Ana Sayfa Blog Sayfa 1943

36 termik santralin kapatılması için dava açılıyor

Aralarında Kazdağı Doğal ve Kültürel Varlıkları Koruma Derneği ve
Çan Çevre Derneği‘nin de bulunduğu 16 çevre örgütü Türkiye’de bulunan 36 termik santralin kapatılması için dava açıyor.

Kurumlar yaptığı açıklamada “İklim krizine yol açan, Covid-19’un sağlığımız üzerindeki etkilerini daha da arttıran termik santrallerin kapatılması için Cumhurbaşkanlığı aleyhine 16 kurum ile birlikte dava açıyoruz” ifadesini kullandı.

Çanakkale Adliyesi’nde basın açıklaması

Çevre örgütleri bugün (Pazartesi) saat 14.00’da Çanakkale Adliyesi önünde konuyla ilgili bir basın açıklaması gerçekleştirecek. Yapılan açıklamada, “Yaşam savunucuların basın açıklamasına davet ediyoruz” ifadeleri kullanıldı.

Davacı kurumlar ise şu şekilde sıralandı: Adana Tabip Odası, Antakya Çevre Koruma Derneği, Çan Çevre Derneği, Çevre ve Tüketici Koruma Derneği-Adana, EGEÇEP Derneği, Erzin Çevre ve Tarihi Varlıkları Koruma Derneği, Erzin Turunçgil Üreticileri Birliği, Erzin Yeşilkent Sulama Kooperatifi, Erzin Ziraat Odası, İskenderun Çevre Koruma Derneği, Kazdağı Doğal ve Kültürel Varlıkları Koruma Derneği, Mersin Çevre Dostları Derneği, Ordu Çevre Derneği,Tarsus Çevre Koruma Kültür ve Sanat Merkezi Derneği, Yeşil Artvin Derneği ve Ziraat Mühendisleri Odası.

Koronavirüste evde izolasyon süresi 10 güne düşürüldü

Sağlık Bakanlığı, koronavirüs (Covid-19) testi pozitif olan ve izolasyon süreleri sonlandırılan kişilerin, PCR testine bakılmadan işlerine dönebilmelerine yönelik düzenleme yaptı.

Düzenlemeyle birlikte olası vakalarda çalışanlar semptom başlangıcından itibaren 10’uncu günün sonunda izolasyonunu sonlandırarak işe dönebilecek.

Daha önce 14 gün gerekliydi

Sağlık Bakanlığı Perşembe günü Covid-19 Rehberindeki Temaslı Takibi, Salgın Yönetimi, Evde Hasta İzlemi ve Filyasyon bölümünün “Covid-19 hastalarında izolasyonun sonlandırılması” kısmında değişiklik yaptı.

Rehberin eski halinde izolasyon süresi; a) hastanede yatmakta iken 48-72 saatlik izlem sonucunda evde izlenmeye uygun olduğu değerlendirilerek taburcu edilen hastalar ile b) hastaneye yatırılması gerekmediği için evde takip edilen hastalarda (her ikisi için de semptomlarının geçmesi koşuluyla) 14 gündü.

Test yaptırmadan işlerine dönebilecekler

Rehberin 3 Eylül’de düzenlenen son halinde ise PCR testi pozitif olup evde izlenen semptomsuz ya da hafif vakalarda izolasyon süresi 10 güne indirilerek, izolasyon süresi sona erenlerin PCR testi yapılmaksızın işlerine dönebilecekleri belirtildi.

Aynı yönde bir düzenleme, 16 Ağustos tarihinde, yapılmış araştırmaların sonuçlarını değerlendiren ABD CDC (Hastalık Kontrol Merkezi) kurumu tarafından da yapılmıştı.

İngiliz Ulusal Sağlık Sistemi (NHS) de Covid-19 ile uyumlu semptomları olan ya da PCR testi pozitif kişilere evde 10 günlük izolasyon öneriyor ve böyle kişilerin birlikte yaşadıkları bir başka kişinin daha testinin pozitif olması durumunda izolasyon süresini 14 güne çıkarıyor.

Gelir dağılımında korkutan uçurum

Ülkelerin ve bireylerin ekonomik gelişmişliği genelde dolar bazında Gayrı Safi Yurt İçi Hasıla (GSYİH) ve kişi başına (per capita) düşen GSYİH ile ölçülür. Bu sıralamalar, göreli olarak ülkenizin ve sizin gelir olarak nerede olduğunuzu gösterir. Biliyorsunuz AKP, 2023 itibarıyla Türkiye’yi dünyanın ilk 10 ekonomisi arasına sokmayı ve kişi başına geliri de 25.000 dolar seviyesine çıkarmayı hedeflemişti. Bunları da “Cumhuriyetin Kuruluşunun 100. Yılı Hedefleri” olarak ilan etmişti. Bir ara 13’üncü en büyük ekonomi olan ve kişi başına geliri 12.500 dolara kadar çıkmış olan Türkiye, son yıllarda gittikçe bu hedeften uzaklaştı. Dünya Bankası verilerine göre 2019 itibarıyla 754 milyar dolarla dünyanın en büyük 19’uncu ekonomisi olurken kişi başı gelirde 9.043 dolarla, 74’üncü sıradayız.Bunlar nominal rakamlarla, yani o senenin cari rakamlarıyla yapılan sıralamalar.

Bir de Satın Alma Gücü Paritesi (İngilizce kısaltmasıyla PPP) ile yapılan sıralamalar var. Burada hesaplama nominal değerle değil, onun satın alma gücü esas alınarak yapılır. Aynı ürünün veya ürün sepetinin ABD ve örneğin Türkiye’deki fiyatına bakılır. Döviz kurunun 1$=5 TL olduğu bir durumda bir ürün sepeti ABD’de 100$ (500TL) iken, Türkiye’de 250TL ise, PPP=500/250=2 olur. Bu durumda Türkiye’nin milli geliri 2 ile çarpılarak ABD ile PPP bazında eşitlenir. PPP bazlı sıralamalar özellikle gelişmekte olan ülkelerce daha fazla tercih edilir çünkü bu ülkelerin sıralamasını yukarı çıkarır. Mesela Türkiye PPP bazında bakıldığında 2019’da 2.4 trilyon dolar GSYİH ile dünyanın en büyük 13’üncü ekonomisi konumuna gelmektedir.

Gelir dağılımı

Bu girizgahı yaptım ama bu yazıda asıl amacım gelir dağılımı üzerinde durmak. Gelir ve servet eşitsizliğinin yarattığı sonuçlar o kadar yıkıcı ki, dünyanın geleceğini iklim krizi ve gelir adaletsizliğinin belirleyeceği düşüncesi gittikçe kafamda oturuyor. GSYİH rakamının nüfusa bölünmesiyle bulunan kişi başına gelir rakamı çok kaba bir gösterge. Asıl önemli olan, bu gelirin o ülke içerisinde nasıl dağıldığı. İşte burada konu epeyce çatallaşıyor. Zaman içerisinde geliri çok artan ülkeler olabiliyor ama gelir dağılımına baktığınız zaman bu artışın ne kadar dengesiz olduğunu da görebiliyorsunuz.

Bunun en tipik örneklerinden birisi Çin. 1978 yılında piyasa kapitalizmine geçen ve tartışmasız küreselleşmeden en fazla yararlanan ülke olan Çin’de kişi başına gelir 40 yılda tam 57 kat arttı. 1978’de sadece 156 dolar olan kişi başına gelir 2017 yılında 8.879 dolara ulaştı. Ama aynı dönemdeki gelir dağılımına baktığınız zaman, oldukça farklı bir manzara görülüyor. Gelir dağılımı ölçütü olarak yaygın bir şekilde kullanılan Gini katsayısına bakıldığında 1978 yılında 0.16 olan katsayı, 2017’de 0.38’e çıkmış durumda. (Gini katsayısı 0-1 arasında değişir ve 0’a yaklaştıkça gelir eşitsizliği azalırken, 1’e yaklaştıkça artar.) Gini katsayısı dışında yaygın kullanılan bir başka gösterge de nüfusun yüzde 20’lik gelir gruplarının toplam gelir ve servet içindeki payları.

Gelir dağılımının kötüleşmesi neredeyse bütün dünyada görülen bir olgu. Şimdi de ABD rakamlarına bakalım. Önce, meşhur Amerikan orta sınıfının nasıl yok olduğuna dair çarpıcı gelir verisi: 1946-80 arasındaki 34 yıllık dönemde reel gelir artışı toplumun alt yüzde 50’lik grubu için yüzde 102, en üst yüzde 1’lik grubu için yüzde 47 iken, 1980-2014 arasındaki 34 yıllık ikinci dönemde alt yüzde 50 grubu için yüzde 1 (evet sadece yüzde bir!), en üst yüzde 1 için yüzde 300 (tam tamına yüzde üç yüz!) olarak gerçekleşti. Servete bakıldığında, 1989 yılında en üst yüzde 10, takip eden yüzde 40 ve en alt yüzde 50 gruplarının toplam servet içindeki payları sırasıyla yüzde 67, yüzde 30 ve yüzde 3 iken, 2016 yılında bu paylar sırasıyla yüzde 77, yüzde 22 ve yüzde 1 olarak gerçekleşti. Kısaca hem gelir hem de servet dağılımında acımasız bir adaletsizlik artarak sürüyor. ABD’nin Gini katsayısı da bu gelişmeleri teyit ediyor. 1986’da 0.37 olan katsayı 30 yıl sonra 2016’da 0.41 seviyesine geliyor.

Gelir dağılımının bozulmasına yol açan süreç aslında Thatcher-Reagan ikilisinin 1980’li yıllarda savundukları ve “Muhafazakâr Kapitalizm” olarak da adlandırılan ideolojik yaklaşımın yaşama geçirdiği politikalarla birlikte ivme kazandı. Hatırlayın o günlerin popüler politika önerilerini: Devletin küçültülmesi, düzenlemelerin azaltılması (deregulation), serbest piyasa, özelleştirme, liberalleşme… Aslında bu adımlar zamanın bazı ekonomik sorunlarını bahane ederek vahşi kapitalizmin önünü açıyor, bugünün acımasız gelir ve servet dağılımının temellerini atıyordu. “Serbest Piyasa” söylemiyle ekonomi ön plana çıkarılıp insan ve toplum geri plana itiliyordu.

Bu politikalar Dünya Bankası ve İMF aracılığıyla gelişmekte olan ve az gelişmiş ülkelere de maalesef kolayca benimsetildi. Bu ideolojik dalgaya büyük ölçüde direnen kıta Avrupası ve İskandinav ülkelerinde vergi oranlarının daha yüksek tutulduğunu ve sosyal devlet uygulamalarının kısmen korunduğunu görüyoruz. Bunun sonucunda aşağıdaki tabloda bu ülkelerde ve eski Doğu Bloku ülkelerinde Gini katsayılarının 0.2-0.35 aralığında, göreli olarak daha adil bir seviyede kaldığını görüyoruz.

Küreselleşme ve teknolojide son 30 yıldaki gelişmelerin de gelir dağılımını bozan unsurlar olduğu sıkça vurgulanan bir konu. Genellikle öne sürülen sav, küreselleşmeden her ülkede dar ve ayrıcalıklı bir azınlığın yararlandığı, teknolojik gelişmelerin de yine çok küçük bir azınlığın hızla inanılmaz bir servet edinmesine yol açtığı şeklinde. Bunlarda elbette doğruluk payı var.

Ama, gelir dağılımındaki bu yürek sızlatan görüntüye yol açan asıl neden söz konusu ülkelerde vergi toplama ve kamu harcamalarına ilişkin yapılan tercih ve uygulanan politikalar. Gelir adaletsizliğine küresel düzeyde bakıldığında servetin çoğunlukla hiç vergilendirilmediği, yüksek bireysel gelirin ve şirketlerin düşük vergilendirildiği ve bunlar sonucunda kamu gelirleri düştüğü için kamunun sosyal yardımları ve programlarının her geçen gün daha da azaldığı görülüyor. Bu da kendisini eğitim, sağlık, sosyal yardım ve tarım/gıda gibi alanlarda gösteriyor. Bu alanlara yönelik destek ve harcama kalemleri düştüğünde toplumun düşük gelir grupları en fazla olumsuz etkilenen gruplar oluyor ve böylece gelir dağılımını daha da kötüye götüren kısır döngü oluşuyor.

Türkiye’de gelir ve servet dağılımı

Türkiye de gelir ve servet dağılımı bakımından ABD’den çok farklı bir durumda değil. Latin Amerika ülkelerinden biraz daha iyi ama Avrupa ve Asya ülkelerinin birçoğundan daha kötü durumda. Aşağıdaki tablolara bakıldığında, hem gelir dağılımında (2018 itibarıyla 0.41 olan Gini katsayısı) hem de servetin dağılımında (en üst yüzde 10’luk grup toplam servetin %81.2’sine sahip) durum ABD’den pek farklılık göstermiyor.

Gini katsayısı yıllar içinde oynamalar gösteriyor. AKP’nin ilk yıllarında izlediği sosyal politikalar sonucunda 0.38’e kadar düşüyor ama özellikle dış kaynak girişinin azalmaya ve ekonominin kötüye gitmeye başladığı 2015 yılından itibaren artıyor ve 0.41’e ulaşıyor.

TÜİK’in 2018 rakamlarına göre Türkiye’de “son yüzde 20” olarak adlandırılan en zengin kesim, gelirin yüzde 47,6’sını alıyor. “Dördüncü yüzde 20” kesim, gelirin yüzde 20,9’unu alırken en ortada yer alan “üçüncü yüzde 20” grubu gelirin yüzde 14,8’ini alıyor. “İkinci yüzde 20”nin payı yüzde 10,6 iken, en yoksul kesim olan “ilk yüzde 20’nin aldığı miktar toplam gelirin yüzde 6,1’i. Buna göre Türkiye’de en yoksul yüzde 40’lik kesime toplam gelirden düşen pay sadece yüzde 16,7. Bir önceki yıla göre gelir dağılımı adaletsizliğinin arttığını gösteren bu dağılım yapısıyla Türkiye OECD ülkeleri içerisinde Şili ve Meksika’dan sonra en kötü gelir dağılımına sahip üçüncü ülke.

Gelir ve servet dağılımında dünya ve Türkiye oldukça kritik bir noktada. Çok az sayıda insanın elinde inanılmaz bir servet birikmiş durumda. Korona salgını gelir dağılımını daha da bozdu. Milyonlarca çalışan işini ve gelirini kaybederken oturduğu yerde milyarlarına milyar katan şirket sahiplerini ve para bolluğundan nasiplerine düşen parayı hisse senetlerine yatırıp balon oluşturan spekülatörleri izliyoruz. Gelir dağılımında adaletsizlik derken, elbette herkesin aynı servet ve gelire sahip olmasını savunmuyorum. Ama bu kadar büyük bir uçurumun oluşmasına da izin vermeyen, servetin ve yüksek gelirin hem ülke içinde hem de küresel olarak daha fazla vergilendirildiği ve sosyal devlet ilkelerinin unutulmadığı bir sistemi savunuyorum.

Az kişinin elinde toplanan servetin, sermaye taraftarlarınca hep iddia edildiği gibi yatırıma gittiği de şüpheli, çünkü toplumun geri kalan gruplarının alım gücü düştüğünde yeni yatırımlara gerek duyuracak talep de oluşamıyor. Bu da ekonomilerde büyümeyi sekteye uğratıyor. Ayrıca, orta ve düşük gelir grupları eğitime, sağlığa ve gıdaya yeterince ulaşamayınca toplumsal gelişme frenleniyor ve fırsat eşitliği ortadan kalkıyor. Bu durumda bireylerin sosyal mobiliteden yararlanabilmesi ve geleceğine ilişkin umutlanması bir hayal olarak kalıyor.

Gelir dağılımı adaletsizliği doğal olarak sosyal uçurumlara da neden olmakta ve insanlar gettolarda veya duvarlarla çevrili sitelerde yaşamak durumunda kalmakta. Dünyanın en adaletsiz gelir dağılımına sahip ülkesi olan Güney Afrika’nın (Gini=0.65) Johannesburg kentinde çekilmiş resme dikkatle bakın lütfen ve şu soruya cevap bulmaya çalışın: Bu durum sürdürülebilir mi?

Belediyeler atıksız şehir yaratmak için neler yapabilir?

Atıksız bir yaşamın, mevcut durumda, bir hobi faaliyetinin ötesinde bir ihtimal olmadığını bir önceki yazımda anlatmaya çalışmıştım. Ancak bunun yanında daha az atık üretmenin mümkün olduğunu belirtmiştim. Daha az atığın da bireysel kararlarla bir noktaya kadar mümkün olduğunu belirterek bu konuda tamamlayıcı unsurların yerel ve merkezi yönetimler olduğunu belirtelim. Özellikle yerel yönetimlerin alabileceği bazı kararlar, daha az atıklı kentler ve onun da temeli olan daha az atıklı evlerin sayısının artmasına yardımcı olabilir. 

Atık dediğimizde akla, kullanım sonrası meydana gelen ve çöp tenekesine attığımız eşyalar gelir. Ancak daha bütünsel bakıldığında atık, bir şeyin üretiminden tüketimine kadar geçen süre içerisinde ortaya çıkan he türlü sıvı, katı ve gaz artıklara verilen isimdir. Örneğin sebze ve meyve tükettiğinizde atık olarak ortaya sadece sebze ve meyvenin tüketilmeyen kısımları çıkmaz. O sebze ve meyvenin üretim sürecinde kullanılan yakıttan ortaya çıkan sera gazları, pestisitler ve onların kutuları, taşınmasında kullanılan tek kullanımlık paketler, kasalar ve ambalajlar ile onların market reyonlarında sergilenmesi esnasında harcanan her türlü enerjinin artığı da birer atıktır.

Bu da aslında atık üretim potansiyelimizin ne kadar da büyük olduğunu ortaya koyar. İşte eğer atıksız bir yaşam oluşturulacaksa, son ürün üzerine kurgulanmış bir atık yönetim stratejisi belirlemek yerine tüm bu süreçleri göz önünde bulunduran bir planlama yapılması gerekmektedir. Neden atıksız yaşam için kişilerin bireysel kararlar almasının yetersiz olduğunun cevabı da burada saklı. Yani siz kendi adınıza evinizden hiç atık çıkarmayabilirsiniz ancak size ulaşan ürünlerin üretiminden itibaren, size gelene kadar ki süreçte ortaya çıkan tüm atıklar, sizin ortak olduğunuz atıklardır. Burada da erkin atacağı destekleyici adımlar sizin atıksızlığa erişmenize önemli bir katkı sağlayacaktır.

İçilebilir çeşme suyu

Yerel yönetimlerin atıksızlıktaki belirleyiciliği, oldukça önemli! Çünkü ambalaj atığı içerisinde önemli bir yer tutan ambalajlı içme suyu şişelerinin tüketim miktarı, doğrudan belediyelerin içme suyu talebini karşılayıp karşılayamamalarıyla ilgili. Sadece içme suyunu musluktan akar hale getirecek bir yatırım, önemli miktarda pet şişe atığını kısa, orta ve uzun vadede önleyecektir. Üstelik içilebilir olan bu suyun kent meydanlarından da erişilebilir hale getirilmesi, içme suyu ihtiyacı için gelişecek ihtiyacı daha da azaltacaktır. Bu noktada belediyelerin kendi işletmelerinde plastik ambalajlı su sağlama hizmetini de terk etmesi tutarlılık ve ambalaj atığı azaltma kararlılığı açısından destekleyici nitelikte olacaktır.

Tek kullanımlıkların azaltılması

Yerel yönetimler tek kullanımlık plastiklerin kullanımının azaltılmasında örnek olabilecek uygulamaları hayata geçirebilirler. Özellikle yerel belediye meclislerinde sağlanacak konsensüsle belediyenin yetkisi ve yaptırımı olan tüm alanlarda belli bir plan dâhilinde tüm tek kullanımlıklardan vazgeçilmesi kararı alınarak, vatandaş için de örnek bir uygulama gerçekleştirilebilir.

Bunun için birçok örnek verilebilir. Belediyeye ait alanlarda tek kullanımlık plastiklerin kullanılmasına izin vermemek; belediye iştiraklerinde tek kullanımlık plastiklerle yiyecek içecek servisini durdurmak; belediye sınırları içerisinde plastik olan ve terk edildiklerinde kuş, balık, kaplumbağa ve yengeç gibi birçok canlının ölmesine neden olan balonların satışını, kullanımını ya da dağıtımını yasaklamak; plastik konfeti kullanımını yasaklamak; belediye sınırları içerisindeki marketleri, doldurulabilir özellikte ürün satmalarını sağlayacak şekilde yönlendirmek gibi adımlar, önemli miktarda plastik çöpün meydana gelmesini engelleyecektir.

Özellikle kıyı belediyelerinin, sadece tatilcilerin bıraktıkları çöpleri toplamak gibi pasif belediyecilik anlayışından, çöpün oluşmadan engellenmesini sağlayacak aktif belediyeciliğe geçiş için bir eylem planı hazırlamaları, sorunun çözümü için atılacak en önemli adımlardan biri olacaktır. Sosyal medya üzerinden paylaşılan ve toplanan çöpler üzerinden verilmeye çalışılan “çok kirletiyorsunuz” temalı mesajların reelde bir karşılığı olmadığının bilinmesinde fayda var.

Açık semt pazarlarının ıslahı

Neredeyse tüm şehirlerde sıklıkla rastlanan ve toplandıktan sonra arkalarında adeta bir çöp yığını bırakan günlük açık semt pazarları için bir düzenleme ve denetleme yapılması gerekiyor. Pazarların arkalarında bıraktıkları karışık çöpleri toplamak her ne kadar belediyenin görevleri arasında yer alsa da önemli olan o çöplerin oluşmasının engellenmesidir.  Unutulmamalıdır ki belediyelerin sahip oldukları tüm kaynaklar vatandaşın ortak kaynaklarıdır ve bu kaynaklar sırf meşakkatsiz ve planlama gerektirmediği için anlamsız hizmetlerle ve işlerle tüketilemez.Sorumlu ve halkı gözeten belediyecilik bunu gerektirir.

Örneğin yaşadığım şehirdeki semt pazarları bu anlamda önemli bir kötü örnek özelliği gösteriyor (Adana/Seyhan). İlçe sınırları içerisinde kurulan (ki diğer ilçelerde de mutlaka benzer bir durum söz konusudur) neredeyse tüm semt pazarlarının toplanmasının ardından ortaya ciddi bir çöp yığını çıkıyor ve bu çöp yığınları belediye ekiplerince tonlarca su ve iş gücü harcanarak temizlenmeye çalışılıyor. Hiçbir sürdürülebilirliği ve mantıklı bir tarafı olmayan bu işlem bütünüyle bir kaynak israfıdır. Ayrıca ortaya çıkan çöpün de önemli bir kısmı meyve sebze artıkları ve plastiklerden oluşuyor. 

Plastiklerin büyük çoğunluğunu plastik poşetler, organik atıkların büyük çoğunluğu da pazarcıların satamayacaklarını düşündükleri sebze/meyveler ve onların atıklarından oluşmakta. Bu atıklardan organik olanların hayvan yemi olma potansiyeli ise oldukça yüksek. Olmayanların ise kompost alanlarında gübreye dönüştürülmesi mümkün. Belediyeler ise  bunu organize etmek yerine gelişi güzel terk edilen bu çöpleri yine gelişi güzel toplamaya devam ediyor. Sadece bunun bile planlama ile düzene sokulması, atıksız kent yaratmada önemli bir adım sayılabilir.  

Açıktaki ya da gömülü haldeki çöp konteynırları

Çöp denilince akla gelen bir diğer şey de bu çöplerin hiçbir ayrıma tabi tutulmadan atıldıkları çöp konteynırlarıdır. Açık ya da kapalı, gömülü ya da dışarda fark etmeksizin önemli oranda çöp suyu üreten ve beraberinde de ciddi haşere ve hastalık oluşumuna neden olan çöp tenekeleri belediyelerin belki de ilk başta çözmeleri gereken problemlerdendir.

Bu konuda kaynağında ayrıştırma ve farklı atıkların standartlara uygun bir şekilde toplanabildiği kategorik çöp tenekeleri oluşturmak atılacak ilk adımdır. Bu konteynırlar sokak ortalarına ya da cadde kenarlarına değil, bir site yer alıyorsa site içerisindeki gölgelik ve korunaklı bir alana ya da kişilerin oturdukları binalarda bunun için oluşturulmuş özel alanlara konulması gerekir. Konfor için her türlü şeyin planlandığı ev ve apartmanların bu şekilde bir düzenlemeye mecbur bırakılmaları kent kültürü açısından da çöp üretiminin azaltılması açısından da önemlidir.

Aynı durum işyerleri ve sanayi kuruluşları için de geçerlidir. Çöp, kentin ortak alanlarındaki hilkat garibesi ucube çöp konteynırlarına terk edilemeyecek olan ve herkesin ortak sorumlulukla ürettiği bir şeydir. Yönetimi de herkesin ortaklığıyla ancak mümkün olabilir. Bu konuda başarılı bir uygulama yapabilmiş belediye neredeyse yok gibidir. Başarılı bir uygulama çöp konteynırlarını boyamakla ve onların üzerine “temiz”, “çevre” vb. ifadeler yazmakla mümkün olacak bir şey değildir.  Başarılı bir uygulama, atığın kaynağında oluşumunu engellemekle mümkündür.  Bunun için de tüm kent sakinlerini, bu durumun farkına varabilecekleri bir farkındalık seviyesine ulaştırmak gerekir.  Buna ek olarak da yaptırım mekanizmasını yeterince ve etkili bir şekilde kullanmak da olmazsa olmazdır. Oy kaygısıyla yaptırım uygulamaktan çekinmek kente ve kent sakinlerine yapılabilecek en büyük kötülüktür.

Kent bostanları, apartman bahçeleri, tüketici ve üretici kooperatifleri

Gıda tedariki, en fazla atığın gerçekleştiği tedarik zincirlerinden biridir. Bu atık üretim potansiyelinin kaynağı da gıdanın üretildiği yer ile tüketildiği yer arasındaki mesafedir. Mesafe, sera gazı ve ambalaj atığı oluşmasında önemli bir faktördür. Ambalaj ve enerji, gıdanın korunması ve uzun mesafelere taşınması esnasında zaruri olarak ihtiyaç duyulan iki şeydir.

Oysa gıdanın üretildiği yer ile tüketildiği yer arasındaki mesafenin kısalması, önemli bir ambalaj atığı azalımına ve sera gazı salımında da düşüşe neden olacaktır. Bu noktada da kent bostanları ve apartman bahçelerinin önemi ortaya çıkmaktadır. Benzer şekilde üretici ve tüketici kooperatiflerinin oluşturulmasına ön ayak olma da önemli oranda atığın oluşmadan engellemesine katkı sağlayacaktır.

Örneğin kent bostanları ya da apartman bahçeciliği gibi aktivitelerin teşviki ve organizasyonu, ilgili kentin sakinlerinin kent dışı gıda tedarikine olan bağımlılığını azaltacaktır. Daha da önemli bir adım da kompost yapımının kent genelinde yaygınlaştırılmasıyla mümkün olacaktır. Kompost alanları için gerçekleştirilecek olan yatırımlar, kente hem ekonomik hem de ekolojik açıdan önemli katkılar sağlayacaktır. Semt pazarlarının ve evlerin organik atıkları, çöp olmadan gübreye, bu gübreler de kent bostanlarının ve apartman bahçelerinin verimlilik kaynağına dönüştürülebilir. Küçük ölçekli belediyelerin kolaylıkla organize edebilecekleri bu ilişkiler ağı, büyük belediyelerin de öbek öbek uygun mahallelerde gerçekleştirebilecekleri uygulamalardır.

Bu önerilere daha birçokları eklenebilir. Ancak önemli olan beton, asfalt ve kaldırım belediyeciliğinden vazgeçilip bu konuda bir irade beyanının ya da vizyon belgesinin oluşturulmasıdır. Böyle bir irade ortaya çıkarsa atık sorunu da uzun vadede rayına sokulabilecek ve sorun olmaktan uzaklaştırılabilecek bir vaka haline gelecektir.

Orfoz: Resifin efesi ve denizlerde biten av yasakları

1 Eylül itibari ile denizlerde av yasakları kalktı ve av mevsimi başladı. Diğer bütün çevre sorunları gibi denizlerde olup bitenler de çoktan kabul edilemez bir hal aldı; ahlaklı, adil ve rasyonel bir şekilde avlanmanın önemini hatırlatır hale geldi. Deniz canlılarını zamanından önce avlayarak büyümesine ve üremesine izin vermemek  hem adil hem de ahlaklı değil. Hayatın mükemmel bir döngüsü var ve o döngüde canlılardan sadece insanlar yer almıyor, aynı zamanda bitkiler ve hayvanlar da bulunuyor.

İslam dininde insana “eşref-i mahlukat” denir, yani canlıların en üstünü. Ama bizim, bu üstünlük halini nasıl yorumladığımız çok önemli. Biz, diğer canlılardan daha mı akıllıyız? Her şeye hakkımız mı var? Doğayı istediğimiz gibi tahrip edebilir miyiz? Diğer canlılara hükmedebilir miyiz? Her şey, bizim emrimize amade mi? Yoksa biz ,yani insanlar merhametimiz ile mi üstünlük sıfatını hak ediyoruz? Maalesef, dünyanın dört bir yanında yaşanan gelişmeler, kendimizi her şeye hakkı olan canlılar olarak gördüğümüzü gösteriyor.

Hayatın döngüsü: Yaşarken almak, ölürken vermek

Kızım, daha küçükken onunla birlikte izlemeyi sevdiğim çizgi filmlerden biri, “Circle of Life” idi. Defalarca izledik. Ve ben de her defasında müthiş bir keyif aldım. “Circle of Life“, Afrika kıtasında geçer ve hayatın döngüsüne çok güzel bir şekilde vurgu yapar. Canlılar; doğar, büyür ve ölür. Bayrak elden ele devredilerek yaşam sürer, gider… Bu döngü, aslında doğadan aldıklarımı ve doğaya verdiklerimiz için de geçerlidir. Biz, yaşarken doğadan alırız, ölünce de doğaya olan borcumuzu öderiz. Bu açıdan bakıldığında ölüm, aslında bir vefa borcu gibi düşünülebilir. Aldıklarımızı, şükran duyarak doğaya geri vermek gibi.

Hıristiyan kültüründe var olan Cadılar Bayramı‘nın kökünün Mezopotamya öğretisine dayandığı söylenilir. İnsanlar, güz mevsimi sonunda doğanın bize verdiklerine teşekkür ederek hasadını kaldırırmış. Cadılar bayramının temelinde bu şükran duyguları yer alır.

İnsan nüfusu arttıkça doğa ile olan ilişkimiz de bozulmaya, tahrip edici olmaya ve sadece insanlığın refahına hizmet etmeye başladı. Ama daha da kötü olan, refahı nasıl tanımladığımız. Gelecek nesillerin, doğadaki diğer canlıların hakkından çalan bir refah anlayışının sorgulanmaya ihtiyacı var. Zira doğaya hükmetme çabalarımız, maalesef bir çok canlının neslinin tükenmesine neden oluyor.  

Tarihçi Yuval Noah Harari, “Homo Deus“ isimli kitabında 1970’ten bu yana yaban hayat nüfusunun yarı yarıya düştüğünü belirtir. Harari’nin verilerle desteklediği örnekler gerçekten de alarm çanlarının çaldığını gösteriyor. 1980 yılında Avrupa’da 2 milyar kuş varken, bu sayı 2006 yılında 1,6 milyara düşmüş durumda. Yani, insanlığın dönemi olarak bildiğimiz Antroposen Çağı, yaban hayatını son derece olumsuz etkiliyor. WWF’nin  “Yaşayan Gezegen Raporu”ndaki veriler de gelişmelerin pek iç açıcı olmadığını gösteriyor.

Adil ve ahlaklı avlanma

Bütün bu olumsuz gelişmelere Mert Gökalp da, kamerası ile deniz altında ve orfoz balığı özelinde dikkat çekiyor.  Denizlerde av yasağının kalktığı 1 Eylül günü internetten gösterilmeye başlanan “Orfoz: Resifin Efesi” isimli belgesel, yeniden neyi, nasıl yapmamız gerektiğini, denizlerde adil ve ahlaklı avlamanın nasıl olması gerektiğini av mevsimin başlaması ile yeniden tartışmaya açıyor. Belgesel, adaletsiz ve ahlaksız avlanmanın diğer canlı türlerinin devamı için nasıl bir tehdit olduğunu gözler önüne seriyor.

Harari’nin kitabında anlattığı gibi “Homo Sapiens“, hayvanlardan tanrılara yükselirken neleri kurban ederek yol alıyor! Üstelik bu kurbanlar, tanrılar için de değil, insan ve insanlığın geleceği için. Belgesel aynı zamanda bir görsel şölen ve güzeller güzeli Kaş’ı kendine mekan tutmuş. Çekimlerin çoğu Kaş’ta yapılmış. Belgeselde deniz altının güzellikleri, Jules Verne’in “Denizler Altında Yirmi Bin Fersah“ kitabını anımsatıyor. Hangimiz çocukken okumadık ki! Yıllar sonra kızıma da okudum. Aynı tat, aynı lezzet. Ve bu belgeseldeki ropörtajlarda yeniden karşıma çıktı.

Belgeselde sadece bu kitaptan değil, başka kitaplardan da bahsediliyor ve ropörtajlar insanın hem yüreğine hem de vicdanına dokunuyor. Böyle bir belgeseli, Türkiye’de ve Türkçe çektikleri için katkıda bulunan herkesin aklına ve emeğine sağlık. Belgesel, hhtps://vimeo.com/453205728 web sayfasından “yasakbalıkyemeyizbiz” şifresi girilerek izlenebilir.

Biz, eğer “eşref-i mahlukat” olmak ve bu sıfatı hak etmek istiyorsak, bunun yolu doğaya karşı merhametli ve adil olmaktan geçiyor. Farkında olmadan oynadığımız denge, “eşref-i mahlukat”ın da geleceği aslında. Doğanın uyum içinde olmasına izin vermediğimiz ve diğer canlıların neslini tehdit ettiğimiz sürece daha çok fazla krizler ve riskler ile karşı karşıya kalabiliriz.

[Çocuklar için Yeşil Kitaplar] Sen yıldız tozusun!

Diyelim ki; bilmem kaç milyon kilometre öteden, örneğin Mars’tan bir canlı dünyamıza gelse, herhalde Dünya denen bu gezegende ne kadar farklı çeşitlerde canlının varlığını sürdürdüğünü düşünüp bu çeşitliliğe hayran kalırdı. Gerçekten de dünyamızdaki canlı hayat, insan türünün yıkıcı faaliyetlerine rağmen, muazzam bir çeşitlilik sergiliyor.

Peki, acaba Marslı konuğumuz dünyadaki çeşit çeşit canlının bu kadar farklı olmakla birlikte, aynı zamanda kökdaş olduklarını, aynı kökten geldiklerini de fark eder miydi? Eğer, Elin Kelsey’nin yazdığı, Soyeon Kim’in resimlediği Sen Yıldız Tozusun kitabını okumuş olsaydı, bunu şıp diye fark ederdi!

Sen Yıldız Tozusun, dünyadaki canlı hayatın oluşumu konusunda çocuklar için temel fen bilgisi anlamında muazzam bir çocuk kitabı. Kitabın başlığının seçimi, başlı başına dünyadaki canlı yaşamın oluşumuna dair astronomi biliminin gerçeklerini tek bir cümlede eritip çocuk okura sunuyor. Dünyadaki yaşamı, kendi nükleer yakıtını tüketen ya da aşırı madde biriktiren bir yıldızın ömrünü tamamlayarak patlaması olayına, yani bir süpernova’ya borçluyuz.

Ömrünün sonuna gelen bir yıldızın patlaması sonucunda dünyadaki yaşamı var eden elementler de uzay boşluğuna saçıldı ve böylece canlı yaşamın ilk adımı da atılmış oldu.[1],[2] Özetle, Elin Kelsey’nin kitapta da dediği gibi, “hepimiz birer yıldız tozuyuz”. Bu kısacık cümle aslında öylesine büyük ki,  yalnızca astronomi bilimine ve dünyadaki canlıların evrimine dair temel gerçekleri çocuk okura çocuğa göreliği gözeten bir dille, en sade şekilde ifade etmekle kalmıyor, aynı zamanda olanca farklılıklarımızla beraber ne kadar da aynı olduğumuzun altını olağanüstü yaratıcılıktaki çizimleriyle ve şiirsel diliyle tekrar tekrar çiziyor.

Hepimiz doğayız

Hepimiz birer yıldız tozuyuz, hepimiz birbirimize sonsuz bağlantılarla bağlıyız. Bir yavru kuşun şakımayı öğrenmesi gibi insan yavrusu da konuşmayı öğreniyor. Sonbaharda ağaçların yapraklarını dökmesi gibi, biz insanlar da en çok saçı sonbaharda döküp, en gür saçı kışın çıkarıyoruz. Büyümek için uyumaya ihtiyacımız var, tıpkı uyumak için saydığımız koyunların da uykuya ihtiyacının olması gibi…

Elin Kelsey.

Kelsey, bu ve daha nice örnekle canlılar olarak hepimizin doğanın birer parçası olduğunu tekrar hatırlatıyor bize. Hepimiz doğayız. Ama doğanın içinde olduğumuzu büyüdükçe unutup doğa diye manzaralar arar oluyoruz. O yüzden Kelsey, en çok çocuklardan umutlu. Çünkü hepimizin içinde birer küçük Dünya nefes alırken, içimizdeki gezegene hala en çok çocukken dokunabiliyoruz. Bu gezegene dokunmayı unutmamayı ve yazımızın başındaki Marslı dostumuz gibi, doğadaki bu çeşitliğe hayran olmayı hatırlatıyor Sen Yıldız Tozusun…

Yalnız, Marslı dostumuzdan tek bir farkla… Kitabı okudukça, doğadaki sadece bu farklılıklara değil, aynı olmaya da, aynı kökten gelip aynı evi paylaşmaya da hayran kalıyorsunuz. Aynı yıldızdan geldiğimiz tüm dostlarımızı tekrar selamlamak için, Sen Yıldız Tozusun kitaplığınızın bir köşesinde bulunsun.

*

KÜNYE

Yazan: Elin Kelsey

Resimleyen: Soyeon Kim

Çeviren: Fatoş Atay

Yayınevi: 1001 Çiçek Kitaplar

Yayın yılı: 2016

[1] Çağrı Mert Bakırcı, Süpernova Nedir? Uzaydaki En Şiddetli Patlamalara Yönelik Temel Bilgiler”

[2] Zafer Emecan, “Bir Süpernova Patlaması Nasıl Oluşur?

 

[EYÇ’lere Öğütler-3] Bireysel ve toplumsal bir eylem biçimi: İsteme ve satın alma

Çeşitli raporlara göre nüfusumuzun %98’inin dini İslam’dır. 2017 Şubat tarihli bir başka kaynakta ise, bilimsel bir sormaca (anket) sonuçlarına göre, yurttaşların %94’ünün evinde Kur’an; %78’in Kur’an tefsiri veya meali (Türkçe çevirisi) var. Kur’an’ı okumayı bilenlerin oranı %37, ama Arap abecesiyle anlayarak okuyanların oranı sadece %5 çıkmış.

Bu verinin EYÇ (Ekolojist, Yeşil ve Çevreci) siyaseti ile iki bakımdan ilgisi var:

  • 1- Kullanmasak ya da okumasak dahi sevdiğimiz kitapları evimiz için satın alıyoruz.
  • 2- İçinde EYÇ’lerin de olduğu bu coğrafyanın sakinleri dinlemeyi; akıl değil nakil yoluyla, yani sözle anlattırmayı. okumaktan daha çok seviyoruz. Bana sorarsanız- ne okuyanımızın ne dinleyenimizin hatmetme (sonuna kadar okuma) ve sorgulama, doğrulatma alışkanlığı var.

Oysa, matbaanın icadıyla birlikte gerek mutlakiyetçi, otokratik ya da faşist gerekse demokratik rejimlerde iktidarlar, kamuoyunu etkileyen kitaplarına bol alıcı ve okuyucu bulmuş yazarlardan etkilenmiş ve daha fazla ciddiye almışlardır.  Geçmişte ve günümüzde, komünist ve faşist hükümetler dahi burjuva müesseselerini değiştirmeden ve hürriyetleri kısa dönemlerde yasaklamadan yazıyı ve sözü disiplin altına alamazlar. Kapitalist rejimler ise doğası gereği aydın kesimini ciddi olarak denetim altına almak istemezler. İsteseler de buna güçleri yetmez[1]. Tarih bunu acı deneyimlerle de olsa doğrulamıştır.

Tırnağın varsa sırtını kaşı

Önceki yazılarımda da değindiğim gibi, artık “Bak bak desinler!” eylemlerinin, 70’lerin miting ve meydan doldurma modası geçti. Çünkü artık herkes taşımalı kıtalarla miting alanlarını, her yerde doldurulabiliyor. Eylemcilerin, otobüslerin kente girişini engelleyebiliyor vb. Hans Enzensberger‘in “Her Şeye Tıpatıp Uyan ve Her Şeyi Çoktan Bilenlerin Şarkısı” şiirinde olduğu gibi “ve bunu çoktan bildiğimizi çoktan biliyoruz.”

Bunu, Sinop ve Mersin-Akkuyu Nükleer santral karşıtı mitinglerinde şahsen gördüm. EMO ve kimi sendika ve derneklerin vb. ücretsiz otobüsleri olmasa ne Sinop ne Akkuyu eylemleri yıllarca bu kadar güçlü olabilirdi. Eylemli olarak katıldığım 29. 04. 2006’daki Sinop (2006 nüfusu 197,7 bin) ve 26.06.2010’daki  Mersin’deki (2010 nüfusu 1,6 milyon) nükleer santral karşıtı en büyük çevre mitinglerinde toplananların sayısı bana ve muhtemelen polis kayıtlarına göre dört-beş bin kişiydi[2].

Sinop ve Mersin-Akkuyu eylemlerine katılacak üyeleri için İstanbul ve Ankara‘dan, örneğin Sinop 2006 mitingine başka illerden gelen eylemcilerin otobüs sayılarına bakılırsa, 45 kişilik yaklaşık on dolu otobüstü. Cumhurbaşkanı adaylığını protesto etmek için üç büyük ilde her seferinde 500 bini aşkın yurttaşın katıldığı Cumhuriyet mitingleri bile iktidar partisi AKP’nin milletvekillerinin oylarıyla Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesini engelleyecek kadar caydırıcı ve inandırıcı olmadı.

Lafla peynir gemisi nasıl yürür?

Kendimizi kandırıp kandırmadığımızı anlamanın sayılabilir, karşılaştırılabilir ve gidişatı incelenebilen eylem yapmanın en kolay (ve bireysel olarak başarılabilir)  iki yolu var: Biri, yayınların (halen bir dergimiz olmadığına göre) kitaplarımızın satış adedi (tiraj) ile görsel ya da elektronik yayıncılık yapılıyorsa da izlenme veya ziyaret ve sayfa görüntülenme oranı (reyting); ikincisi ise, EYÇ seçmen ve oylarının sayısıdır. İkincisini bir başka yazıya bırakarak bir örnek üzerinden devam edelim.

Türkiye’de nükleer santral yandaşlarının en önemli propaganda araçlarından birisi, Bernard L. Cohen‘in TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları serisinde yayımlananÇok Geç Olmadan” isimli kitabıdır. Kitap, 1984 yılı verilerine göre yazılmış olmasına rağmen ilk baskısını Ocak 1995’da ve 2500 adet yapmıştı. 01.05.1998 tarihinde yapılan 8’inci baskısı da tükenen bu kitap (Sonraki baskılarında baskı adetleri değişmedi ise) en az toplam 20 bin baskı adedine sahiptir. Bu sayının ne kadarının gerçek satışla örtüştüğünü, tirajının gerçek olup olmadığını elbette bilemeyiz. Öyle ya da böyle bu yazının temel çıkış noktası, Türkiye’de basılmış çeviri ya da telif nükleer santral karşıtı kitapların basım sayılarının ve baskı adetlerinin “Çok Geç Olmadan”ınkileri geçip geçmediğinden hareketle EYÇ’lere üçüncü öğüdümü yapmaktır.

Türkçe’de, nükleer santral karşıtı olarak önemli bulduğum beş kitap var. Bunlardan Tolga Yarman‘ın Okan Üniversitesi Yayınları’dan çıkan “Geçmişte ve Bugün Nükleer Enerji Tartışması” isimli kitabı her defasında 1000 adetlik dört baskı yapmıştır (1.basım: 1995, 2. Basım: 2011, Genişletilmiş 3. Basım: Eylül 2014, 4. Basım: 2016). Korsan basımlarının da olabileceğini varsayarsak nitelik, nicelik ve kapsayıcılık açısından Türkçe’deki en önemli nükleer karşıtı yerli telif kitap tirajına ve atıf/alıntı sayısına sahiptir[3].

Baskı adedini bildiğimiz diğer üç kitaptan, yine çok önemli bir bilim insanı olan Hayrettin Kılıç‘ın 2007’de yazdığı, Bil Yayınları’ndan çıkan Nükleer Destan” isimli kitabı 3000 adet basılmış, 1000 adedi sivil toplum kuruluşları aracılığı ile dağıtılmıştır[4]. Gazeteci-yazar Filiz Yavuz‘un 2015’de yazdığı ve Can Yayınları’ndan çıkan Beni ‘Akkuyu’larda Merdivensiz Bıraktın” isimli kitabı da üç bin adet basılmıştır. Çeviri kitaplardan, benim çevirmenliğini yaptığım ve 2012’de Yeni İnsan Yayınları’ndan çıkan “Çernobil Halk Mahkemesi ise bin adet basılmıştı. Çok önemli nükleer karşıtı kitap da Martin Kohen ve Andrew McKillop‘un 2012’de yazdığı Kıyamet Makinesidir. Serap Aslanpay’ın dilimize kazandırdığı kitap İletişim Yayınları’dan 2016’da piyasaya verilmişti.

Adını andığım ve içimizden birilerinin yazdığı/dilimize çevirdiği bu kitapların baskı adedi (Yarman’ın 4. basıma giden kitabı hariç) okuyucudan ilgi görmemiş; ikinci, üçüncü vb. basımları yapıl(a)mamıştır. Bu nedenle de Türkiye’deki kaç EYÇ evinde var olduklarını bilemeyiz. Bildiğimiz şey: Hepsinin toplam baskı adedinin (yaklaşık 12 bin) Cohen’in yirmi binlik baskı sayısına ve tirajına ulaşamadığıdır.

Pınarı kurutmamak lazım

En üzücü olanı ise Türkiye EYÇ’lerinin, nükleer karşıtı dayanışmaların,  ülkemizin ilk nükleer santral yerleşkelerinin yapılacağı Sinopluların (2019’da nüfusu: 219,7 bin) ve Mersinlilerin (2019’da nüfusu: 1,8 milyon) başta Çernobil kazasının saklanan gerçeklerini anlatan Çernobil Halk Mahkemesi” olmak üzere bir-iki bin adet basılmış bu dört-beş kitabın baskılarını tüketememiş olmaları ve biri hariç piyasada hâlâ birinci basımlarının satılıyor olmasıdır.

Kitap ya da süreli yayın almanın, giderek elektronik ortamda yayınlanan şu anda alanında tek olan Yeşil Gazete ve Yeşil TV’nin vb. izlenmesinin, ziyaret ve sayfa görüntülenmesinin çoğalmasının, sayılabilir eylem olmak asıl amacı dışında bir de yazanı, yayınlayanı ve çevireni vb. teşvik etme, baskı parasını amorti ettirme, yeni yayına kaynak yaratma vb. amaçları vardır. Bu tip kitaplara ticari yayıncı bulma zorluğu ancak böyle aşılabilir. Üstelik fiyatları 20 TL’yi geçmeyen bu kitapları ülkenin her noktasından cep telefonlarınızdan dahi elektronik alışverişle adrese teslim getirtmek mümkünken.

Tekrarlarsam, iktidarları, nükleer ve fosil kaynaklara dayalı enerji ve doğal kaynakları talan eden çevre politikalarından caydırmanın ve tepki göstermenin en önemli sayılabilir, karşılaştırılabilir ve gidişatı incelenebilen eylemi, okunmasalar dahi, EYÇ yazarların kitaplarının Türkiye’deki her ekolojist, yeşil ve çevreci yurttaşın evinde bulunmasıdır.

*

[1] Meriç C., Mağaradakiler, İletişim Yayınları, 24. Baskı, 2014, İstanbul; s: 42-48.

[2] Sinop’ta ‘nükleere hayır’ mitingi.

[3] Prof. Dr. Tolga Yarman’la yapılan 01.09.2020 tarihli e-posta yazışmaları.

[4] Prof. Dr. Hayrettin Kılıç’la yapılan 01.09.2020 tarihli e-posta yazışması.

Yokoluş İsyancıları eylemlerinin dördüncü gününde

İngiltere‘de 1 Eylül itibarıyla başkent Londra başta olmak üzere ülkenin çeşitli kentlerinde eylemlerine başlayan Yokoluş İsyanı aktivistleri, hükümetin koronavirüs tedbirleri kapsamında 30’dan fazla kişinin bir araya gelmemesi gerektiği uyarılarına rağmen eylemlerini sürdürüyor.

Dün kendilerini parlamento binasının önüne uhuyla yapıştırdan aktivistler bugün de eylemlerine devam etti. Polis eylemlerde geçen çarşamba 72, dün ise 160 kişiyi gözaltına aldığını açıkladı. Bugün yapılan haberlerde ise 200’ün üzerinde gözaltı gerçekleşti.

Görüntülerde gözaltına alınanların polise aktif olarak direnmediği ancak ayakta durmadığı görünüyor. Bu taktik eylemciler tarafından müdahaleyi zorlaştırdığı ve vakit kaybettirdiği için tercih ediliyor.

Hükümetin iklim krizine karşı üzerine düşeni yapmadığını düşünen aktivistlerin hükümetin ertelediği İklim ve Ekolojik Acil Durum Yasa Önergesi‘ni derhal gündeme almasını talep ediyor. 

Yeni Zelanda’da üç ay sonra koronavirüsten ilk ölüm

Yeni Zelanda‘da üç ayı aşkın aradan sonra ilk kez Covid-19’dan bir kişi hayatını kaybetti. Ölen kişinin hastanede tedavi göre 50 yaşlarında bir hasta olduğu açıklandı. Ülkede 24 Mayıs tarihinden bu yana Covid-19 kaynaklı herhangi bir ölüm gerçekleşmemişti. 

İSİG: Ağustos ayında en az 208 işçi iş cinayetlerinde yaşamını yitirdi

İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi (İSİG), 2020’nin Ağustos ayı raporunu yayımlandı. Buna göre, son bir ayda en az 208 işçi iş cinayetlerinde hayatını kaybetti. İSİG, 2020 yılının ilk sekiz ayında ise iş cinayetlerinde en az 1.306 işçinin öldüüğünü açıkladı.

İSİG raporundaki veriler şöyle:

  • Ocak ayında en az 114 işçi, şubat ayında en az 133 işçi, mart ayında en az 113 işçi, nisan ayında en az 221 işçi, mayıs ayında en az 165 işçi, haziran ayında en az 188 işçi, temmuz ayında en az 164 işçi ve ağustos ayında ise en az 208 işçi hayatını kaybetti. 2020 yılının ilk sekiz ayında iş cinayetlerinde en az 1306 işçi yaşamını yitirdi.
  • 208 emekçinin 172’si ücretli (işçi ve memur), 36’sı kendi nam ve hesabına çalışanlardan (çiftçi ve esnaf) oluşuyor.
  • Ölenlerin 16’sı kadın işçi, 192’si erkek işçi. Kadın işçi cinayetleri tarım, kimya, tekstil, ticaret, metal, sağlık ve genel işler işkollarında gerçekleşti.
  • Yedi çocuk işçi, çalışırken can verdi. Çocuk işçi cinayetleri tarım ve metal işkollarında gerçekleşti.
  • 51 yaş ve üstünde ise çalışırken ölen 61 emekçi bulunuyor: Çiftçiler ve esnaf ile tarım, tekstil, ticaret, büro, inşaat, taşımacılık, tersane, sağlık ve belediye işçileri.
  • 12 göçmen/mülteci işçi yaşamını yitirdi: Dokuzu Suriyeli, biri Afganistanlı, biri  Nepalli ve biri Özbekistanlı.
  • Ölen işçilerin üçü sendikalıydı. Bu işçiler eğitim, yol ve güvenlik işkollarında çalışıyordu.
  • Ölümler en çok tarım, inşaat, ticaret/büro, sağlık, taşımacılık, metal, belediye/genel işler ve tekstil işkollarında meydana geldi.
  • En fazla ölüm nedenleri sırasıyla Covid-19, trafik/servis kazası, ezilme/göçük, yüksekten düşme, elektrik çarpması, kalp krizi, zehirlenme/boğulma ve şiddet.

isig-agustos-ayinda-en-az-208-isci-hayatini-kaybetti-776930-1.

Şehirlere göre dağılım

Raporda iş cinayetlerinin şehirlere göre dağılımına da yer verildi: 13 ölüm Manisa’da; 11’er ölüm Samsun ve Şanlıurfa’da; 10’ar ölüm Ankara ve İstanbul’da; dokuz ölüm Diyarbakır’da; sekizer ölüm Adana ve Antalya’da; yedi ölüm Gaziantep’te; altı ölüm Bursa’da; beşer ölüm Erzurum, Denizli, Hatay, İzmir, Ordu ve Tokat’ta; dörder ölüm Ağrı, Kayseri, Kırklareli, Kocaeli, Konya ve Tekirdağ’da; üçer ölüm Eskişehir, Mersin, Muğla, Sakarya’da; ikişer ölüm Aksaray, Artvin, Aydın, Bingöl, Edirne, Erzincan, Giresun, Kahramanmaraş, Karabük, Malatya, Mardin, Şırnak, Trabzon ve Van’da; birer ölüm Bayburt, Bilecik, Burdur, Çanakkale, Çankırı, Çorum, Isparta, Karaman, Kars, Kastamonu, Nevşehir, Sinop, Sivas, Tunceli, Uşak, Yalova, Yozgat, Zonguldak, Arnavutluk, Azerbaycan ve Sırbistan’da.