aynı zamanda iklim krizi sonucunda yaşanabilecek afetler için de söz konusu olabileceği açık. Bu nedenle, sürecin yaşanan sıkıntılar/zorluklar doğrultusunda iklim kriziyle baş edebilmenin ön hazırlığı olarak görülerek sıfır karbon emisyonu uygulamalarına geçmenin tam da zamanı. Çünkü yaşanan salgın hastalıklar ekolojik sorunlardan bağımsız olarak görülmemeli aynı zamanda çevreye duyarlı politikaların hayata geçirilmesinde yol gösterici nitelikte olmalı.

Bu noktada, bireylere, hükümetlere, özel sektöre ve STK’lara önemli görevler düşüyor. Kısa vadede ekonomik kaybın giderilmesine yönelik adımlar atılacağı ve ekolojik sorunları arka plana itileceği gerçekliğini korusa da, uzun vadede benzer sorunlarla tekrar karşılaşmamak için gerekli politikaların hayata geçirilmesi gerekiyor.

Enerjide dönüşüm

Bilindiği gibi pandemi sürecinde ekonomik faaliyetlerin azalmasıyla petrol, doğalgaz ve kömüre olan talep azalmış ve fosil yakıtların herhangi bir devlet teşviki olmadan devamlılığının sağlanabilmesi güçleşti. Yenilenebilir enerjinin bu tür kriz durumlarında daha şanslı konumda olduğu görülmeli ve enerji sistemi, hükümet politikaları ve bireysel davranış ve taleplerin bu doğrultuda dönüşmesi sağlanmalı. Bu durum, ekolojik olarak kazanım olacağı gibi sosyo-ekonomik açıdan da daha dirençli hale gelmeyi beraberinde getirecek.

Pek çok ülke bu yüzyıl ortasında sıfır karbon emisyonu hedefleyip ve kömür yatırımlarından kademeli olarak çekilmeyi taahhüt ediyor. İklim krizi için acilen planlı hazırlıklara girişilmesi bir zorunluluk. İklim politikalarının yanı sıra, tarım politikalarının da gıda güvenliği ve gıda bağımsızlığı göz önünde bulundurularak yeniden ele alınması gerekir.

Gıdada yerelleşme

Özellikle gıda gibi temel ihtiyaçların üretimi uluslararası işbölümü çerçevesinde gerçekleştiriliyor. Yani her ülke belli başlı birkaç gıda maddesi üretip üretilmeyen maddeler başka ülkelerden satın alınıyor, üretilen maddeler ise ihraç ediliyor. Hal böyle olunca, küresel tedarik zincirlerinin pandemi sonucunda kırılmasıyla hâlihazırda tartışmalı olan gıda hakkı, gıda bağımsızlığı ve gıda güvenliği iyice tehlikeye girmiş durumda.

Saklı su** ticaretinin küresel çapta yoğunlaştığı ve bunun yüzde 80’inin tarımsal ürünler üzerinden gerçekleştirildiği düşünüldüğünde de uluslararası işbölümünün ne derece yaygın olduğu görülüyor. Dolayısıyla bu üretim biçimiyle yürütülen tarım faaliyetleri herhangi bir kriz durumunda en temel ihtiyaçlardan biri olan gıdaya erişimde zorluklar yaratıyor.

Bilindiği gibi, pandemi sürecinde yaşanan aksaklık küresel tedarik zincirlerini kırdı ve yerel üretimin önemi bir kez daha ortaya çıktı. Bu nedenle, pandemi sürecinden çıkarılabilecek ve sonrasında uygulamaya konulabilecek politik kararlardan bir tanesi de gıdada yerelleşme ve tarladan sofraya uygulamalarının hayata geçirilmesi olmalı.

Gıda bağımsızlığı, gerek en temel ihtiyaçlardan biri olan gıdaya erişim hakkı bağlamında gerek gıda güvenliğinin sağlanması kapsamında oldukça önemli bir kavram. Ulusal ölçekte oluşturulacak yasalar ve tarıma yönelik devlet teşvikleri sayesinde tarımsal üretim faaliyetleri ve yerinde üretim-tüketim canlandırılabilir. Böylece, gıdaların dayanıklılığını artırmak için kullanılan kimyasal yöntemlere gereksinim olmayacak ve paketleme, taşıma gibi karbon emisyonuna yol açan ekolojik maliyet, aynı zamanda bu faaliyetlerden doğan ekstra ekonomik maliyet de ortadan kaldırılmış olur.

Başka krizler kapıda

Salgının yarattığı sonuçlar göz önüne alınarak, ekolojik, ekonomik ve sosyal faktörlerin bir arada çözümlenebildiği yeni politikalar oluşturmaya ihtiyacımız olduğu açıkça ortada.

Küresel işbirliği ve devletlerin ortak oluşturulacakları politikalar ve kararlar doğrultusunda pandemi sürecinde yaşanan kırılganlıkların, eksikliklerin giderilmesi; on yıllar boyunca katlanarak etkisini gösteren ve daha fazla gösterecek olan iklim krizi, gıda krizi, su krizi gibi pek çok felaketten en az hasarla kurtulabilmenin gereği.

*Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi- Kentleşme ve Çevre Sorunları A.B.D. Doktora Öğrencisi

** “Sanal su” olarak Türkçeye çevrilmiştir. Sanal, TDK sözlüğüne göre, gerçekte yeri olmayıp zihinde tasarlanan, mevhum, farazi; saklı ise saklanmış olan anlamına gelmektedir. Ürünlerin üretiminde halihazırda var olan su kullanıldığı için “sanal su” yerine “saklı su” kavramı önerilmiştir.

Saklı su: Tarımsal, hayvansal veya endüstriyel bir gıdanın ya da ürünün üretim sürecinde kullanılan toplam su miktarı, saklı su ticareti ise, bir ülkenin su kaynaklarının kullanılarak üretilen gıda ya da ürünlerin ithalat veya ihracatıdır.

Ormanlar nasıl korunur? – İbrahim Özdemir*

“Hiçbir şey, güzel ve güçlü bir ağaçtan daha kutsal, daha ibretlik değildir.”

Hermann Hesse (1946 Nobel Edebiyat Ödülü)

Gün geçmiyor ki bir orman yangını haberi ile irkilmeyelim. Sadece ormanlar değil, barındırdığı ekolojik zenginlikler de yok oluyor.

Bir haftadır Kazdağları’nı geziyorum. Dağların ihtişamı ve sahip olduğu ekolojik zenginlik beni hayrette bırakıyor. Şimdiye kadar gelmediğim için kendi kendime kızıyorum.

Temmuzun kavurucu sıcağında, üzerimize sağanak gibi serinlik yağdırıyor. Ormandan çıkan serin rüzgâr ise âdeta iliklerimize işliyor ve bizleri rahatlatıyor. Ağaç terapisi bu olsa gerek. Ne muhteşem bir manzara!

Hermann Hesse aklıma geliyor. Büyük yazar için ‘ağaçlar en etkili vaizler olmuş’. “Koru ve ormanlarda, grup ve aile olarak yaşadıklarında onlara büyük saygı ve hayranlık duyarım. Hatta, yalnız başlarına öylece dikildiklerinde de saygı duyarım. Tek başlarına olduklarında ise, onlara duyduğum saygı daha da artıyor” diyor ünlü yazar.

Kazdağları’nın göklere kollarını açmış ulvi ağaçlarının altında soluklanırken, yanımda akan derenin şırıltısı beni dinlendiriyor.

Dere suyunun üzerindeki ve etrafındaki ekolojik zenginlik ise muhteşem. Her şeyin birbiriyle bağlı ve bağımlı olduğunun güzel bir delili. Bunu hala fark edememek ne hazin!  Buz gibi sulardan içerek serinliyorum. Hesse ise ağaçları anlatmaya devam ediyor:

Tepelerinde dünyanın uğultusunu duyarlar, kökleri ise sonsuzluktadır; ama onların içinde kendilerini yitirmezler, tam tersine, yaşamlarının tüm gücüyle yalnızca, bir tek şey için çaba gösterirler: Kendi içlerinde var olan yasaları gerçekleştirmek, kendilerini yansıtmak. Güzel ve güçlü bir ağaçtan daha kutsal, daha yetkin bir şey olamaz.

Güzel ve güçlü ağaçlardan oluşan Kazdağları’nın meğer ne kadar düşmanı varmış! Daha doğrusu ne kadar az seveni. Ben sadece çok uluslu kapitalist şirketlerin ve yerli temsilcilerinin Kazdağları’na musallat olduğunu sanıyordum. Fena halde yanılmışım.

Mucizeler devri geride kaldı

Bir haftalık ziyaretim boyunca Kazdağları’nın adeta yalnız ve yetim olduğunu gördüm. Yol boyunca onu sevenlere de rastladım. Bir kısmının ümidi tükenmek üzereydi. Adeta dağ zirvelerini mekân edinmiş eski zamanların keşiş veya dervişleri gibi sırt çantaları ile dolaşıyorlardı.

Ormanı anlamaya ve anlatmaya çalışıyorlardı. Bir mucize olmasını bekliyorlar. Ormanları ve içindeki binlerce bitki ve canlı türünü kurtaracak bir mucize. Ama mucizeler devri gerilerde kaldı. Bizim bir şeyler yapmamız gerekiyor. Biz derken her ırk ve dinden; her kesimden herkesi kastediyorum.

Ormana ve hayata sevgi temelli bir duruş

Kazdağları ile ilgili Finlandiya’da iken yazdığım yazıyı ‘Onları yok etmek, kendimizi yok etmektir’ diye bitirmiştim. Gezim boyunca ormanların piknikçilerin ve ziyaretçilerin büyük ekseriyetin pek umurunda olmadığını gördüm. Ormandan sorumlu görevlilerin de…

Ormanlar, ağaçlar ve hayatın devamı için çırpınan insanlar gözümde bir kez daha büyüdü. Ormana ve hayata sevgi temelli bir duruş! Ne kadar asil bir duruş olurdu. Hiçbir menfaat ve kâr beklemeden; hayata bütüncül bakma ve hayatı bir bütün olarak kucaklama! Bir kez daha anladım: Ormanları koruyacak olan sevgidir.

Yangınları sevgi önler

Kapısından girdiğim Milli Parkların her yerinde ATEŞ YAKMAK YASAK! MANGAL YASAK! yazıyor. Ancak Hasan Boğuldu Milli Parkı’ndan ya da Altınoluk Şahinderesi Kanyonu’ndan yükselen mangal dumanları uzaktan bile görünüyor.

Hiçbir yetkili yetkisini hatırlamıyor. Ceza vermeyi bırakın, uyarı görevini bile yapmıyorlar. Haliyle bir vatandaş olarak bu görevi yapmaya cesaret edince ya “bir şey olmaz abi”, ya da sert bir cevap alıyorsun. Şiddete bile uğramak mümkün.

Yakılan mangalları görünce az yangın çıktı diye şükrediyor insan. Milli Parkın göklere uzanmış ve kenetlenmiş muhteşem ağaçlarını tıpkı Hermann Hesse gibi hayret ve hayranlıkla izlerken nargilesini çeken veya sigarasını yakan ziyaretçi adeta ciğerimi yakıyor.

Bir kıvılcımın, ufak bir hatanın nelere mal olabileceği kimsenin umurunda bile değil. Tam da bundan dolayı ormanları ancak sevgi korur ve yaşatır. Orman yangınlarını da sevgi önler.

Bir ağacın anlamını anlamak

İnsan sevdiği için fedakârlık yapan bir varlık. Ormanları sevmeye başladı mı, ormanların hatırı için ormanda iken sigarasını yakmayabilir ve bir günlüğüne de olsa nargile keyfinden vazgeçebilir.

Hesse okuyucusunda orman sevgisini ve saygısını uyandırmak; onları ormanlar konusunda eğitmek için sadece bir ağaçtan hareket eder. Bir ağacın anlamını anlayan, ormanların ve içindeki zenginliklerin değerini daha iyi anlayacaktır. Böylece bilgi temelli bir sevgi, saygı ve koruma söz konusu olabilir.

Bir ağaç kesildiği zaman, ölümüne yol açan çıplak yarasını güneşe tuttuğunda, gövdesi ve mezar taşının aydınlık halkalarında onun tüm öyküsünü okumak mümkündür:

Yaş halkalarında ve budaklarında, tüm savaşımı, tüm acıları, tüm hastalıkları, tüm mutluluk ve gelişimi harfi harfine yazılıdır verimsiz yıllar, bereketli yıllar, atlatılan saldırılar, uzun süren fırtınalar, hepsi!

Ve her köylü çocuğu, en sert ve en soylu odunun, en dar halkalısı olduğunu, dağların yüksek yerlerinde, süregelen tehlikeler içinde en kuvvetli, en güzel, en sağlam ve en yetkin ağaçların yetiştiğini bilir.

Önceliğimiz ne?

Orman yangınlarını ekranlarda seyrederek suçu başkasında aramaya gerek yok. Suçlu olan cehaletimiz, ilgisizliğimiz ve sevgisizliğimiz.

Öncelikle kendimizi sorgulamalıyız. Ormanları ziyaret ederken veya piknik yaparken neler yapıyoruz? Önceliğimiz neler? Sadece iyi bir gün geçirmek mi? Yoksak iyi bir gün geçirirken ormanlar için biraz fedakârlık yapmak mı? Kararı biz vereceğiz.

Hesse’nin dediği gibi ormanların başta stres ve yalnızlık olmak üzere birçok modern sorunumuzun ilacı olduğunun farkında bile değiliz. Yaşadığı bunalımlar sonucu intiharın eşiğine gelmiş ünlü yazarın imdadına yine ağaçlar yetişir:

Üzgün olduğumuzda ve yaşama katlanamadığımız zamanlarda bir ağaç bize şunu diyebilir: Sessiz ol! Sakin ol! Bana bak!

Yaşam kolay değil, yaşam zor da değil!

Bunlar çocukça düşünceler.

Tanrı’yı konuştur içinde, o zaman onlar susarlar. Yolun, seni annen ve yurdundan ayırdığında korku duyarsın.

Ama her adımın ve her günün seni yeniden annene götürüyor.

Tabiatı bir kitap gibi okumayı, pamuk yığınları gibi üst üste yığılmış bulutları yorumlamayı, ağaçları dinlemeyi, suyun sesini işitmeyi bırakmış; hayatı sadece yiyip-içmeden ibaret sananlar için Hesse’nin sözleri bir anlam ifade ediyor mu?

Emin değilim.

Ama umutluyum.

Zira ormanda sesler kaybolmaz yankılanır.

Ancak su sesi duymak için de bir anlığına da olsa kulak kesilmek ve ormana kulak vermek gerek.

Bizi kurtaracak güç

Tolstoy ünlü kitabı İnsan Ne ile Yaşar’da iki öksüzün hayatını anlatır. Anne-babasız iki çocuğun trajedisini sevgi temelli bir sonla bitirir. “Öksüzler kendilerine gösterilen ihtimamla değil, yabancı bir kadının içindeki sevgiyle; onlara acımasıyla ve onları sevmesiyle hayatta kaldı” der.

İnsanlar sadece kendi refahları için verdikleri uğraşla hayatta kalıyorlar gibi görünse de onların sadece sevgiyle hayatta kaldıklarını anladım.

İçinde sevgi barındıran kişi Tanrı’ya yakındır, Tanrı onun içindedir, çünkü Tanrı sevgiyi yaratandır.

Ormanlarımız başta olmak üzere doğayı korumanın ilk adımı içimizdeki sevgiyi keşfetmek ve geliştirmektir. Sevgi temelli bir bakış ve davranış, sadece ormanları değil bizi de kurtaracak güç.

*Üsküdar Üniversitesi, Felsefe Bölümü

Şirketleri çözümün parçası haline getirmek: Kurumsal Sosyal Sorumluluk

Kurumsal Sosyal Sorumluluk (KSS)  İngilizcedeki Corporate Social Responsibility (CSR) teriminin doğrudan çevirisi. Şirketlerin, zorunlu olmadıkları halde, bazı sosyal ilkelere uymayı kabul etmeleri durumunu anlatmak için kullanılıyor.

Bu tanım aklımıza en az üç soru getiriyor: Birincisi, “şirketler neden zorunlu olmadıkları halde bazı ilkelere uymayı kabul ederler?”; ikincisi, “bu ilkeler nelerdir?”; üçüncüsü, “eğer bunlar önemliyse neden zorunlu değiller?”

Eminim sizin aklınıza başka sorular da gelmiştir. Benimle paylaşırsanız onlara da cevap bulmaya çalışırız. Soruları yanıtlamadan önce şirketlerin evrimine hızlıca bir göz atalım.

Bir velinimet olarak müşteri

Şirketlerin asıl faaliyet amacı, müşterileri için mal ve hizmet üretmek, bunu yaparken de para kazanmak.  Bu nedenle, yaklaşık 50 sene öncesine kadar şirketlerin dikkate aldıkları tek grup tüketici, yani müşteri grubu olmuş. Hatırlarsınız, “müşteri velinimetimizdir” ilkesi ülkemizde epey yaygın kabul görmüş bir söz.

1980’li yıllardan itibaren, öncelikle halka açık şirketlerin yoğun olduğu ABD ve İngiltere gibi ülkelerde, ardından diğer gelişmiş ekonomilerde tüketici yanısıra şirket ortakları da önem kazandı. Bunun sonucunda şirket yönetimleri, ortakların beklentilerini (yani “kar”!) karşılamayı da önemsediler. Bu ortamda özellikle şirketlerde büyük paylara sahip olan dev kurumsal yatırımcılar yönetim üzerinde ciddi etkiler yaratıp, şirketlerin daha kısa vadeli düşünmelerine ve kar motifinin ön plana çıkmasına yol açtılar.

Diğer paydaşlar dahil oluyor

1980’lerin sonunda Sovyetler Birliği’nin çökmesi, ardından küreselleşmenin derinleşmeye başlamasıyla birlikte 1990’lı yıllardan itibaren müşteri ve ortaklar yanısıra diğer paydaşlar da şirketlerin radar ekranına girmeye başladılar. Kimdi bu paydaşlar? Şirketin personeli, tedarikçileri, muhatabı olan düzenleyici ve kamu kurumları, STK’lar, içinde faaliyet gösterdikleri şehirler ve ülkeler ve buralarda yaşayan insanlar…Liste uzayıp gidiyor.

Şirketler cephesinde bunlar olurken, diğer yanda dijital çağın başlamasıyla birlikte bilgiye ulaşma kolaylaştı ve insanlar araştırmaya, soru sormaya ve talep etmeye başladı. Bireyler, tüketici, hisse sahibi veya çalışan olarak gücünün farkına vardı. Vatandaşlar, güçleri ve saygınlıkları gittikçe azalan kamu kurumları yanısıra şirketlerden de bazı adımlar atmalarını beklemeye başladı. Örneğin çevre, cinsiyet eşitsizliği, eğitim, sağlık, çalışma koşulları gibi alanlarda şirketlerin de sorumluluk almalarını talep ettiler. Talep etmekle kalmayıp, yeni farkına vardıkları güçlerini kullanmayı akıllarına getirdiler. Sesini çıkarmak, tüketmemek, “beğenmek veya beğenmemek”, gösteri yapmak yaygınlaştı. Aynı süreçte siyasal partiler, sendikalar ve kooperatifler gibi kolektif hareket eden kurumlar gözden düştü ama insanlar sosyal medya aracılığıyla bireysel bir güce kavuştu.

Şimdi birinci soruyu yanıtlayalım: Yukarıda özetlenen ortamda şirketler yerel veya küresel düzeyde ciddi grupların talepleriyle karşılaşmaya başlayınca kendilerinin de içinde bulundukları ülkelerin sorunlarına karşı bir şeyler yapmak, en azından duyarlı olmak zorunda kaldılar. Bazen tüketiciler, çalışanlar, ortaklar veya şirketin fabrikasının bulunduğu yerde yaşayan insanlar ciddi baskı ve eylemlerle şirketi bu yönde hareket etmeye zorladılar. Bazen de şirketin vizyon sahibi yöneticileri gelişmeleri görüp, adım attılar. Kimi zaman da ulusal veya küresel rekabet şirketi bu yönde davranmaya zorladı. Tüketicilerin sosyal sorumluluk adımı atan rakip firmanın ürünlerine yöneldiğini görünce, buna koşut girişimlerde bulunma zorunluluğu hissetti.

Ülkeye ve sektöre göre farklı ilkeler

İkinci soruya gelince, KSS ilkeleri standart, her ülkede ve her şirkete uygulanabilir bir liste değil. Gönüllülük esas olduğundan ve her ülkenin ve sektörün/firmanın koşulları farklı olduğundan, çok farklı ilkeler söz konusu olabilir. Ama, sizlere bir fikir vermesi açısından, Birleşmiş Milletler Global Compact tarafından hazırlanmış ve üzerinde konsensüs oluşmuş 10 temel ilkeyi dört ana başlık altında vereyim. a) İnsan Hakları: Şirketler insan haklarına saygı gösterir, korur; bu konudaki ihlallere katılmaz. b) İş Hayatı: Çalışanların sendikalaşma ve toplu pazarlık haklarını korur; zorla çalıştırmaya karşıdır; çocuk işçi çalıştırmaz ve istihdamda ayrımcılık yapmaz. c) Çevre: Çevre sorunlarına karşı önleyici tedbirleri alır ve destekler; çevreyle ilgili inisiyatif ve sorumluluk alır; çevre dostu teknolojilerin geliştirilmesi ve uygulanmasını destekler. d) Yolsuzluk: Rüşvet ve haraç dahil her türlü yolsuzlukla mücadele eder.

Görüldüğü üzere, oldukça genel ama kabul görmüş bu ilkeler yanısıra ülkelerin kendine özgü koşulları nedeniyle ortaya çıkan KSS uygulamaları da var. Türkiye’den bir örnek: Kız çocuklarının okullaşma oranının düşüklüğünü gidermek için birçok şirket kampanyalar açmış, maddi destek sağlamış veya bu konuda çalışan STK’lara destek olmuş ve olmaktadır.

Neden zorunlu değil?

Son soruya gelelim. Madem bu ilkeler bu kadar önemli, neden zorunlu olmuyor? Parlamentolar yasaları yapar ve kamu otoriteleri bunları uygulayarak bu sorunları çözerler. İdeal bir dünyada bu tabii ki olabilir ama maalesef orada değiliz. Bazı ülkeler (genellikle gelişmişler) zaten bunların birçoğunu yasa haline getirmiş durumdalar. Örneğin çocuk işçi çalıştırma ve rüşvet birçok gelişmiş ülkede yasaklanmış ve uygulamada da sıkı bir şekilde denetlenmekte.

Buna karşın birçok gelişmekte olan ülkede bu konularda herhangi bir yasal düzenleme bulunmuyor. Olanlarda ise denetim ve yaptırım olmadığından pratikte düzenleme yok hükmünde oluyor. Örneğin bazı Uzak Doğu ülkelerinde artık çocuk işçi çalıştırmak yasak olduğu halde fakirlik ve işsizlik yaygın olduğu ve kültürel/sosyal normlar bunu kabul ettiğinden uygulamada göz yumuluyor.

Bir başka faktör, şirketlerin yaptıkları çok etkili lobi faaliyetleri. Şirketler, maliyetlerini etkileyecek adımları atmamak için siyasi mekanizmalar üzerinde ciddi baskı kurmakta, teknik bir dizi gerekçe veya rekabet gücünün azalacak olması gibi sebepler öne sürerek bunların yasalaşmasını engelleyebilmekte. Diğer yandan, her sektör ve firma için farklı ve detaylı KSS ilkelerini belirlemek ve bunları yasayla düzenlemek kolay bir iş de değil. Teknolojinin geldiği nokta ve üretim süreçlerinin son derece karmaşıklaşması dikkate alındığında, kamunun ön alması çok zor. Ama, belli bir sorun kamuoyunda tartışılmaya başlanıp, destek bulunca siyasi makamlar üzerinde baskı oluşturup yasal düzenlemeler yapılması yönünde girişimlerde bulunulması mümkün.

Aslında KSS hareketinin temelinde, “uzun vadede şirketlerin ve toplumun menfaati örtüşür” anlayışı yatmakta. Kısa vadede şirket sadece daha fazla kar etmeyi hedefleyebilir ama orta-uzun vadede eğer bugün yaşadığımız Covid-19 salgını veya küresel ısınma gibi sorunlar herkes için yaşamı felç edecekse veya insanların alım gücü düştüğü için şirketin mal ve hizmetlerine talep olmayacaksa karın ne anlamı var?

İşte işin özü, bu orta-uzun vadeli bakış açısını şirketlerin (ve yöneticilerin) gündemine sokmak ve onları da çözümün bir parçası haline getirmek!

TÜSAD: Tatil yapacağım diye kendinizi hasta etmeyin

Bayram ve yaz mevsimi nedeniyle tatil beldelerinde artan kalabalıkların yanı sıra ülke genelinde korunma tedbirlerindeki gevşeme, uzman hekimleri endişelendiriyor.

Pandemi sürecinin sona ermediğini, “Maske, mesafe ve hijyen” kurallarından asla taviz verilmemesi gerektiğini vurgulayan Solunum Derneği TÜSAD; bu dönemde tatil yapacaklar için bir tavsiye listesi hazırladı. “Rehavete kapılmayalım” diyen TÜSAD, havuz ve deniz kullanımından eşya paylaşımına kadar birçok uyarıda bulundu.

‘Koruyucu malzemelerinizi unutmayın’

Bunun yanı sıra tatile gidecek ya da tatilde olan vatandaşlar için tavsiyeler listesi hazırlayan TÜSAD, deniz ve havuz kullanımından ortak eşya kullanımına kadar pek çok noktaya dikkat çekti. TÜSAD Mesleki ve Çevresel Akciğer Hastalıkları Çalışma Grubu tarafından hazırlanan listede, tatilden hasta dönmemek için şu uyarılara yer verildi:

  • Gitmeden önce, sizin ve başkalarının sağlıklı kalmasına yardımcı olan en az yüzde 60 alkollü el dezenfektanı, dezenfektan mendil, kağıt havlu ve maske gibi malzemeleri yanınıza alın.
  • Hijyeni sağlamak amacıyla yeterli hijyen malzemesi (Sabun, el dezenfektanı, kağıt havlu vb.) bulundurun.
  • Deniz ve havuz kullanıcıları ile buralarda çalışanlar ellerini sık sık yıkamalı.
  • Sık kullanılan yüzeylere dokunulduğunda yüze, göze, ağız ve buruna dokunmaktan kaçınmak ve elleri su ve sabunla yıkamak ya da el antiseptiği kullanmak gerekir.
  • Özellikle yemek yemeden veya bir şeyler içmeden önce ellerinizi yıkamayı unutmayın.

‘Yüzme öncesi ve sonrası ellerinizi yıkayın’

  • Aynı şekilde yüzme alanına geldiğinizde ve sudan çıktıktan sonra ellerinizi en az 20 saniye sabun ve suyla yıkayın.
  • Sabun ve su yoksa, en az yüzde 60 alkol içeren el dezenfektanı kullanın ve elleriniz kuruyana kadar ovalayın.
  • El dezenfektanları, eller görünür şekilde kirli veya yağlı olduğunda etkili değildir, bu yüzden uygulamadan önce kum veya kiri silin.
  • Öksürme ve hapşırma sırasında ağız ve burun tek kullanımlık mendille kapatılmalı. Mendil yoksa dirseğinizin iç kısmını kullanın.
Fotoğraf: AA

‘Yeterli mesafe yoksa ortamdan kaçının’

  • İster su içinde ister dışarıda olun, havuzda veya denizde diğer kişilerle aranızda en az 1,5 metre mesafe koyun.
  • Şezlonglar arasındaki mesafe de en az 1,5 metre olmalı. Diğerlerinden 1,5 metre uzakta kalamayacağınız kalabalık yüzme alanlarından, plajlardan, havuzlardan, su oyun alanlarından ve SPA küvetlerinden kaçının.
  • Suda değilken mümkün olduğunca maske kullanın. Fiziksel mesafenin korunmasının zor olduğu durumlarda mutlaka maske takın.
  • Çocukların sosyal mesafeyi korumaları zor olacağından bu alanlar ebeveyn gözetiminde kullanılmalı.
  • Havuz kenarı, basamaklar ve korkuluklar ile ortak kullanılan soyunma odaları ve buralardaki eşya dolapları, yıkanma ve dinlenme alanları, musluk, duş ekipmanları, şezlonglar, duş düğmeleri, kapı kolları gibi temas riskinin olduğu yüzeyler hastalığın bulaşması açısından risk taşıyor. Bu alanlar sıklıkla temizlenmeli.
  • Deniz ve havuz kullanıcıları ve buralarda çalışanlarda Covid-19 belirtileri varsa, Covid-19 testleri pozitif çıkmış veya son 14 gün içinde Covid-19 olan biriyle temas etmişlerse denizi ve havuzu kullanmamalı ve evden çıkmamalı.

‘Ortak eşya kullanımına dikkat’

  • Diğer insanlar ile mümkün olduğunca eşya paylaşımı yapmayın.
  • Yiyecek, ekipman, oyuncak ve sarf malzemeleri gibi eşyaları sizinle birlikte yaşamayan kişilerle paylaşmaktan kaçının.
  • Sterilize ve dezenfekte edilmesi zor olan ve yüzle temas eden nesneler (Deniz gözlüğü, burun klipsleri vb.) birlikte kullanmayın.
  • Havuzlarda toplu egzersiz, dalış dersleri vb. uygulamalar yapılmamalıdır.

Alıcı: Güvende olmak için kurallara uyun

TÜSAD Mesleki ve Çevresel Akciğer Hastalıkları Çalışma Grubu Başkanı Uzman Dr. Nur Şafak Alıcı, “Covid-19’un yayılmasını önleyen davranışlara özel önem verilmesi” gerektiğini vurgularken, şu değerlendirmeyi yaptı:

Covid-19’a neden olan virüsün insanlara havuzlardan ve denizden bulaşması yönünde bir saptama yok. Ancak, çok sayıda kullanıcının aynı anda bulunabildiği ortamlar, Covid-19 bulaşması açısından risk taşıyor. Covid-19 açısından güvende olmak için buralardaki kalabalık alanlardan uzak durulmalı, sosyal mesafenin korunmasına dikkat edilmelidir. Grubumuzun hazırladığı bu tavsiyeler listesi güvenli bir tatil açısından büyük önem taşıyor.

Erdoğan döviz kurundaki artışı değerlendirdi: Türkiye ekonomisi tırmanışta

Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, Ayasofya’da kıldığı cuma namazının ardından  gazetecilere döviz kurundaki artışa yönelik açıklamalarda bulundu.

Erdoğan “Kimse halkı yanıltmaya çalışmasın, dünden daha güçlüyüz” dedi. “Türkiye tırmanışta, bunu görmek istemeyenler var” diyen Erdoğan, 17 yılda terörle mücadele için harcama yaptıklarını, 150 ülkeye de koronavirüs döneminde maske, tulum gönderildiğini söyledi.

Ekonominin güçlenmesiyle ilgili buzdolabı satışlarındaki artışı örnek gösteren Erdoğan, “Buzdolabı satışlarına bakıyoruz. 2002 ‘de 1 milyon 88 bindi. Fakat 2017 itibariyle 3 milyon 107 bin, 2019’da ise 2 milyon 486 bin adede çıktı. Bu bir şeyi gösteriyor. Türkiye tırmanışta. Ama bunu görmek istemeyenler, gözü olup da görmeyenler var” dedi.

‘Lübnan’ın yanındayız’

AA’nın aktardığına göre Lübnan’ın başkenti Beyrut’ta meydana gelen patlamaya ilişkin konuşan Erdoğan, Lübnan Cumhurbaşkanı Mişel Avn’la görüşüp başsağlığı dileklerini ilettiğini söyledi ve “Kardeş Lübnan’ı yalnız bırakamayız” dedi.

Erdoğan, Doğu Akdeniz’deki gerilimle ilişkin ise “”Yunanistan-Mısır anlaşmasının hiçbir kıymeti harbiyesi yok. Özellikle Yunanistan’ın Libya ile ilgili olarak kıyıdaş olma konusunda bir alakası yok. Ne işi var orda, Mısır’ın aynı şekilde. Biz Libya ile böyle bir anlaşma yapınca hepsi bu işin üstüne atladılar” değerlendirmesinde bulundu.

Erdoğan, Almanya Başbakanı Angela Merkel’in, kendisine sondaj çalışmasını durdurmasını için ricada bulunduğunu; Merkel’in bu teklifini kabul ettiğini ancak Yunanistan’a ve Mısır’a güvenmediğini, Almanya Başbakanı’na da bu durumu ilettiğini kaydetti. Erdoğan, sondaj çalışmalarına yeniden başlandığını duyurdu.

‘Tüm dünya krizde’

Erdoğan, Türk Lirası’nın döviz ve altın karşısındaki tarihi değer kaybına dair ise  “Dünyada şu anda ekonomik gelişmeleri şöyle bir gözden geçirecek olursanız; başta ABD olmak üzere, Rusya, Avrupa’ya baktığımızda ekonomide Koronavirüs seyrinden sonra çok ciddi zikzakların olduğunu görürsünüz” dedi. Konuşmasının devamında şunları söyledi:

Ben içerideki düşmanları zaten gündeme getirmek istemiyorum, bize zaten dışarıdakiler yetiyor ama içeridekiler de onlara gayet güzel pompalama görevi ifa ediyorlar.

Çok açık samimi bir şey söylüyorum. 2002 Kasım’ında göreve geldik. 2002’de toplam milli gelir 236 milyar dolardı. 2019’da 754 milyar dolara çıktı. Bakın nereden nereye…

Buzdolabı satışlarındaki artış

Aynı şekilde fert başı gelir o zaman 3 bin 581 dolardı, bu rakam 2019’da 9 bin 127 dolara çıktı. Bunun dışında otomobil satışlarına bakalım. 2002’de otomobil yurt içi satışlar 91 bin idi. 2016’da bir anda toparladı 756 bine çıktı.

Buzdolabı satışlarına bakıyoruz. 2002 ‘de 1 milyon 88 bindi. Fakat 2017 itibariyle 3 milyon 107 bin, 2019’da ise 2 milyon 486 bin adede çıktı. Bu bir şeyi gösteriyor. Türkiye tırmanışta. Ama bunu görmek istemeyenler, gözü olup da görmeyenler var. Ben belgelerle konuşuyorum. Sadece açılan şirket 30 bin 842’yken 85 bin 263’e çıktı. İstihdam 19.6 milyon kişiydi, şu anda 28 milyon 80 bin istihdam var.

‘Türkiye dimdik ayakta’

Bazı sıkıntılar yok değil. Ne kadar yanlış olarak yansıtırlarsa yansıtsınlar biz Türkiye olarak bu kalkınmamızı, tırmanışımızı yüksek oranda devam ettiriyoruz, devam ettireceğiz.”

Göreve geldiğimizde Türkiye’nin IMF’e 23 milyar dolar borcu vardı. Mayıs 2013’te IMF’e olan borcumuzu sıfırladık.  105 milyar dolar rezervimiz var, Türkiye bu noktada dimdik ayakta. Kimse halkımızı yanıltmaya çalışmasın,  Türkiye dünden güçlü. Yarın daha güçlü olacağız.

Berat Albayrak’a destek

Erdoğan, aynı zamanda damadı olan Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak ile ilgili yapılan eleştirilere de yanıt vererek  “Yetişemedikleri üzüme koruk diyorlar” dedi.

Döneminde yapılan icraatları öven Erdoğan “Sen ülkeye bak ülkeye, Türkiye nerede, Batı nerede dünya nerede? 150’ye yakın ülkeye maskeden tuluma ilaçlara varıncaya kadar her şeyi gönderiyoruz. Bunlar bedelsiz olmuyor. Bunları görmüyor musunuz, kör müsünüz? Böyle bir dönemde Çam Sakura Hastanesi, Murat Dilmener Hastanesi’ni bitirdik. Bunlar neyle oluyor? Türkiye’nin gücünü gösteriyor. Biz gücümüzü milletten alıyoruz. Bu millete bunlar layıktır, yapacağız, milletimizi birilerine muhtaç etmeyeceğiz” yorumunda bulundu.

 

Odunpazarı Belediyesi’nde evlenenler evlilik cüzdanıyla birlikte İstanbul Sözleşmesi kitapçığı alıyor

Eskişehir’e bağlı Odunpazarı Belediyesi’nden İstanbul Sözleşmesi’ne destek geldi. Belediye, yeni evlenen çiftlere evlilik cüzdanı ile beraber İstanbul Sözleşmesi kitapçığı da vermeye başladı.

Belediyenin sosyal medyada paylaşımında “Eskişehir Odunpazarı’nda yeni evlenen çiftlere evlilik cüzdanları ile birlikte İstanbul Sözleşmesi kitapçığını veriyoruz. Tüm yurttaşlarımızı bu hayati sözleşmeye sahip çıkmaya davet ediyoruz” ifadelerini kullandı. Belediye ayrıca  “#İstanbulSözleşmesiYaşatır” etiketine de yer verdi.

​’Tartışılıyor olması bile son derece üzücü’

Konuyla ilgili açıklama yapan Odunpazarı Belediye Başkanı Av. Kazım Kurt, İstanbul Sözleşmesi’ni tartışıyor olmanın bile son derece üzücü olduğunu belirtti. Kurt açıklamasında şunları söyledi:

Burada sorgulanması gereken, sözleşmeye taraf olup olmamak değil, sözleşmenin hala uygulanmıyor olmasıdır. İstanbul Sözleşmesi kadınların yaşam güvencesidir, kadın-erkek eşitliğini tam anlamıyla sağlayacak politikaların geliştirilmesi konusunda yol gösterir. Aile içi şiddetin ve kadın cinayetlerinin ortadan kalktığı bir Türkiye için, İstanbul Sözleşmesi’ni savunmaya devam edeceğiz. Tüm yurttaşlarımı bu hayati sözleşmeye sahip çıkmaya davet ediyorum. İstanbul Sözleşmesi yaşatır.

‘Öldürülen kadınların isimleri verilmişti’

2014 yılından beri yürürlükte olan fakat yükümlülükleri gerektiği gibi yerine getirilmeyen İstanbul Sözleşmesi’ni daha geniş kitlelere duyurmayı hedefleyen Odunpazarı Belediyesi daha önce kadına yönelik şiddet sorununa dikkat çekmek ve kadınlara destek olmak için çeşitli çalışmalara imza attı.

Koronavirüs karantinasında şiddete uğrayan kadınlara ücretsiz danışmanlık hizmeti veren Odunpazarı Belediyesi, açtığı Halk Merkezi ve Gençlik Merkezine öldürülen kadınların isimlerini vermişti. Ceren Özdemir Gençlik Merkezi ve Ayşe Tuba Arslan Halk Merkezlerinin açılışlarına aileleri de katılmıştı.

Şiddetin önlenmesi için farkındalık yaratmayı amaçlayan Odunpazarı Belediyesi, bazı kesimler tarafından hedef alınan ve üzerinden yıpratma çalışmaları yapılan İstanbul Sözleşmesi’nin önemini vurgulamak için böyle bir çalışmaya imza atan ilk kuruluş oldu.

Su sorunu için çiftçilerle yapılacak toplantıda çiftçiye haber vermediler

CHP Parti Meclisi Üyesi Denizli Milletvekili Gülizar Biçer Karaca Denizli’nin Çal, Çivril ve Baklan ilçelerindeki üreticilerin su sorunu ile ilgili yapılacak toplantının çiftçilerden habersiz olarak Denizli’ye alınmasına tepki gösterdi.

Söz konusu ilçelerde Sulama Birliği’nin su parasını sezon başında peşin almasına rağmen sadece bir ya da iki kez sulama yapabildikleri için çiftçilerin ürünü kurudu.

Mağdur olan çiftçiler 5 Ağustos Çarşamba günü Çal’da Devlet Su İşleri yetkilileri ile su sorununu görüşmeye gitti.  Görüşmede alınan karar gereği 6 Ağustos Perşembe günü Çivril Belediyesi’nde DSİ Bölge Müdürü, yetkililer, belediye başkanları ve milletvekilleriyle çiftçilerimizin su sorununu çözmek için bir toplantı planlandı. 

Önce söz verildi, sonra iptal edildi

Karaca yaptığı açıklamada toplantı gününün önce ertelenerek iptal edildiğini daha sonra da toplantı yerinin Denizli’ye alındığını söyledi. Toplantının çiftçilerden kaçırıldığını belirten Karaca, bu duruma tepki gösterdi.

Zamanında haberdar olabildikleri için Denizli’deki toplantıyı da takip etme şansları olduğunun altını çizen Gülizar Biçer Karaca su sorununun çözümü için nöbetleşe ekime geçilmesi, susuz tarımın teşvik edilmesi gerektiğini söyledi.

Parayı peşin ödemelerine rağmen susuzlar

Su sorunundan yakınan çiftçiler kurumuş mısırları yanlarında getirdi. 35 gündür mısır için su alamadıklarını söyleyen çiftçiler ‘Çal, Baklan ovası yanıyor’ dedi.

Toplantının yeri ve zamanı ile ilgili çiftçileri yanılttıklarını söyleyen üreticiler su paralarını peşin olarak ödemelerine rağmen su alamadıklarını ve büyük zarara uğradıklarını belirtti.

Pandemi süresince azalan emisyonlar bizi kurtarmayacak

Tüm dünyada etkili olan koronavirüs salgının yarattığı ekonomik durgunluk ülkelerin karbon emisyonlarında keskin düşüşler yaşanmasına neden oldu.

Ancak yeni çıkan bir araştırma karşımızdaki tablonun o kadar da iyi olmadığını, yaşanan düşüşlerin küresel ısıtmayı yavaşlatmak açısından ‘ihmal edilebilir’ düzeyde bir katkısı olduğunu söylüyor.

Nature dergisinde yayınlanan araştırmaya göre emisyonlarda yaşanan düşüş 2030’a kadar küresel sıcaklıklarda sadece 0,01 derece azalma sağlayacak.

Kurtarma paketleri daha etkili olabilir

Öte yandan araştırmacılar asıl olarak hükümetlerin koronavirüs sonrası toparlanma fonlarında yeşil toparlanma ve fosil yakıtlardan arınma için büyük meblağlar ayırmasının küresel sıcaklıkları endüstri öncesi döneme kıyasla 1,5 derece ısınmanın altında tutma şansı verebileceğini belirtiyor. Yazarlar koronavirüsün insanlık için bir kırılma anı olduğuna dikkat çekiyor.

Araştırma Google ve Apple tarafından sağlanan hareketlilik verilerine dayanıyor. İnsanların çalışma ve seyahat sürelerine dair fikir sağlayan bu veriler uzmanların emisyon seviyesi hakkında tahminde bulunmasını sağlıyor.

Emisyonlar yüzde 25 düştü

Veriler fosil yakıtlardan ortaya çıkan emisyonların yüzde 99’undan sorumlu 123 ülkeyi kapsıyor. Araştırmanın sonuçları Nisan ayından bu yana karbondioksit emisyonlarının yüzde 25, azot oksitin ise yüzde 30 seviyesinde düştüğünü gösteriyor.

Düşülerin temel sebebi ise genel izolasyon ve karantina önlemleri sırasında düşen insan hareketliliği. Araştırmacılar karantinayı sürdürmenin imkansız olduğunun altını çiziyor. O yüzden de sıfır karbon ekonomiye geçmek için büyük çapta dönüşümler yapılması gerekiyor.

Kurtarma paketleri en büyük şansımız

Guardian’ın aktardığına göre Leeds Üniversitesi’nden Prof. Piers Forster “Pandeminin doğrudan etkisi ihmal edilebilir olacak. Ancak ekonomik toparlanma sırasında fosil yakıt yatırımlarının azalması gibi önlemler 2050 yılına kadar bizi 0.3 derecelik  bir artıştan koruyabilir” dedi.

2019 yılında küresel sıcaklıklar ortalama sıcaklıkların 1.1 santigrat derece üzerinde ölçümlendi. Bu sıcaklığın 2050 yılına geldiğinde 0.6 derece daha artması bekleniyor.

Zehirsiz Sofralar: Glifosat ile zehirlenmek zorunda değiliz

Zehirsiz Sofralar Sivil Toplum Ağı, gıda üretiminde kullanılan bir tarım zehri (pestisit) etken maddesi olan glifosata ilişkin bir açıklama yayınladı.

Açıklamada “Muhtemel kanserojen olduğu ve hormonal sisteme zarar verdiği uluslararası kuruluşlar tarafından kabul edilmesine ve alternatif pek çok yöntem ve tekniği olmasına rağmen glifosat kullanımı sürüyor” denildi.

Glifosat, endüstriyel tarımda en çok kullanılan tarım zehiri (pestisit) etken maddelerinden biri. Yabancı otlara karşı kullanılan glifosat için Uluslararası Kanser Araştırmaları Kurumu 2015 yılında “muhtemel kanserojen” uyarısında bulundu.

‘Hormonal sistemi bozuyor’

Ayrıca Uluslararası Pestisit Eylem Ağı (PAN International), glifosatın hormonal sistem bozucu olduğuna dikkat çekiyor. Solunduğunda, ağız yoluyla alındığında veya deriye nüfuz ettiğinde hormonal sistemin işleyişinde bozulmalar meydana getiren maddeler için “hormonal sistem bozucu” tanımı kullanılıyor.

Hormonal sistem bozucu pestisitler için güvenli bir maruz kalma düzeyi ya da güvenli bir doz söz konusu değil. Çok düşük dozlarda bile maruz kalındığında aynı zararlara yol açabiliyor.

‘Çiftçiler ve tarım işçileri için çok tehlikeli’

Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği’nin öncülüğünde bir araya gelen Zehirsiz Sofralar Sivil Toplum Ağı tarafından hazırlanan “En Tehlikeli Pestisitler” raporuna göre glifosat, sadece tüketiciler için değil, üreticiler açısından da ciddi sağlık sorunlarına neden oluyor.

Rapora göre glifosat, çiftçilerde, tarım işçilerinde ve onların çocuklarında kanser riskini artıran pestisitler arasında yer alıyor.

‘Çocuklar daha fazla etkileniyor’

Kuzey Amerika Pestisit Eylem Ağı (PAN North America) tarafından hazırlanan “Risk Altında Bir Nesil” adlı rapora göre çocuklarda, ana rahminden ilk gençliğe kadar yaşanan hızlı fizyolojik değişimler sırasında, çok düşük seviyede olsa bile pestisitlere maruz kalmak, ileride çok ciddi sağlık sorunlarına neden olabiliyor.

Söz konusu rapor, glifosatın da dahil olduğu herbisitlerin (ot öldürücü tarım zehirleri) çocuklarda kanser, doğum kusurları, bağışıklık sistemi bozuklukları ve astıma neden olabileceği gibi, beyin ve sinir sistemine, üreme ve gelişim sistemlerine zarar verebildiği belirtiliyor.

‘Toprağa faydadan çok, zarar veriyor’

Glifosat kullanımı, toprağın daha sağlıklı ve verimli olmasını sağlayan doğal süreçlere zarar vererek, topraktaki canlılığı yok ediyor.

Örneğin, topraktaki organik maddeyi parçalayarak etrafa yayan, açtıkları boşluklar sayesinde bitki köklerinin toprağa nüfuz etmesini kolaylaştıran ve toprağın bereketini artıran solucanların üremesini engelleyerek azalmasına neden oluyor. Aynı şekilde topraktaki mikroorganizmalar, bitkilerin kendi savunma mekanizmaları ve tozlaştırıcılar (arılar vb) glifosat nedeniyle zarar gördükleri için, bitkiler ve toprak canlılığını yitiriyor.

Beş şirket bir milyar dolar gelir elde etti

Zehirsiz Sofralar Sivil Toplum Ağı’nın Mart 2020’de yayımladığı “Dünyayı Zehirleyerek Milyarlarca Dolar Kazanıyorlar” adlı basın bültenine göre, dünya genelinde pestisit piyasasına hakim olan beş şirket (Bayer, BASF, Syngenta, FMC ve Corteva), 2018 yılındaki 37,2 milyar dolarlık ürün satışlarının yüzde 35’ini glifosat gibi yüksek seviyede zararlı pestisitlerden elde ettiler. Adı geçen beş şirketin sadece glifosat etken maddesinden 2018 yılında elde ettikleri gelir yaklaşık 1 milyar dolar.

Round Up adlı herbisitin içeriğinde glifosat bulunması nedeniyle, Bayer firması, çiftçilerin açtığı yüksek tazminat davaları ile uğraşıyor.. Kansere yol açması gerekçesiyle, ABD’de firmaya açılan 125 bin dava bulunuyor.

Haziran 2020’de New York merkezli hukuk firması Weitz & Luxenberg, Bayer’le 95 bin kişi adına anlaşmaya vardığını açıkladı. Söz konusu anlaşmaya göre Bayer davacılara 10,9 milyar dolar ödemeyi kabul etti.

Türkiye neden hala yasaklamıyor?

Türkiye’de glifosat kullanımının giderek arttığı tahmin ediliyor. Tarım ve Orman Bakanlığı’nın en son pestisit kullanım verilerini paylaştığı 2013 yılında, glifosat kullanımının 4 bin 500 ton olduğu belirtiliyordu. Gıda Mühendisi Bülent Şık’ın araştırmaları sonucunda yaptığı tahminlere göre bu rakam 2018 yılında yaklaşık 8 bin tona yükseldi.

Zehirsiz Sofralar Sivil Toplum Ağı, Kasım 2019’da başlattığı imza kampanyası ile aralarında glifosatın da bulunduğu, Türkiye’de kullanılan ve Dünya Sağlık Örgütü tarafından “son derece tehlikeli”, “yüksek seviyede tehlikeli” ve “muhtemel kanserojen” olarak belirlenen 13 tarım zehrinin yasaklanmasını talep etti.

Kampanyanın kısa zamanda kamuoyu ve karar vericilerin gündemine oturmasının ardından Tarım ve Orman Bakanlığı, aralarında kampanyada geçen 4 tarım zehirinin de bulunduğu 16 pestisit etken maddesi için yasaklama kararı aldı. Ama yasaklananlar arasında ne yazık ki glifosat bulunmuyor.

‘Çiftçinin glifosata ihtiyacı yok’

Glifosat ya da başka bir herbisit kullanmadan istenmeyen otlarla mücadele edebilmek mümkün. Çevre ve insan sağlığının yanı sıra, uzun vadede toprağın bereketini ve ekosistemin canlılığını yeniden kazanması için, glifosat ve diğer pestisitleri ortadan kaldırmak gerekiyor.

Zehirsiz Sofralar çözümün “herbisitler ve pestisitlerin verdiği zararı bertaraf ederek, sağlıklı toprak ve suya yeniden kavuşacağımız, sürdürülebilir tarım sistemlerine yatırım yapmak, ekolojik ve ekonomik geçerliliği olan bir tarımsal üretim modeli yaratmak” olduğunu söylüyor.

‘Çok fazla alternatif yöntem var’

Malçlama, ekim nöbeti, yoğun ekim, sığ sürme gibi pek çok teknik ya da organik tarım, agroekoloji gibi pek çok yöntem ile glifosat kullanmadan istenmeyen otlarla mücadele edebilmek mümkün.

Örneğin 2018 yılı verilerine göre dünya genelinde 2.8 milyon üretici 71.5 milyon hektar alanda organik tarım yapıyor ve glifosat benzeri herhangi bir herbisit kullanmadan üretimlerini sürdürebiliyor.

Sağlıklı bir toprak, sağlıklı bir toplum ve ekosistem için alternatif yöntem ve tekniklerin geliştirilmesi, bu tip yöntem ve teknikleri kullanan üreticilerin desteklenmesi, glifosat ve diğer yüksek seviyede zararlı pestisitlerin acilen yasaklanması gerekiyor.

Vakit kaybetmeden #ZehirsizSofralar

Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği ve Avrupa Pestisit Eylem Ağı tarafından yürütülen Zehirsiz Sofralar Projesi kapsamında kurulan Zehirsiz Sofralar Sivil Toplum Ağı, Tarım ve Orman Bakanlığı’na yönelik başlattığı imza kampanyasıyla #ZehirsizSofralar için adım atılmasını istiyor.

Covid-19 nedeniyle sağlıkla ilgili kaygıların arttığı ve sağlıklı gıdanın öneminin her zamankinden daha çok hissedildiği bu kritik dönemde, tarım zehirleri kullanımına son verilmesi, alternatif tarım yöntem ve tekniklerinin desteklenmesi için vakit kaybetmeden gereken kararların alınmasını istiyor.

Üç talep

Zehirsiz Sofralar Sivil Toplum Ağı, Kasım 2019’da başlattığı Zehirsiz Kampanya ile Tarım ve Orman Bakanlığı’ndan şu taleplerde bulunuyor:

  • Dünya Sağlık Örgütü tarafından “son derece tehlikeli”, “yüksek seviyede tehlikeli” ve “muhtemel kanserojen” olarak belirlenen ve tarımda kullanılan 9 etken madde (ethoprophos, beta-cyfluthrin, zeta-cypermethrin, fenamiphos, formetanate X formetanate hydrochloride, tefluthrin, zinc phosphide, glyphosate, malathion) öncelikle ve acilen yasaklansın.
  • Pestisitlerin tamamının 2030 yılına kadar yasaklanması, doğa dostu, zehirsiz yöntemlerle tarımsal üretim yapılması için Tarım ve Orman Bakanlığı tarafından gerekli adımlar atılsın; doğa dostu tarım yöntemleri ve bu yöntemlerle tarım yapan küçük üreticiler desteklensin; üreticileri doğa dostu, zehirsiz yöntemler kullanmaya teşvik edecek politikalar uygulansın.
  • Türkiye’de tarım ve gıda ürünlerinde kullanılan pestisitlerle ilgili denetimler artırılsın, elde edilen denetim sonuçlarıyla ilgili şeffaflık sağlansın.

AKP’li kadınlar Dilipak hakkında 81 ilde suç duyurusunda bulunacak

AKP’li kadınlar, İstanbul Sözleşmesi’nde çıkma tartışmaları sırasında sözleşmeyi destekleyen kadınlara yönelik “fahişe” demesiyle tepki toplayan köşe yazarı Abdurrahman Dilipak hakkında suç duyurusunda bulunuyor.

AKP Genel Merkez Kadın Kolları Başkanı Lütfiye Selva Çam, AA muhabirine yaptığı açıklamada suç duyurusunun 81 ilin kadın kolu başkanları tarafından yapılacağını duyurdu. Çam “kadınların hukukunu korumak boynumuzun borcu” dedi. 

‘İftiralarınızla kendinizi küçültmeyin’

Dilipak’a seslenen Çam, “Bu saldırganlığınız, ahlaksız sözleriniz ve iftiraya varan yakıştırmalarınızla kendinizi küçültmeyin. Edebe mugayir yazarak kaybettiğiniz itibarı, yazdığınız bu üsluptaki yazılarınızla kamuoyunun dikkatini çekseniz bile geri kazanamazsınız” dedi.

AKP’li kadınlara dönük hakaret ve çirkin yakıştırmalarını ivedilikle yargıya taşıyacaklarına ifade eden Çam, “AK Parti Kadın Kolları olarak, bu tür seviyesiz sözler, iftira ve hakaretlerin cezasız kalmaması için gerekli tüm hukuki girişimlerde bulunacağımızı ve yargısal süreçlerin takipçisi olacağımızı da herkesin bilmesini isterim” ifadelerini kullandı.

‘Feminist bir hareket değiliz’

AK Parti’li kadınların ailesini her daim öncelediğini, ihmal etmediğini, eş, anne, evlad olma bilinci ve değerlerine sahip çıktığını vurgulayan Çam, sözlerini şöyle sürdürdü:

Erkekleşerek değil, kadın kimliğiyle, dik duruşuyla siyaset yapar. Samimiyeti, mütevazılığı ve çalışkanlığıyla itham ettiğiniz ‘papatya’ asla olamaz. AK Parti kadın hareketi bir feminist hareket değildir. Hak yolunda, mazlumun yanında, zalimin karşısında, yalnızca ahlakın ve adaletin savunucusudur. Kulluk ve insanlık bilinciyle il il, ilçe ilçe, mahalle mahalle sokak sokak milletiyle, halkıyla hemhal olan bir harekettir.

‘Esas olan insan yetiştirmek’

Çam, İstanbul Sözleşmesi’ne ilişkin tartışmaların da bir an önce bitirilmesi gerektiğini söyledi. Sözleşme’nin kaldırılmasıyla bir şey değişmeyeceğini belirten Çam şunları söyledi:

Şayet tüm dertler sona erecekse bence de kaldıralım. Kaldıralım ki değişen bir şeyin olmadığını herkes görsün. Bu işe ciddi kafa yoranlara saldırma, bunun üzerinden siyaset yapma, dikkati çekme ve sosyal medyadan takipçilerini artırma hevesinde olanların fırsatlarını da ellerinden alalım. Bu tartışma bitsin ki esas meselemizin çocuklarımızı her türlü kötülükten, çirkinlikten ve azgınlıktan korumak için gayretle çalışanları rencide edici sosyal medya paylaşımları ile bu sorunların çözülmeyeceğini anlayalım.

Esas olan insan yetiştirmenin önemini hatırlayalım. Sona erdirelim ki ahlaksızlığın ve rezilliklerin her yerde çoğalmasının esas nedeninin insanlığın rotasından çıkması olduğunu görmüş olalım. Yaş ve kuru ne varsa, bir çuvalın içine doldurarak gerçek sorumluluklardan kaçamayacağımızı görelim. İşin özüne odaklanalım.