ManşetHaftasonuKöşe YazılarıYazarlar

Gelir dağılımında korkutan uçurum

0

Ülkelerin ve bireylerin ekonomik gelişmişliği genelde dolar bazında Gayrı Safi Yurt İçi Hasıla (GSYİH) ve kişi başına (per capita) düşen GSYİH ile ölçülür. Bu sıralamalar, göreli olarak ülkenizin ve sizin gelir olarak nerede olduğunuzu gösterir. Biliyorsunuz AKP, 2023 itibarıyla Türkiye’yi dünyanın ilk 10 ekonomisi arasına sokmayı ve kişi başına geliri de 25.000 dolar seviyesine çıkarmayı hedeflemişti. Bunları da “Cumhuriyetin Kuruluşunun 100. Yılı Hedefleri” olarak ilan etmişti. Bir ara 13’üncü en büyük ekonomi olan ve kişi başına geliri 12.500 dolara kadar çıkmış olan Türkiye, son yıllarda gittikçe bu hedeften uzaklaştı. Dünya Bankası verilerine göre 2019 itibarıyla 754 milyar dolarla dünyanın en büyük 19’uncu ekonomisi olurken kişi başı gelirde 9.043 dolarla, 74’üncü sıradayız.Bunlar nominal rakamlarla, yani o senenin cari rakamlarıyla yapılan sıralamalar.

Bir de Satın Alma Gücü Paritesi (İngilizce kısaltmasıyla PPP) ile yapılan sıralamalar var. Burada hesaplama nominal değerle değil, onun satın alma gücü esas alınarak yapılır. Aynı ürünün veya ürün sepetinin ABD ve örneğin Türkiye’deki fiyatına bakılır. Döviz kurunun 1$=5 TL olduğu bir durumda bir ürün sepeti ABD’de 100$ (500TL) iken, Türkiye’de 250TL ise, PPP=500/250=2 olur. Bu durumda Türkiye’nin milli geliri 2 ile çarpılarak ABD ile PPP bazında eşitlenir. PPP bazlı sıralamalar özellikle gelişmekte olan ülkelerce daha fazla tercih edilir çünkü bu ülkelerin sıralamasını yukarı çıkarır. Mesela Türkiye PPP bazında bakıldığında 2019’da 2.4 trilyon dolar GSYİH ile dünyanın en büyük 13’üncü ekonomisi konumuna gelmektedir.

Gelir dağılımı

Bu girizgahı yaptım ama bu yazıda asıl amacım gelir dağılımı üzerinde durmak. Gelir ve servet eşitsizliğinin yarattığı sonuçlar o kadar yıkıcı ki, dünyanın geleceğini iklim krizi ve gelir adaletsizliğinin belirleyeceği düşüncesi gittikçe kafamda oturuyor. GSYİH rakamının nüfusa bölünmesiyle bulunan kişi başına gelir rakamı çok kaba bir gösterge. Asıl önemli olan, bu gelirin o ülke içerisinde nasıl dağıldığı. İşte burada konu epeyce çatallaşıyor. Zaman içerisinde geliri çok artan ülkeler olabiliyor ama gelir dağılımına baktığınız zaman bu artışın ne kadar dengesiz olduğunu da görebiliyorsunuz.

Bunun en tipik örneklerinden birisi Çin. 1978 yılında piyasa kapitalizmine geçen ve tartışmasız küreselleşmeden en fazla yararlanan ülke olan Çin’de kişi başına gelir 40 yılda tam 57 kat arttı. 1978’de sadece 156 dolar olan kişi başına gelir 2017 yılında 8.879 dolara ulaştı. Ama aynı dönemdeki gelir dağılımına baktığınız zaman, oldukça farklı bir manzara görülüyor. Gelir dağılımı ölçütü olarak yaygın bir şekilde kullanılan Gini katsayısına bakıldığında 1978 yılında 0.16 olan katsayı, 2017’de 0.38’e çıkmış durumda. (Gini katsayısı 0-1 arasında değişir ve 0’a yaklaştıkça gelir eşitsizliği azalırken, 1’e yaklaştıkça artar.) Gini katsayısı dışında yaygın kullanılan bir başka gösterge de nüfusun yüzde 20’lik gelir gruplarının toplam gelir ve servet içindeki payları.

Gelir dağılımının kötüleşmesi neredeyse bütün dünyada görülen bir olgu. Şimdi de ABD rakamlarına bakalım. Önce, meşhur Amerikan orta sınıfının nasıl yok olduğuna dair çarpıcı gelir verisi: 1946-80 arasındaki 34 yıllık dönemde reel gelir artışı toplumun alt yüzde 50’lik grubu için yüzde 102, en üst yüzde 1’lik grubu için yüzde 47 iken, 1980-2014 arasındaki 34 yıllık ikinci dönemde alt yüzde 50 grubu için yüzde 1 (evet sadece yüzde bir!), en üst yüzde 1 için yüzde 300 (tam tamına yüzde üç yüz!) olarak gerçekleşti. Servete bakıldığında, 1989 yılında en üst yüzde 10, takip eden yüzde 40 ve en alt yüzde 50 gruplarının toplam servet içindeki payları sırasıyla yüzde 67, yüzde 30 ve yüzde 3 iken, 2016 yılında bu paylar sırasıyla yüzde 77, yüzde 22 ve yüzde 1 olarak gerçekleşti. Kısaca hem gelir hem de servet dağılımında acımasız bir adaletsizlik artarak sürüyor. ABD’nin Gini katsayısı da bu gelişmeleri teyit ediyor. 1986’da 0.37 olan katsayı 30 yıl sonra 2016’da 0.41 seviyesine geliyor.

Gelir dağılımının bozulmasına yol açan süreç aslında Thatcher-Reagan ikilisinin 1980’li yıllarda savundukları ve “Muhafazakâr Kapitalizm” olarak da adlandırılan ideolojik yaklaşımın yaşama geçirdiği politikalarla birlikte ivme kazandı. Hatırlayın o günlerin popüler politika önerilerini: Devletin küçültülmesi, düzenlemelerin azaltılması (deregulation), serbest piyasa, özelleştirme, liberalleşme… Aslında bu adımlar zamanın bazı ekonomik sorunlarını bahane ederek vahşi kapitalizmin önünü açıyor, bugünün acımasız gelir ve servet dağılımının temellerini atıyordu. “Serbest Piyasa” söylemiyle ekonomi ön plana çıkarılıp insan ve toplum geri plana itiliyordu.

Bu politikalar Dünya Bankası ve İMF aracılığıyla gelişmekte olan ve az gelişmiş ülkelere de maalesef kolayca benimsetildi. Bu ideolojik dalgaya büyük ölçüde direnen kıta Avrupası ve İskandinav ülkelerinde vergi oranlarının daha yüksek tutulduğunu ve sosyal devlet uygulamalarının kısmen korunduğunu görüyoruz. Bunun sonucunda aşağıdaki tabloda bu ülkelerde ve eski Doğu Bloku ülkelerinde Gini katsayılarının 0.2-0.35 aralığında, göreli olarak daha adil bir seviyede kaldığını görüyoruz.

Küreselleşme ve teknolojide son 30 yıldaki gelişmelerin de gelir dağılımını bozan unsurlar olduğu sıkça vurgulanan bir konu. Genellikle öne sürülen sav, küreselleşmeden her ülkede dar ve ayrıcalıklı bir azınlığın yararlandığı, teknolojik gelişmelerin de yine çok küçük bir azınlığın hızla inanılmaz bir servet edinmesine yol açtığı şeklinde. Bunlarda elbette doğruluk payı var.

Ama, gelir dağılımındaki bu yürek sızlatan görüntüye yol açan asıl neden söz konusu ülkelerde vergi toplama ve kamu harcamalarına ilişkin yapılan tercih ve uygulanan politikalar. Gelir adaletsizliğine küresel düzeyde bakıldığında servetin çoğunlukla hiç vergilendirilmediği, yüksek bireysel gelirin ve şirketlerin düşük vergilendirildiği ve bunlar sonucunda kamu gelirleri düştüğü için kamunun sosyal yardımları ve programlarının her geçen gün daha da azaldığı görülüyor. Bu da kendisini eğitim, sağlık, sosyal yardım ve tarım/gıda gibi alanlarda gösteriyor. Bu alanlara yönelik destek ve harcama kalemleri düştüğünde toplumun düşük gelir grupları en fazla olumsuz etkilenen gruplar oluyor ve böylece gelir dağılımını daha da kötüye götüren kısır döngü oluşuyor.

Türkiye’de gelir ve servet dağılımı

Türkiye de gelir ve servet dağılımı bakımından ABD’den çok farklı bir durumda değil. Latin Amerika ülkelerinden biraz daha iyi ama Avrupa ve Asya ülkelerinin birçoğundan daha kötü durumda. Aşağıdaki tablolara bakıldığında, hem gelir dağılımında (2018 itibarıyla 0.41 olan Gini katsayısı) hem de servetin dağılımında (en üst yüzde 10’luk grup toplam servetin %81.2’sine sahip) durum ABD’den pek farklılık göstermiyor.

Gini katsayısı yıllar içinde oynamalar gösteriyor. AKP’nin ilk yıllarında izlediği sosyal politikalar sonucunda 0.38’e kadar düşüyor ama özellikle dış kaynak girişinin azalmaya ve ekonominin kötüye gitmeye başladığı 2015 yılından itibaren artıyor ve 0.41’e ulaşıyor.

TÜİK’in 2018 rakamlarına göre Türkiye’de “son yüzde 20” olarak adlandırılan en zengin kesim, gelirin yüzde 47,6’sını alıyor. “Dördüncü yüzde 20” kesim, gelirin yüzde 20,9’unu alırken en ortada yer alan “üçüncü yüzde 20” grubu gelirin yüzde 14,8’ini alıyor. “İkinci yüzde 20”nin payı yüzde 10,6 iken, en yoksul kesim olan “ilk yüzde 20’nin aldığı miktar toplam gelirin yüzde 6,1’i. Buna göre Türkiye’de en yoksul yüzde 40’lik kesime toplam gelirden düşen pay sadece yüzde 16,7. Bir önceki yıla göre gelir dağılımı adaletsizliğinin arttığını gösteren bu dağılım yapısıyla Türkiye OECD ülkeleri içerisinde Şili ve Meksika’dan sonra en kötü gelir dağılımına sahip üçüncü ülke.

Gelir ve servet dağılımında dünya ve Türkiye oldukça kritik bir noktada. Çok az sayıda insanın elinde inanılmaz bir servet birikmiş durumda. Korona salgını gelir dağılımını daha da bozdu. Milyonlarca çalışan işini ve gelirini kaybederken oturduğu yerde milyarlarına milyar katan şirket sahiplerini ve para bolluğundan nasiplerine düşen parayı hisse senetlerine yatırıp balon oluşturan spekülatörleri izliyoruz. Gelir dağılımında adaletsizlik derken, elbette herkesin aynı servet ve gelire sahip olmasını savunmuyorum. Ama bu kadar büyük bir uçurumun oluşmasına da izin vermeyen, servetin ve yüksek gelirin hem ülke içinde hem de küresel olarak daha fazla vergilendirildiği ve sosyal devlet ilkelerinin unutulmadığı bir sistemi savunuyorum.

Az kişinin elinde toplanan servetin, sermaye taraftarlarınca hep iddia edildiği gibi yatırıma gittiği de şüpheli, çünkü toplumun geri kalan gruplarının alım gücü düştüğünde yeni yatırımlara gerek duyuracak talep de oluşamıyor. Bu da ekonomilerde büyümeyi sekteye uğratıyor. Ayrıca, orta ve düşük gelir grupları eğitime, sağlığa ve gıdaya yeterince ulaşamayınca toplumsal gelişme frenleniyor ve fırsat eşitliği ortadan kalkıyor. Bu durumda bireylerin sosyal mobiliteden yararlanabilmesi ve geleceğine ilişkin umutlanması bir hayal olarak kalıyor.

Gelir dağılımı adaletsizliği doğal olarak sosyal uçurumlara da neden olmakta ve insanlar gettolarda veya duvarlarla çevrili sitelerde yaşamak durumunda kalmakta. Dünyanın en adaletsiz gelir dağılımına sahip ülkesi olan Güney Afrika’nın (Gini=0.65) Johannesburg kentinde çekilmiş resme dikkatle bakın lütfen ve şu soruya cevap bulmaya çalışın: Bu durum sürdürülebilir mi?

More in Manşet

You may also like

Comments

Comments are closed.